Kesintiye uğramış çocukluğum: "Girl, Interrupted"

"Hayalle gerçeği hiç karıştırdınız mı? Ya da paranız olduğu halde bir şey çaldınız mı? Hiç kederlendiniz mi? Ya da durduğu halde treninizin hareket ettiğini zannettiniz mi? Belki ben delirmiştim. Belki de nedeni '60'lı yıllardı. Ya da ben çocukluğu kesintiye uğramış (Girl Interrupted) bir kızdım."
Yukarıda giriş cümlelerini alıntıladığım çocukluğu kesintiye uğrayan, yani İngilizce söylenişiyle "Girl Interrupted" olan bir genç kızın samimi, insanı düşündüren, sorgulatan ve gerçeğin ne olduğu üzerine bildiklerimizi (ya da bildiğimizi sanmamız istenen şeyleri) bir kez daha gözden geçirmeye davet eden bir film. Girl, Interrupted, gerçek bir yaşam öyküsünün çarpıcı ve doğal anlatımı. Bunu da izleyicinin filme mesafe koyarak yabancılaşmasına ve bu sayede anlamın içinde kalmasına olanak tanıyan dışarıdan bakış ile sağlıyor. Genellikle öz yaşam öyküleri, hele böylesine acı ve travmalarla doluysa, üstüne bir de aile problemlerini içeriyorsa amacını aşacak derecede duygulara hitap eder. Bu içeriden bakış, akıl-anlam-mantık süzgecini delip geçecek kadar çetin cevizlerle, sıcak meselelerle, duygusal boşalımlarla etkiler izleyiciyi. Ama tam da bu aşırı duygu yükü yüzünden derdini anlatamaz. Hakkında konuşmak istediğinizde hissettirdikleri dışında pek bir şey söyleyemezsiniz. İşte bu noktada Girl, Interrupted filminin diğer pek çok psikolojik travmalarla yüklü otobiyografiden ayrıldığını ve bu ayrım nedeniyle de başarılı ve etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Yani duygusallık, ajitasyon, gözyaşı dozunu abartmayan, yanmadan yaklaşabilmemiz için mesafe bırakan, akılla algılamamıza izin veren ancak o ölçüde de samimi bir film.
Film, sınırda kişilik bozukluğu (borderline) tanısı alan genç bir kadının 1960'lı yıllardaki hayatından bir kesit içeriyor. Susanna Kaysen tarafindan yazılan aynı adlı romandan sinemaya uyarlanmış. James Mangold'un yönettiği filmde Winona Ryder, Angelina Jolie ve Elisabeth Moss rol alıyor. Angelina Jolie'ye En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar ve Altın Küre kazandıran film, Aralık 1999'da gösterime girmiş. Jolie'nin canlandırdığı Lisa karakteri için yapılan "Guguk Kuşu'nun kadın versiyonu" tarifi, hem karakterin kişilik özelliklerini hem de etkileyici oyunculuğu işaret ediyor. Film, Türkiye'de "Aklım Karıştı" adıyla gösterildi; ancak bu ismin filmin özgün adının ifade ettiği anlamı yansıtmaktan çok uzak olduğunu belirtmek isterim.
Bu nedenle film benim için çocukluğu kesintiye uğratılmış kızın, bir sınırda kıstırılma hikâyesi. Her ne kadar Türkçe kelimelerle anlatmak istesem de bu film, "Girl, Interrupted."
Susanna Kaysen'in intihar girişimi sonrası Claymoore Kliniği'ne yatışını, orada on sekiz ay süren tedavisini, o dönemde yaşadığı ilişkileri konu edinen film, geriye doğru zaman atlamaları ile borderline kişilik özelliklerini birinci ağızdan, çok başarılı şekilde yansıtıyor. Genç yazar adayı Susanna, sanki olayları dışarıdan izleyen bir kişi gibi, bir yazarın geniş çerçeveden ve çoklu bakışıyla yaklaşıyor yaşadıklarına. Böylece hastalığın hem içeriden deneyimlenen halini hem de dışarıdan, ailesi ve uzmanlar tarafından nasıl ele alındığını aktarabiliyor. En temel farklılık, gerçekliğin algılanma şeklinde yatıyor. Anlatının birinci ana meselesinin gerçeklik üzerine olduğunu söyleyebilirim. Hangi gerçek daha gerçektir? Kendi gerçekliğine, dünyayı algılayış şekline inanıyor Susanna. Bunu doğal ve normal hissettiğini, çevresince anlaşılmamasına hayret edişini, hatta bu duruma karşı isyanını izliyoruz film boyunca.
Susanna, bir kutu aspirinle bir kutu votkayı beraber içmiştir. Ama o intihar etmemiştir. Başı ağrıdığı için içer. Buna inanır. Buna gerçekten ama gerçekten inandığını şaşkınlık dolu bakışlarında görürüz. Ve hep aynı şeyi söyler: "Ben intihar etmedim!" Kendince, kendi gerçekliği çerçevesinde bir düşünme tarzı vardır. Elindeki kemiklerin yok olduğunu, bu ve bunun gibi birçok nedenden o ilaçları içtiğini söyler. Ambulansın içinde, "Elime bakın!" der hemşireye, "Elimin kemikleri yok oldu". Daha sonra aile dostları olan psikiyatrist ona elinde kemik olmasaydı o ilaçları alamayacağını söyleyip niçin böyle söylediğini sorduğunda cevabı hiç tereddütsüz, net ve sade bir şekilde verir: "O anda geri geldiler." Ve bu cevaba inanır. Sorun gerçeği bilmemek değildir, sorun onun gerçeğinin farklı olmasıdır. Bu nedenle onu anladığını söyleyen psikiyatriste: "Hayır, anlamıyorsun!" der. "Neyi açıklayayım? Bir doktora fizik kanunlarının nasıl askıya alındığını mı açıklayayım? Yukarı kalkanın aşağı inemediğini mi? Zamanın ileri ve geri, şimdinin geçmişe ve tekrar geriye hareket ettiğine ve buna hâkim olamadığımı mı?"
Hepimiz zamanda ileri ve geri hareketler yaparız aslında. Zaman bize söylendiği gibi hep aynı hızda ve ileriye doğru akan, doğrusal, her zaman hesaplanabilir bir yapıda değildir. Zaman bazen su gibi, bazense çok yavaş akar. Bilincimiz, durduğumuz noktadan sürekli geçmişe ve geleceğe doğru sıçramalar yapar. Geçmiş anıları ve gelecekle ilgili planlarımızı, beklentilerimizi, şimdide tekrar tekrar yaşatırız. Şu an (şimdiki zaman) ancak geçmiş yaşantılar ve geleceğe dair umutlarla birleşince anlamlı hale gelir. Yani her normal ve sağlıklı sayılan birey de zamanda sıçramalar yaşar. Ancak fark şurada yatar ki bu sıçramaların anılarda (ya da gelecek umutlarında) yer aldığı bilgisi de her an hatırlanır. Susanna'nın şaşkınlığı karşısında ona diyebiliriz ki: Şimdinin geçmişe ve geriye hareket etmesi bizim için de doğru; ama biz senden farklı olarak zamana hâkim olabiliyoruz. Bir sıralama yapma ve geçmişe geçmiş, geleceğe ise henüz gelmemiş gözüyle bakma yetimiz henüz burada, bizimle.
İşte bu nedenle bizim gerçeklik evrenimiz normal, seninki normallik çizgisinin ötesinde sayılıyor. Bu nedenle sen normallik sınırının, o sınır çizgisinin dışına çıkıyorsun, içeri giriyorsun, dışarı çıkıyorsun... Sınırda gezip, sınırı aşıp, sınırı sınırsızca yok sayıyorsun. Bu nedenle sınırda kişiliksin, "borderline" olarak adlandırılıyorsun. Evet, bunları söyleriz elbette; ama ya Susanna da bize "Sınırı kim çiziyor?" diye sorarsa? "Normal nedir ve buna kim karar verir?" derse?
Ve bu sorularla birlikte filmin ikinci ana meselesine geliriz: Normallik kim tarafından ve nasıl belirlenir? Bu soruyu ahlak kuralları, iyilik veya güzelliğin ne olduğu, kimin öteki sayılacağı gibi pek çok alana karşı kullanabilsek de burada asıl meselemiz tıbbi bir tanı. Tıbbi, özellikle de psikiyatrik tanı kriterleri, bilimin evrensel ve daima geçerli kurallarıyla mı yoksa zamanın ruhuna göre mi belirlenir? Bunun bilimsel veriler mi yoksa erk mi belirler? Burası psikiyatri ile anti-psikiyatrinin, psikanaliz ile şizo-analizin sınır çizgisidir. Sınır ihlalini hangi yöne doğru yapacağımız ise yolumuzu çizecektir. Evet, bir kavşakta, çatallanan yollar sapağında bırakır bizi. Ancak film boyunca iki yolu da düşünsel olarak kat ederiz. Hem psikiyatrinin bakışıyla Susanna'yı hem de Susanna'nın (ve filmdeki diğer karakterlerin, özellikle de Lisa'nın) bakışıyla psikiyatriyi görürüz. Birbirine bakan iki aynanın ortasında, çoğalan görüntüler alanındayızdır artık.
Kliniğe doğru yol alırken Susanna'nın taksi şoförüyle yaptığı konuşma, filmin ikinci ana konusuna doğru ufak bir ipucu verir. Normal göründüğünü ve neden kliniğe yatırılacağını anlamadığını söyleyen şoföre, halüsinasyonlar gördüğünü söyler. Şoför ise John Lennon'ın da hayaller gördüğü ama bunun normal karşılandığı karşılığını verir. Ve izleyici ister istemez sorar: Dünya, haydi dünya olmasa da bilim, en azından tıp ya da hiç olmazsa psikiyatri insanlara eşit davranır mı? Bilimsel doğrular ve tanı koyduran semptomlar herkes için aynı mıdır? Ya da zamanın ruhu, hastalık tanılarını da etkiler mi? '60'lı yıllarla 2000'li yılların hastalıklara bakışı aynı mıdır mesela? Buradaki sorunun kastettiği şeyin, bilimsel doğruların ya da tanı yöntemlerinin değişmesi nedeniyle olan değişim değil, ekonomik ve ideolojik bakışın farklılaşması nedeniyle ortaya çıkan değişim olduğunu düşünebiliriz. Diyebiliriz ki filmin ikinci ana sorusu da burada yatar zaten: Psikiyatri özgürlükçü ve eşitlikçi midir yoksa ideolojilerin bir aracı haline gelebilir mi? Yani tekrar psikanalizle şizo-analizin çatallanan yollar sınırına geliriz. Angelina Jolie'nin canlandırdığı Lisa karakteri bu sorgulamayı sık sık yapar. Susanna ve Lisa'nın bir gece yaptığı sohbet de gene bu konuyla ilgilidir. Lisa, Freud'un resminin her psikiyatristin duvarında asılı olduğunu çünkü sırlarını söyleyerek normallik payesi alabileceğin bir endüstri yarattığını söyler. Ne kadar çok sırrını söylersen seni hastaneden çıkarmayı o kadar çok düşünürler. "Ya sırrın yoksa?" diye sorar Susanna. "İşte o zaman müebbet yatarsın..." diye cevap verir Lisa, "...aynı benim gibi".
Şimdi bu kavşakta Fransız felsefeci Michel Foucault'ya doğru bir kapı aralayabiliriz. Foucault, iktidarın nesneleri ve kavramları sorunsallaştırma yoluyla doğru-yanlış oyununa dâhil ettiğini belirtir. Siyasal erk, bir kavram hakkında neyin doğru, neyin yanlış olduğuyla ilgili bilgiler üretir. Bu açıdan bakıldığında bilgi bir iktidar olgusudur, iktidarı destekleyerek ona katkıda bulunur. Bilim adamlarının söylemleri de bağlı bulundukları iktidarı desteklemeye yöneliktir. Örneğin cinselliği sorunsallaştırarak bu kavram hakkında belirli doğrular ya da yanlışlar üretir ve bu doğruları tıbbi, psikiyatrik ya da dini söylemlerle topluma dağıtır. Normalleşme sürecini mümkün kılmak için ceza, denetleme ve disiplin yöntemleri geliştirilir. Deliliğin Tarihi'nde delilik üzerine aklın, Kliniğin Doğuşu'nda hastaneler ve tıp bilimi üzerine kapitalizmin, Hapishanenin Doğuşu'nda bedenler üzerine disiplinin, Kelimeler ve Şeyler'de ise algı üzerine bilimsel söylemin iktidar adı altında uyguladığı gücü ele alır. iktidar eğitim üzerine etki ederek değil bizzat kendisine ait bilgiyi üreterek ve bu bilgiyi dolaşıma sokarak egemenliğini sürdürür. Bu açıdan bakıldığında normallik sınırları da iktidar tarafından kendi çıkarlarına uygun olarak belirlenir. Bilgi, bizatihi iktidarın kullanıma sürdüğü bilgidir.
Bu bakış bizi ikinci bir kapıya, Deleuze ve Guattari'nin şizo-analizine getirir. Konunun biraz daha anlaşılır olabilmesi için Deleuze ve Guattari'nin bakış açısını birkaç cümleyle sadeleştirmeye ve özetlemeye çalışacağım. Bu iki düşünce adamı, kapitalist düzenin bir elemanı haline geldiğini ve toplumsal bakıştan koptuğunu düşündükleri psikanalizi eleştirel bir yapısökümüne uğratarak karşısına şizo-analizi koyarlar. Tarihsel yönelimli bir materyalist felsefe olarak şizo-analizi kurarken üç materyalist düşünürden ilham alırlar: Freud'un "libido", Nietzsche'nin "güç istenci" ve Marx'ın "emek gücü" kavramları, anlatılarının zeminini oluşturur. Ancak amaçları bu üç felsefenin sentezini oluşturmak değildir, zira bu çok da mümkün değildir. Onlar Marx'ın kapitalizm ve Nietzsche'nin çilecilik eleştirilerine kapitalist toplumun mikro örneği olarak gördükleri çekirdek aile eleştirisini eklerler. Onlara göre çileciliği üreten sadece Kuzey Avrupa'daki Protestan Hristiyanlık değil, aynı zamanda insan yeniden üretiminin tamamen kapitalist biçimi olan çekirdek ailedir. Ödipal kuramın psikiyatriyi de katı kapitalist bir kurum kıldığını düşünürler. Bu kurama karşı çıkmalarının nedeni de budur. Hâlihazırda var olan psikiyatri, bir tür burjuva psikiyatrisidir ve Freudyen bakış libidoyu da arzulama-ekonomisi içine, serbest piyasaya sokmaktadır. Bu nedenle psikanalizin karşısına toplumsal, Marksist, tarihsel şizo-analizi koyarlar. Şizo-analizin temel araçlarından biri, şizo-frenik arzuyu çekirdek aileden ve psikanaliz tarafından yürürlüğe konulan ödipal arzu temsillerinden kurtarmaktır. Şizo-analiz, her şeyden önce bir düşünce deneyidir. Deleuze ve Guattari, "şizo-analiz" kelimesinde kök olarak kullandıkları şizofreniye bireysel değil toplumsal-tarihsel anlam yükler. Bu nedenle psikiyatrik bakıştan ayrılarak kavramı kapitalist ekonomi tarafından hem üretilen hem de baskılanan özgül bir toplumsal işleyiş tarzına göndermede bulunmak için kullanırlar. Kapitalizm, şizofreniyi teşvik eder; çünkü niceliksel pazar hesapları anlamın ve inanç sistemlerinin yerine geçer. Kısacası, kapitalizmin kendi ürettiği şizofreni sürecini onaylamadığı zaman sonuç deliliktir. Bu yüzden Anti-Oedipus'un alt başlığı Kapitalizm ve Şizofreni'dir. Ele alınan kişisel çöküntü değil, toplumsal atılım yaratan şizofrenidir.
Deleuze ve Guattari'ye göre, her şey Freud'a göre Oedipus, Lacan'a göre eksiklik, iğdiş ya da fallus, Zizek'e göre bir artı keyif çekirdeği anlamına gelir ki psikanalizin bezdirici ve mekanik tekrarı da buradan kaynaklanır. Diyebiliriz ki bütün algıyı tek noktaya odaklayarak diğer önemli faktörleri (ki Deleuze ve Guattari için bu temelde kapitalist toplumsal yapıdır) göz ardı etmemize neden olan bu ezici tekrarın ilk adımı da Oedipus karmaşasıdır. Bu nedenle Oedius'a karşı bir Anti-Oedipus geliştirirler. Psikanalizin karşısına şizo-analizi koyarlar.
Anti-Oedipus filozof Gilles Deleuze ve anti-psikiyatrist Felix Guattari arasındaki dikkate değer ve uzun süreli ortaklığın ilk ürünüdür. Birbiri üzerine biriken psikanalitik geleneğe karşı bir karşıt cephe olduğu da söylenebilir.
Bu, çatallanan yolların diğer sapağında ise Susanna'ya ve diğer kızlara yardım elini uzatmak için çabalayan, onları toplumsal düzenin dışlananları olmaktan kurtarmak için uğraşan psikiyatri geleneği yer alır. Ne Susanna'nın değişen gerçeklik algısı ne de normal ilişkiler kurmasını engelleyen farklılıkları, psikiyatrinin ürettiği şeylerdir. Ekonomik anlayış, toplumsal düzen ve siyasal erkin tüm yaşamı yönlendiriyor olması, hastalıkların var olmadığı anlamına gelmez. İntihara meyletmiş, acı çeken, uyum sağlayamayan bir genç kadına yardım edebilmek için de "Normal nedir?" sorusuna ihtiyaç yoktur. Bunu filmde psikiyatrist Melvin'in ailesiyle yaptığı görüşmede açıkça görürüz. "Kızım ne zaman çıkacak?" diye soran babaya: "Kusura bakmayın Bay Kaysen, psikiyatri ve ekonomi farklı şeyler" diye cevap verir. Susanna'nın ailesinin davranış tarzı ise psikanalizin temelleri hakkında çok fazla veriye sahiptir ve psikiyatrinin bilimselliğini kanıtlar niteliktedir adeta. Diyebiliriz ki, Susanna yalnız bir genç kadındır, ailesiyle birlikte yaşamasına rağmen çok yalnız, klişe deyimiyle kalabalıklar içinde tek başına... Çünkü fiziksel olarak her an yanındaymış rolünü (tam da bir ailenin rolüne uygun şekilde) oynamalarına rağmen ruhsal açıdan hem annesi hem de babası mevcut değiller. Kızlarının nasıl olduğu ve nasıl hissettiğinden çok bunun çevrelerinde nasıl göründüğüyle ilgili bir aile. En ihtiyacı olduğu anlarda belki ilgisizlik belki de yetersizlik, korku, beceriksizlik nedeniyle kızlarının yanında duramayan, kızlarının kaldığı klinikten çıkıp eve geleceği tarihi verecekleri partiye göre ayarlamak isteyen, Susanna'yı kliniğe daha az duygusal olması için bir taksiyle gönderen, ben-merkezcil, duygusal açıdan kör, paylaşmak açısından sağır, destek olmak için dilsiz... Bunu yanı sıra Susanna'nın sınırsız ve uygunsuz beraberliklerine de şahit oluruz. Bir arkadaşının babasıyla, klinikte görevli bir hastabakıcıyla ve arkadaşının ağabeyiyle kimi zaman ulu orta cinsel beraberlikler yaşar. Ancak gerçek duygusal bağlılıktan kaçar adeta. Her an aklında ölüm düşüncesi vardır. Dünyadaki en basit şeyler, mesela bir treni kaçırmak, ölüm fikrini tetikler. Annesi gibi olmak istemez. Üniversiteye devam etmek yerine yazar olmayı düşünür.
Girl, Interrupted (Aklım Karıştı) sınırda kişilik konusunda bize içeriden ve dışarıdan yaşananları göstermek adına çok iyi bir senaryoya dayanıyor. Bunun yanı sıra gerçeklik algısı, intihar, psikanaliz ve anti-psikiyatri, ailesel travmalar, normallik konularında düşündüren, sorgulatan, yeni pencereler açan bir film. Angelina Jolie başta olmak üzere Winona Ryder ve Whoopi Goldberg'in oyunculukları, film müzikleri ve '60'lı yıllara dair sahneleri ise filmi zenginleştiren faktörler denebilir.
İlgili Başlıklar
kişilik bozukluğu
Pınar Köksal
sınırda
Susanna Kaysen
James Mangold
Winona Ryder
Angelina Jolie
Elisabeth Moss
Oyuncu
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Kesintiye uğramış çocukluğum: "Girl, Interrupted"
Yayın & Yazar

Psikesinema
Meselesi anlatmak olan sinema ile meselesi anlamak ve çözmek olan psikiyatri ve psikolojiyi ortak platformda ele alan Psikesinema'dan özel yazılar her çarşamba 17.00'de Aposto'da.

Pınar Köksal Üretmen
Yazar @ Psikeart