
Zappa Zamanlar
“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla: Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…
Bugünlerde çalışmakla ilgili konular dünyada hemen herkesin gündeminde. Öncelikle hemen akla Covid-19 salgınıyla beraber değişen çalışma rejimleri geliyor. İşten çıkartmalar, ücretsiz izinler, kapanan işletmelerle iyice esnek hâle gelen çalışma düzenlerinin, artan prekaritenin (kırılganlıkların) ve işsizliğin aylardır başta kadınlar ve gençler olmak üzere çalışan sınıflar üzerindeki tahribatı büyük oldu. Özellikle beyaz yakalı işlerde çalışmanın bilgisayarlarla evlere taşınmasının etkileri, çalışmayla ilgili yeni mekânsal/zamansal düzenlemelerle sınırlı kalmadı. Bu gelişme, iş disiplini, kontrol, çalışan otonomisi, verimlilik, mesai arkadaşları arasında güven gibi başlıklarda yeni soruları ve tartışmaları ortaya çıkardı. Nihayetinde işi olanın da olmayanın da türlü türlü dertle boğuştuğu bir dönemin içinden geçiyoruz.
Çalışma rejimlerinde yaşanan gerilimlerle ilgili güncel tartışmalarda genelde ıskalanan, neredeyse hiç üzerinde durulmayan bir boyut daha var. Bu boyut işlerin daha niteliksel, özellikle vicdanı ve ruhu ilgilendiren yönleriyle ilgili ve genelde istihdam rakamlarına kilitlenen tartışmaların dışında kalıyor. Bugün size çalışma hayatıyla ilgili çok dillendirilmeyen konularla ilgili birisi çok yeni, diğeri daha eski iki kitaptan bahsedeceğim. Yeni olanı, daha geçen ay yayınlanan Eyal Press’in Dirty Work: Essential Jobs and the Hidden Toll of Inequality in America [Kirli İş: Amerika'da Temel İşler ve Eşitsizliğin Gizli Ücreti]. Diğeri, daha önce “Hey Corç Versene Borç!” başlıklı yazımda çalışmalarından bahsettiğim David Graeber’in 2018 tarihli Bullshit Jobs: A Theory [Tırışkadan İşler, Everest Yayınları, 2021] kitabı. Press’in derdi vicdanı kirleten işlerle ilgili, Graeber’inki ise ruhu yoran işlerle.
Önce Press’in kitabıyla başlayalım. Dirty Work, Amerika’da ifası vicdanen tartışmalı işlerde çalışanların para kazanmak için yaptıklarının anlamını hem kendileri hem de içinde yaşadıkları toplum için sorguluyor. Bu kitapta değinilen meslek grupları arasında insansız hava araçlarını uçurup imha ettikleri yerlerde çocuk kayıpların da olduğunu öğrenenler de var, endüstriyel mezbahalarda domuzu, ineği, tavuğuyla yüzbinlerce hayvanı öldürerek ücretini almaya hak kazananlar da... Sınır bölgelerinin denetlenmesinde çalışan güvenlik personelinin içler acısı hikâyeleri de var bu kitapta hapishanelerdeki gardiyanların da. Press’e göre bütün bu işlerin hem yapanı hem yaptıranı ilgilendiren iki yönü var. Burada tabii yapan çalışansa, yaptıran bu işi gerekli kılan toplumsal örgütlenmeler, yani ben’i, sen’i, biz’i, siz’i, o’su, bu’suyla toplumsal düzenin ta kendisi...
Yapan açısından yapılanların vicdanen sindirilmesi o kadar kolay değil. Çünkü bu tür işlerin önemli kısmının fiziksel, duygusal ve sembolik şiddet içerme ihtimali çok fazla. Press sık sık bu tür meslek gruplarına mensup çalışanlarda travma-sonrası ruhsal bozukluk sendromlarıyla baş etmek zorunda kalınmasından, utanç ve suçluluk hissinin yaygınlığından ve hayatları boyunca maruz kaldıkları “manevi hasarlardan/tahribatlardan” bahsediyor. Yaptıranla ilgili durumu tartışırken de Press’in referans noktalarından birisi, belki de en önemlisi, Hannah Arendt’in “Eichmann Kudüs’te” (1963) eserinde geliştirdiği kötülüğün sıradanlığı [“the banality of evil”] kavramı. Hatırlayalım, Arendt bu çalışmasında üst düzey Nazi subaylarından Adolf Eichmann’ın Arjantin’de yakalanmasından sonra çıkartıldığı İsrail’deki mahkemeyi New Yorker dergisi için takip eder.
Arendt’e göre, Eichmann kendisine verilen emirleri uygularken yüzbinlerce Yahudinin, homoseksüelin, sakat insanın ölümüne neden olan on binlerce askerden ve o askerlere sahip bir düzeni destekleyen, desteklemese de ses çıkartmayan milyonlarca Almanya vatandaşından birisiydi. Dolayısıyla Arendt için meselenin asla ihmal edilmemesi gereken sadece kişisel değil son derece toplumsal ve tarihsel bir boyutu daha vardır. Arendt’in sonradan kitaplaşan bu çalışması, bizi “sorumluluk,” “vicdan,” ve “kötülük” gibi kavramları bütün tarihsel ve toplumsal bagajlarıyla sorgulamaya davet eden 20'nci yüzyılın en önemli eserlerinden birisidir. Press’in Dirty Work’de Arendt’in açtığı yoldan ilerlediğini söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, Press 21'inci yüzyıl Amerikası’nda “kötülüğün sıradanlaşmasını” ve vatandaşlar, tüketiciler, izleyiciler olarak farklı farklı sosyal konumlarda Amerikalı “biz”in bu süreçteki toplumsal/tarihsel sorumluluklarını irdeliyor.
Kitaptaki en etkileyici tartışmalardan birisi maddi eşitsizliklerin manevi ve vicdani alanlara yansımalarıyla ilgili. Eşitsizliğin tepe yaptığı günümüz toplumlarında “kirli işleri” yapanların çoğu yoksul insanlar elbette. Öyle oldukları için de iyiden iyiye marjinalize olmuş ve görünmez durumdalar. Bu da sorunu maddi/sınıfsal eşitsizliklerin ötesine taşıyor. Zenginlerin, görece hâli vakti yerinde olanların akşam ellerini yıkayıp, sonrasında huzurlu bir uyku çekmesi çok daha yüksek bir olasılık. Bununla birlikte evine götüreceği ekmeği düşünmenin yanı sıra yaptığı işin utancıyla, vicdan azabıyla, iç muhasebesiyle uğraşmak zorunda kalanlar yine genellikle yoksullar oluyor. Bu durumu Press şöyle anlatıyor:
"Ölçülmesi daha zor olsa da, birçok kirli işçinin yaşadığı ahlaki ve duygusal yaralar, maruz kaldıkları maddi dezavantajlar kadar tahripkar olabilir. Bunlar, insanların öz-değer duygusunu, sosyal düzendeki yerlerini ve onurlarına ve gururlarına tutunma kapasitelerini olumsuz etkileyebilir. Sonuç, ekonomik olanı yansıtan bir ahlaki eşitsizlik biçimidir. Zenginler ve fakirler tamamen farklı dünyalarda yaşamaya başladığı gibi, Amerika'da en nankör, etik olarak rahatsız edici işleri yapan insanlarla bu faaliyetlerden muaf tutulanlar arasında yine çok keskin bir boşluk vardır. Giderek daha da eşitsiz hâle gelen bir toplumda diğer pek çok şey gibi, birinin ellerini kirletmesinin yükü - ve temiz bir vicdana sahip olmanın yararı - giderek daha fazla ayrıcalığın bir sonucu hâline geliyor. Bu, kirli işlerin yapıldığı izole yerlerden kendini uzaklaştırırken sefil ayrıntıları başkalarına bırakabilmenin ayrıcalığı. "
Hiç şüphesiz son 30-40 yıldır ticarileşme ve özelleşme dalgasının güvenlik sektörünü de içine almasıyla birlikte şiddete yakın bu tür işlerde çalışanların sayısı da katlanarak büyüdü. Tabii giderek çoğalan güvenlik kaygıları ve güvenliğin sağlanması yönünde artan askerileşme ve polisleşme baskıları bu eğilimi besleyen unsurlar arasında. Bütün dünyada büyüyen özel güvenlik hizmetleri, paralı askerler, muharebe şirketleri bu eğilimin en görünür cephesini oluşturuyor. Yani Eyal Press’in araştırması her ne kadar Amerika’daki gelişmelerle ilgili olsa da söyledikleri dünyanın pek çok yeri için oldukça önemli saptamalar içeriyor.
Örneğin, Türkiye’de gündelik hayata sirayet eden, askerileşme/güvenlikleştirme sürecini düşünün. Alışveriş merkezlerinde, korunaklı sitelerde, kurumsal mekânlara giriş çıkışlarda üniformalarıyla özel güvenlik çalışanlarını görmek 20-30 senedir son derece sıradan bir durum. Yine bugün daha dar gelirli kesimlerden gelen çoğu genç için polis ya da profesyonel asker olmak en yaygın hayallerden. Türkiye’de 2007-2018 arası jandarma hariç polis sayısı yüzde 36 artmış. Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Aralık 2007’de “Emniyet Hizmetleri sınıfında” yer alan personel sayısı 187 bin 510’dan 2018'de 255 bin 974'e yükselmiş. Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama 314 kişiye, Türkiye'de ise 185 kişiye bir polis düşüyor. Aynı dönemlerde özel güvenlik şirketlerinde çalışan güvenlikçi sayıları da çok yükselmiş. Birçok haberde işsizlik karşısında birçok gencin zor ve riskli çalışma koşullarına ve düşük ücretlere rağmen çareyi güvenlikçi olmakta bulduğundan bahsediliyor. 2004’te resmiyet kazanan özel güvenlik sektöründe faaliyet izni verilen 1430 özel güvenlik şirketi ve 444 özel güvenlik eğitim kurumu bulunuyor. Ve bu eğitim kurumlarından sertifika alıp bu şirketlerde çalışan yaklaşık 300 bin özel güvenlik elemanı varmış.
Dirty Work hemen aklıma David Graeber’ın 2020’deki vefatından önce yazdığı son kitabı Bullshit Jobs’ı getirdi. Press’inkilerin aksine Graeber’in bahsettiği işler çok büyük çoğunlukla beyaz yakalı işler, ofis işleri. Graeber kitabında tabiri caizse “ruhu yoran” işlerden bahsediyor. Bu tür “tırışkadan işleri” yapanların bile “yapılmasa da olur” olarak gördüğü işler diye tanımlıyor. 20'nci yüzyılda yaşanan ekonomik dönüşümlere paralel olarak finans işlerinden şirket/iş avukatlığına, telefon pazarlamacılığından kurumsal iletişim işlerine varıncaya kadar pek çok sektörde yaygın bu tür işler.
Bullshit Jobs’ın hikâyesi aynı zamanda kitabın genel savlarının çıkış noktası ve kavramsal arka planına dair epey bir fikir veriyor. Kısaca şöyle: Graeber 2013’de Strike! adlı genelde anarşist çevrelerde bilinen ana akım izleyici kitlesi çok sınırlı olan bir dergide “On the Phenomenon of Bullshit Jobs” adlı kısa bir yazı yayınlıyor. Graeber bu yazıya refah devleti fikrinin ve bu fikrin kurumsallaşmasının mimarı ünlü iktisatçı John Maynard Keynes’in teknolojik gelişmeler sayesinde 20'nci yüzyılın sonunda ortalama haftalık çalışma süresinin 15 saate ineceğine dair 1930’daki öngörüsünün gerçekleşmemesinin arkasındaki nedenleri sorgulayarak başlar. Graeber’a göre teknolojik olarak bu ütopyayı gerçekleştirebilecek potansiyele sahip Amerika, İngiltere gibi kapitalizmin ileri ülkelerinde insanların hâlâ çok çalışmaya devam etmesi, genel istihdam yapısındaki değişimlerle ilişkilendirilmelidir:
"Birisi finans kapitalin gücünü korumaya mükemmel bir şekilde uygun bir çalışma rejimi tasarlamış olsaydı, bundan daha iyi bir iş çıkartması çok zor olurdu. Gerçek, üretken işçiler acımasızca eziliyor ve sömürülüyor. Geri kalanlar ise ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta, terörize edilmiş, evrensel olarak aşağılanan, işsizlerden oluşan bir katman var. Diğer tarafta, yönetici sınıfın (yöneticiler, idareciler, vb.) —ve özellikle onların finansal avatarlarının— perspektifleriyle ve duyarlılıklarıyla özdeşleşebilirken açık ve yadsınamaz toplumsal değer üreten herkese karşı kaynayan bir kırgınlığı/kızgınlığı beslemesi için tasarlanmış pozisyonlarda, temel olarak hiç bir şey yapmamaları için para ödenen, daha da geniş bir katman. Tabii ki, bu sistem hiçbir zaman bilinçli olarak tasarlanmadı. Neredeyse bir asırlık deneme yanılma sonucunda ortaya çıktı. Teknolojik kapasitemize rağmen neden hepimizin günde 3-4 saat çalışmadığının tek açıklaması bu. (xix)
Yani Graeber’e göre mesele pek çoklarının düşündüğü gibi daha fazla tüketim (ve tüketicilik) ve dolayısıyla daha fazla üretim değildir. Asıl mesele 20'nci yüzyıl boyunca genel iş gücünde tarım, sanayi gibi daha üretken işlerin sayısı büyük ölçüde otomasyona bağlı olarak azalırken “profesyonel, yönetim, büro, satış ve servis çalışanlarının” sayılarındaki büyük artışlardır. Graeber, bu kısa yazıda bu tür işlerin afakiliğinin altını çizer. Bu işlerle uğraşanlar genel olarak mutsuzdurlar, tatminsizdirler, yaptıkları işin gerekliliğine kendileri de inanmazlar. Kısacası, “tırışka işler” toplumun ruhundaki ortak siyasi ve ahlaki yaraları derinleştirir. Tüketim de bu yaralarla başa çıkmanın yollarından biridir. Yani sebep değil sonuçtur!
Graeber’in toplumsal fayda, ihtiyaç, üretkenlik, psikolojik şiddet gibi kavramları sorguladığı bu yazısı kısa zamanda çok büyük ilgi görür, kendi deyişiyle bir “patlamaya” neden olur. Kısa sürede milyondan fazla ziyaret edilen Strike!’ın websitesi çöker. Yazı dünyanın dört bir tarafında Türkçe, Norveçce, Rusça, Yunanca, Estonyaca da dâhil 20 küsur dile çevrilir birkaç hafta içinde. Gazetelerde, dergilerde bu kısa yazıyla ilgili aleyhte/lehte birçok yazı yayınlanır. Graeber bu durum karşısında henüz “sistematik bir ilgi görmemiş önemli bir sosyal fenomenle” karşı karşıya olduğunu düşünür ve okuyanlarda “katartik bir deneyime” yol açan bu meseleyi daha kapsamlı bir şekilde keşfetmek için bir kitap yazmaya karar verir. Kitabın ana malzemesini de çok popüler Twitter hesabı üzerinden yaptığı davete icabet edip çalışma deneyimlerini onunla paylaşan binlerce tırışka iş sahibi çalışandan aldığı mesajlar oluşturur.
Aldığı mesajların içeriklerinden hareketle Graeber kitabında tırışka işleri beş türe ayırır. Dalkavuklar (“flunkies”), gangsterler (“goons”), koli bantçıları (“duck tapers”), kutucuk tikleyenler (“box tickers”) ve görev yöneticileri (“taskmasters”). Dalkavuklar, iktidar sahiplerinin, yöneticilerin, zenginlerin hem kendilerini hem de çevrelerini önemli insanlar olduklarına inandırmak için çevrelerinde tuttukları insanlardır. Bu işler kapı açmaktan tutun resepsiyonda oturmaya, asistanlığa, yönetici danışmanlığına, yaşam koçluğuna varıncaya kadar türlü türlüdür. [Sadece dalkavukları değil diğer “tırışka iş” türlerinde çalışanları hayalinizde canlandırmak isterseniz, Office dizisini hararetle tavsiye ederim. Henüz izlemediyseniz, BBC yapımı orijinaline ya da Amerikan versiyonuna en azından bir göz atabilirsiniz. İkisi de harikadır; amiyâne deyişle hem güldürür hem düşündürür.
Gangsterler tabii ki diğer türleri tanımakta kullanılan kelimeler gibi mecazi bir başlıktır. Reklam, pazarlama, halkla ilişkiler gibi alanlarda çalışanların arkasındaki motivasyonun saldırganlığına işaret eden bir tanımlamadır. “Bu macunu kullanmazsan dişlerin sararır” cümlesini nasıl en tehditkâr ve daha önce hiç söylenmemiş bir şekilde söyleyebilirime kafa yoranlar ya da insanlara telefonda “kredi notlarını” satmaya çalışanlar bu gruba giren örnekler arasındadır.
Koli bantçıları, işlerini organizasyondaki aksaklıklara ya da hatalara borçlu olan çalışanlardır; yani aslında “var olmaması gereken sorunları çözmek için oradadırlar.” (40) Bu kategori altında Graeber daha çok yazılım sektöründeki işleri düşünür. Bununla birlikte, dijitalleştirilmesi çok masraflı görüldüğü için tüm gün emeklilerin sağlık kayıtlarının fotokopisini çeken bir görevli, üniversitenin yapı işleri tarafından halledilemeyen onarım işleri için telefonda kibarca açıklama yapmak üzere görevlendirilmiş bir memur Graeber’in “koli bantçılara” verdiği örnekler arasındadır.
Kutucuk tikleyenler ise bürokratik organizasyonlar üzerine kurulu her türlü resmî-yarı resmî-ticari kuruluşta karşımıza çıkan “âdet yerini bulsun” diye yapılan işlerdir. Örnek: Sürdürülebilirlik raporlarının hazırlanması, aksiyona geçilmesi yıllar alacak alanlarda (çocuk işçilik, çevre tahribatı, iş yeri güvenliği, vs.) gerçekleri tespit etme (“fact-finding”) işleri...
Graeber’a göre, görev yöneticileri ise ikiye ayrılır. Birinci kategoride dalkavukların tam zıddı konumdakiler yer alır: yani pek bir işe yaramayan yönetici konumundaki insanlar. İkinci kategori ise başkaları için lüzumsuz iş üreten idarecileri/yöneticileri kapsar. Finanstan akademiye, hizmetten insan kaynaklarına hemen hemen her sektörde bu tür işleri yapanlarla sık sık karşılarız.
Merak edenleriniz vardır, hemen söyleyeyim: Bullshit Jobs da kitabın embriyosunu oluşturan Strike! yazısı gibi çok okunan bir kitap oluyor. Öyle olması için de bir sürü neden var. Hakikaten muazzam etkileyici bir kitap. İçindeki birbirinden enteresan yüzlerce insan hikâyesi, Graeber’in keskin tarihsel analizleri ve çarpıcı tespitleri kitabın en güçlü yönleri... Kitabın yaşadığımız hayatları, çalıştığımız işleri, kurduğumuz ilişkileri bizlere sorgulatma potansiyeli çok fazla.
Graeber kitabını Covid19 salgınından önce yazmıştı. Korona zamanlarında çalışmanın anlamına dair Graeber’ın sorduğu türden soruların aciliyeti daha yakıcı şekilde ortaya çıktı. Vazgeçilmezlik, hayatilik, ihtiyaç gibi kavramlar üzerinden işlerin, mesleklerin sık sık sorgulandığını gördük. Belki doktorluğun, hemşireliğin, bilim insanlığının çok hayati meslekler olduğunun farkındaydık. Ama kasiyerlik, temizlik işçiliği, kamyon şoförlüğü, tarım işçiliği, kargo taşıyıcılığı gibi işlerin ürettikleri toplumsal faydanın ne kadar yüksek olduğunu bu salgınla birlikte daha iyi anladık.
Yaşadığımız dünyayı vicdanı kirleten, ruhu yoran işler yerine daha çok toplumsal fayda üretme potansiyeli yüksek işlere daha elverişli hâle getirmenin yolu nereden geçiyor? Bu yolun tek tek insanların niyetlerini, dileklerini aştığı ortada. Esas mesele, “kötülüğün sıradanlaşmaması” için göstereceğimiz ortak çaba da yatıyor sanırım. Burada da hem işi yapanı hem de yaptıranı görmeye çalışmak çok önemli.
İyilik, kötülük, ahlak ve vicdanın yazarı Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’de Ivan’ın dindar kardeşi Alyosha’ya sordurduğu soruyu hatırlayarak bitirelim:
Tutalım ki, sonunda insanları mutlu etmek, onlara barış, huzur vermek amacıyla kişioğlunun kaderinin yapısını yükselten sensin, bunun için yalnızca bir küçücük yaratığa, söz gelişi yumrukcuklarıyla göğsünü yumruklayan çocuğa acı çektirmen, onun öcü alınmamış bu gözyaşları üzerine de bu yapıyı kurman gerekse, böylesine koşullar altında bu yapının mimarı olmayı kabul eder miydin? Cevap ver, yalan da söyleme! (275)
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Zappa Zamanlar
“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla: Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…
İLGİLİ BAŞLIKLAR
Covid-19
Amerika
David Graeber
Everest
YAZARLAR

Zafer Yenal
Professor of Sociology, Bogazici University, Istanbul | Editorial Board Member, New Perspectives on Turkey

Zappa Zamanlar
“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla: Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…
İLGİLİ OKUMALAR