#2 Kooperatifçilik: Kırsalı iktisaden kalkındıracak bir çare olabilir mi?

TOPRAK YEMEK KÜLTÜR serisinin ikinci sayısında afet bölgesindeki kırsal kalkınmayı tarımda örgütlenme üzerinden inceleyip Türkiye’de kooperatifçiliğin dününü ve bugününü, kadın istihdamının güçlendirilmesinde kooperatiflerin etkisini ve siyasi iradeye düşen görevleri odağımıza alıyoruz. Konuğumuz, tarım ve gıda üzerine yaptığı akademik çalışmaları saha çalışmalarıyla da destekleyen akademisyen Kübra Sultan Yüzüncüyıl.
- Kimdir? Orta Doğu Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği’nden mezun oldu. Galatasaray Üniversitesi Medya ve İletişim Çalışmaları Doktora Programında eğitimine devam ediyor. Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışıyor. Tarım ve gıda çalışmaları, tarımsal iletişim ve bilgi yönetimi, insan-gıda etkileşimi gibi ilgi alanlarına sahip olup bu konularla ilgili çeşitli makaleleri ve çalışmaları bulunuyor.
Kırsalda toplumun ekonomik ve politik güçlendirilmesinde kooperatiflerin rolü ve faydaları nelerdir?
Kooperatifler belirli müşterek ekonomik ve sosyal gereksinimleri karşılamak üzere bir araya gelen insanların oluşturduğu özerk ve örgütsel yapılardır. Bu yapılar temel olarak “İttihat kuvvet getirir.” düsturuna dayanmaktadır. Ortakların mali katılımı, yönetimde söz sahibi olması, açık üyelik, toplum yararını gözetme gibi ilkeler etrafında oluşturulan teşkilatlar olarak da düşünebileceğimiz kooperatifler bu anlamda demokrasinin işleyişine de katkı sunuyor. Öte yandan kooperatifçiliğin gelişimi her ülkede farklılık gösteriyor. Bu nedenle ben Türkiye’nin kooperatifçilik tarihine değinerek bu soruyu yanıtlamak istiyorum.
Ülkemizde “kooperatif” kelimesi ilk olarak Cumhuriyet yıllarında kullanılmaya başlansa da kooperatifçilik hareketinin Cumhuriyet öncesi özellikle kırsal alanda ekonomik ve toplumsal dayanışmaları örgütleyen teşkilatların tarihsel tecrübesine yaslandığını söyleyebiliriz. Memleket Sandıkları, Loncalar, Ahi Birlikleri imecenin ve ortaklaşa çalışmanın icra edildiği bu teşkilatlara örnek olarak gösterilebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu birikmiş deneyimden faydalanılarak Türk kooperatifçilik hareketinin başlatılmak istendiğini belirtmek isterim. Filhakika Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk kooperatifçiliği, kırsalı iktisaden kalkındıracak bir çare olarak görmüştür. “Hedef kooperatifçilik” sözleriyle çiftçileri örgütlenmeye yöneltmiş, söz konusu kooperatife bizzat ortak olarak onları bu yönde teşvik etmiştir. 19 Mart 1923’te Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Basın-Yayın Genel Müdürlüğü tarafından çıkartılan ve “Kooperatif Şirketler” adını taşıyan yayının ilk cümlesi kooperatifçiliğe verilen önemi açıkça göstermektedir: “Kooperatif şirketlerinin ülkemizde de kurulmaları ve çoğalmaları milletimiz için başlı başına bir iktisadi zafer oluşturacaktır.”
Kooperatifleşmenin en çok teşvik edildiği alansa o dönem iktisadiyatının temelini oluşturan tarımsal üretimdir. Kırsal kalkınmanın tarımda örgütlenmekle gerçekleşebileceği, bunun aracınınsa kooperatifler olduğu düşünülüyordu. Bu hususta çıkarılan “Tarım Kredi Kooperatifleri Kanunu” sermayesi yetersiz çiftçilere ekonomik güç sağlamak, yereldeki kaynakları ekonomiye kazandırmak adına atılan en büyük adımlardan biridir. O dönem kırsal kalkınmayı odak noktasına alan en yaygın tarımsal kooperatif olan Tarım Kredi Kooperatifleri’nin çiftçilerin nakdî ve ayni kredi gereksinimi karşıladığını, çiftçilere birlikte çalışma kültürünü kazandırmak, modern tarım tekniklerini ve tarımsal yenilikleri çiftçilere öğretmek için faaliyetlerde bulunduğunu biliyoruz. Yukarıda bahsettiğim kitapçıkta ufak tarlalara sahip olan çiftçilerin tarımsal kooperatiflere üye olması tavsiye edilmiş böylelikle tarımsal üretimdeki kazançlardan daha çok faydalanabilecekleri ifade edilmiştir. Kooperatiflerin müştereken makine satın alınması, nakliyatta kolaylık sağlaması, nakit tedariki sağlaması gibi hususlarda küçük çiftçilerin lehine çalıştığı ifade edilmiş ve kırsal kalkınmanın en temel aracının kooperatifleşme olduğu vurgulanmıştır.
Kısacası Türkiye’de tarımsal üretimde devlet korumacı politikaların geçerli olduğu 1980’ler öncesi kooperatifler kırsal alanda refahın artırılmasının, yoksulluğun azaltılmasının, sosyoekonomik kalkınmanın, toplumsal bütünleşmenin bir aracı olarak görülmüştür. Tarımda neoliberal politikaların egemen olduğu günümüz girişimcilik ekosistemindeyse bambaşka bir tabloyla karşı karşıyayız.
Girişimcilik ekosisteminde kamu politikaları ve kalkınma planları göz önüne alındığında kooperatifçiliği güçlendirmek için siyasi iradeye düşen görevler nelerdir?
Siyasi iradeye düşen görevlere gelmeden önce onları örgütleyen yapısal meselelere bakmak lazım. Neoliberal ekonomi politikaları tarımsal üretime nüfuz ettiğinden beri çiftçiler kooperatifler aracılığıyla ortak hareket edebilen örgütlü özneler olarak değil, piyasa mekanizmalarına tabii olan bireyler; daha doğrusu girişimciler olarak tahayyül ediliyor. Tarımsal devlet kurumlarının özelleştirilmesi yoluyla çiftçilerin piyasa ekonomisiyle baş başa bırakıldığını görüyoruz. Tarımsal üretimin piyasa odaklı oluşunu şirketlerin lehine olacak şekilde tasarlanan sözleşmeli üretim modelinin giderek daha çok teşvik edilmesinden de anlayabiliriz. Bu piyasacı sistem içerisinde devletin bizzat teşvik ettiği kamu yararı gözeten kooperatifçilik anlayışının da eridiğini söylemek mümkün.
Peki tarımsal üretimde devlet korumacı politikalara geri dönülmesi ve akabinde çiftçileri piyasaya karşı koruyan, kamu yararı gözeten ve demokratik işleyişi güçlendiren kooperatifçiliğe dönmek mümkün mü? Dönülse bile bu hangi kurumlar, hangi aktörler aracılığıyla sağlanmalı? Çiftçinin ihtiyaçları neler? Tarımsal üretimin çerçevesini hangi ekonomi politikalarıyla çerçeveliyoruz? Siyasi iradelere tayin edilecek olan görevlerin bu tartışmalar ışığında doğrudan çiftçilerle müzakere edilmesi gerekir. Saha çalışmalarım sırasında kooperatif üyesi olan bir çiftçi bana devlet kurumlarının çiftçinin derdini dinlemediğini ve bu sebeple ayakları toprağa basan projelerin hayata geçirilmediğini söylemişti. Tam da öyle aslında, ayakları toprağa basan fikirlere ihtiyacımız var.
Ayakları toprağa basan iyi örneklerden birine değinmek istiyorum. 6 Şubat’ta meydana gelen depremlerden etkilenen 11 ilin tamamında ciddi gıda krizi oluştu. Şefler afet bölgelerine giderek mutfaklar kurdu. Bu mutfakların erzak ihtiyacını karşılamada Ebru Baybara Demir’in destekçisi olduğu Topraktan Tabağa Tarımsal Kalkınma Kooperatifi kritik bir role sahip oldu. 19 gönüllü ortaktan oluşan, kâr amacı gütmeyen bu sosyal kooperatif çiftçilerden ürünleri satın alarak bölgedeki tedarikçilerle iletişime geçerek Hatay, Osmaniye, Maraş, Adıyaman ve Elbistan’da kurulan belirli mutfakların türlü ihtiyaçlarını (erzak, tüp, hijyen malzemesi) karşılamak için çalışıyor. Afet bölgelerinde en önemli şey hızlı ve koordineli şekilde hareket edebilmek, kooperatiflerin örgütlü emeği bölgedeki gıda krizini çözme hususunda bu şekilde katkı sağlıyor.
Dünya çapında tarım toplumlarına baktığımızda hiyerarşinin temelinde hâlâ cinsiyet var. Bu sistem sebebiyle kadınlar birçok bölgede ücretsiz aile işçisi olarak görülüyor; sosyal hakları verilmiyor ya da mülk edinemiyorlar. Üreten kadının toplumsal güçlendirilme sürecinde kadın kooperatiflerinin rolü ve önemi nedir?
Bu soruyu cevaplamak için öncelikle Batı merkezli dualist düşüncenin tarihsel çizgisine değinmek gerekir. Dünyayı birbirine karşıt terimlerle örneğin akıl-doğa, zihin-beden, kamusal-özel, erkek-kadın gibi ikilikler aracılığıyla açıklayan dualist düşünce erkeği bilimle ve madde dünyasıyla, rasyonel olanla ilişkilendirmenin karşısına kadın ve doğa benzeşimini koymuştur. Erkeği akılla, kadını doğurganlık üzerinden doğayla özdeşleştiren bu özcü düşünce ataerkil tahakküm biçimlerini de beslemektedir. 1970’lerde konuşulmaya başlanan ekofeminizmin teorik perspektifi bu ilişkiye yani erkek egemenliği mümkün kılan dinamiklerin aynı zamanda ekolojik yıkıma da sebep oluşuna odaklanıyor. Bu paradigma doğanın sömürülmesiyle kadın emeğinin sömürülmesi arasında yakın bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur; ekolojik yıkımı durdurmak için verilen mücadelenin ataerkil tahakküm biçimlerine karşı verilen mücadeleyi de içermesi gerektiğini savunmaktadır.
Daha iyi açıklamak için Avustralyalı filozof ve ekofeminist Val Plumwood’un ekolojik ve feminist mücadelenin kesişimleri hakkında yaptığı tespitlere bakabiliriz. Ataerkil düşünce kadınların doğurmak, büyütmek, beslemek, bakım yapmak gibi ücretsiz olarak sağladıkları emek sürecini onun merhametli, şefkatli ve iyi oluşuyla açıklar, başka bir deyişle kadını “evin meleği” ilân eder. Aynı ataerkil düşünce, doğa benzeşimi vasıtasıyla kadını toprağın, tohumun ve tarımın dilinden anlayan “ekosistem meleği”ne dönüştürür. Oysa tüm bunlar toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün birer sonucudur. Kadın doğuştan bu becerilere sahip olduğu için değil, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü sonucu evi temizlemeye, çocuk büyütmeye, bakım yapmaya ya da tarımsal üretime, tohum saklamaya, toprağı beslemeye ilişkin bilgiye ve deneyime sahip olmuştur. Kadınlar tarihsel olarak üretici pozisyonunda konumlandırılırken erkekler tarımsal ürünlerin ticaretinde yani metaların dolaşımında söz sahibi kılınmıştır.
Başka bir deyişle toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü sonucu erkekler tarımsal ürünlerin metalaştığı yani paranın denkleme girdiği noktada söz sahibi olurken kadınlar tarımsal üretimde emek veren taraf olmuştur. Bunun bize söylediği; kadınlar tam olarak bu sebeple doğayla erkeklere oranla daha az yabancılaşmış durumda. Ekolojik yıkıma karşı verilen mücadelelerde kadın sayısının fazla olması ve ekolojiyi koruma mücadelelerinde kadınların daha aktif rol oynaması tam da bu iş bölümünün bir sonucu.
6 Şubat’ta meydana gelen depremlerin açtığı yaraları sarmak için depremin ikinci günü afet bölgesine giden, bölgedeki gıda krizinin çözümüne açtığı mutfaklarla katkı sağlamaya çalışan Acil Gıda Kolektifi’nde yer alıyorum. Afet bölgelerine mutfak kurmak için en önde gidenler, ocağın başına geçenler ve ısrarla duranlar, mutfakların gıda başta olmak üzere diğer ihtiyaçlarını karşılamak için çalışanlar arasında kadınların sayısı daha fazla. Ekosistem melekleri oldukları için değil tarihsel tecrübeleri gereği oradalar. Hayvanın beslenmesi için yem, sütünün sağılması için jeneratöre mazot arayan da kadındı, “iyi ki kooperatif kurdum, hayatta kalan üyeler bir araya geldik köye erzak sağlamak için çalışıyoruz” diyen de kadındı.
Türkiye'de kadın kooperatiflerini tüm bu tartışmaların ışığında yeniden düşünmek lazım. Bizde hâlâ kadınları ekosistem meleği ilan eden cinsiyetçi sanılar baskın. Medya kanalları için köy köy dolaşıp tohum saklayan kadınları romantize eden erkekleri düşünün, en basit örneği. Türkiye'de adın kooperatiflerini hem toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gidermeyi amaçlayan hem de ekolojik yıkımla mücadele eden yapılar olarak yeniden düşünmek, konumlandırmak ve ayrıca bu düşünceyi kooperatif ortaklarına da tenvir etmek gerekiyor. Nihayetinde ikilikleri aşıp dualist düşünceyi yapısökümüne uğratır mıyız, neden olmasın?
Kooperatiflerin ve kadın kooperatiflerinin sürdürülebilirliğini kıyasladığında aralarındaki ilişkiyi ve farkları nasıl yorumlarsın?
Toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün bir sonucu olarak ekosistemi koruma mücadelelerinde kadınların başat aktörler olduğunu görüyoruz. Akla ilk olarak belki de Karadeniz’deki HES’lere karşı direnen, sermayenin karşısında dimdik duran yaşlı teyzelerin fotoğrafları geliyor. Kadınların doğaya yabancılaşma oranların erkeklere oranla daha az olduğunu, bu durumun tarihsel olarak kurulduğunu ve dolayısıyla kadın kooperatiflerinin sürdürülebilir tarımsal üretime daha yakın durduğunu yineliyorum. Öte yandan kadınların sosyoekonomik hayata dahil edilmesi, ev dışı üretken faaliyetlere katılması ve genişleyen eyleme kapasiteleri yine toplumsal cinsiyet ve tabi oldukları sınırlamalar sebebiyle kesintiye uğrayabiliyor.
Özetle kooperatif deneyimi kadınlara “evden çıkma”yı sağlar. Bu anlamda kooperatiflerin kadınların ev dışındaki görünürlüğün çoğalması, kamusal alana erişim oranın artması yönünde özgürleştirici bir yönü vardır. Öte yandan kadının hane içi emeği ataerki tarafından öncelendiğinde örneğin çocuk bakımı gerektiren durumlarda kazanılan ev dışı alanlar kaybedilebiliyor. Kadınların eyleyiciliğinin sürdürülebilir olması için ataerkinin beslendiği ve sebep olduğu tüm diğer sosyal eşitsizliklerle mücadele etmek gerekiyor.
Depremden etkilenen bölgelerin yeniden inşa sürecinde kırsal yaşam düzeyini evrensel ölçütlerle eşitlik ve denge ilkeleriyle geliştirme hususunda kooperatifçiliğin rolü ve önemi nedir?
Depremden etkilenen kırsal alanlarda yaraları en hızlı kooperatifleşme yoluyla sarabiliriz. Daha önce bahsettiğim gibi kooperatifler tek başına gerçekleştirilemeyecek pek çok ekonomik faaliyetin hayata geçmesini sağlayan, ortaklarını sosyoekonomik açıdan güçlendiren teşkilatlardır. Yerel yönetimler öncülüğünde tarımsal kooperatifler kurulmalı. Bu kooperatiflere ivedilikle finans kaynağı, girdi temini desteği ve satın alınma garantisi verilmelidir. Piyasacı değil korumacı tarım politikalarına yönelmeli ve kooperatifler oluşabilecek her türlü riske karşı dirençli hâle gelmelidir. Aracıların tasfiye edildiği, üreticinin ve tüketicinin merkezde olduğu alternatif tedarik ağlarına da çok ihtiyaç var. Eşitlikten bahsettiğimiz her yerde her türlü nefret söyleminden uzak duruyoruz demektir. Depremden etkilenen illerde mülteciler, LGBTİ+lar farklı açılardan yaralar aldı. Bölgedeki ekonomiyi yeniden inşa etmenin aracı olabilecek kooperatiflerin ayrımcılıktan uzak, kapsayıcı, hak odaklı yapılar olarak düzenlenmesi çok önemli.
Afet sonrası bazı bölgelerin uğradığı tahribat ve yaşanan kalıcı ya da geçici göçlerle bir süre için bitkisel ve hayvansal üretimin azalacağı söylenebilir. Tarım sadece gelir kaynağı değil, getirdiği gündelik yaşam pratikleriyle yerleşik düzeni de şekillendiriyor. Saha çalışmaları da yapan biri olarak bundan sonrası için bölgeyle ilgili öngördüğün sosyoekonomik problemler neler?
Deprem köylerde, tarımın yapıldığı kırsal alanlarda ciddi hasarlara yol açtı. İlk günlerdeki en büyük sorunu çiftçinin malını satamaması oldu. Borsalar kapalıydı, alıcılar gelmedi ya da bazı çiftçiler deprem öncesi sattığı malın parasını alamadı. Finans kaynağına ulaşamayan çiftçiler için devlet destekleri gecikmeli olsa da geldi. Devlet çiftçilere mazot, gübre ve yem desteği yapacağını ayrıca nakdî yardımlarda bulunacağını açıkladı. Fakat bu yardımların kapsamı mutlaka genişletilmeli, iş gücü planlaması yapılmalı. Bölgede tarımla uğraşanların büyük çoğunluğu yaşlı nüfus, depremde ne kadarının vefat ettiğini bilmiyoruz. Kırsaldan kent merkezlerine göç var, hayvanlarına bakamayacak duruma gelen çiftçilerin onları ucuza satarak bu göç dalgasına katıldığını biliyorum. Sürüsü depreme dağda yakalanan bir çiftçiyle görüşmüştüm, onun şu sözlerini unutamıyorum: “Dağ geldi, hayvanlarım dağın altında kaldı. Sağ kalanların bari hakkına girmeyelim, yem bulamıyorum, telef olmasınlar diye satmaya uğraşıyorum.”
Tarımsal üretimde ve hayvancılıkta emek gücünde düşüş yaşanacağını düşünüyorum. Önümüz bahar, ekim-dikim yapılacak. Deprem tarımsal üretim araçlarında, aletlerde ve makinalarda da zayiata yol açtı. Bununla birlikte Antakya Ziraat Odası Asi nehrinin yön değiştirdiğini, buğday ekili tarlaları suların bastığını, Asi kenarındaki topraklarda yarıkların oluştuğunu veciddi hasarların tespit edildiğini açıkladı. Üreticilerin, birlik ve kooperatiflerin ihtiyaçlarına yönelik kapsayıcı tedbirler alınması ve hızlıca hayata geçirilmesi lazım. Bölgenin ve ülkenin gıda güvencesi için tarımsal üretimi devam ettirmek şart. Gıda krizini derinleştirmemek için çözümler üretmek gerekir ama nasıl? Yem olmadan besleyemediğimiz, makine olmadan sağamadığımız hayvancılık anlayışıyla mı devam edeceğiz? Endüstriyel tarımın ne kadar kırılgan olduğunu bu afetle birlikte tekrar görmedik mi?
Şu aralar sıklıkla sosyal medyada afet bölgesindeki yerel üreticilerden alışveriş yapmaya teşvik eden paylaşımlar görüyoruz. Bu üreticilerin bu denli talebi karşılayabilecekleri hacmi var mı? Güncel olarak nasıl bir operasyonel süreç söz konusu?
Alışveriş çağrıları yerel üreticinin hayatta kalması adına yapılıyor. Talebin miktarını açıkçası bilmiyorum ama bu çağrıların yükselen ve hemen sönen bir trend olmasından endişe ediyorum. Bölgenin kalkınması için itici bir güce dönüşmesini ummakla birlikte yerel üreticiyi desteklemenin daha yapısal çözümlerle mümkün olduğunu düşünüyorum. OHAL kapsamına giren illerdeki tarımsal üretimin devam etmesi için devlet korumacı tarım politikalarının hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu hususta kamuoyu oluşturulmasının önemi büyük. Sivil toplum örgütleri yerel üreticilerin haklarını her zamankinden daha çok üstlenmeli, ithal ikameci tarımsal politikaya her zamankinden daha çok itiraz etmeliyiz. Depremden etkilenen çiftçilerin yardıma muhtaç insanlar değil hak sahibi vatandaşlar olduğunu unutmamak gerekiyor.
İlgili Başlıklar
Araştırma Görevlisi
Türkiye
kooperatif
Kübra Sultan Yüzüncüyıl
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Galatasaray Üniversitesi
Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi
Kooperatif
Mustafa Kemal Atatürk
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

📌 TOPRAK YEMEK KÜLTÜR #2
Yayın & Yazar

Apéro
İştah ve ufuk açan yemek yayını. Her çarşamba 19.00'da önlüğünü giyer.

Reyhan Ülker
Food editor @ Apéro