aposto-logoÇarşamba, 7 Haziran 2023
aposto-logo
Çarşamba, Haziran 7, 2023
Aposto Üyelik

Körleştiren ikilikler

Cennet ve cehennem arasında sıkışıp kaldık mı?

—Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz.

— Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi

Seçim gündeminin yoğun akışında, umut ve umutsuzluk arasında hızlıca salındığımız ve sürekli daha kötüye ya da iyiye yol açacağını düşündüğümüz bir milat anlayışının içerisindeyiz. 

Uzun süredir herkesin şikâyet ettiği ama bir şekilde dâhil olmak zorunda kaldığı kutuplaşma siyasetinin muhtemelen en keskin şekilde hissedildiği bir süreç yaşıyoruz. Üstelik etrafımız seçimlerin sonucundan müteşekkil bir cennet-cehennem tasvirleriyle donatılmış durumdayken, tamamen karanlık veya aydınlık bir geleceğin eşiğinde olduğumuza yönelik genel bir hava hâkimiyeti söz konusu. Yaşanan hızlı geçişler, aşırı duygusal reaksiyonlar ve nihayetinde ülkeye ve topluma dair kestirme kanılarla birlikte bir nevi kaosun ortasındayız.

Sandığa endeksli umutlar

Seçim dönemleri toplumun “gündelik hayatın ötesinde” dönemlik politikleştiği, yeni karşılaşma imkânlarının bulunduğu ve radikal biçimde bireyselleşmeye başlamış insanların dönüp etrafındakilere bakmak zorunda olduğu bir şok anı gibi yaşanıyor. Bunu, herkesin büyük geçişler, dönüşümler veya değişimler beklediği büyülü bir geçitten önceki son uğrak olarak değerlendirebilir ve bu sürecin bir eşik olarak yaşandığını söyleyebiliriz.

Uzun bir süredir var olan kriz ortamının sonunda böyle bir eşik beklentisi oldukça doğal bir eğilim. Özellikle bu seçim sürecinde koşulların kanaatleri direkt olarak etkilediğini ve herkesin ister istemez aynı tavrı koyacağını düşünen bir anlayış hâkimdi. Ancak durumun tam olarak böyle olmadığı en azından ilk tur seçimlerinde görüldü. Bunun üstüne birçok siyasi analiz, yüzdeler üstünden değerlendirme ve seçmen davranışı adı altında çıkarımlar yapıldı. Sürecin kalan kısmında—ikinci turda—adaylar bu sonuçlardan hareketle söylemlerinde değişime gittiler ve seçmenler de adaylarını sahnede yeniden değerlendirmeye aldı.

Bu süreçte de ikilikler korundu ve hatta cennet-cehennem söylemi daha radikal bir şekilde karşımıza çıktı. Hatta cehennemin kapılarını kapatacağını söyleyenler başka bir kapıya yönelip bir de oradan şansını denemeyi seçti. Kimin hangi cehennemde olduğunu, kimin cennete daha yakın olduğunu kestiremediğimiz yersiz yönsüz bir süreç ortaya çıktı.

İkiliklere başka şekillerde de tanık olduk. İktidarın varlığını sürdürdüğü koşullarda—biraz da hınçla—ülkeyi terk edeceğini ve geriye kalanlarınsa dinmeyecek bir azabın içinde debelenmek zorunda kalacağı bir senaryoyu ısrarla vurgulayanlar var. Ancak bu tavır iktidara sınırsız bir kudret atfetmeye ve onun bütün zayıflıklarını görmezden gelmeye yol açıyor. Ayrıca geride kalanların veya kalmak zorunda olanların mücadele alanlarına yönelik bir kırılganlık da yaratıyor. Bir şekilde devam etmek zorunda olanların toplumsal mücadeleyi nasıl sürdürüreceğine yönelik alternatif direnç kapasitesine ket vuruluyor. 

Demokrasi nefreti

Türkiye’de uzun süredir demokrasi şöleniyle başlayan seçimler, demokrasi nefretiyle neticeleniyor. Sisteme duyulan masum bir inançla ona beslenen ayık bir hınç arasında mekik dokuyan bir duygu durumundan bahsediyoruz. Sandığa radikal ve dönüştürücü bir güç atfederek giderken onun mevcut düzeni pekiştiren bir kapan olduğu fikriyle geri dönüyoruz. 

Özellikle cehalet söylemi, bu eğilimin en çok görüldüğü alanlardan birisi. Sandığı kültürel, sınıfsal ve ekonomik arka plandan bağımsız bir tercih dünyası olarak değerlendirerek yaratılan yapay bir eşitliğin ardından, hayal kırıklığıyla pekişmiş bir suçlama evresi başlıyor. Olan biteni kitlelerin katıksız, verili ve bir türlü dönüştürülemeyen cehaletine bağlamanın konforu, yeni bir gelecek kurmanın önünde sandığın da kendisini aşan bir engel olarak duruyor.

Bu noktada Fransız filozof Jacques Rancier’i dinleyebiliriz. Ona göre “her şeyin ölümcül ‘demokratik’ eşitliği, aslına bakılırsa en baş­ta, ister toplumsal bir hareket ister dinsel ya da etnik bir ça­tışma, yahut günün modası, reklam kampanyası veya baş­ka şeyler söz konusu olsun, her fenomeni aynı şekilde açık­layan bir yöntemin ürünüdür.” 

Dolayısıyla sandığın bizlerde oluşturduğu yanılgılardan birisiyse bütün bölenler, değişkenler ve asimetrik toplumsal ilişkileri tek bir potada eritip değerlendirebileceğimizi sanmamız. Bu örnekte cahil ve rasyonel seçmenin kaba bir değerlendirmesi kalıyor elimizde. Hâlbuki son sonuçlar bize her şeyin çok daha girift bir toplumsal zeminde işlediğini göstermek için yeter de artar bile.

Güçsüzleştiren çıkmazlar

Bu ikilikler dönüşen toplumsal ilişkileri görmemizi de engelliyor. Örneğin bundan birkaç sene önce bile bütün heybetiyle sonsuza kadar sürecek bir iktidarın açık bir şekilde güç kaybettiğine şahit olduk. Ancak sıkıştığımız ikilik bunu görmemizi engelleyebiliyor. Sonuç olarak neyin dönüştüğünü kaçırdığımızda, o şeyin neye dönüşeceği üzerine de bir kavrayış geliştiremiyoruz ve bu bizi daha savunmasız kılıyor. Ayrıca her an, her yerde bulunan çatlaklara yönelik derin bir körlüğü de besliyor bu durum. Bu dönüşümler ve onların politik çıktılarını değerlendirmek çok uzun ve kapsamlı analizler gerektiriyor. Aynı zamanda sağlıklı bir mesafeyi de.

Kazanmak veya kaybetmek. Her iki senaryo da bu kriz dönemlerinde birçok şeyi değiştirecektir. İçinde bulunduğumuz kriz daha da derinleşebilir ve siyasi atmosfer giderek daha kapalı bir kültürel çerçeveye hapsolabilir. Bu süreci de daha somut örneklerle anlatmak mümkün. Ama biraz daha devam etme zorunluluğumuza değinmekte fayda var. 

Seçimler özünde dönüşmeyen ve değişmeyen gerçeklik fikrinde açılabilecek bir çatlağı ifade ediyor. Bu çatlakta biriken umut ve yeniden inşa hedefleri beraberinde büyük bir beklentiyi de getiriyor. Ancak bu beklentinin gerçekleşmediği senaryoya dair hazırlıksız yakalanmak ya da büyük bir felaketin kaçınılmazlığı hissiyle ileriyi görememe anlatısı daha ağır sonuçlara yol açabiliyor.

Tamamen iyimser kalarak kendimizi kandırmak zorunda değiliz. Ancak devam etmek zorunda olduğumuzun bilinci, bizi sonraki süreçte asıl ihtiyacımız olana götürebilir. Terry Eagleton’ın da dediği gibi

Gerçek umuda en çok, işler olabilecek en vahim hâlini aldığında, yani iyimserliğin genellikle kabul etmeye gönülsüz olduğu uç durumlarda ihtiyaç duyulur.

Dünyaya dair kanaatlerimizi sabitlediğimiz sandığın ötesinde yeniden birlikte yaşayacağımız gerçeğini unutmamak, ne beklediğimizi ve neyi nasıl gördüğümüzü sahici dertlerle yeniden düşünmek için zamanımız var. Gelecek ya dayatılır ya da kolektif olarak inşa edilir. Bunun hangisinin baskın çıkacağı ise yalnızca seçimin sonuçlarına değil, sonraki süreçte yeni düşünsel ve pratik imkânlar yaratma kapasitesine bağlıdır. Bu yüzden cennet ve cehennemin eşiğinde kaderini bekleyen kurbanlar değil, sığ ikiliklerden ibaret olmayan ve kendi bünyesinde yeni potansiyeller barındıran özneler olduğumuzu unutmamamız lazım.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Hikâyeyi beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Nerede Yayımlandı?

👐 Körleştiren ikilikler

Yayın & Yazar

Angst

Her cuma 12.00’de, çevre ve iklim gelişmelerine türler arası eşitlik ilkesini benimseyerek gelişmeleri aktarıyoruz.

;