
15 Mayıs sabahı herhâlde hayatımızdaki en zor sabahlardan biriydi. Büyük bir hayal kırıklığı, üzüntü, kırgınlık, kızgınlık, yorgunluk, bezginlik… Haftalardır Türkiye seçim gündeminin girdabındaydık. Girdap sanki bizi yutmuş gibi uyandık. Buradan çıkmanın, çıkamasak da en azından kısa bir süreliğine nefes almanın bir yolu gözümüzü yeniden dünyaya çevirmekti. Son yıllarda sıkça başvurulan, buraları arkada bırakmanın bir yolu başka yerlere gitmekti. Bedenimizi olmasa da zihnimizi başka bir yerlere taşıyabilirdik belki de.
Umut nerede?
O sabah her zaman olduğu gibi New York Times’ı tabletten okuduk. Böyle olduğu için de haberleri yukardan aşağıya akan bir bant üzerinden takip ettik. Sırasıyla karşımıza çıkan haberleri ve içeriklerini çok kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Ekranın en tepesindeki haber Türkiye’deki seçim sonuçlarının ilk değerlendirmelerini içeriyordu. Bunun hemen altında Ukrayna savaşıyla ilgili iki haber vardı: Birincisinde Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky’nin İngiltere Başbakanı Rishi Sunak’la askeri yardımları konuşmak için Londra’ya gideceğini öğreniyorduk. İkincisinde ise bir zamanlar 80 bin insanın yaşadığı tuz madenciliği sayesinde canlı bir ekonomiye sahip, şimdi ise büyük bölümü harap olmuş Bakhmut şehri için savaşın en kanlı ve en uzun muharebesinin sürdüğü, Ukrayna’nın geçen haftaki ilerlemelerine rağmen şehrin büyük bir bölümünün hâlâ Rusya kontrolünde olduğu anlatılıyordu. Otoriter bir rejimin yanı başımızda aşırı milliyetçiliği körükleyerek devam ettirdiği bu savaş sonu görünmeyen bir hâl almıştı.
Akan bantta sıradaki haber, pandemi döneminde yürürlüğe giren katı sınır güvenliği politikasının sona ermesiyle özellikle Güney ve Orta Amerika ülkelerinden ABD’ye beklenen göçmen dalgasıyla ilgili yeni gelişmelerle ilgiliydi. Ekonomik zorluklar, siyasi istikrarsızlıklar, ekolojik sorunlar ve şiddet devam ettiği için güneyden kuzeye yeni göç dalgaları bekleniyordu. Afrika’dan Karayipler'e, dünyanın yoksul ülkelerinin hemen hepsinde Covid-19'un ve Ukrayna savaşının şiddetlendirdiği ekonomik yıkım sürüyordu. Böyle bir ortamda Venezuela, Haiti, Kolombiya, Guatemala, Ekvator, Honduras gibi ülkelerden türlü zorluklarla boğuşan insanların sığınmak isteyebileceği yegâne adres yakın gelecekte de ABD olmaya devam edecekti. Eşitsizliklerin ve bunların neden olduğu şiddetten kaçan insanların çileleri de bitmiyor, tükenmiyordu.
Bir sonraki haber Kenya’da yükselişte olan Evanjelik Hristiyanlıkla ilgiydi. Televizyon ve internetteki kanalından kıyametin yakın olduğunu vazeden bir Evanjelik rahibin takipçileri kendilerini açlığa mahkûm ederek ölmüşlerdi. Ülkenin güneyinde çok da ücra sayılmayacak bir bölgede gömülü olarak bulunan 179 ölü beden vardı. Bu rahibin takipçilerinden yüzlercesi hâlâ kayıptı. Yaşanan facianın tarihsel arka planına ve akla getirdiği sorulara dair keskin saptamalar içerdiğini düşündüğümüz şu iki paragrafı doğrudan alıntılamak istiyoruz:
Pek çok insanın en temel içgüdü olan hayatta kalma içgüdüsünü göz ardı etmesi ve bunun yerine oruç tutarak ölmeyi seçmesi, Kenya Anayasası'nda kutsal kabul edilen bir hak olan dini özgürlüğün sınırları hakkında hassas soruları gündeme getirdi.
Evanjelik Hristiyanlığın – ve serbest vaizlerin – popülaritesi tüm Afrika’da büyük artış gösterdi. Bu kıtada görülen dini patlama, 1963'e kadar Kenya'yı yöneten Britanya gibi eski sömürgeci güçlerin hızlı laikleşmesiyle taban tabana zıt bir gelişme. Kenyalıların yaklaşık yarısı Evanjeliktir, ki bu Amerika Birleşik Devletleri'ndekinden çok daha yüksek bir oran teşkil ediyor.
Sıradaki haberde Kenya’dan Hindistan’a geçince ortaçağa yakışan başka bir şiddet ve dehşet vakası vardı. Kadınlara yönelik şiddetin en belirgin ve gaddar biçimini oluşturan cadı avcılığının birçok kırsal bölgede nasıl hâlâ devam ettiği ve buna karşı verilen mücadele anlatılıyordu.
Tüm bu sıraladıklarımız Batı dışı coğrafyalardan ama sanmayın ki New York’la veya ABD'yle ilgili yazılarda anlatılan dünya daha parlak. Bunlarda da sırasıyla muhafazakâr çevrelerdeki bağışlarla ilgili dolandırıcılık skandalı, solcu New Yorkluların demokrat belediye başkanlarının muhafazakârlaştığına yönelik eleştirileri, sağ politikacıların ve onlara destek veren zengin çevrelerin metroda siyah bir meczubu askerde öğrendiği teknikle boğarak öldüren eski denizci bir askeri desteklemek için seferberliği ve hâlihazırda devam eden kuşaklar arası (baby boomer’lardan onların çocuklarına) servet transferinin içerdiği devasa eşitsizlikler konu ediliyordu.

Kısacası kendi girdabımızdan çıkmak için gözümüzü çevirdiğimiz dünya da türlü biçimde kararmış durumda. İrili ufaklı kötülüklerin hemen her yerde tepe yaptığı zamanlardan geçiyoruz. Elbette insanlar arasında olumsuzlukların dağılımı eşit değil, kimilerinin canı çok daha fazla yanıyor.
Muhafazakârlık ne demek?
Mental olarak Türkiye’nin dışına çıkmak ve uzaklaşmak işe yaramıyorsa çıkış yolu bulmak için bir çaremiz daha var. Yaşadığımız bu sürece biraz daha uzaktan, kavramsal bir düzlemden bakmak. Yukarıda sıraladığımız haberlerin hemen tamamının ortak noktası milliyetçilik, kadın düşmanlığı ve dincilik. Dünyamızı aşırı muhafazakârlık kasıp kavuruyor. Türkiye’de ilk turun sonucunda ortaya çıkan tabloda milliyetçi muhafazakârlığının, beklenilenin çok ötesinde bir başarı gösterdiği konuşuluyor. Peki muhafazakârlık ne demek?
Muhafazakârlık kadim bir ideoloji gibi gelir insana. Sanki hep vardır. Ama aslında muhafazakârlık hiç de eski değil, diğer ideolojiler gibi, hatta onlardan az daha sonra 19. yüzyılda ortaya çıkıyor ve şekilleniyor. O dönemde iyice hızlanan ve belirginleşen değişimlerin ve siyasi devrimlerin bir ürünü. Immanuel Wallerstein buna “değişimin normalleşmesi” der. Bu süreçte Fransız Devrimi’nin rolünün altını özellikle çizer. Fransız Devrimi, Fransa’daki düzeni (hemen) değiştirmeyi başaramasa da kültürel bir değişimi tetikler. 1789’a giden yolda ve sonrasında daha önce hayal bile edilemeyecek şeyler yaşanır. Daha önce krallar saray entrikalarıyla öldürülmüştür, ama bir kralın halk kitleleri tarafından kanı akıtılarak (zehirlenerek ya da boğularak değil, kellesi uçurularak) öldürülmesi dünyanın çehresini değiştirir. Değişmesi hayal bile edilemeyen düzeni dönüştüren hareketler sadece Fransa’da değil, dünyanın dört bir yanındadır: Haiti’de kölelerin baş kaldırmasıyla dünyanın ilk siyah devrimi, sonrasında Latin Amerika’da sömürgecilik karşıtı hareketler, İngiltere’de İrlandalıların ayaklanması…
Değişim fikri herkesin lügatine girdiğinde, değişim artık istisnai bir durum olmaktan çıkıp normalin bir parçası hâline geldiğinde asıl mesele değişimin nasıl yönetileceği, ona nasıl yön verileceği, hızının nasıl ayarlanacağı meselesi hâline gelir. Yani artık esas mesele değişimle nasıl baş edileceğidir. Siyasal ideolojiler bu soruya, bu soruna verilen birer cevaptır aslında. Bazıları, mesela sosyalistler değişimi hızlandırmak isterken, muhafazakârlar da frene basmaktan yana olurlar. Liberaller orta yolu bulmaya çalışan bir pozisyon alırlar.
Sosyalistlerin hayal ettikleri daha eşitlikçi, daha adil bir dünya vardır. Liberaller kapitalizmin devamını isterler. Muhafazakârların bu anlamda kalıcı bir gündemi olmamasıyla ilgili çok ilginç bir tartışma dinledik bu hafta. Dedik ya sadece bizim derdimiz değil, herkes bunları konuşuyor. Helen Thompson ve Tom McTague’in yeni başladıkları “These Times” başlıklı podcast serisinin milli muhafazakârlıkla ilgili yeni bölümü bize ufuk açıcı geldi. Helen Thompson’ı daha önce David Runcimann’la yaptığı, bizim de sıkı takipçisi olduğumuz “Talking Politics” başlıklı podcast serisinden de hatırlayabilirsiniz. Thompson Cambridge Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü, McTague ise Politico'nun tanınmış yazarlarından.
Onlar da aynı soruyu soruyor. Muhafazakârlar tam olarak neyi “muhafaza etmek” istiyor? Bu minvalde insanın aklına tabii ki hemen aile, din, kadının toplum içindeki yeri vb. geliyor. Ancak muhafazakârlığı sadece bunlarla sınırlı bir ideoloji olarak görmek yanıltıcı olur. Çünkü muhafazakârların iktidardayken ya da iktidara giden yolda temel iktisadi ve siyasi süreçlere dair politika üretmeleri de gerek. Thompson ve McTague’e göre tarihte temel sorun alanlarında muhafazakârlığın aldığı konumlar genelde oldukça akışkan ve son derece pragmatik. Örneğin 19. yüzyıldan itibaren İngiltere’de muhafazakârlığın kurucu isimleri Benjamin Disraeli, Robert Peel de dahil olmak üzere bu kanat liberal ekonomik politikaların uygulanması konusunda hep oynak bir tutum sergilemişler. Bir dönem ucuz tahıl ithalatına karşı çıkarken ve toprak sahihi sınıflarla yan yana dururken, daha sonra pekâlâ bu yöndeki yasakların kaldırılmasını destekleyebilmişler. Benzer şekilde 20. yüzyılda Margaret Thatcher’dan David Cameron’a İngiltere’nin muhafazakâr başbakanları arasında da özellikle neo-liberal ekonomik politikalara yaklaşımlar ve bunların uygulamaları açısından bariz farklılıklar yaşanmış.
Kısacası neyi muhafaza ettikleri, etmek istedikleri dönem dönem değişiyor ama Thompson ve McTague’e göre, bütün bu oynaklığa ve farklılıklara rağmen, 19. yüzyıldan itibaren muhafazakârlığın en değişmez özelliği “halkı dinleme” refleksi. Toplumsal, ekonomik değişim süreçlerinde farklı kırılganlıklarıyla en büyük bedelleri ödeyen “halk kesimleri” bu değişim rüzgârlarından kaçıp nereye sığınmak istiyorlarsa muhafazakârlar o sığınaklara sahip çıkıyor, en azından öyle görünüyor. İktidara gelince ise pragmatizm ne gerektiriyorsa onu yapmaya devam ediyorlar.
Kabaca ifade etmek gerekirse yoksulluk, ekonomik kriz altında ezilip de elindeki ve avcundakini kaybetme korkusuyla yaşayan insanlar korkularını yabancı düşmanlığına, milliyetçi saldırganlıklara, cinsel yönelimlere ve cinsiyet kimliklerine tahvil ediyorlarsa muhafazakârlar “halkı dinleyip” bu korkuların üzerine gidiyorlar. Wallerstein’in anlattıklarına geri dönecek olursak bu modern dünyanın değişim süreçlerini yönlendirmede uzun dönemde başarılı olabilecek bir strateji olamaz. Önümüzdeki gerçek ve giderek kaçınılmaz olan iş, sürdürülebilir ve daha adil bir gelecek kurmaksa buna giden yol bu geleceğin bugünden çok farklı olacağını kabul etmekten ve bu farklılığı hayal etmekten geçiyor.
Biz önümüzdeki pazar günü sonuçlar ne olursa olsun bu seçim sürecinin orta-uzun vadedeki galibinin değişim isteyenler olacağını öngörüyoruz. “Doktor darp etmekle” “Kürt annesini görmesin” arasına sıkıştırılmış, milliyetçiliğin, sınıf şiddetinin ve eril tahakkümün esir aldığı yığınların karşısında oynanan oyunda bütün adaletsizliklere ve eşit olmayan koşullara rağmen hiç de azımsanmayacak bir oran değişimden yana oyunu kullandı. Yine bu süreçte yan yana gelmesi imkânsız denen toplumsal kesimlerden kimi gruplar ve bunların siyasi temsilcileri birlikte yürüdüler, düşündüler, ittifak yaptılar.
Muhafazakârların bir gelecek vaadi, bir gelecek hayali yok. Tutundukları korkular var. Ama korku geleceği kuramaz. Hayaller kurar geleceği.
İlgili Başlıklar
Türkiye
New York Times
Ukrayna
İngiltere
Rishi Sunak
Londra
Bakhmut
Rusya
pandemi
Covid-19
Venezuela
Haiti
Kolombiya
Guatemala
Ekvator
Honduras
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Muhafazakârlar neyi muhafaza etmek istiyor?
Yayın & Yazar

Zappa Zamanlar
“So many books so little time...” Frank Zappa’dan ilhamla: Zappa Zamanlar: Kitaplar ve podcastler üzerine uzunlu kısalı… Doğadan yemeğe, edebiyattan ekonomiye okuma ve dinleme notları…