aposto-logoPerşembe, 23 Mart 2023
aposto-logo
Perşembe, Mart 23, 2023
Premium'a Yüksel

Mutluluğun gizi nerede bilmiyorum ama burada değil.

Strese Rağmen Yaşamak

Geçenlerde Youtube kanalımda bir video paylaştım, aslında videonun başlığı benim için kafamda "Huzur ne uzak şey..." türünden bir şeydi. Gerçekten de bazen bazı videoların benim kafamın içerisinde bir ismi oluyor. Ama sonrasında yayınlarken onun yerine başka bir şey yazıyorum oraya. Bu defa Sonlu Zaman Üzerine yazmıştım.

Videoyu çektiğim gün bir yelkencilik turuna davetliydim, Muğla'daki koyları geziyorduk ve temel denizcilik dersleri alıyorduk. Güzel insanlar, güzel yerler, güzel etkinlikler vardı. Şu gündem düşünülürse insanın şikayet etmeye hakkı dahi olmaması gerekiyor.

Ama gelin görün ki, fiziksel olarak orada olmama rağmen aynı zaman ve aynı mekanda ben herkesten başka bir yerdeydim; özetle mevcut şartların ne olduğunun önemli olmadığı anlardan biriydi. Stresten kalbim sıkışıyordu. Kafamın içinde gecikenlerle birlikte hayli kabarmış yapılacaklar listesi, 6 farklı kolda sürdürdüğüm işler yetişecek mi, yakında ödeme alacak mıyım, akademideki araştırma önerimin tamamlanmasına sadece 74 gün kaldı acaba halledebilecek miyim, Londra’ya geçeceğim beş güne peki yapabilecek miyim, ev bulamazsam ne olur, düşünsene şu an ayağım kayıp düşsem sakatlansam mahvolurum, tedx’te konuşmayı neden kabul ettim ki, aa yüzüm sivilcelenmiş neden acaba? (neden acaba?!) türünden düşünceler vardı.

Sürekli bu ve benzeri türlü gündelik düşüncelerin içerisinde sürüklenip duruyordum. Etrafımda x koyu varmış, güneş ise şu açıdan vuruyormuş ama ben orada olmadığımdan göremiyordum. Arada insanlar “Alooo Dilara, hey Dilara!” modunda bir şey söylediğinde geri an’a geliyor, "Aa evet, çok maviymiş" dediğim anlar yaşanıyordu. 

Stoacı Marcus Aurelius’un bir sözü var, zihin kendine cennetten cehennem; cehennemden ise cennet yaratabiliyor. Bu durum elbette bana özgü değil, bazen mevcut koşullar tam talep ettiğiniz kıvamında olduğu halde kötü; bazen ise koşullar kötü de olsa iyi hissedersiniz. Hayatımın ilk yarısı pratik koşullarım kötü olduğu halde onlarla eğlenerek; ikinci yarısı ise pratik koşullarım iyi olduğu halde onlara yabancılaşmakla geçti. Bu elbette koşulların sıfır etkisi var demek değil; idealar dünyasında yaşamadığımızın farkındayım. Ama yine koşulların nasıl hissettiğimde sandığımızdan daha az ilgisi var.  Victor Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabında benzer bir yerden yaklaşır konuya ve şöyle der; aynı koşullar herkeste aynı etkiyi yaratmıyor. Öyle.

Bu yüzden tonla bülten ve videoda, "Koşulların üzerimizdeki etkisi azaltılmalı —olabildiğince!" diye konuşmuştuk aslında. Fakat bende koşulların etkisi öyle azalmış ki, koşulların olası pozitif etkisi de azalınca mevcut stres buzdağı daha da görünür olmuş.

"Ölümüm stresten olacak..." derim sık sık. Örneğin 2017’de yine sırtıma çantalarımı yüklemiş, bu defa Berlin’e taşınmıştım. Orada başarısızlık korkusu ve stresten kalbim ağrımaya başlamıştı. 25 yaşındayım, stresli olmanın bir sorun olduğunun dahi farkında değildim. Varoluşsal, dolayısıyla pek normal bir durum sanıyordum. Herhalde herkes streslidir gibi bir algıda kendi sorunlarımı meşru kılıyordum. Bir hafta kalbim o kadar sıkışıyordu ki kalp krizi geçireceğimi düşünmeye başladım. Ve kaldığım yurt odasında aslında biraz da kaçak kalıyorum. Kapıda Japonca isimli bir etiket vardı, aslında o yurt odasında kalan çocuğun odasını başkasına devretmesi uygun değildi, o çaresizlikten kiraya vermişti, ben de çaresizlikten tutmuşum. Diyorum ki, "Ölsem kalp krizi geçirip burada beni kimse bulamaz, kapıda bile adım yazmıyor! Acaba cesedim ne zaman kokmaya başlar?" Google’a girip ceset ne zaman kokmaya başlar yazıyordum. Bir yandan da şimdi söylediğimde belki size komik gelecek ama cesedimi bulduklarında o Japon çocuğun başı belaya girer, ne yapsak diye de düşünüyorum. (ACABA ÖLMESEM Mİ?) Sonra Google’a baktım, kalp krizi belirtileri nedir diye ve sol kol uyuşukluğu yazdığını görünce birden kolum uyuşmaya başladı. Ben de kalp krizi geçireceğime emin bir halde, bir kağıda acil durumda aranacak kişi ve numarasını yazarak pasaportumu cebime koydum ve yurt binasının kapısında oturmaya başladım. Böylelikle ben kalp krizi geçirdiğimde biri beni görecek ve acile götürecekti. 

Velhasıl kelam, stres en büyük düşmanım olmuştur kendimi bildim bileli. Aradan geçen 5 senelik sürede öncekine göre belki 0,0001 oranında bilgeleşmişimdir ama hala performans kaygısının yarattığı stresle mücadele etmeye çalışırken buluyorum kendimi. En azından bunun varoluşun özü, doğası, yani olması gereken normal bir şey olduğu fikrinden vazgeçtim. Kendimi yaşamın güzellikleri, akışı içerisine bırakmakta zorlandığım oluyor. Herkesin tatil modunda keyif yaptığı anlarda cevap vermediğim mail vardır diye aklımdan geçiyor ya da ne kadar süredir okumadığımı yüzüme vurmak suretiyle hayatı kendime zehir ediyordum. Daha çok yeni belki 1 senedir sürekli bu anlarda ben de tıpkı arkadaşlarımın bana bağırdığı gibi “Aloo dilara, hey Dilara Hic et nunc! Şimdi ve burada ol!" diyorum. Çünkü yarın yok aslında. Hiç olmadı. Şu andan oluşan bir silsile var ve bırak yarının dertlerini yarının dilarası düşünsün diyorum. Bunu yapmazsam kendime muhteşem koşullar yaratmamın da hiçbir anlamı kalmıyor. 

Tüm bu karmaşanın arkasındaki temel mesele oldukça felsefi bir konsept, ölüm. Aslında ölüm değil de, ölüme doğru yaşamakta olduğumun bilinci. Ölüm anındaki acıdan, ölümden sonraki yaşamdan (inanmadığımdan) korkmuyorum. Mesele sonlu zamana sahip olduğunun farkındalığıyla yetişememe korkusu. Neye yetişmeyi deniyorsam… Bir açıdan fazlasıyla narsistik geliyor. Sahip olduğum zamanı en iyi nasıl araçsallaştırırım ve en iyi nasıl bir şey yaratırım gibi meselelerin arkasında muhteşem bir ego var. Oysa zaman sahip olduğumuz bile değil; o olduğumuz bir şey ise zamanı araçsallaştırmak aslında bir araç olarak yaşamak anlamına geliyor. Bazıları araç olmaktan memnun olabilir ama böyle söylendiğinde  benim hoşuma gitmiyor.

Bunları düşünürken aklıma sadece roman olarak sevdiğim bir kitaptaki bir pasaj geldi. Pasajı aktarmadan önce neden sadece roman olarak sevdiğim kısmını açmak gerekiyor. Çünkü varlık görüşü bağlamında yazar ile aynı yerlerde değiliz. Fakat ilk okuduğum günde de, şimdi de çok değerli bir pasaj olduğunu düşünüyorum. Pasaj Simyacı’dan…

"Bir tüccar Mutluluğun Gizi'ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. 

Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış. Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş. Bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış. 

Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi'ni açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş. 

'Ama, sizden bir ricada bulunacağım,' diye eklemiş bilge, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş. 'Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.' 

Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. 

'Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvanbaşının yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?' 

Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabaladığından, başka bir şeye dikkat edememiş. 

'Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı,' demiş ona bilge. Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.' 

İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. 

'Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?' diye sormuş bilge. 

Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. 

'Peki,' demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, 'sana verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.'" 

Mutluluğun gerek felsefe gerek psikolojide türlü tanımı yapıldı, ben de bunlardan bazılarını burada paylaştım. Ama Coelho’nun aktardığı öyküdeki tanımda kendimle ilişki kurduğum için sevdiğim bir şey var, ben ya yağı dökmemeye çalışıyorum ya da duvardaki halıları görmeye çalışıyorum. Bu dengeyi tutturmak ise en başta zamanda ustalaşmayı gerektiriyor. 

Ben de bu sıralar zamanım üzerine çok düşünüyorum. Zamanı kendime zehir edecek hale getirmeyi başardım, her şeyi aynı anda yapabileceğime dair sahip olduğum egonun yersiz olduğunu sonunda anladım. Önümüzdeki iki ay zamanımı bir süreliğine, 60 gün kadar, ayırmak istediğim önemli akademik bir proje var. Bu süre zarfında odaklanabilmek adına bazı üretimlere ara vereceğim. Bu bir son değil fakat 27 Temmuz'a kadar yazacağım son bülten bu. Yine de bu süre zarfında Aposto’da şahane gelişmeler olacak, farklı olanaklar yaratılıyor. Çok yakında duyuracaklar. İlginizi çekeceğini düşünüyorum. Bu yüzden ben döndüğümde bültenlere ek başka içeriklerde gelebilir. 

 O yüzden eldeki yağı unutmadan güzellikleri görebildiğiniz 2 ay diliyorum. 

Sevgilerimle, meraklı kalın!

Dilara

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

İlgili Başlıklar

cennet

cehennem

Londra

Marcus Aurelius

Hikâyeyi beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Nerede Yayımlandı?

Mutluluğun gizi nerede bilmiyorum ama burada değil.

Yayın & Yazar

Dilozof

Düşünürlerle düşünüyorum...

;