NE YERSEN OSUN DEĞİL, BAĞIRSAK DUVARIN NE DERSE OSUN

Geçirgen floralar, geçip giden gıdalar.

Together with Schweppes

Ne istediğini bilenlere özel: Schweppes Mandarin ile Tangerinian Sunset Schweppes Mandarin ile Tangerinian Sunset Kışın sembolü olan narenciye mutfağımızda yeniden yerini aldı. Bugün biz ne istediğini bilenler olarak kendimizi turunçgillerin ferah kokusuna bırakıyor ve kışa yakışır bir mocktail ’i apéro mutfağına davet ediyoruz. Tatlı-ekşi tadı ve kan kırmızı rengiyle her kış gönlümüzü yeniden fetheden greyfurt, ferahlatıcı bir mandalina aroması sunan Schweppes Mandarin ile buluşarak tazeleyici bir mocktail ’i, Tangerinian Sunset ’i bol sohbetli kış gecelerine taşıyor. Tangerinian Sunset hazırlanışı: Mutfağa geçmek için kolları sıvıyor ve shaker ’ımızı bolca buzla dolduruyoruz. Parçalara ayırdığımız yarım greyfurtu , 7 yaprak fesleğeni ve 20 ml greyfurt suyunu da buzların üzerine ekledikten sonra shaker ’ı adının hakkını verecek kadar çalkalıyoruz. Süzerek buz dolu başka bir bardağa aldığımız karışımı Schweppes Mandarin ile taçlandırıyoruz ve Tangerinian Sunset ’in üstünü pürmüzle yakılmış bir greyfurt dilimi ve bir yaprak fesleğenle süslüyoruz. Geriye sadece greyfurt ve mandalinanın tadını çıkarmak ve iltifatları kabul etmek kalıyor. Elinize sağlık! Evde sevdiklerinizle geçirdiğiniz zamanlara lezzet katacak, Schweppes ile taçlanan pek çok mocktail tarifini burada bulabilirsiniz.

Learn more

apéro

apéro

İştah ve ufuk açan yemek yayını. Her çarşamba ve cumartesi önlüğünü giyer.

38 derece ateşle yattığım dördüncü günümden sana bağlanıyorum. Sen, umarım iyisindir, benim son birkaç günüm için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Malum virüs bana da uğradı, uğramayı bırak beni önce darmaduman etti, sonra tatlı tatlı süründürdü, şimdilerdeyse hâlen dolu bir öksürük ve çekilen burun olarak hücrelerimde yaşamını sürdürüyor. 

Pandemiden sonra işler iyice değişti, yemekler gibi virüsler de artık ortaya karışık gelmeye başladı. 2022’nin kapanış virüsünü de öncelerden de duyduğumuz 3 ana virüs üstleniyormuş. İsimlerini ağzıma almayacağım, keza benim kadar senin de bu adları duymaktan sıkıldığını biliyorum ancak sağlığın ağzımıza attığımız şeylerle ne kadar ilgi ve alakası var, biraz onu konuşmak istiyorum.

Sene sanırım 2019’un güzüydü, o sıralar ajansta çok işim oluyordu: feed, dergi, ajans ve müşteri işleri derken bir oğlak burcu olarak kendimi işimle ıslah -ya da harap- ediyordum. Bu sırada yurtiçi ve yurtdışı gezilerimde hunharca yemek tadıyordum ve katiyen bana verdiği tahribatla ilgilenmiyordum. Antalya Yemek Festivali’nde otelde karnımın deliler gibi şiştiğini, vücudumda neredeyse benden başka bir katman daha olduğunu hissettiğim güne kadar da bu göz ardı edişlerim devam etti. Ben de bir terslik olduğunun farkındaydım, ancak “Ödemdir ödem” deyip konuyu kapattım.

İstanbul’a döndüğümde terapistimden bir süredir adını duyduğum Prof. Dr. Hüseyin Nazlıkul’a artık görünmeye karar verdim. İhtiyacım olan şey kibrit kutusu bazlı diyetler ya da sabah akşam suyu sıkılmış çim değildi; beslenmeyle ve yemeklerle olan ilişkimin bazına inmeliydim. Belli ki ben beslenmemi, beslenmem de beni sevmiyordu.

Randevu tarihim yaklaşırken artık yataktan zar zor kalkar bir hâldeydim. Eklem ağrılarım beni öldürüyordu. Sık sık uykum geliyordu. Çok gazım oluyordu ve Humpty Dumpty gibi şişen ben, takdir edersin ki kendimden her hanemle nefret ediyordum. Sayılı gün hızlı geçti ve bir cuma günü Hüseyin Nazlıkul’un kliniğine ilk kez giriş yaptım.

Başlangıç noktası

İçeri girdiğimde neredeyse 10 sayfalık bir test doldurdum. Ağrılı bölgelerden seks hayatına, günlük modundan evinin yakınlarında elektrik santrali olup olmadığını anlamaya kadar uzayıp giden bir tür seçmeli veya doldurmalı testti bu. Hepsini tamamladım, doktorun odasına geçtim. Testimin Profesör Doktor Hüseyin Nazlıkul’un masasına nazikçe konmasını izledim. Kapağına dahi bakmadan bana baktı ve “Eklem ağrılarınız var, değil mi?” diye sordu. “Sorcerer!” derdim eğer bir İngiliz fantezi filminde olsaydım. Dosyayı eline aldı, biraz inceledi, birkaç soru daha sordu ve farklı bir odaya geçmemiz için bana yol gösterdi. Elime metal bir şey tutuşturdular, kalbime EKG gibi pedler yapıştırdılar ve önce 5 sonra 20 dakika boyunca sessizce yatmamı istediler. Daha sonra kan aldılar ve doktorun odasına geri dönmemi söylediler. 

Doktor kandidadan şüphelendiğini, nitekim sonuçlarda da bunun çıktığını söyledi. Ama her şeyden önce elindeki kırmızı ve yeşil grafikli tabloyu göstererek bana şunu sordu:

“Borsa da mı çalışıyorsun?” 

“Hayır hocam.”

“O hâlde bu stresin sebebi ne?”

Stres seviyem elindeki verilere göre %99,8 çıkmıştı. YÜZDE DOKSAN DOKUZ VİRGÜL SEKİZ!

“Vücudunda oluşturduğun bu büyük stres, bağırsak duvarının bozukluğu, beslenme sorunların, vücudundaki ağır metaller ve hormonal bozuklukların tamamı bağışıklık sistemini çökertmiş”

Şaşırmış mıydık?

Hayır.

“Takviyelerini yazacağım, bir süre her hafta serum ve tedaviye geleceksin, aynı zamanda diyetisyenle birlikte bir perhiz izleyeceksin.” dedi.

“One minute sayın doktor! Perhiz mi?” diyemeden kendimi diyetisyenin odasında buldum.

Bir süre glüten yok, laktoz yok, paketli gıda yok, intoleransım çıkan ürünler yok derken doktordan çıktım, beş karış suratla eve geldim.

Şimdi bilmeyenler için Kandida’yı hızlıca anlatayım.

Bağırsaklarda yaşar, huzur yaşatmaz: Kandida

Hepimizin bağırsağında yararlı ve zararlı mikroorganizmalar var ve bunlar genellikle bir denge hâlinde yaşıyorlar. Bu denge bozulduğunda Kandida mantarı gereğinden fazla çoğalarak tehlike çanları çalmaya başlıyor. Geçirgenliği de arttığı için dışarıdan gelen zararlı maddeler elini kolunu sağlayarak vücuda giriyor. Genellikle ağır metal yüklenmesi, toksinler, psikolojik sorunlar, besin duyarlılıkları, yanlış beslenme, enfeksiyonlar ve antibiyotikler bu mantarın oluşumu için yeterli unsurlar. Sonucundaysa hâlsizlik, karın ağrısı, mide şişikliği, insülin direnci, konsantrasyon eksikliği, kabızlık, egzama, baş ağırısı, migren, kas ağrısı, vajinal mantar ve anksiyete gibi birçok rahatsızlığa yol açıyor.

O gün araştırmaların ve makalelerin içine düştükçe gözlerimi tavana diktiğimi ve dalıp dalıp gittiğimi hatırlıyorum. İlk haftalar zor geçti.

O sıralar iş yoğunluğundan ötürü dışardan beslenenen biri olarak yiyecek bulmak benim için çok zorlaştı. Devamlı tavuk kanat yiyordum. 

Sonra tek tük yemek yapmaya ve yasaklı gıdalar dışındaki ürünlere biraz kendimi alıştırmaya karar verdim. Mesela makarnalı yemekleri nohutlu ya da mercimekli glutensiz makarnalarla değiştirdim. Karbonhidrat ihtiyacımı patatesten ve kabuklu pirinçten aldım. Eskiden tek çeşit zeytinyağlı sebzeye burun kıvırırken şimdi 3-4 çeşit sebze bazlı meze hazırlayıp bunlardan büyük tabaklar ya da kaseler hazırladım.

Bir süre sonra vücudumdaki değişikliklere inanamıyordum. Her şeyden önce çok daha genç gözüküyordum; sağlıklıydım, fittim, kilo vermiştim ve inanılmaz enerjiktim. Psikolojim toparladı, resmen kendime geldim. Ve akabinde vücut sağlığımı toparlamışken mental sağlığımı da toparlamak için beni fazlasıyla yoran işimden istifa ettim. Ancak tarihimin en sağlıklı günleri henüz gelmemişti.

Kendi ikameni kendin yarat

İstifamın hemen ardından 1,5 ay sonra ihbar sürem dolduğunda seyahat planlarım hazırdı. Ta ki Türkiye’deki “ilk vaka” ilan edilene kadar. Benim programım tamamen boşalmıştı ancak ülke dört duvar içine kapanıyordu. 2,5 ay boyunca dışarı çıkmadım, kimseyi görmedim ve kendimi iyi hisseder hissetmez her gün sevdiğim yemekleri yapmaya başladım. Ama nasıl sevdiğim yemekleri, anlatayım.

Mesela çıtır tavuk seviyorsam ununu glutensiz olan nohut unuyla değiştirdim, kızartma yerine fırının ızgarasına dizip üzerini fırçayla bolca yağlayarak “kızarmış efekti” verdim. Poğaça seviyorsam yine ununu değiştirdim yulaf ezmesi kullandım. Şehriyeli çorba canım çekiyorsa tel şehriye yerine karabuğday kullandım. Paketli ürünlerden vazgeçip olduğu kadar, organik ürünler almaya başladım.

Ve sonunda ne mi oldu? Tarihimin en sağlıklı Ceylin’ini yarattım. 1,5 sene boyunca ara ara diyetimi bozmama rağmen hiç hastalanmadım, hiç, sıfır! Kafam da sağlıklıydı çünkü sevdiğim her şeyi, her zaman yiyordum. Hüseyin Hoca’yla çalıştıkça sözüm ona sağlıklı paket ürünlerden, antibiyotik basılmış zavallım hayvanlardan, toprağı toksin dolu sebzelerden de yavaş yavaş vazgeçtim.

"Ya hep ya hiç" demeden 

O günden beri ağzıma sağlıksız, yağda pişmiş, glutene bulanmış, laktozla sulanmış ürünler sokmadım mı? Tabii ki soktum ama vücudumun kırmızı alarmını her duyduğumda bu tarz beslenmeye geri döndüm. “Benzinini kaliteli alırsan araban bozulmaz servise götürmek zorunda kalmazsın. Besinlerini kaliteli alırsan vücudun bozulmaz doktora gitmek zorunda kalmazsın.” der hep sevgili hocam. Ben de bu kerametle anladım.

Artık şimdilerde kimse suntaya benzeyen paketli diyet bisküvileri diyetine katmıyor farkındaysan. Herkes “whole foods” denen kavramın peşinde. İşlenmemiş, ilaçlanmamış ve günlerce süpermarketin raflarında ağlamamış ürünler almaya çalışıyor, iyi de yapıyor.

Beslenmeyle ilgili farkındalık arttıkça gastronomi açısından da güvenilirlik çoğalıyor. İnsanlar mevsiminde ağacından, bitkisinden sarkan ürünü yemek istiyor, bunu talep ediyor.

Ürünün kalorisinden çok porsiyonuna dikkat ediyor. Bazı günler etsiz pazartesiler yapıyor.

Bu da hem doğanın hem de simbiyotik bir yavrusu sayılan insanoğlunun ritmini mükemmel bir çarka oturtuyor.

Beslendikçe aklımız çalışıyor, aklımız çalıştıkça dünya daha iyi bir yere gidiyor.

İyi ki varmışsın be güzel bağırsak duvarım!

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

apéro

apéro

İştah ve ufuk açan yemek yayını. Her çarşamba ve cumartesi önlüğünü giyer.

İLGİLİ BAŞLIKLAR

üs

oğlak

İstanbul

Hüseyin Nazlıkul

Humpty Dumpty

NEREDE YAYIMLANDI?

apéroapéro

HİKAYE

·

ÜYELERE ÖZEL

🦠 BAĞIRSAK FLORASINDAN Bİ’ HABER

Ona “İkinci Beyin” demelerinin bir sebebi var.

30 Kas 2022

Schweppes ile birlikte
İllüstrasyon: Ece Tugay

YAZARLAR

Ceylin Atay

Food writer.

apéro

İştah ve ufuk açan yemek yayını. Her çarşamba ve cumartesi önlüğünü giyer.

İLGİLİ OKUMALAR

;