150. Doğum Yıldönümünde: Rosa Luxemburg, Emperyalizm ve Osmanlı Devleti

Yazı: Taner Timur
Günümüzde Rosa Luxemburg denilince akla önce iktisadi düşünce tarihinde “emperyalizm” kuramına en önemli katkılardan birini yapmış bir düşünür gelir. Gerçekten de R. Luxemburg’un 1913 yılında yayınladığı “Sermayenin Birikimi” başlıklı eseri, bu konuda bugün de başvurulan en özgül analizlerden birini içeriyor.(1) Üstelik yazar, emperyalizmin baskı ve sömürü yöntemlerini açıklamakla kalmamış, bunlara karşı hayatına mal olacak bir kavga da vermiştir.(2)
Rosa Luxemburg barışçı ve enternasyonalist bir düşünürdü; milliyetçiliği kıyasıya eleştiriyordu. Üyesi olduğu Sosyal Demokrat Parti (SPD), 1914’te “savaş kredilerini” onaylayınca partisinden derhal ayrılmış ve Spartaküs Birliği’ni (Spartakusbund) kurarak emekçilerin “Spartakist Ayaklanması”na öncülük etmişti. Fakat her türlü darbe ve zorbalığa da karşıydı. Amacı sadece siyaseti değil, ekonomiyi de demokratik bir zemine oturtmaktı ve bu nedenle de “Almanya’daki emekçi halkın büyük bir kısmının açık ve kesin kararı dışında hiçbir yöntemle iktidara gelinemeyeceğini” savunuyordu.(3) Ne var ki yine de SPD tetikçilerinin hedefi olmaktan kurtulamadı ve 15 Ocak 1919’da vahşice öldürüldü. Onu doğumunun 150. yıldönümünde, hayatını ve düşüncesini insan hakları kavgasına hasreden devrimci bir kahraman olarak anıyoruz.
Rosa Luxemburg
***
R. Luxemburg temel eserinde, ana fikir olarak, kapitalizmin “kârın giderek azalma eğilimi”nin zorlamasıyla nasıl “periferi”ye açıldığını ve kapitalizm öncesi ekonomileri banka kredileriyle borçlandırarak nasıl kendine bağımlı kıldığını anlatmıştır. Kapitalizm, çevresinde prekapitalist bir hinterland olmadan artıdeğerin gerçekleşmesini sağlayamazdı; bu yüzden de -Lenin’in tezinden farklı olarak- başlangıçtan itibaren “emperyalist” bir boyut taşıyordu. Düşünür bu süreci somut örneklerle sergilerken Osmanlı toplumundaki gelişmelere büyük bir yer veriyor ve bizde egemen tarih-yazıcılığının el atmadığı birçok konuda dikkate değer açıklamalar yapıyordu.(4) İşte eserin biz Türkler için özel anlamı da burada ortaya çıkıyor. Bu makalemde bu analizleri -aynı konudaki çağdaş katkılardan da yararlanarak- değerlendirmeye çalışacağım.
***
Rosa Luxemburg, Osmanlı analizini şu temel tespit üzerine oturtmuştu:
“Kapitalizm var olmak ve gelişmek için kapitalist olmayan üretim biçimleri ile çevrili bulunmalıdır. Oysa bu, her türlü üretim biçiminin kendisi için yararlı olacağı anlamına gelmez. Ona ücret sistemi için işçi rezervleri, artı-değeri gerçekleştirmesi için de pazar teşkil edecek kapitalizm öncesi sosyal kategoriler gereklidir”. (s. 40).
Doğu Hint Kumpanyası temsilcisi at üstünde bir törende, 1825–30 yılları arası, suluboya tablo. Victoria and Albert Museum, Londra
Bilindiği gibi, o tarihte uluslararası kapitalizm henüz “küreselleşmemişti” ve R. Luxemburg “bugün (1913), yani birkaç yüzyıllık gelişmeden sonra bile” diyordu, “kapitalist üretim tüm dünya üretiminin ancak küçük bir parçasını fethetti; yerleşkesi daha çok Avrupa’nın küçük bir kısmı; büyük üretim alanları, tarım veya bağımsız zanaat üreticileri ve geniş topraklar orada hala egemenliği altında değil” (s. 31). İşte Osmanlı Devleti de kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin egemen olduğu bu geniş alanda yer alıyordu ve zengin kaynaklarına el koyan yabancı sermayeye bağımlı hale gelmişti.(5) Bu süreç içinde Osmanlı eyaletleri de birer birer İngiltere ve Fransa’nın sömürgeleri haline gelmeye başladılar. O halde biz de önce R. Luxemburg’un bu dönüşümü nasıl yorumladığını özetleyelim.
***
Sömürgeciliğin temelinde hegemonya kurulan ülkenin tüm topraklarını tasarruf edebilme koşulu yatar. Sömürge yönetimi ancak bu şekilde neyin nerede ve ne zaman üretileceğine karar verebilir. Örneğin ABD’de 1861’de iç savaş çıkıp da Amerika’dan pamuk ithal edilemez hale gelince, İngiliz kapitalistleri derhal harekete geçmiş ve Mısır’da plantasyonlar kurmuşlardı. (s. 31). Üstelik bunun için de “Doğu’da tüm topraklar devlete aittir.” diye bir fiksiyon yaratmış ve bunu da İslam’a dayandırmışlardı. Luxemburg bu konuda “klasik ekonominin en ünlü temsilcilerinden biri” sayılan James Mill’e göndermeler yapıyor ve şunu söylüyor: J. Mill, temel eserinde, Herodot’tan Volney’e kadar uzanan bir referans zincirinde bu “fantezist” kuramı savunmuş ve şu ünlü cümleyi kul lanmıştı: “Toprak mülkiyeti hükümdara aittir; çünkü eğer öyle olmasaydı, kime ait olduğunu bilmemiz imkânsız olurdu.” (s. 44).(6) Oysa daha sonra Rus hukukçu Maxime Kowalewsky bu ideolojik fiksiyonu düzeltmiş ve o da sözde “İslamî teori ve pratik”ten kaynaklanan bu fikrin, aslında “İngiliz kökenli bir efsaneden başka bir şey olmadığını” ortaya koymuştu. (s. 44-45).(7) Gerçekten de İngilizler, 1793’ten itibaren Bengal’de vergi tahsildarlarına (“Zemindar”lara) toprak mülkiyeti dağıtmaya bu efsaneye dayanarak başlamışlardı. (s. 44). Böylece Hindistan’da “köy cemaatlerinin geleneksel mülkiyetini ellerinden alarak yapay bir toprak aristokrasisi yarattılar” ve sonra da köylüyü bu “gaspçı”lara karşı koruduklarını iddia ederek “hukuka aykırı bir şekilde gasp edilen bu toprakların” İngiliz kapitalistlerin eline geçmesini sağladılar. (s. 46). Sonuç şu oldu: Arap, Afgan ve Moğol yönetimlerinde yapılan büyük bayındırlık (su kanalları, yol, liman vb) çalışmaları tamamen durdu. Moğol yönetimi sırasında tarıma, sulama tesislerine, yolların ve yolcuların güvenliğine büyük bir ilgi gösterilmiş, büyük yollar, su kanal ve kuyuları, köprüler vb inşa edilmişti. Oysa 1858’e kadar Hindistan’ı idare eden Doğu Hint Kumpanyası zamanında “Hintlilere yarayacak tek bir su kaynağı bulunmadı; tek bir köprü yapılmadı ve tek bir kanal da inşa edilmedi.”(s. 46).
Cezayir’de de benzer şeyler yaşandı. Bu topraklar Fransız yönetimine girdiği sırada şehirlerde “Maure”lar(8), Yahudiler, tüccar ve tefeciler “mülk” sahibi idiler; köylerde ise-Osmanlılar toprakların önemli bir kısmına el koymuş olsalar da- toprağın yaklaşık yarısı geleneksel Kabil aşiretlerinin kolektif mülkiyeti olarak kalmıştı. Büyük Kabil aileleri patriyarkal gelenekler içinde, seçilmiş şeflerinin idaresi altında yaşıyorlardı. Çöl kıyısında yaşayan bu büyük aileler “ilginç şekilde Güney Slavların ‘zadruga’larına benziyordu; aile sadece toprağın değil, silahların, üretim araçlarının ve üyelerinin mesleki etkinliği için zorunlu paranın da ortak mülkiyetine sahipti” (s. 48). Oysa Fransızlar, “Türkler tüm Cezayir toprağını devlet mülkiyeti yaptı” şeklinde bir “efsane” yarattılar. Öyle ki, “İslam’ın ve müminlerin tüm temel iktisadi inançlarına ters düşen bu saçma fikre sadece Avrupalılar inanabilirdi” (s. 49).
Mareşal Randon'un Cezayir'e varışı, ressam Ernest Francis Vacherot, 1857
Fransa sömürgeci politikasını hep “mission civilisatrice” (uygarlaştırma misyonu) övgüsüyle uyguladı.(9) Nitekim 30 Haziran 1873’te de milletvekili Humbert, Meclis’e, toprakta “özel mülkiyet” getiren bir yasa tasarısını bu “misyon”un sonucu ve taçlanması olarak sunuyordu. Böylece geleneksel Arap ailelerin gücü kırılacak, toprakları Fransız kapitalistlerin mülkiyetine geçecekti. Kısaca İngilizlerin Hindistan’da yaptığını, Fransızlar da -Louis Philippe idaresinden (1830-1848) itibaren- Cezayir’de yaptılar. 1873’te Fransızların elindeki 400 bin hektarlık arazinin 120 bini Cezayir ve Setif Şirketlerine aitti. Bunlar da toprağı kendi işlemiyor, yerlilere geleneksel metotlarla işletiyorlardı (s. 54).
Aynı süreç Tunus ve Fas’ta da işledi ve sürecin son halkası da binlerce Cezayirli’nin Asya Türkiyesi’ne (Suriye örneği veriliyor) göçmeleri oldu. (s. 55). Oysa Fransa Hükümeti pasaport vermeyerek bunları önlemeye çalışıyordu.
***
Aslında kapitalizmin Avrupa dışında gelişmesini sağlayan en önemli araçlar demiryolu inşaatı, silah satışı için yapılan borçlandırmalar ve doğrudan yabancı yatırımlar idi. Gerçekten de Avrupa’da 1840’lar, Amerika’da 1850’ler ve Asya’da da 1870-1880’ler demiryollarının en hızlı şekilde inşa edildiği dönemler oldu. (s. 88).(10) Böylece, önce doğal ekonomi “meta üreticiliği”ne dönüşüyor, ikinci aşamada da kapitalist ilişkiler gelişiyordu. Ulusal şirketler aracılığıyla kapitalist ülkelere sermaye transferi yapılıyor, parasal sermaye üretici sermaye şekline dönüşüyordu. Göreli olarak geri kalmış ülkeler aynı yolla kapitalist ilişkileri geliştirerek özerkleşiyor, fakat alacaklı ülkelerin vesayeti altına giriyorlardı. Bu şekilde 16. ve 17. yüzyıllarda İtalyan cumhuriyetlerinden, 18. yüzyılda da Hollanda’dan İngiltere’ye; 19. yüzyılda ise İngiltere’den Amerika ve Avustralya’ya sermaye transferi olmuştu. 19 yüzyıl sonlarında aynı süreç Almanya ile Türkiye arasında yaşanıyordu. (s. 88). Sismondi’nin “tam bir delilik” dediği bir süreçti bu ve şu örnekte ifadesini buluyordu: “İngiltere, kendi sermayesiyle ödediği demir ve malzemeyle Amerika’da demiryolları kuruyor, üstelik onları da kendisi kullanmıyordu. Tüm periyodik krizlere rağmen Avrupa sermayesi bu delilikten o kadar büyük kârlar sağlıyordu ki 1875’e doğru Londra Borsası yabancı ülkelere borç verme hummasına kapıldı. 1870 ile 1875 arasında Londra’da imzalanan borç anlaşmaları 250 milyon sterlinlik bir değere ulaşmıştı ve bu da İngiltere’nin deniz-ötesi ülkelere ihracatının hızla artmasını sağlamıştı” (s. 92-93).(11)
Ne var ki bu “deliliğin” sonucu borçlu ülkelerin giderek borçlarını ödeyemez hale gelmeleri oldu. 1870’lerin sonuna doğru Türkiye, Mısır, Yunanistan, Peru, Venezuella, Uruguay, Kosta Rika, Honduras, Ekvator iflas bayrağını çeken ülkeler oldular. (s. 93).
***
Küçük Asya demiryolları 1850 ile 1880’lerin sonu arasında İngiliz sermayesi ile yapıldı ve sonra da Alman sermayesi -peşinden Alman ihracatını sürükleyerek- devreye girdi. Bu sermaye 1896’da 28 milyon mark iken 1913’te 113 milyon marka ulaşmıştı. (s. 93-94). Bir kısım anonim şirketler bazen kısmen, hatta tamamen sermayelerini kaybetseler bile, süreç bütününde çok kârlı idi.
Peki, son tahlilde, artı-değeri gerçekleştirenler ve borcu ödeyenler kimlerdi?
Luxemburg’a göre Türkiye ve Mısır’ın durumları bu soruya “en klasik yanıtı” oluşturuyorlar. Bunlardan Mısır’ın ekonomik yapısında, 19. yüzyılın ikinci yarısında üç önemli değişiklik oldu: 1) Ülkede büyük, modern kapitalist işletmeler kuruldu; 2) bu yapılanma esnasında, Mısır, görülmemiş derecede borçlandı; 3) bu arada köylü ekonomisi de çöktü. (s. 96). Mısır’da 1830’larda serflik sistemi vardı. Mehmet Ali Paşa “fellah”lardan tüm ürünlerini satın alıyor, sonra da bu ürünü yine onlara, sadece asgari geçimlerini sağlayacak ve tohum alabilecekleri bir fi-yatla, tekrar satıyordu. Bunun dışında Amerika ve Hindistan’dan pamuk, şeker kamışı, biber ve çivit getirtiyor ve bunları da -ne kadar üreteceklerini belirleyerek- köylüye dağıtıyordu. Pamuğa ve çivite zaten devlet tekeli konmuştu; tek alıcı devletti.
Bunların yanı sıra, Mehmet Ali Paşa, emeğin üretkenliğini artıracak şekilde kanalları onarıyor; su kuyuları açıyor; Nil’de büyük bir baraj inşasını başlatıyordu. Bu amaçla da Fransa ve İngiltere’ye buharlı makineler, pompalar ve lokomotifler ısmarlanmıştı.
1845-1853 arasında 50 milyon mark ve fellahların angarya usulü emeği ile yapılan Kalioub barajı bu alanda ilk adım oldu; arkadan da Mısır’ın gelişme tarihinde talihsiz sonuçlar doğuracak olan Süveyş Kanalı geldi. Kanal’ın -Fransız sermayesiyle- yapılmasına 20 bin serf de angarya usulüyle ücret ödenmeden katılacak, ayrıca Mısır borçlandırılarak Süveyş Şirketi sermayesinin % 40’ını alacaktı. Bu 70 milyon Mark’lık borç, yirmi yıl kadar sonra Mısır’ın İngilizler tarafından işgaline bahane oldu. Süveyş Kanalı, Mısır’ın yabancı sermayeye tam teslimiyetine yol açmıştı. (s. 96).(12)
***
Mısır ekonomisinde en büyük dönüşüm pamuk ekimi ile sağlanmıştı. Ne var ki 1865’te Amerikan iç savaşının bitmesiyle pamuk fiyatları düşünce, bu kez de şeker pancarı ekimine geçildi. Bu da yeni bir tarım devrimine yol açtı.
1868 ve 1869’da Mısır, altısı İngiltere’ye, on ikisi de Fransa’ya olmak üzere 18 büyük şeker fabrikası yaptırmıştı. Bunlardan her biri o güne kadar mevcut olanların dört misli kapasite ile çalışıyor ve günde 200 ton şeker üretebiliyordu. Fabrikalar Nil nehri boyunca onar km. aralıkla kurulmuşlardı ve her biri
10 km2’lik bir birimin merkeziydi. Bu plantasyonlara binlerce fellah getirilmişti; fakat bunlar işin ehli değildiler ve “fellahlar kırbaç altında modern işçiler haline dönüştürülemezdi” (s. 99).
Peki, bunlar nasıl finanse ediliyordu?
Said Paşa, ölümünden bir yıl önce, 1863’te, 68 milyon (faiz, komisyon vb çıkınca 50 milyon net) Mark’lık bir borç anlaşması imzalamıştı. Yeğeni İsmail’e bu borcu ve Süveyş Kanalı Anlaşması’ndan doğan 340 milyon Mark’lık katkı zorunluluğunu miras bıraktı. Artık İsmail Paşa’ya da, Hidiv olarak, borçlanmalara devam etmekten başka bir yol kalmıyordu. Böylece, Said Paşa’nın ölümünü izleyen on üç yıl içinde, Mısır’ın borcu 3.293.000 Sterlin’den 94.110.000 Sterlin’e (yaklaşık iki milyar mark) çıkacaktı. (s. 100). Sonunda Mısır’ı iflasa götüren de bu borçlar oldu.
Kayzer Wilhelm'in Osmanlı İmparatorluğu ziyaretini tasvir eden bir karikatür. Le Petit journal, 6 Kasım 1898
Almanya, İlgiltere ve Rusya'nın dünyayı nasıl paylaştığını gösteren ve emperyalizmi eleştiren bir karikatür Thomas Nast, ABD, 1885
1879’da, on bin kadar fellah açlıktan ölürken, Mısır’da Düyunu Umumiye idaresi kuruluyordu. Bu duruma bakarak, “garip şey”, diyor Rosa Luxemburg, “Avrupa sermayesi iflas halindeki ülkenin umutsuz durumundan korkmamıştı; aksine onu ‘kurtarmak’ için yeni krediler öneriyordu” (s. 102-103).
Mısır’ın sömürgeleşme süreci, doğal ekonomi, mal üretimi ve kapitalizm aşamalarından geçerek Avrupa sermayesi tarafından yutulma çizgisini izlemişti. Bu konuda ikinci klasik örneği de Osmanlı Devleti teşkil etti.
***
1850 ve 60’larda İngiliz sermayesi İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba-Alaşehir demiryollarını inşa etmişti. Sonra bunlar Afyonkarahisar’a bağlandı; daha sonra da İzmit-Haydarpaşa hattı ihalesi yapıldı. Bu arada Fransız sermayesi de İngiliz sermayesine ekleniyordu. İşte Dersaadet’te, Mısır’dan iki yıl sonra, Düyun İdaresi’nin kurulmasına bunlar yol açtı. Kayzer Wilhelm’in ikinci ziyaretiyle de (1898), Almanya, bunlara ek olarak Bağdat Demiryolu imtiyazını alıyordu.
R. Luxemburg, Alman nüfuzuyla Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen sermaye birikimini şöyle anlatıyor: Alman sermayesi Türkiye’de demiryolları, limanlar, barajlar inşa ediyor, bu sayede belli miktarda “artı-değer” sağlıyor ve bunu da kısmen köylülerin el emeği karşılığı olarak, kısmen de Almanya’dan alınan demiryolu malzemesini ve aletleri karşılamak için kullanıyor. Böylece, süreç, esas olarak demiryolları ile doğal ekonomi koşullarındaki ticaretin teşvik edilmesi ve bu arada da “zor” kullanılması (“kilometre garantisi” bağlamında, “aşar” karşılığı olan doğal ekonomi ürününü paraya dönüştürme zorlaması) ile gerçekleşiyor. (s. 107-108).
Aşar vergisi “Asya despotizmi”nin en eski bir gasp yöntemiydi. Osmanlı yönetimi, bu vergiyi Fransa’da krallık döneminin aracılarına (“fermiers généraux”) benzeyen mültezimler aracılığıyla topluyordu. Onlar da bunu (tamamen ya da hisseler halinde) başka mültezimlere devrediyorlardı. Oysa bunların hepsi de kazançlarını artırmaktan başka bir şey düşünmedikleri için köylü giderek daha fazla eziliyor ve vergiyi ödeyemez hale geliyordu. Bu durumda kendisi de tahıl tüccarı olan mültezim, köy muhtarının da yardımını sağlayarak, ürünü daha tarladayken ucuza kapatıyordu. (s. 108).(13)
Düyun İdaresi tütün, alkollü içki, ipek ve balıkçılık resimlerini borçlara, aşarı da km. garantisine karşılık olarak topluyordu. Eğer mültezim depo bulamazsa, ürün Hükümet tarafından depolanıyor ve deponun anahtarı da Düyun’a veriliyordu. Böylece, Düyun, artı-ürünü uygun koşullarda uygun fiyata satabilecekti.
***
Sonuç olarak ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu: Konya, Bağdat, Basra ovalarında “kullanma değeri” olarak üretilen buğday, mültezimin eline geçtiği andan itibaren “mal” haline geliyor ve paraya çevrilerek devlete aktarılıyordu. Devlet de bunu (yani köylülerin gasp edilmiş artı-ürününü) kısmen demiryolu inşaatı ve trafiği ödemelerinde, kısmen de başka ihtiyaçları için kullanıyordu. Bu şekilde, ithal edilmiş -ve bünyelerinde Alman işçilerinin artı-değerini de taşıyan- üretim araçları pazarda paraya çevrilmiş – bu suretle de kâr realize edilmiş- oluyordu. Başka bir deyişle de Osmanlı kasalarından çıkan para, sonunda Deutsche Bank kasalarına girmiş oluyordu.
R. Luxemburg’un ifadesiyle, “metabolizma, doğrudan ve kaba bir şekilde Asya’nın doğal ekonomisi ile Avrupa’nın sermayesi arasında işliyor ve bu süreçte Osmanlı Devleti’nin gerçek rolü de köylü ekonomisini sermaye hesabına sömürmek oluyordu” (s. 109-110).
Daha sonra himayeciliğin analizine geçen Luxemburg, emperyalizmi bu açıdan yeniden tanımlıyor ve şunu söylüyor: “Emperyalizm, kapitalist birikim sürecinin siyasal ifadesidir. Özgür dünyanın hala kapitalistleşmemiş son parçaları üzerinde ulusal kapitalizmlerin rekabeti şeklinde ortaya çıkar. Bu kısım dünyanın hala en büyük kısmıdır”. (s. 111).
***
Klasik iktisat teorisi serbest ticaret ilkesi üzerine kurulmuştu ve Ricardo Okulu bunu basit meta üretimi ile malların basit serbest dolaşım koşulları şeklinde görüyordu. Klasik iktisatçılar sermaye birikiminin barışçı yollarla, emek-sermaye harmonisi içinde gerçekleşeceğine inanıyorlardı ve 1860-1870 dönemi de bu umudu doğrular izlenimi veriyordu. Aslında İngiltere’de Richard Cobden- John Bright çevresinin liberal doktrini, bu ülkede Lancashire pamuk dokumacılarını; kıta Avrupa’sında ise daha çok tarım çıkarlarını temsil ediyordu. Fransa’nın eski himaye sistemi de, 1853 ile 1862 arasında, III. Napolyon’un emperyal kararları ile ortadan kaldırıldı. (s. 113).
Serbest ticaret orta Avrupa’da ise yeni ulusal devletlerin kurulması yönünde kullanıldı. Örneğin Almanya’da Manteuffel ve Bismarck, bunu Avusturya’yı birlikten dışlamak ve Prusya önderliğinde gümrük birliğini gerçekleştirmek için en iyi araç saymışlardı. İtalya’da ise serbest ticaret Kont Cavour’un politik aracı oldu. (s. 113). Aynı politika ile Rusya’da da, 1860’larda, kapitalist birikimin ve sanayileşmenin temelleri atılıyor; köleliğe son veriliyor; demiryolu inşaatı hızlanıyordu.
Batılı Devletler Osmanlı'yı paylaşıyor, 93 Harbi sonrası bir karikatür
1877'de Avrupa'yı tasvir eden bir
harita-karikatür Fred W Rose, Revised Edition, Serio-Comic War Map for the Year 1877, London, England, 1877
Aslında serbest ticaret politikası sermaye birikimi tarihinde yine de ikincil bir olgu idi. Bu yüzden de, Luxemburg’a göre, “1870’lerin sonundaki dönüşümü ve korumacı politikaya geçişi Büyük Britanya’nın serbest ticaretine karşı diğer kapitalist devletlerin tepkisi olarak yorumlamak yanlıştı.” (s. 114). Nitekim Engels de 18 Haziran 1892 tarihli bir mektubunda buna işaret ediyor ve bazı durumlarda (örneğin Almanya korumacılığında) bunun tamamen saçma olduğunu söylüyordu.
Luxemburg’a göre asıl neden 1880’lerde rekabetin kızışması ve yayılmacılığa dönüşmesiydi.
İngiltere’nin Mısır’a ve Güney Afrika’ya; Fransa’nın Tunus’a el koymaları; Habeş harbi, İtalya’nın Afrika maceraları vb gibi olaylar da bunu gösteriyordu. Eğer İngiltere serbest ticarete sadık kalan tek ülke olduysa, bunun da nedeni çok geniş bir nüfuz alanına sahip olmasıydı. Korumacılık Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya’da militarizm ve silah yarışı ile birlikte uygulanmıştı. Serbest ticaret politikalarında öncelik kara kuvvetlerine verilirken, korumacılık ile deniz kuvvetleri ön plana geçti. Tüm gelişmesi boyunca kapitalist birikim baskı, yağma, eşkıyalık vb gibi yöntemleri ihmal etmedi. “Siyasi şiddet de iktisadi sürecin aracı ve taşıyıcısı oldu” (s. 117). Bu yöntemlerin en yoğun uygulandığı ülkelerden biri de Osmanlı Devleti idi. Zaten R. Luxemburg da emperyalist “sermaye birikimi”ni anlatırken bu yüzden Osmanlı örneğine geniş bir yer vermişti.
İlgili Başlıklar
emperyalizm
emperyalist
Rosa Luxemburg
Sosyal
Spa
Almanya
. Luxemburg
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Rosa Luxemburg, Emperyalizm ve Osmanlı Devleti
Yayın & Yazar

Toplumsal Tarih
Tarih Vakfı'nın ülkemiz insanlarının tarihe bakışlarına yeni bir içerik, zenginlik kazandırmayı ve tarihi mirasın korunmasını köklü bir duyarlılıkla, geniş toplum kesimlerinin katılımıyla gerçekleştirmeyi amaçlayan dergisi Toplumsal Tarih'ten özel seçkiler her cuma 11.00'de Aposto'da.