Saat gecenin üçünü buldu. Tabii, bu hâlde eve gidilmez.

Marmara'ya karşı sofrayı kurmuş, çakıyorlar. Hepsi de kalantor akşamcı... Yaşlı başlı adamlar ama içlerinde sakalı değirmende ağartmış kimse yok. Tabii içilen nesne rakı... Birinci, ikinci kadehlerde mevzu dereye tepeye dairdi. Kadehler dolup boşaldıkça çeneler de yavaş yavaş çözüldü. Israrlarına dayanamayarak iştirak ettiğim bu rakı meclisini kendi hesabıma boş geçirmek istemedim. Bir biçimine getirip içki âleminin cilvelerine dair söz açttım; kafaların olgunlaştığı bir sırada idi:
— Müsaade ederseniz, dedim, küçük bir teklifim var. Bu akşam sıra ile birer olmuş hikâye anlatalım... İşret hâliyle insan, birçok tuhaflıklar yapar, arzusu hilâfına gülünç vaziyetlere düşer...
Ve uydurma bir vaka ile yolu açmak istedim:
— Bir tarihte benim, Samatya meyhanelerinde sabahlayışım vardır. Karlı bir kış gecesi...
Karşımda oturan ihtiyar, sözümü kesti.
— Durun öyleyse... Size gençliğimde başıma gelen bir vakayı anlatayım.
Hep birden kulak kesildik. Eski akşamcı devam etti:
— O zamanlar on sekizinde var yoktum. Rakıya yeni kanat alıştırıyordum. Acemi çaylak gibiyim. Gel, gel... Otur, otur... İç, iç... İçiyorum ama öyle gece yarılarına kadar değil. Güneş karardı mı kümese giriyorum. Haddinse girme... Valde ateş mi ateş...
Bir akşam, yine böyle tezgâh başı iki tek çakıp dönerken biri kolumdan çekti:
— Otur be! Nereye gidiyorsun?
— Nereye gideceğim, eve...
— Bu vakit ev olmaz. Gel Maksut'ta bir tezgâhbaşı yapalım.
Olurdu, olmazdı derken yürüdük. Maksut, bizim ahbabı görünce sırıttı:
— Oturacak mısınız?
— Yok... Ayakta içip gideceğiz.
Selim'e doldurdu:
— Afiyet şeker olsun.
— Bir daha!
— Bir daha!
Yeter dedikçe Maksut dolduruyor. Altıncı kadehte Sandıkburnu başladı fırıl fırıl dönmeye... Hâlâ önümüze geleni dikiyoruz. Maksut işin sarpa sardığını anladı amma geç anladı.
Bizim arkadaş bir köşede, ben bir köşede sızmışız. Uykum arasında yüzüme yumuşak yumuşak bir şey dokunuyor amma, kendimde değilim ki gözümü açayım.
Zar zor yerimden kımıldadım. Vay canına! Turşu gibiyim be... O yumuşak şey, durmaz yüzümü yalar. Bir de ne bakayım, ayı gibi bir köpek... Ama köpeği nasılsa farkettim. Hâlim olsa "hoşt" diyeceğim, el ayak tutmaz ki... Köpek benim kımıldandığımı görünce yalamayı bıraktı, başladı bu sefer kötü kötü hırlamaya...
"Varsın hırlasın..." deyip tekrardan uzandım. Çok geçmedi, uykumdan öyle bir sıçradım ki medet Allah... Bileğimden şakır şakır kan akıyor. Köpek ısırması da ne kötü şeydir ya...
Can acısı ile aklım başıma gelince etrafıma bakındım. O sırada neler imişim bilir misiniz? Kabasakal'a giden yolun ağzında... Buraya nasıl geldim. Haydi geldim, sırtımdaki ceket nereye gitti? aman, papucun teki de ayağımda değil. Vay hınzır köpek! Bu, mutlaka onun işidir. Kabasakal'dan yalınayak çıktık yola... Bari bir eczane bulsam da bileğimi sardırsam... Eczane çok ama hepsi kapalı... Evin kapısında anam beni o halde görünce iki gözü iki çeşme boynuma sarıldı:
— Ah, sana kimler kıydı evlâdım?
Gülmeye başladım:
— Korkma... Bir şey değil, köpek ısırdı.
— Hangi köpekmiş o...
— Merak etme... Canım...
Artık inandırabilirsen inandır.
İstanbul'da birahane ve meyhane manzaralarından
Hikâyeler çorap söküğü gibi birbirini takip etti:
Tramvaya bindik gidiyoruz. Biletçi geldi, bilet istedi. Hangimizde paraya davranacak hâl var. Fitil gibiyiz. Birbirimize omut vermesek sapır sapır döküleceğiz.
Biletçi aklı sıra söz anlar beni buldu:
— Parayı siz verin de sonra ödeşirsiniz?
"Olur," dedim. Sallanarak elimi cüzdana götürdüm. İçinden bir lira çıkararak uzattım.
Yolcular gülmeye başladılar, biletçi kızdı:
— Alayı bırak efendi... İşimiz var.
— Ne alayı... Lirayı bozsana... Ne duruyorsun?
Yan gözle baktım. Bizim oğlanın üzerine sakal bıyık yaptığı karalama kağıdı... Allah Allah, bunu benim cebime kim koymuş? Tekrar cüzdana sarıldım. Çıkardığım kâğıt bu sefer sahibi lira idi.
Biletçide yine surat bir karış:
— Canım, ben sizinle mi uğraşacağım? Ya parayı verin ya aşağı inin...
Meğerse bu da lira değilmiş. Yolcular biletçiye bakıp gülüşüyorlar:
— Fena mi? Sana para yerine çek veriyor... Bozdur bozdur harca.
Sonradan farkına vardım: Her elimi sokuşumda parmağımı liraların olduğu göze sokuyorum. Fakat titreklik başlayınca öbür gözden başka bir kâğıt çekiyorum. En sonunda biletçiye cüzdanı atarak "Al," dedim, "südüne havale... Lira hangisi ise al."
Bu da başka tertip bir sarhoşluk. Gece yarısından sonra meyhane dönüşü içimizden birinin aklına eski:
— Bir otomobile binip Beyoğlu'na çıkalım!
Arabaya kurulduk. Taksim'de inerken ben farkına vardım. Birimiz noksanız... Fakat noksan olan hangimiz? İşte o belli değil.
Bizimle beraber otomobile binen kimdi? Bütün otomobile binen kimdi? Bütün ahbapların isimlerini birer birer saydık. Mümkün değil bulamadık.
Ertesi gün, otomobile bindikten sonra aramızdan sıvışan arkadaşı görünce hatrıma geldi. "Aşkolsun," dedim, "dün gece bize akla karayı seçtirdin. Meyhaneden çıktık. Beraber otomobile bindik. Derken sen birdenbire ortadan sıvıştın."
Yüzüme hayretle baktı, baktı ve dedi ki:
— Hay Allah razı olsun... Ben de rakıyı dün akşam kimlerle içtim diye düşünüyordum.
Üçüncü sarhoşluk vakası da hoştur:
İlk evlendiğim sene idi. Evden ekmek almak için fırına gönderdiler. Yolda bir dosta rastlayınca işin rengi değişti. Fırın yerine daldık meyhaneye... Yuvarla babam yuvarla... İki tane yüzlüğü devredinceye kadar saat de gecenin üçünü buldu. Tabii, bu hâlde eve gidilmez. Sabaha kadar bir iki yere daha girip çıktık.
Ortalık ağarırken koltuğumda ekmek ile eve döndüm. "Hanım," dedim, "kusura bakma, akşam yemeğine yetişemedim. Bari seninle karşılıklı kahvaltı edelim!"
O gün bugün, dışarda içmesin diye bizim hanım meze sofrasını bana kendi eliyle hazırlar...
İlgili Başlıklar
rakı
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

🕺🏽 Meyhane Alemleri
Yayın & Yazar

Kupür
Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.