Şehrin İçinden: Ramazan

Yazan: Salâhaddin Güngör
Geçenlerde, bilmem ne münasebetle "Bu sene Ramazan sönük geçiyor!" hükmünü veren yaşlı bir dostuma inarelerdeki kendilleri işaret ederek cevap vermiştim:
— Hiç de sönük değil. Görmüyor musun, pırıl pırıl...
Fakat o inat ediyordu:
— Sönük geçiyor, sönük... İnanmazsan işin olmadığı bir akşam, Şehzadebaşı'na şöyle bir uğra... Koca caddede cinlerin cirit oynadığını göreceksin!
Şu dakikada, yaşlı dostuma -teessüf ederim ki- hak verecek vaziyette değilim. Çünkü Şehzadebaşı'nın gece hâlini tahmin ettiğimden canlı buldum. Eğer, bir ikindi vaktinde evden çıkar ve Beyazıd'ta kurulan Ramazan sergisini şöyle bir ziyaret ettikten sonra gecenizin birkaç saatini Şehzadebaşı muhitinde geçirecek olursanız kahveleri gene tıklım tıklım dolu, sinemaları, tiyatroları gene hıncahınç kalabalık bulacak ve neticede, siz de benim sözüme geleceksiniz.
İşte Beyazıd Camii'nin cümle kapısı. Genç bir adam, dersini ezbere okuyan eski medrese çömezlerinin şivesiyle, başını sağa sola çarpıtarak gözleri yarı kapalı, haykırıyor:
— Namaz sureleri beş kuruşa... Fatiha sureleri beş kuruşa...
İçinde girdiğimiz sergiyi, belki biraz fazla bulacaksınız, ve hele karışık kokular neşreden pastırma ve sucuk hevenkleri altından geçerken kendi kendimize:
— Sergide miyiz, pazar yerinde mi? diye düşüneceksiniz.
Bir ara gözleriniz İnhisar İdaresi'nin pavyonuna boşuboşuna arayacak:
— Hani, nerede tiryakilerin bekledikleri köşe... diye soracaksınız. Fakat bütün bu fazlalık ve eksikliklerine rağmen Beyazıd sergisi, gene de hoşunuza gidecek. Orada eski Ramazanların içi boş davuluyla içi dolu iftar sofralarından birer hatıra bularak kendinizi avutacaksınız. Ne yalan söyleyeyim, Beyazıd sergisi -belki de çocukluk Ramazanlarımın çeşnisini taşıdığı için- bana hiç de manasız görünmedi. Şu dakikada ben, İstanbul'un en pitoresk köşesinde bulunuyordum: Ortada büyük bir şadırvan şarıl şarıl akıyor. Etrafına tüneyen kumruların her birinden ayrı makamda, bir ses çağıltısı dinleyerek etrafıma göz gezdiriyorum. Satıcının biri bağırıyor:
— Afiyetle yiyin... Çeşnisi helâl!... Buyur büyükanne... Çeşnisi helâl, dedik...
Bu vakitsiz ikram, fuzuli "büyükanne"nin hoşuna girmedi:
— Sen herkesin zorla orucunu bozduracaksın ayol! diye söylenerek yürüdü.
Tatlıcı da boş durmuyordu:
— Şambaba verelim... Şambabalar... Şambabalar...
Eli tespihli bir adam geçerken güldü:
— İstanbul'da yapıyorlar sonra da Şambaba adını verip satıyorlar... Bunun Şamla alâkası ne?
Arkadaşı cevap verdi:
— Canım, ne biliyorsun, belki de babası Şamlıdır. Şamoğlu demiyor ya, Şam baba diyor...
Gülüşerek geçtiler.
Tuhafıma giden şey şurası: Öyle yüzünden düşenin bin parça olduğu suratı asık oruçlulara hiç rastlanmıyor. Akşam ezanı sularında elinde sigara ile bir tiryakinin yanına sokulmak, bir zamanlar, barut fıçısına yaklaşmak kadar tehlikeli idi.
Tiryakide kaşlar hemen çatılır, avuçlar dertop olup yumruk hâline getir, giddetli bir ses, adamın ense kökünde gürlerdi:
— Çek şu musibeti! Mübarek Ramazan gününde insanı günaha sokma!
Oruç bozma saati yaklaştıkça bakıyorum, sergide hareket çoğalıyor.Semti uzak olanlar, aldıkları öteberiyi bir an evvel sardırmak için acele ediyorlar, hakları da var. Ezan okunmadan evvel evde bulunmak, çoluk çocuğun etrafına toplandığı sofraya riyaset etmek lâzım..
Vaktiyle bir tiryakiden işitmiştim:
— Top atılmadan evvelki beş dakika yok mu? O kadar uzar, o kadar ağır geçer ki insan gayret etse bu beş dakika içinde dört katlı bir yaptırabilir!
***
Şimdi de bakınız Şehzadebaşı'ndayız. Vakit gece... Cadde cıvıl cıvıl kalabalık... Ramazan münasebetiyle sağlı sollu kulübeler peyda olmuş, içi atıcılarla dolu. Hedeflere nişan alan alana...
Ateş talimi yapan bir delikanlı:
— Paydos! diye bağırıyor, ben artık atmayacağım.
— Neden? diye soruyorlar.
Gülüyor ve cebindeki parayı göstererek:
— Üç beş atımlık barutum kaldı... diyor, onu da burada israf edemem!
Biraz daha ilerleyerek üzerinde "Sülaymaniye Kulübü" levhası okunan bir binanın kapısına geliyorsunuz.
— İçerde ne var? diye sormaya hacet yok. Çığırtkana kulak vermek kâfi:
— Haaayt... Haaaayt! Duyduk duymadık demeyin... Bu gece... Türkiye'nin bütün pehlivanları dünyanın en büyük, en müthiş, en yaman güreşini yapıyorlar...
Üç beş adım yürüyünce bir başka çığırtkan daha:
— Marmara Denizi'ni haraca kesen korkunç canavar burada... Baylar! Kayıklar deviren, vapurlar batıran, canlara kıyan canavar!
Arkadaşım kolumu dürttü:
— Herif galiba yeni keşfedilen bir tahtelbâhirden (denizaltı) bahsediyor.
Şehzadebaşı'na kim demiş sönük... diye... Sanatkâr Naşid, bir yanda en zengin tulûat hazinesiyle sahneye atılmış ortalığı kırıp geçiriyor. Sinemalar, en güzel filmlerini harcıyorlar.
Ama bu kadar yetmezmiş. Hani imiş bunun Karagöz'ü? Hani imiş Ortaoyun'u?
Peki ama yedi plâğı üstüste çalan otomatik gramafonlar dururken eskiyi (fonograf) aramak aklınıza geliyor mu? Elektrik cereyanı olan yerde akümülatörlü radyo kullanıyor musunuz? Otomobil dururken öküz arabasına biniyor musunuz?
Karagöz de, daha şu da, bu da eski Ramazanların hususiyetleri arasındaydı. Geçen Ramazanlarla birlikte onun bütün dekorları yıkıldı. Hatıralarımızın harabesi içinde onun beyhude yere ihya etmeye uğraşmayalım!
Kaynak: Cumhuriyet, 22.10.1939, Sayfa 2.
İlgili Başlıklar
Salâhaddin Güngör
Ramazan
Şehzadebaşı
Fatiha
Beyazıd
İstanbul
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

🌙 Şehrin İçinden: Ramazan
Yayın & Yazar

Kupür
Geçmiş gazete ve dergilerden yazılar, makaleler, röportajlar. İki haftada bir cuma neşrolunur.