Sinema mı narsisizmi, narsisizm mi sinemayı taklit eder?

Yaratmak için acı çekmek, toplumlarca ve kuşaklarca fetişize edilen bir kavram olmuştur. Oysa Alman Romantizm’inden yadigâr ve artık kalıtsal olan bu yaklaşım, yaratıcı mecra profesyonellerinin pek çok ruhsal bozukluğunu da meşru kılmıştır. Sanatı tarafından tüketilen sanatçı, bu tükenişi bir onur nişanı gibi taşımakta, muafiyetini bir deha kılığına gizlenmiş deliliğine saydırmaktadır. 19. yüzyıldan kalma bu deli-dâhi ikileminde kendine yer edinmiş onca ‘yüce yaratıcı’ da narsisizmin romantize edilmesi için kusursuz birer örnek teşkil etmektedir. Belki de zihinsel acılar içinde kıvranan, psikotik bozukluklara sahip bu bireylerin sergiledikleri patolojik tablodan çok daha ilginçtir filmlerindeki sanrılar dünyası… Veya bu dünyanın sihriyle avutularak yetişmiş kitlelerin kendilerini bir selfie çılgınlığı içinde bulmaları, yansımalarına, imgelerine duydukları sonsuz hayranlık, aslında ne yadsınacak bir durum ne de bir tesadüftür. Rönesans döneminde yaşamış olan sanat eleştirmeni Leon Battista Alberti “Resmin mucidi Narcissus’tu.” demiş, “Resim, havuzun yüzeyini sanat vesilesiyle kucaklamak değildir de nedir?” diye sormuştur. Gerçekliğin kusursuz bir temsilini yaratma sanatı olarak ele aldığımız vakit, sinemayı resmin ötesine ulaşmış, duyuları ve duygulanım hallerini bütünsel ve kapsamlı bir biçimde etkileşime sokan bir mecra olarak ele almak kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla bu mecranın yaratıcılarının yoğun bir tanrı kompleksinden mustarip olmaları da şaşılacak bir durum değildir. Bizleri zihinsel olarak yarattıkları çeşitli gerçekliklere ışınlayan bu kişiler her ne kadar popüler kültüre, tarihe, temsiliyetlerin bütününe şekil veren yedinci ve en kapsayıcı sanat dalı sinemanın en yetkin isimleri arasında yer alsalar da, büyük ve hiyerarşik bir düzenin parçaları olduklarını unutmamak gerekir.
Kitlesel gösteri formatında düzenlenen ödül törenleri, dünya çapında üne kavuşmuş ve ulaşılamayan gök cisimleri misali film ‘yıldızları’ olarak adlandırılan oyuncuları, onları kırmızı halıda poz verip kendilerini sunmaya hazırlayan medya koçları, görünümlerini popüler şablonlara uyarlayan moda sektörü ve kitlelerin bilinçaltını bu ihtişam ile büyüleyen popüler medya… Kendi içindeki idealleri metalaştırarak çürüten her alan gibi, tezat bir ikilemde sinema dünyası… Sunduğu hayalin ardında yaşanan gerçeklikler, yarattığı ihtişam algısını da dönüştürüyor. Skandallar, sıra dışı, abartı tavırlar ve polemik de böylelikle gösterinin vazgeçilmez bir parçası haline geliyor. Filmin öykü dünyasının oldukça dışında kalan fakat bir o kadar ilgi çeken bu baskın ancak ikincil anlatı katmanı vesilesiyle de “yönetmenin yatağı” tabirinin kullanıldığı yegâne sektör olan sinema sektörü, narsisizmin patolojik bir bozukluktan ziyade bir meslek hastalığı olarak kabul gördüğü sektörlerin başında yerini alıyor. Sanatçının başarı oranının sanatı tarafından ne denli yıkıma uğradığı ile ölçülmesi kitlelerce meşruluk kazanmış durumda. “Sonuçta bu unvanın getirdiği sorumluluktan muaf olmak da bir yönetmenin hakkı değil midir?’’ diye sorarken dahi bulabiliriz kendimizi. Peki, sergiledikleri karakter özellikleri bu yaratıcı insanların yapıtlarını ne yönde etkilemektedir?
Otoriter ve zorba yönetmen imajının mihenk taşı, klasik anlatı sinemasının da kurucusu olarak değerlendirilen D. W. Griffith, Bir Ulusun Doğuşu (1915) filmiyle tarih kitaplarına girmiştir girmesine de bu filmin varlığını 20. yüzyılın başında henüz insan hakları reformlarının vuku bulmamış olmasına borçlu olduğu gerçeği de yadsınamaz. Bu ikonik yapıtın bir sahnesinde, suratları siyaha boyanmış beyaz oyuncuların canlandırdığı yağmacı ve tecavüzcü siyahi askerlerin beyaz bir aileye saldırması ve bu ailenin son anda Ku Klux Klan birlikleri tarafından kurtarılması ele alınmaktadır. Toplumun çoğunluğunun ırkçı sayılabileceği bir dönemde, Griffith bir yandan da narsistliği ile ün salmış olsa da filmi, anlatı sinemasının doğuşunu ele alan derslerde, üniversitelerde okutulmaktadır. Griffith’in bu başarısı, çizmiş olduğu yönetmen prototipini günümüze değin devam ettiren etkenlerden biri olmuştur şüphesiz.
Sinema tarihinin ticari bağlamda en başarılı yönetmen ve yapımcısı unvanını günümüze dek devam ettiren, Amerikan sinemasının kurucularından olan Cecil B. DeMille ise başarılarını ayı postlarıyla donatılmış çalışma odasındaki taht gibi yükseltilmiş çalışma sandalyesinden yürütmekteydi. Çekimlere gidiş gelişlerine eşlik eden kemancısı ve arkasında sandalyesiyle onu takip etmekte olan Filipinli kâhyası ile çok da mütevazı bir imaj çizdiği söylenemez doğrusu. Bir diğer yoğun narsistik karakter özelliği sergileyen yönetmenimiz ise dört kere Oscar kazanmış rekortmen John Ford’dur. Onun için zalim ve sadist denilmesi, aktörlerini tekmelemek için onlardan eğilmelerini istemesi de sektörün en büyük kurumu tarafından tasdiklenen bu koca başarının ardında görmezlikten gelinebilen önemsiz bir detay sayılırdı. Başarıyı bu denli yücelten bir toplumda aksi mümkün olamazdı muhtemelen… “Hollywood” denince akla gelen bu meşhur isimler, hem ihtişamlı ve şaşaalı bir hayali kitlelere pazarlayan başarılı birer işadamı hem de bu eril düzenin esas kurucularıdırlar. Ayrıca kadın imajının metalaşmasında da önemli bir rol oynamışlardır. Zamanla bu erkek egemen sistemi değiştirmek için ufak adımlar atılmış olsa da, örneğin God Father (1972) ve Love Story (1970) gibi kült filmlerin “adı çıkmış” prodüktörü Robert Evans’ın, Henry Weinstein ile başlatılan #Metoo hareketinden nasibini almamış olması, film çevrelerini ve sinema yazarlarını şaşırtmıştır. Belki de bu durum geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Evans’ın ilerlemiş yaşından veya klasik Hollywood’un sinemanın kutsalı sayılmasından kaynaklanıyordur. Oysaki Amerikan sinemasına şekil veren bu maço düzene ve bu düzenin karakterlerine bakınca, sektörün çoğunlukla narsistler tarafından kurulup yönetilmiş olduğunu görmemek elde değil. Dolayısıyla bu bakış açısının şekillendirdiği filmlere ve bu filmlerin şekillendirdiği kitlelere bakınca belki de şaşırmak yeğdir. Peki, Amerikan sinemasından art house’a ve Avrupa sinemasına geçince işler nasıl gelişmiştir?
Karşımıza ekibine sandalye fırlatmayı “pedagojik patlama” olarak tanımlayan bir Bergman çıkıyor mesela. Veya bir yönetmenlik tekniği olarak bellediği oyuncu aşağılamaları, onlardan birinin intiharına sebep olacak boyutlara ulaşan bir Sergio Leone. Kendisi ayrıca bir başka oyuncusunun panik içinde koşmasını garantilemek için saldırgan bir köpeği peşine salmamasıysa bilinirdi. Godard ile disfonksiyonel bir evlilik yaşamış olan Anna Karina, eski eşinden söz ederken “Mutlu olmak onun canını sıkardı sanki, mutlu olduğumuz bir an geledursun, bozmak için mutlaka bir şeyler bulurdu.” demişti. Ayrılıklarından yirmi sene sonra, 1987’de katıldığı bir televizyon programına Godard’ın da sürpriz bir katılım gerçekleştirmesiyle şaşkınlığa uğrayan Karina, ilişkilerini anlatan Godard’ın kendisini diğer yönetmenleri taklit edip başrol oyuncusuyla aşk yaşamış olmak için kullandığını söylemesiyle gözyaşlarına boğulup stüdyoyu terk etmişti. Charlie Chaplin’den sonra reşit olmayan birliktelikleriyle en çok konuşulan isim Polanski olmuştur. Fransız Vogue’unun kendisine “Çıtır Kızlar” başlıklı bir sayının konuk editörlüğünü teklif etmesi ise onun bu zaafından yararlanmayı amaçlamış, bir yandan da bu zaafı meşrulaştırmıştır. Pek çok suçlamaya maruz kalan Polanski, 2009’da Ömür Boyu Başarı Ödülü almak için yola çıkmışken İsviçre polisi tarafından tutuklanıp Woody Allen ve Martin Scorsese gibi yönetmenlerin de dilekçeleriyle kefalet karşılığında serbest bırakılır. Huysuzluk ve de kötümserliği ile tanınan Woody Allen’ın kendi evlatlık çocuğu ile ilişkisinin gözler önüne serilmesi üzerine görülen davada, hâkim çocukların vekâletini Mia Farrow’a verirken Allen için ‘narsistlerin en kalın kafalısı” ifadesini kullanmıştır. Âlemciliği ile nam salmış Oliver Stone’dan başrol oyuncusu Uma Thurman’ı sakatlama pahasına tacizkâr bir yönetmenlik sergilediği ifşa olan Tarantino’ya, yaptığı ırkçı şakalarla Cannes Film Festival’inde “Persona Non Grata” ilan edilen Lars Von Trier’e, bu kişilerin patolojik rahatsızlıklarını narsisizm ile birleştiren ortak nokta muhtemelen bu tavırları sergilerken duydukları umarsızlık ve fütursuzluktur. Hiyerarşik bir güç mekanizması tarafından yönetilen sinema sektörünün bütününe yayılmış, onun adeta vazgeçilmez en temel parçası haline gelmiştir böylelikle narsisizm.
Narsistliği ve hatta sadistliği ile tanınan Walt Disney’in yapıtı Pamuk Prenses’teki kötü Kraliçe’nin “Ayna, ayna, söyle bana, var mı benden güzeli bu dünyada?” sorusuyla belleklerimize kötülük, açgözlülük ve haset ile eşanlamlar kazanan narsist film karakterlerin en meşhuru şüphesiz ki “Gaslighting” terimine de ismini vermiş film olan Gaslight’ın (1944) ana karakterlerinden Gregory Anton’dur. Eşinin teyzesinin öldürülmüş olduğu eski evine yerleşen Anton, bu cinayetle ilgili bir sırrı kendisine saklayarak eşine sistematik şekilde zihinsel şiddet uygulayıp, onu delirtmeyi başarır.
Günümüz sinemasında ise özellikle lise çağına hitap eden yapımlarda normatif bir davranış biçimine dönüşmüştür narsisizm. Amerikan sinemasının “High School” filmlerine bakınca, Mean Girls’ün (2004) başkarakteri Regina George gibi, lise arkadaşlarına ne kadar güzel olduğunu tekrarlatan, onları istediğini elde etmek için rahatlıkla manipüle eden, tanıdığı herkesten daha iyi olduğuna ikna olmuş karakterler bütünüyle karşılaşırız. Film mi hayatı, hayat mı filmi yaratır tartışılır ancak, 80 sonları ve özellikle 90’larda başlayan, 2000’li yıllarda ise sözünü ettiğimiz yönelimleri kesinkes benimseyen lise çağı filmleri ve dizilerinde gösterilen bu gençlerin, özellikle günümüzün selfie çılgınlığı ile yoğurulan kitlelerin atası oldukları da geçerli bir bakış açısı sayılabilir. Karakter bozuklukları, sinemacılar için irdelenmesi en ilginç karakter özelliklerini teşkil eder. Ancak kültleşmiş olanlara baktığımız vakit, özellikle narsist eğilimli karakterlerin en çok ilgi görenler arasında yer alması dikkat çekicidir. Her birimizin özellikle gelişim çağında önemli rol oynamış olan narsisizm, her ne kadar zaman içinde empatiyle dengeleniyor olsa da çağımızın sosyal medya çılgınlığı, temsiliyetlere gerçeklikten fazla değer verişimiz, teşhir kültürü ile performatif bir boyutta sergileniyor, ancak bir yandan da temel değer yargılarımızla çelişmesinden sebep sistematik biçimde inkârla baskılanıyor. Bir narsiste söylenmesi en zor söz narsist oluşudur. Bunu kitlelere yaydığımız vakit karşılaşacağımız tablo biraz daha zorlu olacaktır elbet. Black Swan’daki (2010) narsist karakter Erica’nın, başkarakter Nina’nın bastırılmış narsist alter egosu olması ve Erica’nın onunla kurmuş olduğu obsesif ilişki gibi, yıkıcı bir haletiruhiyenin kostümlü ve makyajlı, sahneye hazır haline hayranlık besliyoruz kitleler halinde. Örneğin bir organize suç krallığının başındaki Don Vito Corleone, aşırı özgüveni, sempati yoksunluğu, üstünlük duygusu ile sınırsız başarı ve güç peşinde bir karakterdir. Başkalarını bu amaç için kullanmak, hayatının bir parçası haline gelmiştir. Ancak bu, “Baba” olarak nice kitlelerin örnek alarak büyüdüğü bir kült karakter haline gelmesine engel olmamıştır. The Devil Wears Prada’nın (2006) Miranda Priestly’si ise bir New York moda dergisinin kibirli ve acımasız moda editörüdür. Karakterin, meşhur moda editörü Anna Wintour’un bir adaptasyonu olduğu bilinir. Belki de moda sektörünün bütününün hayali Anna Wintour olmaktır. Öyleyse bu davranış paternleri başarıya giden yolun kendisi olarak gösterilmekte değil midir?
Unutmamak gerekir ki ünün ihtişamlı ışığı altında durunca davranışları eğlenceli gözüküp teşvik dahi edilebilir, ancak bu görünüşte kendine aşırı güvenen insanlardan pek çokları sadece narsistik bir kişilik özelliği sergilemiyor, ruhsal hastalık sözlüğündeki en yıkıcı ve tedavisi zor koşullardan biri olan narsisistik kişilik bozukluğundan mustarip, ciddi psikolojik sıkıntı içinde yaşıyorlar. Araştırmacılar, bu kişilik bozukluğuna sahip olan bireylerin özsevgiden değil, bir tür kendinden nefretten, bunun doğurduğu dehşetten, derin bir utançtan, yoğun bir başarısızlık korkusu ve bunun getireceği duygusal çöküşe katlanma kapasitesinin yoksunluğundan kaynaklandığını belirtiyorlar.
Vermiş olduğumuz örneklerin her birinin ortak noktasına baktığımız vakit ise iflah olmaz bir narsistten çok daha öte bir şeyler görüyoruz aslında. Eril ve kapitalist bir fabrikaya benziyor bir diğer yüzü de sektörün. 19. yy sirklerinde başlamış bir söz olan “The Show Must Go On” (Gösteri devam etmelidir.) söyleminden yola çıkan, yapılan herhangi protest bir davranışın reklam niteliği kazanabileceği bu dünyanın etkisi altında yetişmiş ve yetişmeye devam eden kuşakların bir nevi çoğunluk teşkil ediyor olması ise durumu geri dönülmez bir noktaya taşıyor. Anlaşılan o ki herhangi bir kitlesel uyanış yaşansa bile, içinde yaşadığımız teknolojik çağın bu yönelimleri güçlendirmesi vesilesiyle, bu tehlikeli karakter özelliğinin methiyesine maruz kalmak kaçınılmaz olacaktır. Bir değişim dahi vuku bulsa ve bu devrimsel bir nitelik dahi taşısa, onu sinemanın öykü dünyasının bir uzantısı olarak hashtag’lerin yönlendirdiği bir gösteri formatında izliyor olacağımız muhtemel.
İlgili Başlıklar
sanrı
kırmızı halı
Romantizm
Rönesans
Leon Battista Alberti
Narcissus
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Sinema mı narsisizmi, narsisizm mi sinemayı taklit eder?
Yayın & Yazar

Psikesinema
Meselesi anlatmak olan sinema ile meselesi anlamak ve çözmek olan psikiyatri ve psikolojiyi ortak platformda ele alan Psikesinema'dan özel yazılar her çarşamba 17.00'de Aposto'da.

Lara Kamhi
Yazar @ Psikeart