aposto-logoÇarşamba, 7 Haziran 2023
aposto-logo
Çarşamba, Haziran 7, 2023
Aposto Üyelik

Toplumsal travma sonrası yas süreci

Hak ihlallerinin, kolektif travmaların ve politik çatışmaların en çok yaşandığı ülkeler, travma psikolojisi literatürüne de en az katkının yapıldığı ülkeler.

Yas ve iyileşme kavramlarını bir arada kullanırken iki kere düşünmek gerekli. “İyileşme” kavramı, patolojik, uygun olmayan, doğalın dışında gelişen bir süreçten doğal sürece dönüşü tarif etmekte, sırf bu yüzden yas sürecinde iyileşmekten değil de baş etmekten, “yası yaşamaktan” ve “yastan çıkmaktan” bahsetmek daha doğru geliyor.

Sevilenin kaybından ötürü yaşanan derin acı beklendik bir durum. Hatta yas yaşayan çoğu kişi, o melankoliden kurtulmak istemez. Çünkü kaybettiği şey o denli değerlidir ki uğrunda açı çekilmeyi hak eder. Tam da bu yaslı sürecin kendisi yastan çıkışı getirecektir. Geride kalan, hüznü yaşayarak acısını sindirecektir. Bu süreç bir dervişin sabrını, hayata dair engin bir kavrayışı, metaneti, sebatkârlığı ama tüm bunlarla birlikte mücadele gücünü de beraberinde getirebilir. Yas zamanlarında bir arada olmanın nedeni kötü olsa da o bir aradalığın kendisi güzeldir, akıl ve ruh sağlığı açısından da iyidir.

Ben burada daha çok insan eliyle ortaya çıkarılan travmalar sonrasında ortaya çıkan yas sürecinden bahsetmek niyetindeyim. Çünkü biz bugün biliyoruz ki, “kasti” olarak, bir insanın eliyle ortaya çıkan travmalar, diğerlerinden çok daha ağır hasar bırakır. İnsan eliyle ortaya çıkan travmalar dediğimiz anda, daha farklı gelişen bir yas süreci düşünmek icap eder. Artalanında politik şiddet gibi, insanların politik davranışlarını kontrol etmek amacıyla yaratılan mağduriyetler, bazen ağır insan hakları ihlalleri, kayıplar, gözaltında yok etmeler, ölümlerin olduğu bu yas sürecinde açılan yaralar daha şedit olduğu gibi, etkileri de sadece bireysel bazda kalmamakta… İnsan eliyle oluşan bir travmanın ardından, “münferit bir olaydı” hissiyatından ziyade, adalet kavramına dair inancın sarsılmasından kaynaklı “Bu benim de başıma gelebilir” düşüncesi ağır basmakta. Hak ihlalleri ve politik şiddet toplumsal yaralar açmakta ve buradaki toplumsal yas sürecini klinik psikolojinin kavramlarıyla düşünmek yetersiz kalmakta. Keza klinik psikolojinin epistemolojisi ve metodolojisinin büyük kitleleri etkileyen süreğen, toplumsal travmalara dokunuşu büyük eksikler taşıyor ve ciddi bir şekilde tekrar tartışılması gerekiyor. Çünkü klinikte çalışan psikologlar olarak biz, daha çok “birey”in ruhsal süreçlerini anlamak ve anlamlandırmak üzere eğitildik. Nihayetinde, normatif akıl sağlığı kriterlerine göre hareket etme durumundayız. Bu sebeple, toplumsal travmalara bağlı olarak gelişen yas süreçlerinde, “birey” ruh sağlığı ile ilgili kriterleri kabul edip hakkını teslim etmekle birlikte daha disiplinlerarası bir yaklaşım geliştirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Söz konusu toplumu etkileyen bir yaşantı olduğunda, sosyal psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, kültürel çalışmalar gibi disiplinlerle birlikte neler yapılabileceğinin imkânları araştırılabilir.

Hak ihlallerinin, kolektif travmaların ve politik çatışmaların en çok yaşandığı ülkeler, travma psikolojisi literatürüne de en az katkının yapıldığı ülkeler. Türkiye’nin de travma literatüründe payı çok az diyerek aradaki bağlantıyı kurma işini size bırakıyorum. Türkiye’de bu zamana kadar gerçekleşen hak ihlalleri, patlamalar, köy yakma, yerinden etme, gözaltılar, toplu işten çıkarmalar, çatışmalar, ihtilaller, darbeler gibi tüm toplumu etkileyen travmalarla ilgili psikoloji literatürü, diğer disiplinlerde bu konuyla ilgili yapılan saha çalışmalarının nispeten gerisinde seyrediyor. Kolektif travmalar politika ve psikolojinin kesiştiği bir yerde duruyor ve bu yer pek çok araştırmacı açısından hassas ve yaklaşılmasından çekinilen bir alan. Bu görmezden gelme ve uzak kalışın bir nedeni daha var: Kolektif travmalara bağlı olarak ortaya çıkan yas süreci çok daha kompleks bir yapıda. Toplumu travmatize edici olaylar daha büyük stratejilerin bir parçası olarak değerlendirilmeye müsait. Böyle olaylar, depremler ya da diğer doğal afetler gibi aniden ve durduk yere ortaya çıkmıyor. Genelde rejim değişikliği, iktidar sağlamlaştırma, yeni bir söylem oluşturma, göz dağı verme, muhalefeti susturma gibi niyetlerin atfedildiği bir bağlam içinde değerlendiriliyor. Bu yüzden de ardından gelişen yas süreci çok daha katmanlı ve kaotik gelişiyor. Kolektif travmalar sonrasında, öncelikle kaybın birinci derece yakınlarının etkilenme durumu var; fakat bunun dışında kaybın meydana geliş şeklinden kaynaklanan çok daha yaygın bir etki mekanizması var. Yasın çok katmanlılığı; çatışma ve doğrudan fiziksel şiddetten sosyal eşitliksizlik, cinsiyetçilik, ifade özgürlüğünün bastırılmasına kadar genişleyen bir spektrum içinde değerlendirilmeli. Bir halk veya grubu görmezden gelme ya da inkâr etme, sindirme, bir halkın doğal kaynaklarını yok etme gibi yapısal boyutu var. Bir de sonrasında ölenleri dehümanize eden bir tutum da var. Daha açık olması açısından örneklersek, Ankara’da Gar Katliamını hatırlayalım ya da Suruç’u…

Bozulan varsayımlar ve yas… 

İnsan eliyle oluşan ölümler sonrasında gelişen yasın çok boyutlu yapısından bahsettik. Bu boyutlardan en önemlisi travma sonrası yasın kolektif yani kişilerarası ilişkileri içeren yanı. Psikologlar, travma sonrası bozukluğun mekanizmasını “Bozulan Varsayımlar” argümanı ile açıklamaya çalışır. Biz dünyada birtakım ön kabullerle yaşarız. En başta, yaşadığımız dünyanın güvenli olduğuna inanırız. Bastığımız zeminin sağlam ve hep yerinde olacağını varsayarız. Ta ki bir deprem olup da o güvendiğimiz zemini sarsana kadar… Sosyal varlıklarız ve bunun ön koşulu da insana güven. Doğduğumuz andan itibaren o varsayım temellenmeye başlar: “İnsan iyidir. Durduk yere insandan insana zarar gelmez.” Bazı şanslı insanların bu varsayımı kolay kolay bozulmaz. Ne de olsa bir sürü steril, korunmuş yaşam var. Ama bazen bu argümanımız daha yolun başında çürütülür. Coğrafya kaderdir sözü ve Türkiye’de yaşama deneyimini birlikte düşününce, bizim de bahtımıza pek iyi şeyler düşmediği kesin. Bizatihi, bir travma maruziyetinden kurtulmuş olsanız bile, toplumca paranoyaklaşmamızın temelinde bozulan varsayımlarımız var. O güven tekrar onarılmak yerine, şiddete yol açan söylemler daha da körükleniyorsa, o zaman hem insana hem de topluma olan güven gidiyor. İnsanın iyiliğine dair inancın bozulması kişilerarası ilişkilerde olumsuz olana odaklanmamıza, her işte bir bit yeniği aramamıza neden oluyor. Ardından gelen komplo teorileri, “Bu iş kime yaradı?” sorularıyla işler çığrından çıkıyor ve yaşadığımız dünyaya hiç güvenimiz kalmamış bir halde yavaş yavaş kontrol algımızı yitirmeye başlıyoruz. Kontrol algısı yitimi bir nevi çılgınlık, cinnet hali gibi bir durum ve bizler akıl sağlığımızı korumak ve hayatımız üzerinde tekrar kontrol kazanmak üzere geri çekiliyoruz. Travma sonrasında yaşanan süreçte kendini gösteren toplumdan izole olma, toplumsal ilişkilerden elini eteğini çekme durumu bu döngünün bir parçası. Ama zaten doğamız sosyal olduğu için, bu güvensizlik ve içe kapanma hali sürdürülebilir bir durum olamıyor. Depresyonla ya da kaygı bozukluğu ile nihayetleniyor.

Şimdi düşünmek gerek, en çok kimlerin varsayımları bozuluyor? Bir başka deyişle kolektif travmalar sonrası gelişen yas süreci en çok kimleri vuruyor? İlk önce güçsüz olanların varsayımları bozuluyor: etnik ve muhalif grupların, kadınların, çocukların, yoksulların… Çünkü hem travmaya dair bellek repertuvarları daha dolu hem de mücadele araçlarından yoksun olduklarının farkındalar. Şurası kesin ki yas sürecinde bir aradalık, sosyal destek, gündelik hayata dönebilmek ve tekrar güvenli bir dünya tesis edebilmek önemli. İnsan eliyle meydana gelen kayıplardan sonra geride kalanlar için adaletin yerini bulması ve kayıpların tazmin edilmesi ise en önemlisi… Fakat bu bahsettiğimiz gruplar için böylesi onarıcı süreçler gerçekleşmiyor. Daha beteri yas tutturulmuyor. Ölümler yok sayılıyor ya da önemsizleştiriliyor.

Ama travma deneyimi o kadar istisnai mi? 

Kolektif travmalar sonrası gelişen yas sadece kişisel değil, toplumsal olarak da hasara yol açar. Sosyal ilişkilerin erozyonu, değerlerin altının oyulması, bir kentin bütün insanlarının birbirlerinden şüphelenir hale gelmesi gibi… Türkiye yaslı bir ülke, adeta travmalar diyarı… Daha bir felaketin ateşi sönmemişken diğeri patlak veriyor. “Sıradan bir travma” söz konusu olduğunda, “geçmişte kalan bir olayın” güven duygusunu sarstığını ama şimdi yeniden güvenli ve güzel bir dünya tesis edileceğini söyleyebiliriz. Yani normal şartlarda söylememiz gerekir. Tam da işte bu noktada klinik psikolojinin kurumsal çerçevesi yetersiz kalıyor. Travma sonrası gelişen belirtilerle mücadele için biz hemen gündelik hayata dönmeyi, eskisi gibi yaşamın içinde olmayı salık veririz. Bunun nedeni de şudur: Kişinin aslında “şu anda var olmayan bir tehdide” karşı fazlasıyla savunmacı davrandığını kabul ederiz. Ama travmanın geçmişte kalamadığı, süreğen olduğu durumlarda bu tehdit algısı gerçek hale geliyor. O zaman travma sonrası stres bozukluğunun ana akımdaki tedavi protokolü işlevsiz hale geliyor. Örneğin, kentlerdeki patlamalardan ve sosyal medyada sıklıkla dönen bomba ihbarlarından sonra ben kendim toplu taşıma kullanamazken, danışanlara “kendini zorla ve kalabalıklara karış” demenin bir manası kalmıyor. Çünkü tehdit algısı dalga dalga yayılarak bana da ulaşmış durumda ve giderek daha rasyonel bir hal almakta.

Yas tutamamak 

Faillerin bulunmaması, bulunsa da hakkaniyetli cezalar almaması, devletin faillere göz yuman hatta bazen olan biteni kışkırtan tutumu, tehdit algısını artırır. Diğer yandan hayatta kalanların ve yakınlarının toplumsal destek ve empatiden mahrum kalması, daha da beteri kriminalize edilmesi yasın da ertelenmesine neden olmakta. Çünkü tutulacak olan yasın yerini her an teyakkuzda olan, öfkeli, gergin ama bir o kadar da kırılgan kimlikler alır. Yasın bir türlü tutulmamaya başlanamadığı durumlardır bunlar. Özür dileme yok, yitirilenlere dair saygı yok, telafi ve tazmin çabası yok, geride kalanlar için destek süreci hiç yok… Bu durumda yas başlayamıyor çünkü hüznün yerini öfke alıyor. Öfkenin bir türlü dinememesi, sonrasındaki süreçte mütemadiyen kışkırtılması yasın başlamasını geciktiriyor. Örneğin “Cumartesi Anneleri”nin yaşadığı durum, bir türlü başlayamayan yasın dramatik bir örneği. Yitirilen kişinin beden bütünlüğünün bozulması, kaybedilen kişinin fiziksel yokluğuna karşın duygusal olarak varlığı; definlerinin yapılmaması, cenaze ritüellerinin gerçekleştirilememesi geride kalanları patolojik bir muallaklıkla baş başa bırakıyor. Yitirilenin mezarının ve bedeninin nerede olduğunun bilinememesi, ölüm tarihi ve yerinin belirsizliği, ölen kişiyle vedalaşamamış olmak yası erteliyor. Görüştüğüm bir Cumartesi Annesi’nin kızı, artık 80’li yaşlarına gelen annesinin gözaltında kaybolan oğlunu hâlâ sokaklarda aradığını aktarmıştı. Muğlak bir kayıp ve başlayamayan bir yas. Dahası bu tutulamayan yasın yerini alan öfke kuşaklararası da aktarılmakta.

Yas ve sonrası 

Öncelikle yaşananların kabulü, özür, yüzleşme, hesaplaşma ve telafi, iyileşme güzergâhında önemli duraklar. Yüzleşme ve kabul en başta adaletin sağlanabilmesi için elzem ama aynı anda “hakikat ortaya çıkıyor” duygusu, geride kalanlar ve tüm toplum için iyileştirici olmakta. Yapılanların karşılıksız kalmayacağı fikrinin oluştuğu bir kamuoyu, toplumsal adalet duygusunu tesis ettiği gibi, şu baştan beri sözünü ettiğimiz güvenli dünya algısını onarmakta. Bu noktada faillerin ceza almasının adalet için şart ama yeterli olmadığının altını çizmek isterim. Toplumsal belleğimize dönüp baktığımızda yaşadıklarımızdan da hatırlayacağımız gibi, faillerin bulunması toplumsal vicdanı rahatlatmadığı gibi güven duygusunu inşa etmede yeterli değil. Örneğin, 2017 yılındaki Reina saldırısının faillerinin yakalanmış olması bizi ne kadar güvende hissettirdi acaba? Çünkü olan bitenin istisnai olmadığını biliyoruz. O zaman “onarıcı adalet” denilen kavrama ihtiyaç duyuyoruz. “Onarıcı adalet” olmadığında iyileşme hep eksik kalır.

Onarıcı adalet 

Onarıcı adalet hesaplaşma ile başlar. Toplumu etkileyen travma ve yas süreçlerinde iktidarların tutumundaki kırılma 20. yüzyılın ikinci yarısında başlar. II. Dünya Savaşı sonrasına kadar “Olanları unutalım, beyaz bir sayfa açalım” formülü uygulanır. Örneğin I. Dünya Savaşı’nın ardından devletler savaş sırasında işlenen suçları affetmeyi telkin etmekteydi. II. Dünya Savaşı sonrasında insanlık dışı uygulamaların örtbas edilecek bir yanı kalmamıştı. Neresinden tutsanız dökülen, perişan vaziyetteki insanlığın sürünen onurunu ayağa kaldırmak adına ilk onarıcı adalet dalgası başladı. Bütün bu kadar suçu ne yapacağız kaygısıyla devletin üst düzey yöneticilerinin ve karar alma mevkiindekilerin yargılandığı Nürnberg Mahkemesi’ndeki unutmaya terk etme, görmezden gelme tavrındaki ilk politik/hukuksal kırılmadır. Sanırım, bu tutumun gelenekselleşerek ucunun kendilerine değmesinden korkan galip devletler uluslararası mahkemeler kurmaktan imtina ettiler. Nürnberg Mahkemeleri yereldi. Nürnberg, önemli bir başlangıç olsa da yargılamaların adaleti sağlayamadığını gösterdi. Binlerce suçlunun olduğu bir mahkemede sorumluları bulmak kolay değildi. Galip devletlerin kendini koruma kaygısı, ardından gelen Soğuk Savaş süreciyle Batı Almanya’yı koruma motivasyonu gibi politik dinamikler adalet ve hakikati ortaya çıkarma işini derinleştiremedi.

Onarıcı adaletle ilgili asıl kırılma ’68 hareketi ile başlar. 20 yıllık bir sessizlikten sonra savaşanların çocukları “Baba sen o zaman ne yaptın?” diye sormaya başladı. ’68 kuşağının insanlığa kattığı bir sürü şey içinden biri de “hatırlama kültürü”dür. Gençler, özellikle Avusturyalı ve Alman gençler ailelerinden hesap sormaya başladı. “Siz o zamanlar ne yaptınız? Neleri görmezden geldiniz veyahut neler gördünüz? Kaç komşun kayboldu? Alıp götürülen arkadaşlarına ne oldu?” soruları, Mihver Devletleri’nin yaşlı kuşağına tokat gibi indi. O zamana kadar savaştan bir doğal afet gibi konuşan, suçları anonimleştiren Alman halkının yüzleşme anı ’68’e denk geldi. “Çok feci şeyler yaşandı, bu topraklar ne acılar gördü, neler çektik” laflarının kimsenin yüreğine su serpmediği ’68 sonrası başlayan hesaplaşma, yüzleşme tartışmalarıyla ortaya çıktı. Keza aynı süreç Fransa’da işbirlikçilerle ve İngiltere’de muhaliflerle yaşandı. Böylece onarıcı adaletin sağlanmasında hatırlama kültürü ve hafıza çalışmalarının gerekliliği görüldü.

Arjantin Cuntası (1976-1982) ve Güney Afrika deneyimi küresel ve güçlü bir hatırlama dalgasının oluşumunda öncü olur. Arjantin Cunta yönetiminin icat ettiği “gözaltında kayıp tekniği”, darbe sonrası yönetimin kurduğu “hakikat komisyonları” ile gündeme gelir. “Nunca Mas!” (“Bir daha asla!”) sloganı, tüm işkence görenler ve yakınları öldürülenlerin ifadelerinin alındığı, 30 yılı aşan ve hâlâ da devam eden yargılamalara eşlik eder. Her kayıp, her öldürülen, her işkence gören için ayrı ayrı davalar açılır (Türkiye’de bu davalar toplu oluyor). Her devlet görevlisi ayrı ayrı yargılanır ve tam da işkencelerin gerçekleştiği mekânlarda haftanın dört günü kayıp yakınlarının karşısına çıkarılır. Yas tutanlar ne yaşadıklarını, başlarına gelenleri katillere anlatır. Yani geleneğin tersine mağdurun konuştuğu, suçlunun dinlediği bir ortamda hakikat ve adalet için hafıza çalıştırılır.

3. Dalga deneyimi dayanışmayla ve bir arada kalarak oluşan mücadele potansiyelini gösterdi. Hesaplaşmayı sağlayacak şartları yaratma mücadelesinin başlı başına sağaltıcı olduğunu ispat etti. Yüzleşmenin, belleğin, hatırlamanın iyileştirici gücü görüldü. Her duruşma bir araya gelme; dayanışma ve aynı zamanda suçlunun tacizi için bir vesileydi. Yaşanılan acının kamusal olarak kabulü, acıya ve yasa saygıyı unutmamak, suçluları her an takipte ve tetikte hissettirir. Bu, “Bir daha asla!”nın işlerlik kazanmasını sağlayan bir yöntemdir; çünkü insanlık suçunda zaman aşımının olmadığının, gün gelip devran döneceğinin somut kanıtı olur. Suç işleme potansiyeli olanlara bu tür suçlardan kurtuluş olmadığı bilincini kazandırır. Hatırlama kültürü, yası tutulanlara toplumun duyarlık geliştirmesinde, ölenlere onurlarının toplum nezdinde iade edilmesinde önemlidir.

Kendilerine yapılanların sonuçsuz kalmayacağı duygusu, yasa saygı kültürü, yaşanılan acının kamusal olarak kabulü yasın sona ermesini sağlar. Velhasıl affetme, hesaplaşma ve uzlaşmanın aşamaları var. Geçmişe dokunmadan, geçmişte biraz kalmadan yeni bir sayfa açabilmek mümkün olmuyor. Daha önceki yazılan sayfaların hesabını gördükten sonra yeni bir sayfa açabiliriz. Geçmişte kalmak önemli çünkü travmatik anılar zihnimizde canlı olarak bekler. Sinir sistemi duyguyu belleğe güçlü bir biçimde yerleştirir. Bastırılan her şey faiziyle geri gelir. Geçmişin kaydı bedende tutulur, zihnin kuytuları travmanın izlerinin kökleneceği bereketli yerlerdir.

Yeniden inşa süreci 

Kötülüğün sıradanlığına düşmeden, çok acılar yaşandı edebiyatı yapmadan adaletin gerçekleşmesi için “ne olduğu”, “kimin yaptığı”, “sorumlular” anlatılmalı. Yitirilen her kişinin öyküsü, anonimleşmeden, adıyla sanıyla yazılmalı. Hikâyeler önemli çünkü onlar kuşaktan kuşağa aktarılarak, sonradan gelen kuşağın belleğine kodlanmakta. Bu anıların ele alınması, geçmişin hesabının çıkarılarak çözümlenmesi, gelecek kuşağın aynı çatışmaları tekrar ve tekrar yaşayıp üretmesini engellemekte. Affetme ve uzlaşma geçmişte kalanı iyileştirdiği gibi kuşaklar arası travma döngüsünü de sona erdirir. Yapılan çalışmalar, maddi tazminin affetme meselesinde görece geri planda kaldığını gösteriyor. Anmaların resmileşmesi, anıtların yapılması, sembolik özür, telafi ve tazmin için mezar taşları, anıtlar, affetme ve uzlaşma açısından çok daha değerli.

Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.

İlgili Başlıklar

travma

klinik psikoloji

psikolog

Ceylan Akgün

Hikâyeyi beğendiniz mi?

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Nerede Yayımlandı?

Toplumsal travma sonrası yas süreci

Yayın & Yazar

Psikeart

Psikiyatri, psikoloji ve sanatı buluşturan, güncel psikiyatri tartışmalarına ve bireylerin baş edebilme süreçlerine katkıda bulunan ve psikiyatriye konu olan kavramların sanatsal alandaki yansımalarının altını çizen insan hâlleri yayını. Her çarşamba 12.00'de Aposto'da yayımda.

Ceylan Akgün

Yazar @ Psikesinema

;