Yas "tutma" mücadelesi

…
Freud bir ağacın bilinç-altına oturmuş
Toprağın düşlerini karıştırıyor.
…
Geçmişle gelecek arasında düş gibi.
Ne eski, ne yeni. Sanki düşüncemizin
En saydam dakikası titriyor
Yok olmuş sularında denizin.
Melih Cevdet Anday
Yaşamlarımız kayıplarla bezenmiş halde. Yitirdiklerimize ilişkin anılarımızın tazeliği bazen korkutucu bir saydamlığa sahip olabilir. Kimi zamansa yaşananların anıları kocaman boşluklarla yamanmıştır. Kimisi kaybettiğine ilişkin tek bir fotoğrafa bakmaya tahammül edemezken kimisi gidenin diş fırçasını dahi yerinden kıpırdatamaz. Birisinin ötekinden daha az acı çektiğini söylemek olanaksız olsa da nereden bildiğimizi bilmediğimiz bir biçimde biliriz ki her iki durumda da yaşamda kalan yaşamını sürdürmeye çabalamaktadır ve epey de zorlanmaktadır. Peki bir kayıpla nasıl başa çıkılmalı? Bunun doğru yolu ne? Ilany Kogan (2007), “Yas Tutmama Mücadelesi” olarak dilimize çevrilmiş kitabında bu süreçlerdeki analistin işlevi üzerine düşünür. Bense, bu kitabın adını telaffuz ederken birkaç kez “Yas Tutma Mücadelesi” diye sürçtüğümü anımsıyorum. En nihayetinde yastan kaçmak bir mücadele ise, kişinin kaçma isteğinin nedeni yas işinin kendisinin daha büyük bir mücadele ve emek gerektirmesi ile ilişkili olabilirdi. Yani genel görüşe göre yas tutmak daha sağlıklı olsa da yas tutmamaya kıyasla daha zordur ve daha yoğun bir ruhsal emek talep eder.
Kuramsal bir giriş
Bazı durumlarda bu emeğin yas sürecinden kaçmak için kullanılmasını açıklayan ilk olası açıklama “kişilik örgütlenmesi” farklılıkları üzerinden oluşturulabilir. Psikotik bir uçtan nevrotik bir uca doğru bir yelpaze olarak düşünülen kişilik modellerinde “yas tutabilme” kapasitesi, daha olgun bir kişilik örgütlenmesine sahip olunduğuna dair kanıt olarak kabul edilir. Nevrotik yapılanmalarla psikotik ve sınır yapılanmalar arasındaki temel fark, nevrotik yapılanmalarda bastırma düzeneklerinin çalışıyor olmasıdır. Sınır durumlarda ve psikotik örgütlenmelerde ise bastırma düzeneği yerine inkâr ve bölme üzerinden çalışan sistemler ruhsal dünyada daha hâkimdir. İnkâr ve bölme düzenekleri, kaygı ya da çatışma yaratan çelişkili durumların yok sayılma uğraşıyla ilişkilidir. Bu durumda yas tutmama uğraşısının kaderi iki ana yolla ilişkili olacaktır; ya kaybedilen nesne (kişi) yok sayılacaktır ya da kaybedilenin kaybı. Tabii yas tutmaktan kaçınmanın üçüncü bir nevrotik yolunu da tarif etmek gerekir; yalıtım. Duyguların süreçten uzak tutulması üzerinden işleyecek olan yalıtım düzeneği gündelik gerçekliğe daha uyumlu ve sürdürülebilir gibi görünse de bastırılan her şey yazgısı gereği ve elbette başka bir biçimde form olarak geri dönecektir. Freud tıpkı bir hayaletin duvarlardan geçebilmesine benzer şekilde, duyguların da ruhsal bariyerleri geçebileceğini söyler ve bunun da izolasyon düzeneğinin yoğun bir ruhsal emek isteyen süreci olduğunu ortaya koyar.
Kuramsal bir hat çizmek bakımından söz edilenler önemli olsa da klinik olarak durum çoğu kez daha karmaşıktır. Her birimiz hem psikotik hem de nevrotik yanıtlar sergileyebiliriz; kimi durumlarda daha olgun yanıtlar gösterebilirken kimi durumlarda bunu başaramayabiliriz. Üstelik bu değişkenlik yalnızca kaybedilen nesnenin niteliği ile ilişkili olmayabilir. Anne kaybında metanetini yitirmeyen birisi, kedisinin kaybında yoğun ve karmaşık ruhsal yanıtlar geliştirebilir. Bunun ertelenmiş bir yanıt olduğu varsayılabilir ama bu yanıt bile her durumda geçerli olmayabilir. Belki de ruhsal dünyanın nesneleri üzerine düşünmeyi zorunlu kılmaktadır.
Nesne dürtüsel etkinlik yolu ile keşfedilir ve dışımızda var olan başka bir insan ya da şey iç dünyamıza dürtü yoluyla getirilir. Dürtü, nesne üzerinde bir etkinlik gösterir ve bu etkinlik bir tatmin sağlarsa ya da bir tatmin düşlemi ile ilişkili tutulursa, o zaman iç dünyada bir tasarıma kavuşur. Bir nesne çoğu kez tek bir dürtü ile tanınmaz, aynı anda birçok dürtü tarafından tanınır. Nesne çevresinde birçok farklı dürtüyü doyum vaadi ile toplar. Yas söz konusu olduğunda kaybedilen nesnenin tasarımlarının niteliği işte böyle bağladığı dürtü çiftleri ile olgunlaşır ve gelişir. Böylesine merkeziyet kazanmış bir nesnenin kaybı ciddi bir sorun oluşturacaktır. Birçok dürtüyü çevresinde bağlayan bir tasarımın artık bir doyum sağlanamayacağı bilgisi ile kuşatılması dürtü dünyasında ciddi bir açık oluşturacaktır. Nesne kaybı öncesinde iç dünya da ulaşılabilir bir doyum aracı olarak var edilmiştir, geçici yokluğu varsanısal bir doyumla savuşturulabilir, oysa kayıp kesin ve geri dönüşsüz ise varsanısal doyum zora girecektir. Bunun iki nedeni olduğunu öne sürebiliriz. Gerçeklik sınaması ruhsal aygıtın önemli bir işlevidir ve kaybın geri dönüşsüzlüğü bilgisi kaybedilen nesneye bağlı canlandırmaların işlevsizleşmesi ile sonuçlanacaktır. Annesi evde olmayan bir çocuğa birazdan annesinin geleceğinin söylenmesi onu yatıştırabilir, çocuk anne gelene kadar annenin hayali ile avunabilir. Oysa aynı çocuğa annesinin asla geri dönmeyeceği söylendiğinde yoğun bir duygusal yanıt ortaya çıkar. Artık yokluğa dair her hatırlama, her canlandırma yatıştırıcı olma şansını yitirir; aksine, bu anı izleri can yakıcı bir özellik kazanır.
İşte bu açığa karşı yeniden düzenlenme süreçlerinde yas tutma ve yas tutmamanın iki farklı yeniden düzenlenme biçimi olduğu varsayılır. “Yas ve Melankoli” (1917) metninde “Yastaki birey için dünya boşalmış gibidir, melankolide ise boş olan kişinin kendi içidir” der Freud. Aynı metinde manik coşkunluk halini melankolik ıstıraba alternatif bir yas tutmama hali olarak yorumlar. Böylece hem melankoliyi hem de maniyi nesne ve dürtü üzerinden düşünmek için bir fırsat sunar. Yas tutabilen ve tutamayanlarda, henüz bir kayıp yaşanmadığı dönem için nesne ve dürtü dünyasında var olan farklı bir örgütlenme biçimi olduğu ortaya çıkar. Rousullion (2015), “Yas ve Melankoli” metninin narsisizm üzerinden okunmasını önerir. Narsisistik yapılanmalarda nesne tasarımlarının derinliksiz ve bütünlüksüz olduğu düşünüldüğünde yas tutmayı mümkün kılabilecek her süreç nesne niteliğini ve nesnelliği mümkün kılmalıdır. Teknik olmayan bir dille söylersek, yas tutma işi ancak ötekine ilişkin daha bütüncül tasarımlarla mümkün olabilir.
Tam tersinden gidecek olursak, ötekine dair algıyı, dolayısıyla doğru tasarımlara ulaşma imkânını tahrip eden her süreç yas tutma işini aksatacaktır. Yas bir kayıp karşısında tekrar yaşamla bağlantılı hissedebilmek için bir uğraştır ve insanın yaşamı birey ve doğa arasında gerçekleşen bir mücadele değildir. Yasımıza yaslanmak ister istemez topluluğu bir arada tutan bağlara ve geleneklere yaslanmak olacaktır. Melankolideki bireyin kendini tüm toplumsal bağlardan koparma uğraşısının bu sürecin tam da yasın karşıtı olarak ele alınması ile örtüştüğünü görebiliriz. Yas bir başınalıkla tamamlanamaz, ötekinin yüzüne ihtiyaç duyar. Yasına yaslanan, kardeşinin yasına da yaslanır. Başkaları durduk yere kayıplarından söz eder. Kaybettiği biricik olsa da bu kötü yazgıyı birçok kişinin de deneyimlemiş olduğunu görür.
Ölüm: ortak yazgı
Ölüme ilişkin ilk tasarımların 4 yaş civarında geliştiği düşünülüyor. Ölümün geri dönüşsüzlüğü ve yaşama ilişkin yetilerin kalıcı kaybı olduğu fikri (cessation of agency) bu yaşta gelişse de ölümün biyoloji ile ilişkisi 6 yaş civarında gelişmektedir. Ölüm bu yaştan sonra zorunlu yazgı olarak bilinir; oysa Freud bilinçdışında ölümün olmadığını öne sürer. Ölüm bilinçdışında temsili olmayandır ya da başka bir deyişle bilinçdışında her birimiz ölümsüz olduğumuza inanırız. Ölüm dışımızdadır. Bizden ötededir ve bilince kendini dayatır. Ölüm zaten ancak belirli bir yaştan sonra anlaşılır hale gelir, dolayısıyla ölümün olmadığı bu ilk düşünüş biçimi gelişimsel olarak bilincin kökeninde var olan bir süreçtir. Bu erken düşünce biçiminin birincil süreç düşünce olduğunu varsayarsak, ölüm ancak ikincil süreç düşüncede ayrımına varılacak olandır. Varoluş filozofları ölümün bilincinde olmayı insan oluşunun merkezine yerleştirdiklerinde, tam da bu ikincil süreç düşünceyi ölümü bildiği için insansı ilan etmiş olurlar. Ancak her insanın zihninde ölümsüzlük düşlemini de taşıdığını atlayan her felsefe eksik bir saptama yapacaktır.
Bilinçdışına bastırılmış olan ya da orda bulunan ancak ayırdında ve bilincinde olmadığımız şeyler için “bildiğimizi bilmediklerimiz” diyebiliriz. Bu süreçlerin bilinçli olmasının önündeki engeller kaldırıldığında “bilinçli” süreçler içerisinde tasarımlara kavuşabilirler. Oysa “ölüm” için bu mümkün değildir. Bilincimizde tasarlanabilir olduğu halde, Freud’un öne sürdüğü üzere bilinçdışında yoktur. Bu durumda az önceki modelde kullanılan adlandırma tersinden yazılabilir; “bilmediğimizi bilmediklerimiz”. Bilinçdışı tasarımları olmadığından, ölüm üzerine bilinç alanında kazanılan her bilgi bilinç süreçlerine özgü olan kategorik bir izolasyonla anlaşılacaktır. Bilinçdışında ölümün olmaması ya da ölümsüzlük beklentisi ve inanışı, ölüm inkâr edildiği ya da bastırıldığı için değil, düpedüz olmadığı içindir. Dolayısıyla ona dair derinlikli bir kavrayış olanaksızdır; öte yandan ölüm hakikattir, aşikârdır. Ancak bu kez bilinçdışı tasarlanamayacak olanın önündeki engeli aşıp bilinçdışında bir tasarıma kavuşması olanaksızdır. Bunu gen ve davranış ilişkisine benzetebiliriz. Genetik bilgiden davranışa doğru bir yol olsa da, davranış yoluyla genetik bilgide bir değişim gerçekleştirilemez. Özetle, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ölümün bilgisi bilinçdışında var olamaz.
Varoluş filozofları ile Freudçu çizgi bu noktada ayrışır. Freud’un bakış açısıyla saf bir ölüm kaygısından söz edilemez ya da ölüm kaygısı insanın en derinine işleyen şey olamaz. En nihayetinde, bu kaygı bilinçdışı bir kaygı olamaz, ölüm kaygısı olarak deneyimlenen şeyin altında ölüme ilişkin bir tasarım bulunamaz. Özellikle bir ruhsal yakında olarak ortaya çıkan “ölüm kaygısı” çoğu kez başka bir bilinçdışı çatışmanın yansıması olarak ele alınır.
Bir başka açıdan, Freud’un bu saptamasına varoluş filozoflarının bir itirazı da olmayabilir, hatta bu tespit az önce de belirttiğim üzere onların görüşüyle örtüşmektedir. İnsan ile türdeşlerine ilişkin ayrımın bilinçdışı süreçlerden öte bilinçle ilgili olduğu fikri felsefenin en kök metinlerinde bile bulunabilir. İnsan olmayan canlılarda bir bilinçdışının yokluğundan değil, insansı bir bilincin olmadığından söz edilir. Ve eğer canlılar içerisinde makus talihini bilen tek şey insan bilinci ise bu durumda bu bilinç süreci ile kastedilenin “bilinç” ve ona ilişkin “ikincil süreç” düşünce biçimleri olduğu açıktır. Ölüm ancak ayrımı ile anlayan ikincil süreç düşünce için mümkündür ve bu yüzden de anlaşıldığında da ayrımı ile anlaşılmak zorundadır.
Ölünün söylediği
Hegel için Homo sapiens’i diğer insansı türlerden ayıran şey biyolojisi değil, tarihidir. Ölüm bu tarihin daimi parçasıdır, biyoloji ile öykünün kesiştiği zorunlu kavşaktır. İnsan ölümle düşünsel olarak değil, bir olgu olarak karşılaşır; bir başka insanın ölümüyle. Homo sapiens’in tarih sahnesine çıkış zamanı, bulgularla gittikçe daha geriye gidiyor. Ancak tahminlere göre insanlığın başından bu yana 100 milyar insan öldü ve bildiğimiz H. Sapiens’in tanıdığı ve bildiği ölülerin bedenleri ile ilgili geliştirdiği ritüeller eşsizdir. Bu ritüeller kadar kapsamlı olmasa da Homo sapiens’ten daha eski insansılar da (Neandertallerden daha önceki bulgular tartışmalı) diğer türlerden farklı olarak ölen topluluk üyesinin bedenine bir müdahalede bulunuyor, gömüyor ya da başka işlemler uyguluyorlardı. Fransa’da, La Chapel Aux Saint’de, 1908 yılında keşfedilen bir mağarada Neandertal kemiklerine rastlandı, mağarada bulunan diğer hayvan kemiklerinden farklı olarak bu kemiklerde leş yiyiciler ya da etobur hayvanların izleri yoktu, bu da ölünün hızla toprak altına konduğunu göstermekteydi. Ayrıca bu kemikler, diğer hayvan kalıntılarından farklı olarak belli bir pozisyonda gömülmüşlerdi. Daha eski bir insansı tür olan Naledi’lerin bir mağarada toplu kemikleri bulunmuş olsa da bunun bir ritüelin göstergesi olup olmadığı şüphelidir.
Peki türümüz neden ölülerini gömüyor, yakıyor ya da yas tutuyor? “Ölü beden korkutucudur”, “ölü kokar”, “hastalık kaynağı olabilir” gibi geçmişte öne sürülmüş tezler akla yatkın olsalar da izah için yeterli değiller. Hastalık ve koku bütün canlıların ölüsü ile ilgilidir ve görünen o ki insanlar çevresindeki diğer hayvanları gömmüyor.
Gözle görülür olan yeryüzünde bilinen yas ritüelleri bir biçimde dinle ilişkilidir. Alman antropolog Bastian, 1860’lı yıllarda “ölümden sonra yaşam” inancının biyolojik korelatları olduğunu savundu, buna kanıt olarak da Homo sapiens’in tarihinde daimi olan cenaze geleneklerini gösterdi. Cenaze töreni ölenin öte dünyaya geçişi için bir merasimdi. Freudcu/Freudyen çizgide ölümden sonra yaşam fikrinin yaygınlığını anlamamızı sağlayacak biyolojiden daha güçlü bir araç vardır. Bilinçdışını şekillendiren ölümsüzlük düşleminin yansıtılması olarak da görebiliriz. Kökeni bilinçsiz süreçlere indirgediğimize göre, bu ritüellerin neden insana özgü olduğu akla gelebilir. Yansıtılanın kökeni bilinçsiz süreçler olsa da yansıtılan alan bilinçtir. Bilinç ya da ikincil süreç düşünce ortaya çıkmadan bu yansıtmanın yapılamayacağı ortadadır. İnsan ruhsallığını kuşatan bu ikili yapıdan ötürü, ölümü ve ölümden sonraki yaşamı eşzamanlı olarak keşfetmiş olabilir. Freud ölümden sonra yaşam inancının ve ölümü çevreleyen birçok doğa üstü mitin (hayalet, ruh, hortlak) ölüye dair anının kalıcılığı ile ilgili olduğunu öne sürer.
Julian Jayens (1976), insanların içe bakışı olan bir bilincin henüz gelişmediği, ilkel bir dil ve düşünce yapısına sahip oldukları dönemlerde anı ve düşünce izlerinin varsanısal yaşantılar olarak yaşandığını öne sürer. Böyle bir kimse düşüncelerin kafasının içinden mi yoksa dışından mı geldiğini anlamakta zorluk çeker. Anı izleri güçlü duygusal yatırıma uğradığında ya da bu anı izleri üzerinden içsel deneyimleri sönümleyen sistemler yeterince gelişmediğinde içsel uyaranlar kolaylıkla dışsal olanlarla aynı kalitede hissedilebilir, yani kişi gerçeküstü deneyimler yaşayabilir. Freud böyle deneyim ve illüzyonların dinin kökeni olduğunu öne sürer.
Fustel de Colonage, ölüler dininin, bilinen dinlerin hepsinden daha eski olduğunu öne sürer. Tylor dinin kaynağını animizme ve atalara duyulan bağlılıkla ilişkilendirir ve en ilkel dinin olası tarifini verir. Durkheim, animizmin değil, totemizmin ilkel din için doğru bir öneri olduğunu öne sürer ve defin ritüellerinin birey üzerinden değil toplumsal işlevi üzerinden irdelenmesi gerektiğini söyler ve ölü bedenin gömülene dek kazandığı kutsiyeti vurgular. Etik bu merasimleri zorunlu kılandır. Durkheim’ın bu tespiti oldukça yerindedir. Bunun önemine daha sonra döneceğim.
Ölüler eşittir
Ölü kutsiyeti Homo sapiens’in ayırıcı niteliklerinden birisi olsa da güncel veriler insanların tüm ölülerini gömmediğini ya da ölü kutsiyetinin her zaman ortaya çıkmadığını ortaya koymaktadır -bunun halihazırda devam ettiğini de öne sürebiliriz. Yunan mezarları üzerine çalışmasında Golden, kadın oranlarının erkeklerden daha düşük olduğunu bildirdi, ayrıca erişkin kadınların en azından %10’unun da gömülmediğini öne sürdü. Scheidel, Roma dönemi Mısır mezarlıklarında yine benzer bulguları tekrarlar, bu mezarlıklarda çocuk oranları da düşüktür.
Ölü kutsiyetini gölgeleyen verilerden birisi de Eski Mısır uygulamaları ile ilişkilidir. Mısır inanışında ölümden sonra sonsuz bir hayat vardır, bu dünya geçicidir ancak beden korunmalıdır; bedenin doğru korunması ölünün ruhunun ölüler diyarında rahat etmesini sağlar. Dekore edilmiş mumya kıyafetleri, bandajlar yapılır, yaşamdakine benzer portreler tahta panolara çizilir ve ölünün kafasına denk gelecek şekilde yerleştirilirdi; ya da kilden maskeler yerleştirilirdi; boyalı kutularda dua metinleri, öte dünyada rehberlik edecek ölüler kitabı ile birlikte masif taş “sarcophagilere” süslenmiş tabutlarla defnedilirlerdi, yeterince zengin olmayanlar seramik tabutlara defnedilirdi. Yoksul olanlar ise bandajlanır, zifte daldırılır ve yoksullara özel toplu mezarlara ya da çukurlara sevk edilirlerdi.
Ölüm çoğu kez bir eşitlik gibi kavranabilir, yaşamdaki adaletsizliklere son verecek ve herkesi eşitleyecek bir an. Yaşamdan ya da kültürden azade bir ölüm yoktur. İlksel toplumlarda daha eşitlikçi ya da eşit görünümler olduğu öne sürülmüştür. Neolitik dönemdeki megalitleri irdeleyen bir çalışmada 285 bireye ait kalıntılar incelendiğinde yine kadın sayısının az olduğu, 5 yaş altı çocuğa ancak sporadik rastlandığı belirtilmiş. 2016 tarihli bu çalışma yoksul ya da statüsüz insanların gömülmediğini öne sürmektedir. Bu insanlar mağaralara, kaya diplerine ya da çukurlara bırakılmaktaydılar. “Yukarı Paleolitik” döneme ait 85 mezar bulgusunu inceleyen bir başka çalışma da kadınların ve çocukların nadiren gömüldüğünü göstermektedir.
Gömülme hakkı
Merasim geride kalanlar içindir. Durkheim’ın ölü bedenin kutsallığına vurgusu önemlidir, bu hakkın ihlalinin ortaya çıkardığı trajediyi en iyi ortaya koyan öykü belki de Sofokles’in “Antigone”sidir. Oedipus’un kızı ve kız kardeşi olan Antigone savaş meydanında ölmüş olan erkek kardeşi Polynices’in bedenini gömebilmek için hayatını ortaya koyar. Kral Kreon hain ilan ettiği Polynices’in gömülmesine izin vermez. Antigone için kardeşi suçsuzdur ama haklı ya da haksız olduğu için değil, ölü olduğu için. Hegel bu sahne üzerine bir dizi tespitte bulunur. Bu sahnedeki gerilimi “devlet etiği” ve “tanrısal etiğin” çarpışması olarak ele alır; Kreon devletin ihtiyaç ve gereklerini savunurken Antigone ailesinin, kardeşinin ve kendisinin ontolojik haklarını, sırf bu dünyada bulunmaktan dolayı tabi oldukları ihtiyaçları savunmaktadır. Hegel, Ahtigone’nin isteğinin “aşkın” ve haklı bir talep olduğunu savunur. Hegel’in tespitlerini yeniden ele alan Levinas ise etik konusunda bir adım daha atar ve ölümün sağ kalanı sorumlu kıldığını söyler. Levinas, Heidegger’in ölüm kaygıları içerisinde olan bireyine karşı çıkar. Levinas’a göre de ölüm anlaşılamayacak, deneyimlenemeyecek olandır. Anlaşılmaz olanın ancak öyküsünün yazılması gerekir, ölü her kim olursa olsun suçsuzdur, ölü olduğu için ve geride kalanları doğru bir merasim için sorumlu kılar. Aile devletten daha eski ve daha aşkın bir kavramdır. Topluluk ihtiyaçları üzerinden kurulabilen bir etik, bireysel olanla, psikolojik hatta biyolojik olanla çelişebilir. Levinas’ın vurgusu önemlidir; mezarsız ölüler, sessiz cenazeler yaşayanların düşünüm dünyalarında bir yüktür. Etik sorumluluk gömülmelerini sağlamaktır, öleni gömmek, merasim hakkını sağlamak sağ kalanın yükümlülüğüdür.
Yas tutma işi ancak gömü ya da eşdeğeri bir merasim sonrasında mümkün olabilir. Yas tutulabilmesinin mümkün kılınması yalnızca bireyin değil, bağlı olduğu topluluğun da sorumluluğudur. Mezar ya da eşdeğerleri en nihayetinde birer anıttırlar. Ölü zihinde taşınamaz, dışsallaştırılması gerekir. Bu durumda mezarın ya da anıtın ruhsal gerekliliğinin altını bir kez daha çizebiliriz. Coğrafyamız kayıp ya da ölü akrabalarının kemiklerinin peşine düşmüş yüzlerce insanın öyküsüne halen şahitlik etmektedir. Devletin etiği ve ailenin etiğinin bu talihsiz çatışmasının olanca şiddetiyle sürüyor olması bizleri Levinascı anlamda sorumlu da kılmaktadır.
Anıtlar
Anmak yas sürecinin bir parçasıdır. Kaybettiği ebeveyninin mezarına hiç gitmemiş olan ya da mezarın başında yıllarca nöbetleşerek öleni yalnız bırakmamaya uğraşanlar için bu anıtların yası mümkün kılacak genel işlevini göstermediğini söyleyebiliriz. Toplumsal kayıpların simgeleştirilmesi için ortaya çıkan anıtlar da böyledir. Kimisi yıllarca önünden yürüyenlerce görülmüyorken, kimisi öyküyü somut bir kahramanlık öyküsüyle takas etmemizi talep eder. Runia’ya (2015) göre, insanlar ya tarihçi olup tarih yapacaklar ya da anıt. Runia günümüz toplumunda anıtların sıklığına ve işlevine dikkat çeker, her yanımız anıtlarla çevrili, anıt eğer bizim yüzümüze bir şey söylemiyorsa ancak tarih yazınının bir parçası olabilir diyor. Anıt yapmak yas tutma kapasitesi ile ilişkili iken, tarih yazını işimize geldiği gibi sıraya dizmekle ilgilidir. Antigone’yi, Kreon karşıtlığında ele alırsak kendisine ve yasına yardım edecek şeyler anıt değeri taşıyabilir, Kreon’un dayattığı zafer öyküsüne dair her anıtlaştırma negatif bir anıt ya da tarih yazan devlete ilişkin olacaktır.
Kreon’un ölümü anlayışında bir çelişki yoktur; devlet saf bilinç olduğunu öne sürer. Bu tasarımda bilinçdışına yer yoktur. İnsanın hayvanla ayrımı bilinçli olacaksa kendi üretimi olan makine ile ayrımı bilinçdışı olacaktır. Böyle bir bilinç tek zamanlıdır, her şey nedenseldir, ölüm istatistiksel bir veridir, cenaze merasimlerinin değeri ya da değersizliği ölenin devlet için işlevi ile ilgilidir. Cenaze namazının kılınmaması gerekenleri de, kalabalık merasimlerle anılacak ölüleri de belirleyen bu düz mantıktır. Bu durumda bellek yaralıdır; anlam, duygu ve bellek birbirinden kopmuştur.
Yas ve cesaret
Simith, “Duygular Sözlüğü” yapıtında cesaret başlığını “at üzerinde yükselen adamların” imgesiyle açar ve kelimeyi maskülen anlamlarından ince ince arındırarak “metanet” kelimesine varır. Yas ve cesaret arasında bağlantı kurmak pek kolay değil iken metanet ile bağı ortadadır; “metanetini kaybetme”, “metanetli ol” gibi öğütler, kayıp yaşayan kişiyi yas tutmaya cesaretlendirmek için en sık söylenenlerdendir. Yas eğer bir onarım süreci ise ve bu kez gidip bilinçdışında ölüm fikrini mümkün kılmak gibi bir çözüm yoksa, yapılabilecek şey eskisi gibi olamayacağımızı kabul ederek bir onarım süreci için ruhsal emek harcamaktır. Ölüme ya da kayba dair bütün keskinler başka bir yaşamda ya da öte dünyada bütünlenme ve eskiye kavuşma düşlemleri üzerinden ilerliyorsa acıya karşı en makul çözüm ertelemedir. Oysa bilinen şey bu gereksinimlerin ve acının ertelenemez olduğudur. Sonlu olunduğunu, en azından bu ömrün bir sonu olduğunu ve kaybettiğimizi yine en azından burada kaybettiğimizi hatırlamak bizi kolaycı kaçışlara karşı korur. Süreğen ve lineer bir düzlemde sonsuzluğa doğru giden şey düşünceye gelmeyendir. Yaşamın sonluluğunu kabul etmek bizi sonsuzluk ya da evrensellik duyumu ile daha doğru bir ilişki kurmaya götürür. Bu da ancak ölüm kavramının içinden kendimize bakmakla mümkün olacaktır. Elbette kendi ölümümüze ya da ölümlülüğümüze değil. Bunun olanaksızlığı ortadadır, ancak ötekinin ölümünün içinden, yani yasın içinden bakabiliriz, kayıplara tahammül edebilir ve duygularına yer verebiliriz.
Freud (1915), “Savaş ve Ölüm Zamanları Üzerine Düşünceler” metninde, “Barış ancak savaş zamanlarına hazır olmakla mümkündür” sözünü değiştirir ve “Yaşam için ölüme hazır olunmalı” der.
Bu hazırlık ne yaşamdan vazgeçişi ne de ölümü anlamayı gerektirir. Bir gün sevdiklerimizi kaybettiğimizde onları defnedebileceğimizi, biz öldüğümüzde de saygın bir cenazemizin yapılabileceğini bilmek iyi bir başlangıç olabilir. Ölüme ilişkin “bilmediğimizi bilmediklerimizi” ya da daha anlaşılır ifadeyle pek de bir şey bilmediğimizi kabul etmek iyi bir yol olabilir.
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
İLGİLİ BAŞLIKLAR
Melih Cevdet Anday
NEREDE YAYIMLANDI?
Yitirdiklerimize ilişkin anılarımızın tazeliği bazen korkutucu bir saydamlığa sahip olabilir.
12 Nis 2023

YAZARLAR

İshak Sayğılı
Yazar @ Psikesinema

Psikeart
Psikiyatri, psikoloji ve sanatı buluşturan, güncel psikiyatri tartışmalarına ve bireylerin baş edebilme süreçlerine katkıda bulunan ve psikiyatriye konu olan kavramların sanatsal alandaki yansımalarının altını çizen insan hâlleri yayını. Her çarşamba 12.00'de Aposto'da yayımda.
İLGİLİ OKUMALAR