
Genellikle okumak yazmaktan önce gelir. Nitekim yazma dürtüsü neredeyse her zaman okumakla alevlenir.
Roman okumak bana pek olağan bir etkinlik gibi gelir, öte yandan roman yazmak da bir o kadar tuhaf... En azından okuma ve yazmanın nasıl sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğunu hatırlayana kadar böyle düşünürüm. (Burada beylik genellemeler yapmayacağım. Sadece birkaç görüş belirteceğim.)
Öncelikle yazmak belirli bir yoğunluk ve dikkatle okuma sanatıdır. Kendi yazdıklarınızı okumak ve iyi olup olmadıklarını görmek için yazarsınız. Ki hiçbir zaman tatmin olmazsınız, dolayısıyla yazdığınızı yeniden yazarsınız – bir kez, iki kez, yeniden okumaya katlanabileceğiniz bir şeye dönüşene dek. İlk ve belki en katı okurunuz kendinizsiniz: “Yazmak kendi kendini yargılamaktır” diye yazmıştır bir kitabında Ibsen. Yazmak hep yeniden okumaktır, aksini düşünmek zor.
Peki yazdıklarınız kayıtsız şartsız hep kötü müdür? Bazen ortalamanın üstünde bir şey çıkar. Ama bu da demek oluyor ki, yazar daha yakından baktığında, sesli okuduğunda –yani bir daha okuduğunda– yazdıkları daha iyi olabilir. Yazar iyi şeyler ortaya koymak adına kan ter içinde kalmalı demiyorum. “Çaba harcanmadan yazılmış eserler genelde keyif alınmadan okunur” der Samuel Johnson, ki bu cümle yazarı kadar çağdaş beğenilerden uzaktır. Elbette çaba harcanmadan yazılmış pek çok şey de pekâlâ keyif verebilir. Ama önemli olan, genelde yazarın daha içten ve daha az işlenmiş eserlerini okumayı tercih eden okurun yargısı değil, tatmin olmama ustası yazarın hassasiyetidir. Daha ilk okumada çok çaba sarf etmeden metni bu aşamaya getirebiliyorsam daha da iyi olamaz mı, diye düşünür yazar.
Yeniden yazma –ve yeniden okuma– yorucu olabilir ama aslında yazmanın en keyifli tarafıdır. Bazen keyifli tek tarafıdır. Kafanızda bir “edebiyat” fikriyle yazmaya koyulmak göz korkutucu ve yıldırıcıdır. Donmuş bir göle atlamak gibidir. Ama sonra uğraşılacak, geliştirilecek, düzenlenecek bir şeyler ortaya çıktığında ılık sulara açılırsınız.
Diyelim ki yazdıklarınız bir şeye benzemedi. Ama en azından onarma şansınız var. Daha açık olmaya çalışırsınız. Ya da daha derin. Ya da daha incelikli. Ya da daha ayrıksı. Dünyaya sadık olmaya çalışırsınız. Kitabın daha kapsayıcı, daha inandırıcı olmasını istersiniz. Kendinizi kendinizden çekip almak istersiniz. Kitabı o inatçı zihninizden çekip çıkarmak istersiniz. Nasıl ki heykel mermer kütlesine gömülüyse, roman da zihninize gömülüdür. Onu özgürleştirmeye çalışırsınız. Sayfa üzerindeki berbat şeyleri kafanızda tasarladığınız hale getirmeye çalışırsınız. Cümleleri tekrar tekrar okursunuz. Yazmakta olduğum kitap bu mu? Hepsi bu kadar mı?
Ya da diyelim ki iyi gidiyor; zira bazen iyi gittiği de olur (arada bir öyle olmasa kafayı yersiniz). İşte tam burada dünyanın en yavaş yazan insanı ya da en kötü daktilografı olsanız bile, kelimeler bir dizi halinde kâğıda akar ve devam etmek istersiniz, sonra yeniden okursunuz. Tatmin olmaya cüret edemeyebilirsiniz ama bir yandan da yazdıklarınız hoşunuza gider. Bir bakarsınız ki sayfada gördüklerinizden keyif alıyorsunuz. Bir okurun aldığı keyiftir bu.
Nihayetinde yazmak bir şekilde kendinizi ifade etmek için kendinize verdiğiniz bir dizi izindir. Yaratmak. Sıçramak. Uçmak. Düşmek. Kendinize ait bir anlatma biçimi bulmak, bunda ısrarcı olmak, yani kendi içsel özgürlüğünüzü bulmak. İşi kendini paralamaya vardırmadan kendine karşı katı olmak. Yeniden okumak için sık sık ara vermek. Yolunda gittiğini (ya da fena gitmediğini) düşünmeye başladığınızda hiç bozmadan yazmaya devam etmek. İlhamın dürtmesini beklememek.
Kör yazarlar yazdırdıkları şeyleri yeniden okuyamaz. Belki bu, yazılarını önce kafalarında tasarlayıp sonra kâğıda geçiren şairler için daha az önemlidir (şairlerin kulağı nesir yazarlarına göre daha iyidir). Ama kişinin göremiyor olması metni gözden geçirmediği anlamına gelmez. Milton’ın kızlarının, Kayıp Cennet’in yazıldığı her günün sonunda metni babalarına baştan sona yüksek sesle okuduğu, sonra da babalarının düzeltmelerini not aldıkları hayalimizde canlanmıyor mu? Ama bir sözcük mahzeninde çalışan nesir yazarı her şeyi aklında tutamaz. Yazdıklarını görmesi gerekir. Hatta en üretken yazarlar bile böyle bir hisse kapılabilir (bu yüzden Sartre görme yetisini kaybettiğinde yazarlığının bittiğini duyurmuştur). Heybetli, muhterem Henry James’in Lamb House’taki odasında volta atarak The Golden Bowl’u sekreterine yüksek sesle dikte ettiğini düşünün. James’in son eserini ne güçlüklerle dikte etmiş olabileceği bir yana, 1900 model Remington daktilonun yapacağı gürültü de bir yana, James’in yazılanları yeniden okuduğunu ve bonkörce düzeltmeler yaptığını düşünemez miyiz?
İki yıl önce kansere yakalandığımda sonuna yaklaştığım Amerika’da’ya ara vermek zorunda kaldım. Romanı asla bitirememe korkumdan ve umutsuzluğumdan haberdar olan Los Angeles’taki düşünceli bir arkadaşım, romanın geri kalanının yazılmasında bana yardımcı olmak için izne ayrılıp New York’a gelmeyi ve ihtiyaç duyduğum süre boyunca benimle kalmayı teklif etmişti. Sahi, ilk sekiz bölüm bitmişti (defalarca okunup yeniden yazılmıştı) ve ben sondan bir önceki bölüme başlayacaktım, ayrıca bu son iki bölümün iskeletini eksiksiz bir şekilde kafamda oturtmuştum. Ama yine de onun o ince ve cömert teklifini reddetmek zorundaydım. Bunun nedeni, gördüğüm ağır kemoterapilerin ve bir yığın ağrı kesicinin etkisiyle ne yazacağımı unutacak kadar sersemlemiş olmam değildi. Ne yazdığımı görmeye ihtiyacım vardı, duymak yetmiyordu. Yeniden okuyacak gücümün olması gerekiyordu.
Genellikle okumak yazmaktan önce gelir. Nitekim yazma dürtüsü neredeyse her zaman okumakla alevlenir. Kişiye yazar olma hayali kurduran, okuma ve okuma tutkusudur. Üstelik yazar olduktan çok sonra bile başkalarının yazdığı kitapları okumak –ve sevdiğiniz klasikleri yeniden okumak– kaçınılmaz bir şekilde yazmaktan alıkoyar sizi. Avuntulu, sancılı ama yine de esin veren bir alıkonma.
Elbette her yazar bunda hemfikir değildir. Bir keresinde V.S. Naipaul’e sevdiğim bir on dokuzuncu yüzyıl İngiliz romanından bahsettiğimi hatırlıyorum. Etrafımda edebiyatla ilgilenen herkes gibi onun da hayran olduğunu varsaydığım pek tanınmış bir romandı. Fakat Naipaul bana o romanı okumadığını söyledi, yüzümdeki şaşkınlığı görünce de sert bir şekilde ekledi: “Susan, ben bir yazarım, okur değil.” Acemilik dönemini geçmiş pek çok yazar, çeşitli sebeplerle olabildiğince az okumayı önerir, aslında okumayı ve yazmayı bazı açılardan uyuşmaz bulduklarını öne sürerler. Belki bazı yazarlar için öyledir. Onları yargılayacak değilim. Eğer okuduklarının etkisi altında kalma kaygısından ileri geliyorsa, bence bu boş, sığ bir kaygı. Sebep vakit darlığıysa –gün içindeki saatlerimiz sayılı, kişi okuyarak geçirdiği zamanın yazacağı zamandan çaldığını düşünebilir– bu da benim hiç heves etmeyeceğim bir çileciliktir.
Bir kitapta kendini kaybetmek denen şey boş bir hayal değil, bağımlılık yapan bir gerçekliktir. Virginia Woolf, “Cennet yorulmadan, kesintisiz yapılan bir okuma olsa gerek diye düşünürüm bazen” der bir mektubunda. Kuşkusuz bu işin cennetle ilişkisi, Virginia Woolf’un dediği gibi, “okuma halinin benliği tamamen ortadan kaldırması”ndadır. Ne yazık ki benliğimizi hiçbir zaman bütünüyle kaybedemeyiz. Ama okuma, bu yere göğe sığmaz coşkunluk, bizi benliksiz hissettirecek denli büyüleyicidir.
Nasıl ki okurken kendimizden geçiyorsak, kurmaca yazarken de başka benliklere gireriz, kendimizi kaybettiğimizi hissederiz.
Bugünlerde herkes yazmayı bir tür kendine bakma ya da kendini ifade etme biçimi olarak görmek istiyor. Artık otantik anlamda diğerkâm hissetmeye kabil olmadığımız varsayımıyla, yalnızca kendimize dair yazabileceğimize inanılıyor.
Ama bu doğru değil. William Trevor otobiyografik olmayan imgelemin cüretkârlığından söz eder. Neden kendini ifade etmek için yazdığın gibi kendinden kaçmak için de yazmayasın? Başkalarına dair yazmak çok daha ilginç.
Yarattığım bütün karakterlerin kendimden bir parça barındırdığını söylememe gerek yok. Amerika’da adlı romanımda yer alan Polonya göçmenleri 1876’da Güney Kaliforniya’ya –Anaheim köyü yakınlarına– varıyor, çölde yollara düşüp korkunç, değişken bir boşluk vizyonuna teslim oluyor. Bunları yazarken kuşkusuz 1940’larda Güney Arizona’da –o zamanlar küçük bir kasaba olan Tucson yakınlarında– bir çölde geçmiş kendi çocukluğuma dair bir anıdan esinlenmiştim. Bu bölümün ilk taslağında Güney Kaliforniya’daki saguaro kaktüslerinden söz ediyordum. Üçüncü taslakta istemeyerek de olsa kaktüsleri çıkardım (maalesef Colorado Nehri’nin batısında saguaro kaktüsü bulunmaz).
Yazdıklarım benden başkasıdır. Tıpkı yazdığım şeylerin benden daha akıllı olması gibi. Çünkü yeniden yazma imkânım var. Kitaplarım benim bir zamanlar –bölük pörçük, yarım yamalak– bildiğim şeyleri bilir. Ve yazmakla geçen onca yıldan sonra bile sayfaya yakışacak güzel sözcükler bulmak pek kolay değildir. Hatta yıllar geçtikçe bu iş daha da zorlaşır.
İşte yazmak ile okumak arasındaki büyük fark buradadır. Okumak pratik yaptıkça kaçınılmaz olarak uzmanlaştığınız bir uğraş, bir beceridir. Oysa yazar gün geçtikçe daha çok belirsizlik ve kaygı biriktirir.
Yazarın –en azından bu yazarın– yetersizlik hissi edebiyatın önemli olduğu inancına dayanır. Önemli kelimesi kulağa elbette çok yavan geliyor. Ama bazı kitaplar “zorunlu”dur, onları okurken bir kez daha, belki de defalarca okuyacağınızı bilirsiniz. Edebiyatla ufku genişlemiş, edebiyatla dolup taşmış bir bilince sahip olmaktan daha büyük bir ayrıcalık olabilir mi?
“Zorunlu” bir roman bir bilgelik kitabı, zihinsel oyunbazlık timsali olmalıdır, duygudaşlık yetisini geliştirmeli, (yalnızca bir zihindeki karmaşanın değil) gerçek hayatın sadakatle kaydını tutmalı, tarihe hizmet etmeli, muhalif ve aykırı duyguların sözcüsü olmalıdır...
Gelecekte de bu yüksek edebiyat anlayışını paylaşan okurların olup olmayacağına gelirsek, Duke Ellington’a neden sabah programlarında çalmaya başladığı sorulduğunda yanıtladığı gibi: “Bu sorunun bir geleceği yok.” En iyisi kürek çekmeye devam.
İngilizceden çeviren Kardelen Ayhan
İlgili Başlıklar
yazar
Samuel Johnson
Hikâyeyi beğendiniz mi?
Kaydet
Okuma listesine ekle
Paylaş
Nerede Yayımlandı?

Yaz, Oku, Yeniden Yaz
Yayın & Yazar

Notos Dergi
Uzun ömürlü ve bilinirliği yüksek, dinamik, günü yakalayan edebiyat dergisi Notos'tan özel seçilmiş makaleler iki haftada bir salı günü 17.00'de Aposto'da yayımda.

Susan Sontag
Susan Sontag (d. 16 Ocak 1933 – ö. 28 Aralık 2004) Amerikalı deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen ve insan hakları savunucusu.