aposto-logo
TR
TREN

Duyguların manipülasyonu: Ayvalık Film Festivali’nin ardından

Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin ardından, duyguları harekete geçiren birkaç filmle ilgili toplu bir inceleme.

22 Eylül - Beykoz Kundura - Duende
Beykoz Kundura ile birlikte

Kundura Sinema’da: Eski Hamlet’e Okay Temiz ile yepyeni bir deneyim Sinemanın İlk Divası: Asta Nielsen Sevgili Duende okuru, şehre dönüşünü tamamladıysan ajandalara 21 Ekim ’i not düşme vakti geldi; çünkü Kundura Sinema ’da yeni sezon Hamlet (1921) ile başlıyor. Neler oluyor? Kundura Sinema “Sinemanın İlk Divası: Asta Nielsen” sessiz film seçkisiyle yeni sezonun kurdelesini kesiyor. Beyaz perdenin ilk uluslararası yıldızı, Danimarka asıllı oyuncu ve yapımcı Asta Nielsen’ın kariyerini şekillendiren yedi filmden oluşan seçki, 2023-2024 sezonu boyunca Kundura Sinema’ya yolunu düşürmen için gereken sebepler arasında. Seçkinin ilk filmi Hamlet (1921) , 21 Ekim Cumartesi günü beyaz perdede. Hamlet (1921): William Shakespeare’in ünlü oyununun bu cüretkâr yorumunda; Hamlet bir kadın karaktere, entrikacı annesi tarafından erkek kılığına girmeye zorlanan bir prensese dönüşüyor. Bundan sonrası, Hamlet'in Horatio’ya olan gizli tutkusunu ve aşkı için Ophelia ile rekabetini anlatıyor. Siyah taytı ve peleriniyle ikonik bir görüntü çizen Asta Nielsen, sinema tarihinin de en unutulmaz karakterlerinden birini yaratıyor. Dahası: Caz efsanesi Okay Temiz ’in canlı performansı eşliğinde seyredeceğin bu sessiz klasik, film ve müzik tutkunları kadar Shakespeare’in meşhur metninin diyalogsuz nasıl anlatılabileceğini görmek isteyen tiyatro meraklısı Duende okurunu cezbetmeye hazır. Sınırlı sayıda bilet ve detaylı program burada . Şimdiden iyi seyirler!

Daha fazlasını öğren

Duende

Duende

Her hafta sinema ve müzik evreninden söyleşiler, incelemeler, öneriler, podcast’ler ve keşif notları e-posta kutunda.

Ayvalık bana iyi geliyor. Sebebini festivali övenlerin, sevenlerin dilinden düşmeyen tek sözcükle açıklamak en doğrusu. Çünkü Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin Türkiye’deki en sevdiğim festival olmasında, programdaki filmlerden çok o sözcüğün etkisi var: Samimiyet. İlk kez ziyaret ettiğim 2021’den beri Ayvalık’ta tanıştığım ya da yeniden bir araya geldiğim insanların, kurduğum ya da geliştirdiğim bağların, tattığım bir arada olma hissinin kaynağı sadece katılımcıların kişiliğinden değil festivalin sağladığı samimiyet ortamından kaynaklanıyor. 

Ayvalık Uluslararası Film Festivali | Fotoğraf: Yücel Kurşun

14 Eylül Perşembe gecesi, yeni bir Ayvalık Uluslararası Film Festivali için amfi tiyatrodaydık. Festival direktörü Azize Tan, dillerden düşmeyen o samimiyetin sebeplerini ve sonuçlarını anlattı. Gözlerinde ve her zamanki gibi hızlı hızlı dökülen sözcüklerinde sanki ilk günkü heyecanı vardı. Azize yarışmasız festivalin ilk günden takdim edilen “Yeni Bir…” ödülünün bu yıl “Yeni Bir Senarist” başlığını taşıyacağını söylediğinde ben de heyecanlandım. Ödülü alacak ismi ve filmi bir anda anladığımı düşündüm; yanılmadım. Umut Subaşı, ilk uzun metrajlı filmi Sanki Her Şey Biraz Felaket ile ödüle layık görülmüştü. İlk kez 42. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim ve Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin programında yer aldığını gördüğümde hiç düşünmeden, yeniden izlemek için programıma eklediğim bir filmdi. İstanbul’daki Ulusal Yarışma’da yeni bir şeyler söyleyen, yeni bir anlatım biçimi deneyen ve izleyicisiyle bağ kurabilen tek film olduğunu düşünmüştüm.

Sanki Her Şey Biraz Felaket’le ilgili önümüzdeki haftalarda ve aylarda çok daha fazlasını paylaşacak ve konuşacağız. Fakat bu yazıyı yazarken ve Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde izlediğim(iz) filmlerin bana (bize) hissettirdiklerini bir arada düşünürken, filmdeki bir repliğin toparlayıcı bir işlevi olduğunu düşündüm. Ona yer vermeden de devam edemedim. Sanki Her Şey Biraz Felaket’in dört ana karakterinden Ayşe bir sahnede, sinemaya gitmeyi teklif eden Mehmet’e şöyle yanıt veriyor: “Film izlemeyi sevmem. Duygularımın manipüle edilmesi hoşuma gitmiyor.

Sanki Her Şey Biraz Felaket filminin yönetmen ve senaristi Umut Subaşı, festivalin Yeni Bir Senarist ödülünün sahibi oldu. | Fotoğraf: Okan Erkmen

Ayşe’nin bu cümlesi, dört karakterine de eşit mesafeden yaklaşan ve izleyicisine sadece bir gözlemci işlevi yükleyen ve ne hissedeceğini dikte etmeden kendi duygularını ve tepkilerini seçmesine izin veren bir filmle tezat oluşturuyor. Filmi izlerken kimi yaşadığı ülkenin ya da sürdürdüğü yaşamın tanıdık zorluklarına karşı tetiklenen endişelerinin üzerini kahkahalarla örterken, kimi göz yaşlarını tutamıyor. 

Öte yandan sinemanın duyguları manipüle etmesi, iyi uygulandığında ve iyi başarıldığında sinemanın gücünü ortaya koyan yanlarından biri bana kalırsa. Ne hissedeceğime dair beni yönlendiren; beni ağlatmak, öfkelendirmek ya da rahatsız etmek için dürten filmlerin varlığından mutluyum. Sinemanın itici gücüyle harekete geçirilmeyi seviyorum. Festivallerde ya da izlediğimiz filmlerin çıkışında sıkça kullandığımız tabirlerle tokat atan, karın yumruklayan, perişan eden, gözyaşlarına boğan, nefes kesen, yürek burkan, boğaz düğümleten ya da karında kelebekler uçuşturan, mutluluktan ağlatan, nefes aldıran filmler var. Onlar; duygusal, psikolojik hatta fiziksel olarak bizi etkileyebiliyor. Yusuf Atılgan’ın o ikonik tasvirinde olduğu gibi sinemadan çıkmış insanlar yaratabiliyorlar.

May December | Kaynak: Ayvalık Uluslararası Film Festivali

Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin bir melodramla başlaması bu bağlantıları kurmamı ve festivalde izlediğim filmleri sinemanın duygu manipülasyonu üzerinden düşünmemi kolaylaştırdı. Todd Haynes’in May December filmi, yeni rolü için hazırlanan bir oyuncunun, yirmi yıl önce tabloidlere konu olan ilişkileri ülkeyi sarsmış bir çifti ziyaret etmesini ve huzursuzluğa sebep olmasını konu alıyor. 

Söz konusu ilişki, evli ve üç çocuk annesi bir kadın olan Gracie ve cinsel ilişkiye girdiği 13 yaşındaki bir çocuk arasında; dahası Gracie hapisten çıktıktan sonra evlenmiş ve yıllarını mutlu olduklarına, ilişkilerinin normal olduğuna inanarak geçirmişler. Film, varlık sebebi duygusal manipülasyon sağlayarak izleyiciyi ekran karşısına kitlemek olan pembe diziler ve melodramların biçimsel özelliklerini (tekrar eden müzik kullanımı, abartılı oyunculuklar, meraklı kamera hareketleri…) başarıyla kullanıyor. Bu başarıda Michel Legrand’ın (aslen Joseph Losey’nin The Go-Between filmi için bestelenmiş) filmin karakterlerinden birine dönüşen müzikleri ile Julianne Moore ve Natalie Portman’ın oyunculuk yeteneğinin etkisi büyük. Haynes’in filminde Natalie Portman’ın sırtladığı oyuncu karakterine yöneltilen bir soruyla başlayan ve filmin çok sevdiğim finaline evrilen süreç, sinemanın sadece izleyiciyi değil oyuncuları ya da yaratıcıları da manipüle edebilme gücüne sahip olduğu düşüncesini destekliyor: “Kötü biri olduğunu bile bile bir karakteri neden canlandırmak istiyorsunuz?

Monster | Kaynak: Ayvalık Uluslararası Film Festivali

Sinemadan çıkmış insan demiştik, değil mi? Festivalin ilk gününde izlediğim Hirokazu Kore-eda filmi Monster / Kaibatsu, beni dev bir sinemadan çıkmış insana dönüştürdü ve bana kapısı sokağa açılan sinemaların değerini bir kez daha hatırlattı. Filmde; küçük oğlu tuhaf davranışlar sergilemeye başlayınca ters giden bir şeyler olduğunu fark eden bir anne, sorumlu tuttuğu öğretmene karşı savaş açıyor. Kore-eda’nın üç bölüme ayırdığı anlatı, konuyu üç farklı açıdan ele alarak esas canavarın kim olduğu konusunda tekrar tekrar izleyicisinin kafasını karıştırıyor. Sadece duygularını değil, bakış açısını ve düşüncelerini de manipüle ediyor. 

Kore-eda’nın Farhadi’leştiği, özellikle filminin üçüncü bölümünü sürpriz bir şekilde Lukas Dhont’un Close’una yakınlaştırdığı Monster, aynı zamanda yakın zamanda kaybettiğimiz besteci Ryūichi Sakamoto'nun minimal müzikleriyle destekleniyor. Filmin üçüncü bölümü boyunca sessiz hıçkırıklarım ve dinmek bilmeyen göz yaşlarımla asıl canavar ile onu doğuran düzene kendimce isyan ettim. Ağlarken görülmekle ilgili bir sorunum olmasa da; kimseyle karşılaşmak, kimseyle konuşmak zorunda kalmak istemedim. Kapanış jeneriği akmaya başladığı anda koşarak çıktım Sanat Fabrikası’ndan ve otelime olan on beş dakikalık yolu ağlayarak, sessizce yürüdüm. İyi geldi. Filmin sürprizlerini açık etmemek adına daha detaylı yorumumu bir başka yazıya bırakıyorum.  

Ayvalık Uluslararası Film Festivali mekânlarından Vural Sineması | Fotoğraf: Yücel Kurşun

Monster’daki sessiz çığlıklarıma yan koltuktan şahit olan sinema yazarı Gözde Hatunoğlu, iki film arası sohbetlerimizden birinde Cafer Penahi’nin No Bears’ını övüyor bana. Filmde, İran hükümetinin tüm yasaklarına rağmen sinema yapmaya devam eden Cafer Penahi, gerçek ve kurmacayı iç içe geçiriyor; film içinde film türünde bir film yapıyor. Ne yazık ki programıma sığdıramadığım filmi şöyle anlatıyor Gözde:

Sinemaya âşık, film izleme deneyimine müptela bir izleyici olarak birçok sinemaseverle paylaştığım ortak bir soru yıllardır zihnimde dolaşıyor: Bir yönetmen neden film çeker? Bundan daha çarpıcı bir soru daha var ki yıllardır istese de film çekmesinin önüne türlü engeller konan hatta bu uğurda hapse giren, ülkesinden ayrılması yasaklanan bir yönetmen neden film çekmeye devam eder? İran sineması denince akla gelen ilk isimlerden olan Cafer Penahi’nin son filmi No Bears / Ayı Yok bu sorunun cevabını perdede suratımıza tokat gibi çarpıyor. Gerilla usulü çekilen, yönetmeninin bir yerlerde gizlendiği, oyuncuların ve set ekibininse bambaşka bir yerde filmi var edebilmek için çırpındığı bir süreci bize ulaştıran No Bears, aynı zamanda film içinde film anlatısını da kullanıyor. Ve bunu yaparak da hem teknik olarak hem de anlatısıyla öne çıkmayı başarıyor. Bir yandan günümüz İran’ına bakan bir yandan da sinemayı bir sanat ve başkaldırı yolu olarak ele alan; tüm teknik imkânsızlıklara rağmen başardıklarıyla ve finaliyle izleyiciyi aynı anda yüreği ağzında, öfkeli ve de umutlu kılmayı başaran çok özel bir film.

Emre ve Gözde, iki film arası sohbet ediyor. | Fotoğraf: Yücel Kurşun

Söz konusu belgesel sinema olduğunda, perdedekilerin (büyük ölçüde) gerçekler olduğunu bilmek daha da etkiliyor. Pek tabii ki belgesel sinemanın da duyguları manipüle etmek için uyguladığı teknikler, izlediği anlatım biçimleri olduğunu biliyorum. Kaouther Ben Hania’nın Four Daughters / Les filles d’Olfa filmi de bu teknik ve anlatım biçimlerini ustalıkla kullanan belgesellerden. Tunus’ta dört kızıyla yaşayan Olfa’nın yaşamını profesyonel oyuncular ve gerçek kişileri bir araya geçirerek, onlara hatıralarını hatırlatarak ve anlattırarak izlediği yolda Tunus’ta değişen rejimin kadınlar üzerindeki etkisine tanık oluyoruz. 

Yönetmen kurtların yediği iki kız kardeş ve anıların yükü altında ezilme tehlikesi yaşayan anne yerine iki oyuncuyu yerleştirdiği, diğer iki kız kardeşi ve yer yer anneyi de olduğu gibi bıraktığı bir yeniden-canlandırma yöntemi seçmiş belgesel filmi için. Kadınların özgürlüğünün hepimizin özgürlüğü için ne denli önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum. Saf gerçeğin, saf öfkenin avaz avaz yankılandığı birkaç sahne başta olmak üzere göz yaşlarımı tutmakta zorlanıyorum. Film bittiğinde içimde öfke ve endişe var. Salondan çıktığımda kendimi kaybediyorum. Görünen o ki sadece kendimi değil, filmi aynı salonda izlediğim sinema yazarı arkadaşım Gözde’yi de kaybetmişim. “Neredesin?” mesajıma yanıt olarak şöyle yazıyor: “Emre biz ne izledik ya? Ellerim titriyor durduramıyorum, ağlamaktan boğuluyorum.”

Four Daughters | Kaynak: Ayvalık Uluslararası Film Festivali

Festivaldeki son filmim The Old Oak: İki Altın Palmiye ödüllü, toplumsal gerçekçilik akımının Britanyalı temsilcisi Ken Loach’un son filmi. Gündemdeki göçmenlik ve grev konularıyla çalkalanan bir madenci kasabasındaki son buluşma noktası olan fakat ayakta kalmakta zorlanan pub'ın sahibinin bir göçmenle kurduğu arkadaşlık bağına odaklanıyor. 

The Old Oak'ın izleyicisiyle ilişkisi o kadar yapmacık, film izleyicisini o kadar aptal yerine koyuyor ki festivali bu filmle kapattığım için pişman ve mutsuz oluyorum. Her yirmi dakikada bir olanları özetleyecek birkaç cümleye ihtiyaç duyan ve izleyicisine ne hissedeceğini adım adım dikte eden senaryo, sinemanın duygusal manipülasyonunun her zaman da o kadar iyi çalışmadığını kanıtlıyor. Bunun muhtemelen son filmi olduğunu söyleyen Ken Loach’a hak verdirtiyor.

Inshallah a Boy | Kaynak: Ayvalık Uluslararası Film Festivali

Ayvalık’tan dönüş yolunda, Balıkesir dolaylarındayım. Instagram’da gezinirken, yönetmen ve senarist Can Kılcıoğlu’nun paylaştığı afişi görüyorum. Önceki gece kapanış yemeği nedeniyle izleme fırsatı bulamadığım film, Ürdün’den Amjad Al Rasheed’in Inshallah a Boy / Inshallah walad. Altüst olduğunu yazmış Can. Ona da açıyorum düşüncelerimi; belli ki o da sinema aracılığıyla duygularının manipüle edilmesini sevenlerden. Ürdün’ün şeriat mahkemelerinin miras hukuku gereğince eşinin ölümünün ardından evinden olma tehlikesiyle karşılaşan bir kadının dramını anlatan filmin hissettirdikleriyle ilgili şöyle diyor Can:

“Filmin türü dram olarak geçiyor da, türü bence gerilim. Hatta ölümlerden ölüm beğendiren bir tarz. Hafızama kazınacak, içimde yaşamaya devam edecek bir film oldu. Ortadoğu, şeriat ve kadın hikâyeleri gibi bıçak sırtı ve nefes daraltan sınırlarda gezinen bir işi oryantalizm tuzağına düşmeden anlatabilmiş yönetmen. Senaryo ve tüm karakterler öyle derin, üç boyutlu ve ustaca anlatılmış ki seyirci sadece birkaç erkek karaktere indirgenen yüksek bir öfke yaşamaktan çok sisteme isyan ediyor. Bağıra çağıra… Boğazımıza bir yumru saplanıyor. Kolay kolay da geçmiyor. Ama filmin tüm bu karanlık, sisli, iç boğan atmosferine rağmen kadın dayanışmasının yarattığı o inatçı umudu sürdürmesi de biraz nefes almamızı sağlıyor.”

Teachers’ Lounge | Kaynak: Ayvalık Uluslararası Film Festivali

Tüm bunları düşününce sinemanın duygusal manipülasyonunu iyi yapıldığı takdirde sevdiğimi fark ediyorum. Ağlamak isteyip ağlayamadığımda açıp dinlediğim bazı şarkılar olduğu gibi açıp izlediğim sahnelerin de olduğunu hatırlıyorum. Duygularımızı harekete geçirmek için sinemanın yönlendirmesine, toplumsal dayanışmanın ihtiyacı olan kıvılcımı bulmak için sinemanın öfkelendirmesine ihtiyacımız olması kötü bir şey değil belki de. Bu anlamda yönetmenlerin sinemanın tüm enstrümanlarını bir araya getirerek; hatta film küratörü ve festival direktörlerinin farklı filmleri bir araya getirerek birer orkestra şefi işlevi gördüğünü söylemek mümkün. Aynı anda hem filmlerini ve festivallerini hem de izleyiciyi yöneten birer orkestra şefi. 

Verdiğim benzetme İlker Çatak’ın filmi The Teachers’ Lounge / Das Lehrerzimmer’daki güçlü bir imgeyi aklıma getiriyor. Okulundaki hırsızlık olayı sonrasında bir öğrencisi suçlanan, fakat esas suçlunun okul çalışanlarından biri olduğundan şüphelenen bir öğretmenin ikilemlerini ve seçimlerini konu alan bir film. Orkestral bir müziğin eşlik ettiği, öğretmenin öğrencilerine karşı bir orkestra şefi gibi kollarını açtığı bir sahneyle başlıyor. Festival dönüşü bu yazının kapağı için seçtiğim, Yücel Kurşun imzalı fotoğrafı görüyorum: Ayvalık Uluslararası Film Festivali direktörü Azize Tan, festivalin açılış gecesinde izleyicisine doğru açmış kollarını. Festival boyunca birlikte gülecek, ağlayacak, öfkelenecek izleyicisini yönlendiren bir orkestra şefi gibi... Gülümsüyorum.

Hikâyeyi paylaşmak için:

Kaydet

Okuma listesine ekle

Paylaş

Duende

Duende

Her hafta sinema ve müzik evreninden söyleşiler, incelemeler, öneriler, podcast’ler ve keşif notları e-posta kutunda.

İLGİLİ BAŞLIKLAR

Ayvalık Uluslararası Film Festivali

Ayvalık

Türkiye

Yücel Kurşun

Umut Subaşı

Sanki Her Şey Biraz Felaket

İstanbul Film Festivali

Okan Erkmen

NEREDE YAYIMLANDI?

DuendeDuende

BÜLTEN SAYISI

🌬️ Ayvalık’ta duygusal dakikalar, yeni sezona film önerileri

Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde farklı duyguları harekete geçiren, birçoğu Filmekimi ile İstanbul’a da uğrayacak filmlerden izlenimler.

22 Eyl 2023

Beykoz Kundura ile birlikte
Ayvalık Uluslararası Film Festivali | Fotoğraf: Okan Erkmen

YAZARLAR

Emre Eminoğlu

1987’de İstanbul’da doğdu. Sabancı Üniversitesi Üretim Sistemleri Mühendisliği lisans ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi yüksek lisans programlarından mezun oldu. Sinema, kültür ve sanat yazarı ve editör olarak çalışıyor.

Duende

Her hafta sinema ve müzik evreninden söyleşiler, incelemeler, öneriler, podcast’ler ve keşif notları e-posta kutunda.

İLGİLİ OKUMALAR

;