Kamera Arkası

Müzik, şiir ya da diğerleri olmadan var olamayacak “yedinci sanatın”, kendisinden önce gelen, geleneksel güzel sanatlarla süregelen ilişkisinin farklı kesişim kümeleri.

4 Hikâye

Kurmaca mı gerçek mi?

Herhangi bir eve rahatça girebilir misiniz? Elinizde yazı yazabilecek herhangi bir araç varsa, neden olmasın! Hikâye anlatımının gücü, edebiyatta ve sinemada gerçeklerden kaçış işlevi gören fantastik dünyaların kapılarını açıyor. Fakat asıl ilginç olan, hiçbir fantastik unsura yer vermeden, farklı bir boyuta ya da evrene geçmeden de kurmaca ve gerçeği karıştırabilmesi, okuyucu ya da izleyici rolündeki bizleri herhangi bir evin kapısından içeri rahatlıkla sokabilmesi. Gerçeklerden kaçış: Fantastik edebiyatın sıkça başvurduğu kaçış akımı (eskapizm), yüzyıllardır özellikle çocukların merkezde olduğu hikâyelerde alternatif bir gerçeklik yaratmış, kahramanlarının zihnin içinde hayatın acı gerçeklerinden uzak, farklı bir dünyanın kapılarını açmış. Birçok peri masalının yarattığı bu kaçış dünyasını, çocuk edebiyatında Alice Harikalar Diyarında ve Peter Pan gibi oldukça popüler örneklerin sürdürdüğünü söylemek mümkün. Bu tür kaçışlara sinemada rastlamak da öyle - kimi zaman fantastik edebiyatın klasik ya da modern bir örneğinin uyarlaması olarak, kimi zaman özgün bir senaryoyla... Aklıma son yıllarda benim için de kaçış kapıları açmış filmler geliyor hemen: El laberinto del fauno / Pan’s Labyrinth ’in (2006, Guillermo del Toro) Franco rejiminin ve üvey babasının zulmünden fantastik bir dünyaya kaçan küçük Ofelia’sını, Big Fish ’in (2003, Tim Burton) oğlundan uzak kalışının bahanesi olarak rengârenk maceralar kurgulayan babasını, Life of Pi ’ın (2012, Ang Lee) hayatta kalmak için göğüs gerdiği inanılmaz zorlukları hayvanlarla süsleyen Pi’ını ve A Monster Calls ’un (2016, J.A. Bayona) annesinin hastalığı sırasında bir ağaç canavarıyla konuşmaya başlayan Conor’ını düşünüyorum. Bu fantastik hikâyeler ve bıraktıkları tatlı hatıraların yeri çok ayrı, evet. Fakat benim için asıl büyüleyici olan, hiçbir fantastik öğeye yer vermeden yazmanın gücünü hayatın içine yediren, okuyucusuna ya da izleyicisine neyin kurmaca neyin gerçek olduğunu (hatta belki kendi akıl sağlığını) sorgulatmaya başlayan hikâye ya da filmler. Evde: François Ozon’un Dans la maison / In the House (2012) filmi, son yıllarda kurmaca ve gerçek arasındaki sınırları güpegündüz sarsan filmlerin belki de en iyisi. Bir lisede edebiyat öğretmenliği yapan Germain, öğrencilerinden hafta sonunu nasıl geçirdiklerini birer denemeyle anlatmalarını istediğinde, onlarca başarısız ödev arasında biri ilgisini çeker ve Germain, öğrencisi Claude ile özel olarak çalışmaya karar verir. Hikâye anlatımı ve yazma derslerinde Claude arkadaşının evinde yaşadıklarını anlattıkça yaşanmış olanlar kurmacaya, öğrencinin deneyimleri öğretmenin fantezilerine karışmaya başlar. Hikâyenin gücü: Ozon’un bir diğer filmi Swimming Pool (2002) inzivaya çekilen bir yazarın yaşadıklarının gerçekliğini, yazlık bir evde bir araya getirdiği iki zıt karakter üzerinden sorgulatır. Ünlü senarist Charlie Kaufman, Adaptation. ’da (2002) sinemaya uyarlaması için kendisine teslim edilen bir romanı; kendisinin, hayalî ikiz kardeşinin, yazarın ve roman karakterlerinin başrollerde olduğu bir karmaşaya dönüştürür. Joachim Trier, başarılı birer yazar olma hayali kuran ve roman taslaklarını aynı anda postaya veren iki yakın arkadaştan birinin ünlü bir yazara, diğerinin hayal kırıklığına dönüştüğü Reprise (2006) ile sadece olanı anlatmakla yetinmez, olmayanlarla, olabilecek olanlarla ve olması hayal edilenlerle iç içe geçirir. Laurent Cantet’in L’atelier / The Workshop ’u (2017) benzer bir gerilimi Güney Fransa’daki bir yazarlık atölyesinde, tasvir ettiği şiddet sahneleri fazla gerçek, katile duyduğu empati fazla inandırıcı olan bir genç yazarla atölyenin eğitmeni arasında yaratır. Avrupa sinemasından çıkan ve hikâye anlatımının gücünü vurgulayan bu birbirinden oyunbaz filmlerin hepsinin merkezinde birer yazarın olması tabii ki tesadüf değil. Bu yazı 22 Ocak 2021 tarihinde Duende'de yayımlanmıştır.

Kurmaca mı gerçek mi?

Mart 10, 2021

·

Makale

Bir filmi duymak

Her film, görsel olduğu kadar işitsel de bir yolculuk. Kimi zaman filmlerin hikâye, görüntü ve performanslarından rol çalan film müzikleri, bunun en büyük kanıtı belki de. John Williams ya da Hans Zimmer isimlerini, bu yazıyı okuyan birçok kişinin daha önce duymuş olduğuna eminim — peki ya 7 Oscar ödüllü Gary Rydstrom ya da 21 Oscar adaylığı bulunan Kevin O’Connell ’ı? Bir filmin işitsel donanımında, çoğu zaman film müziklerinin gölgesinde kalan, yüzlerce kişinin kolektif çalışmasının ürünü bir alan da olduğunu unutmamak gerekiyor: Ses tasarımı , ses miksajı, ses kurgusu, setteki diyalog kayıtları, günlük ses efektlerinin post-prodüksiyonda yeniden üretimini kapsayan foley sanatı ve her biri kendi alanında uzmanlık gerektiren birçok farklı ögeden oluşuyor. Davul sesleri: Ses tasarımının bir filmdeki etkisinden söz edildiğinde çoğumuzun aklına gösterişli işlerin gelmesi çok normal. Son yıllarda, sinemanın işitsel gücünü en iyi şekilde kullanan yönetmenlerden Christopher Nolan ’ın The Dark Knight (2008), Inception (2010) ve Dunkirk (2017) gibi filmlerinin ya da 2010’lar sinemasını en iyi yansıtan film olduğunu düşündüğüm Mad Max: Fury Road ’un (2015) bu alandaki başarısından etkilenmemenin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Aynı zamanda ses efektleri ve bilhassa davul seslerini gereğinden fazla kullanan "gürültülü" filmlerin iyi ses tasarımıyla karıştırılması da oldukça yaygın. A Quiet Place, 2018 Kaynak: The New York Times Sessizliğin sesi: Benim de iyi ses tasarımı dendiğinde Mad Max: Fury Road ’a olan hayranlığım nedeniyle zihnimde çöllerin ortasında tozu dumana katarak ilerleyen büyük modifiye araçların üzerinde, davul sesleri eşliğinde elektro-gitar çalan çılgın insanlar imgesinin belirdiğini inkâr edemeyeceğim. Fakat iyi ses tasarımının etkisi, çok daha mütevazı ve minimal filmlerde, belki de o gösterişli işlerde olduğundan da çok hissediliyor. Bu durumun örnekleri çoğu zaman bağımsız sinemada karşımıza çıksa da 2018 yılındaki bir ana akım film de sessizliğin sesini çarpıcı bir gerilim unsuru olarak kullanarak bende iz bırakanlardan: A Quiet Place (2018). Tüm dünyanın uzaydan gelen, gözleri görmeyen ve yalnızca ses dalgalarıyla avlanan yaratıklar tarafından tehdit altında olduğu bir yakın gelecekte geçen bu filmde, hayatta kalmanın tek yolu, olabildiğince sessiz olmak. Sessizliğin hâkimiyetinde geçen filmin kahramanları için en ufak çıtırtı ve fısıltı, hayatî önem taşıdığından, film en az gözlerle olduğu kadar kulaklarla da izleniyor. A Quiet Place ’in başarısı, filmin henüz vizyonda olduğu günlerde A Quiet Place Part II (2020) için çalışmalara başlanmasını sağlamıştı. Ortaya en az ilki kadar diken üstünde izlenen, klasik korku filmlerine referanslarla dolu ve ses tasarımıyla yine olağanüstü bir iş ortaya koymuş bir devam filmi çıkmış olması, sevindirici olduğu kadar şaşırtıcı. Ana akım sinema ve korku janrından haz etmeyenler için benzer bir gerilimi yine çoğunlukla ses üzerinden yakalayan ve ses tasarımıyla öne çıkan, uzaylı-dünyalı çatışmasını ırkçı bir eksende ele alan, Meksika-ABD sınırındaki bir "insan avı"nı anlatan Desierto ’yu (2016) önerebilirim. Air Conditioner, 2020 Kaynak: MUBI Şehrin sesleri: Ses tasarımı alanındaki başarısıyla öne çıkan bağımsız yapımlar arasında, şehrin seslerini yansıtan filmler önemli bir yer tutuyor. Yıllar önce, Metin Akdemir ’in kısa belgeseli Ben Geldim Gidiyorum ’un (2011) filme adını veren cümleyi markası hâline getirmiş sokak satıcısı ve Fatih Akın ’ın Crossing the Bridge: Sounds of Istanbul (2005) belgeselindeki şehrin müzikal mozaiğini oluşturan onlarca sanatçıyla aynı zamanlarda tanışınca yaşadığım şehrin sesleri üzerine düşünme fırsatı yakalamıştım. “ Ben geldim, gidiyorum, ” cümlesi 2018’de, Giulia Frati ’nin belgeseli Istanbul Echoes ’da (2017) bir kez daha karşıma çıktı. Bu kez İstanbul’un soundtrack ’inin bir parçası olan simitçiler, poğaçacılar, yorgancılar, perdeciler, hurdacılar, midyeciler ve nicesinin seslerinin yanına, akbil , vapur, zabıta ve tabii inşaat sesleri de ekleniyordu. İçinde yaşadığımız şehrin seslerini sinemadaki yansımalarıyla görmek bir yana, sinema, hiç tanımadığımız şehir, kasaba ve köylerin de seslerini duyarak onlarla bir bağ kurmayı mümkün kılıyor. Türkiye sinemasında Reha Erdem , bunu büyülü bir gerçeklikle, tekinsiz seslerle dönüştürülmüş şehir ve kasabalar üzerinden yapıyor. Gabriel Mascaro 'nun August Wind s 'i (2014), Brezilya'da hindistan cevizi tarlaları, deniz ve rüzgâr arasında hapsolmuş gençlerin içinde kopan fırtınaları, köyü ziyaret eden bir ses tasarımcısının kulağından duymayı sağlıyor. Angola Cumhuriyeti filmi Air Conditioner (2020), gizemli bir şekilde şehirdeki klimaların binalardan düştüğü tuhaf ve sıcak bir günde, patronunun klimasını kurtarmaya çalışan bir işçinin şehrin kaosuyla imtihanını konu alıyor. Pandeminin ortasında izlediğim bu filmin ses tasarımı, başkent Luanda'nın trafik, jeneratör, insan ve inşaat sesleri aracılığıyla beni alıp şehrin özlediğim kaosu ve sesleri içine götürmesi, bu alandaki başarısının bir kanıtı âdeta. John Krasinski ’nin bir kez daha yönetmen koltuğunda oturduğu A Quiet Place Part II , Türkiye’de bugün vizyona giriyor. Angola Cumhuriyeti yapımı, Fradique imzalı Ar Condicionado / Air Conditioner ise 20 Temmuz ’da MUBI’de erişime açılacak. Editörün notu: Duende okurlarına özel bu bağlantı üzerinden 30 gün boyunca MUBI’yi ücretsiz deneyebilirsiniz.

Bir filmi duymak

Temmuz 16, 2021

·

Makale

Bağımsız sinemanın yeni dostu: Akıllı telefonlar

Bundan 15 yıl önce hayatımızda olmayan akıllı telefonlar, bugün vazgeçilmez bir parçamız olmuşken, hayatın bir uzantısı olan sinemanın da akıllı telefonlara kayıtsız kalması pek tabii ki mümkün değildi. Birçok filmde akıllı telefonlar, çeşitli uygulamalar ve sosyal medya, sahneye fon oluşturmanın ötesinde bugün başlı başına bir anlatım aracı, sinema dilinin bir parçası, sahnelerin kilidi hâline gelebiliyor. Fakat konumuz bu değil. Akıllı telefonların her yeni modelinin lansmanı sırasında özellikle kamera ve lens özelliklerinin üzerinde durulduğu dikkatinizi çekmiştir. Hatta kimimizin “Telefonumda bu kadar iyi bir kamera taşımaya neden ihtiyacım var?” diye sorguladığı, “Film mi çekeceğim?” diye düşündüğü olmuştur. Evet? Neden olmasın? Özgürlük ve tasarruf: Olumsuz eleştiriler aldığı için adını duymamış olabilisiniz fakat Ricky Fosheim ’ın Uneasy Lies the Mind (2014) filmi, tamamı iPhone kullanılarak çekilmiş ilk uzun metrajlı film olma özelliği taşıyor. Tabii ki öncesinde reklam filmleri, birçoğu bizzat Apple tarafından fonlanmış kısa filmler mevcut. Hatta çekimleri sırasında kısmen iPhone kullanılmış filmler de: Super8 kamera kullanırken parası tükenen yönetmenin bir iPhone uygulaması sayesinde kalan sahnelerde aynı etkiyi yakaladığı, Oscar ödüllü belgesel Searching for Sugar Man (2012) gibi. Yönetmenlerin cebe sığan bir cihazla film çekebilir hâle gelmesinin en büyük avantajı, gerekli alan ve ekipmanın, dolayısıyla bütçelerin azalması. Kısa film Romance in NYC ’i (2014) iPhone 6 ile çeken yönetmen Tristan Pope , şöyle diyor : “ Metro, mağazalar ya da restoranlar gibi birçok kalabalık yerde çekim yapabildik. O kadar az alan işgal ediyor, o kadar az kişiyi rahatsız ediyor, geride o kadar az iz bırakıyorduk ki kimsenin ruhu duymadı. Ağır ekipman ya da lens değişikliklerinin ortadan kalkması özgürleştiriciydi. ” Tangerine: Akıllı telefonlarla çekilmiş filmleri bir deney olmaktan çıkaran ilk başarılı yapım ise Sean Baker ’a ait: Tangerine (2015). Yılının en çok ödüllendirilen bağımsız yapımlarından biri hâline gelen film, bir ay hapis yattıktan sonra dışarı çıkan seks işçisi Sin-Dee Rella’nın ( Kitana Kiki Rodriguez ), arkadaşı Alexandra'yla birlikte ( Mya Taylor ) Hollywood’un arka sokaklarının altını üstüne getirerek, kendisini aldattığını öğrendiği erkek arkadaşının peşine düşmesini anlatıyor. Trans oyuncuların görünürlüğü açısından da film endüstrisinde önemli bir adım olan Tangerine , baştan sona üç adet iPhone 5s kullanarak çekilmiş ve yalnızca 100 bin dolarlık bütçesine karşılık, gişede 940 bin doları aşkın gelir elde etmiş. Filmin başarısının ve dinamizminin sırrı, üç ayrı cihazdan, çeşitli uygulamalar ve mobil anamorfik lensler kullanılarak elde edilen görüntülerin başarılı bir kurgu çalışmasıyla birleştirilmesi. Hâlâ filmin ne denli önemli olduğuna ikna olmadıysanız, bir bilgi daha ekleyeyim: Akademi’nin bu yıl Los Angeles’ta açacağı Akademi Müzesi, yönetmen Sean Baker ve görüntü yönetmeni Radium Cheung ’un çekimlerde kullandığı üç iPhone’dan birini satın alarak koleksiyonuna eklemiş. Tangerine (2015, Sean Baker) Kaynak: techradar.com Ve Soderbergh iPhone’u keşfetti: Yapımcı ve Oscar ödüllü yönetmen Steven Soderbergh , Tangerine ’in başarısını örnek alıp bu deneyi devam ettirenlerden, kendi sinema diline uygulayanlardan biri. Yönetmenin gerilim filmi Unsane (2018), iki yıl boyunca kendisini takip ve rahatsız eden bir erkekten kaçarak başka bir şehre taşınan Sawyer adlı kadının ( Claire Foy ), psikolojik yardım almak istediğinde isteği dışında bir akıl hastanesine kapatılmasını konu alıyor. Soderbergh , filmin tamamını 10 günde, hemen hemen tek mekânda, bir iPhone 7 Plus kullanarak çekmiş ve filmin 70’ler korku sinemasını hatırlatan, 16mm filmleri anımsatan kumlu görünümünü çeşitli telefon uygulamaları kullanarak sağlamış. Hemen ertesi yıl, Unsane ’in aksine tek mekânda değil, dünyanın en kalabalık metropollerinden birinde, New York’ta çekilen High Flying Bird (2019) bu kez iPhone 8 Plus ile, 13 günde çekilmiş. Film, spor menajeri Ray’in ( André Holland ) 72 saat içinde, genç bir bir basketbol oyuncusunu kullanarak basketbol ligi yönetimine ve sisteme karşı koyduğu zekice bir oyunu konu alıyor. Soderbergh ’in iPhone ile çektiği filmlerin başarısıysa, Baker’ınkinin aksine kurguda değil, kamerayı kullanımında saklı. Unsane ’deki gibi farklı uygulamalarla yaratılan görünüm ya da hâlihazırda klostrofobik olan ortamı daha da etkili hâle getirmek için kullanılan açı, filtre ve efektler, High Flying Bird ’de bir basketbol maçını seyircinin kamerasından izlettirmek gibi fikirler bunlardan bazıları. Steven Soderbergh filmi Unsane , 1 Mayıs’ta MUBI’de erişime açıldı. Duende okurlarına özel bu bağlantı üzerinden 30 gün boyunca MUBI’yi ücretsiz deneyebilirsiniz.

Bağımsız sinemanın yeni dostu: Akıllı telefonlar

Mayıs 7, 2021

·

Makale

Siyah-beyaz hayaller: Modern filmlerde siyah-beyaz sinematografi

Siyah-beyaz filmlerin eski, sıkıcı ya da çağ dışı olduğu yanılgısı birçokları gibi bir dönem beni de etkisi altına almış, ön yargımı yıkan film ise, En İyi Film Oscar’ı başta olmak üzere birçok ödüle uzanan The Artist (2011) olmuştu. Film sadece siyah-beyaz görüntüleri değil, sessiz sinema geleneğini de 21. yüzyıla taşımış, bunu yapan ne ilk ne de son film olsa da, o ana kadarki en popüleri olmayı başarmıştı. 2010’lar, belki de The Artist sayesinde, siyah-beyaz filmlerin çok daha gündemde olduğu, daha az yadırgandığı ve geride muazzam görüntüler bıraktığı bir dönem oldu. Başta geçtiğimiz haftalarda yayımlanan David Fincher filmi Mank (2020) olmak üzere, bu yıl da siyah-beyaz sinematografi açısından oldukça verimli geçiyor. Cold War (2018, Pawel Pawlikowski) İkonik ve nostaljik: Modern çağın siyah-beyaz filmlerini iki temel kategoride incelemek mümkün. Dönem filmlerinden oluşan ilk grubun amacı, aslında tam da ön yargıların korkusuzca üstüne gitmek. Bu filmler, bilinçli olarak eskiyi ve geçmişi, nostaljik ve retro olanı çağrıştırıyor; görüntüleriyle de izleyicilerini anlattıkları döneme taşıyor. Alfonso Cuarón’un Roma (2018), François Ozon’un Frantz (2016) ve Michael Haneke’nin The White Ribbon / Das Weiße Band (2009) filmleri bu türün örnekleri arasında. Kişisel favorim ise Polonyalı yönetmen Paweł Pawlikowski ve görüntü yönetmeni Łukasz Żal’ın iş birliğinin ürünü Cold War / Zimna wojna (2018). Żal, yine bir siyah-beyaz dönem filmi olan önceki işleri Ida ’nın (2014) ardından bu iş birliğinde tekrara düşmekten korktuğunu söylese de ekliyor : “ Ancak Polonya'nın griliği bunu talep ediyordu. Siyah-beyaz daha ikoniktir. Kendi dünya yorumunuzu oluşturmanıza olanak tanır. ” Kompozisyon ve estetik: İkinci grubun ise geçmişle hiçbir ilgisi yok. Günümüzde geçen bu filmler, akıllı telefon ve bilgisayar ekranlarını perdeye (ya da akıllı telefon ve bilgisayar ekranlarına) siyah-beyaz olarak taşıyorlar. Yönetmenler ve görüntü yönetmenleri, siyah-beyaz sinematografi tercihlerini tamamen estetik kaygılarla, renkleri değil kompozisyonu öne çıkarma, görüntülerin renklerinin karakterlerin ve hikâyenin renklerinin önüne geçmesine engel olma istekleriyle açıklıyor. Noah Baumbach’ın Frances Ha ’sı (2012) örneğin, karakterinin rengârenk kişiliğini ve yitirmediği çocukluğunu New York’un kaosundan siyah-beyaz bir filtreyle ayrıştırıyor. Jan-Ole Gerster'in Oh Boy / A Coffee in Berlin ’i (2012), Berlin’in ışıltısını bir kenara bırakarak karakterinin melankolisine odaklanıyor. ABD’nin yollarında geçen baba-oğul ve yol hikâyesi Nebraska ’ nın (2013) yönetmeni Alexander Payne ise şöyle diyor : “ Siyah-beyaz sinemayı sadece ticari kaygılarla terk etti. Oysaki fotoğrafçılık sanatını hiç terk etmedi. ” Mank (2020, David Fincher) En yeni siyah-beyazlar. Modern siyah-beyaz filmlerin en yenisi Mank (2020) ilk gruba dâhil. Fincher bizi Hollywood’un altın çağına götürüyor; film, Herman J. Mankiewicz'in yazdığı senaryo 21. yüzyılın başyapıtlarından birine, Citizen Kane’e dönüşmeden önceki dönemde geçiyor. Orson Welles ve egosundan mümkün olduğunca uzak duran Mank , dönemin politik atmosferini, Hollywood stüdyolarının toplumsal dengeleri ve siyaseti nasıl etkilediğini gösteriyor. Erik Messerschmidt'in siyah-beyaz görüntüleri ise Hollywood’a dair bu Hollywood filmini dönemin ruhuyla, tekniğiyle ve tarzıyla yansıtıyor, stüdyoların altın yaldızlarını ve parlak yıldızlarını griye boyuyor. Son dönemde siyah-beyaz hayaller kuran ve kurduran filmler Mank ’le de sınırlı değil: New York’ta kırk yaşındaki siyah bir kadın senaristi konu alan The Forty-Year-Old-Version (2020) ve Andrey Konchalovskiy'nin 1960'ların Sovyetler Birliği'nde bir katliam gününe odaklandığı Dorogie tovarishchi / Dear Comrades! (2020) kaçırmamanız gerekenler arasında.

Siyah-beyaz hayaller: Modern filmlerde siyah-beyaz sinematografi

Mart 10, 2021

·

Makale