Mahalle Mahalle: İstanbul

Çukurcuma'dan Suadiye'ye, oradan buraya. İstanbul'un mahallelerini mahallelilerinden dinliyoruz.

5 Hikâye

"Dolapdere'de villalar, siteler yok. Camdan cama muhabbetler, turşucular, günaydınlar ve filozoflar var."

Trafik. Baki. Bahriye Caddesi 'nin fırını önünde sıkışınca ekmek kokuları doldu arabaya. Kırmızı, yeşile dönüp durdukça ilerliyoruz olduğumuz alanda. Yüzüme sıcak ve asfalt çarpıyor. Ufuk, Sururi Parkı 'nı geçtikten sonra biraz daha açıldı. Ne güzel isimler: Bahriye Caddesi, Sururi Parkı. "Geç kaldım, kalıyorum, kesin kalacağım," endişelerini bir kenara bırakıp sağımda ve solumda yükselen binaları izlemeye başlıyorum. Eski yıllarda havaalanından dönerken gece yarısı açık manavlarından limonu, şeftaliyi kese kâğıdına doldurmak için durakladığım; tamponunda "Kaderimsin" yazılı, ışıltılı arabalarıyla fiyaka atan mahallenin gençlerine denk geldiğim Kasımpaşa 'dan Dolapdere'ye uzanan yolda, şimdi Sheraton Otel, Yargıcı Genel Merkezi, Shopi go binası, Dirimart Galerisi, Evliyagil Müzesi, Pilevneli binaları dikili. Lastiklerin sergilendiği kaldırımların cansız mankenler dizili vitrinlerle birleştiği kavşakta, dadaist bir şeyler oluştuğunu düşünmeye başladığım noktada "Tamam," diyorum. "Geldik." Sağda, siyah boyalarla futbol topuna benzetilmeye çalışılan plastik top, araba altına kaçtığı için ağlayan çocuğu geçince Çin Lokantası'nın yanında ineyim. Arkadakiler kızmasın, korna velvelesi başlamasın diye ani bir hamleyle çıkıyorum. Başındaki hasır şapkasıyla güneşten korunmaya çalışan oğlan "May I?" diyerek tutuyor kapımı. Sonra da henüz boşalttığım koltuğa oturup kırık Türkçesiyle "Gayrettepe lütfen," diyor. Pek centilmen. Durup dururken cinsiyet atamış oldum. Kibar... Birey? Dolapdere'nin eklektik kozmopolitizmine hoş geldim. Dedesi semtin ilk sakinlerinden olan Rinaldo Marmara 'nın kaleme aldığı Pangaltı (Pancalti) kitabında, 1860'larda mahalleye yerleşen, İtalya'dan gelen göçmen Giovanni Battista Pancaldi 'den adını alan Pangaltı ve başlangıçta küçük bir Rum köyü olan, Rumca "at ahırları" anlamına gelen Tatavla , bugünkü adıyla Kurtuluş mahallelerinin kapı komşusu, Dolapdere sokaklarındayız bugün. Hah! Ali (Özbatur) de geldi! Panayia Avangelistria Kilisesi'nin çanları bizim için çalar mı diye beklerken arabalar üstünden geçsin de çiğnesin diye yola serilen halıların olduğu sokaklarda gezeceğiz. Zil yerine "Çekilin!" diye bağıran çocukların arasından ilerleyip mural 'lere, tag 'lere, pencereler önündeki ortancaları çevreleyen ferforje korkuluklara bakarak yürüyoruz şimdi. "Aliiii, eve gel!" diye bağırıyor bir başka Ali'nin annesi. Gazozu sağ elinde, sol eli cebinde, arkadaşlarına "Bay bay!" dedikten sonra sesin geldiği yöne ilerliyor öbür-Ali. "Acaba şu 1855 yılında siyasi sığınmacı olarak ülkesinden ayrılarak İstanbul'a yerleşen Polonyalı şair Adam Mickiewicz'in evi mi?" diye soruyorum. "Hayır. O Tatlı Badem Sokak 'ta," diye mahallenin ünlülerini anlatıyor bize bizim-Ali. Ali (solda) ve oto yıkamacı Mehmet Abi Ali, 5 yıldır Dolapdereli. Taşındığı yıllarda Arter binası, Pilevneli Galerisi , Dirimart henüz yok. Sabah beşte kapıda kaldığı için balkonundan kendisininkine atlamak isteyen komşusu; mahalleli delikanlılar arasında sık sık çıkan kavga sesleri; camdan cama, sigara eşliğinde gıybet saatleri; "Gel bir çayımızı iç, içini dök," diyen oto tamircisi Mehmet Abi var. Neden buradasın Ali? Başlıyor sohbetimiz. Ali'nin müdavimi olduğu Kurtuluş'la Dolapdere'yi bağlayan Eşref Efendi Sokak 'ta Kot Sıfır 'dayız şimdi. "Aile evinden çıkmayı planlıyordum. Uzun yıllar Gümüşsuyu 'nda yaşadım. Beyoğlu luyum. Okula orada gittim. Gençliğimle ilgili ilk anılarım Pera sokaklarında. Dersten çıkardık. Tophane 'de adam bıçaklanırdı, onu hastaneye götürürdük. Keşmekeş hayata alışkınım. Bakınmaya başladım. Nerede yaşarım? Cihangir 'de ev tutsam, iki gün sonra 'Bu bina yıkılacak, çıkın,' diyecekler; evim, elimde kalacak. Gayrettepe , Balmumcu 'da biraz daha uygun fiyatlı evler var. Ama yok. Gitmek istemedim oralara. Birçok kültürün ortasındaki Dolapdere çıktı karşıma. Mahalle hayatına sahip ama steril değil. Bir tarafı tanıdık, bir tarafı canlı. Oto tamircileri ve inşaat alanları ortasında, o zamanki okulum İstanbul Bilgi Üniversitesi var mesela. Yürüdüm, bakındım. Oldu. Dolapdere'ye taşındım. İlk zamanlarımda yeni yer korkusu vardı. Burada birey olarak kendimi ne kadar dışa vurabileceğimi bilemiyordum. Kapalı bir mahallecilik olduğunu, dışarıdan gelenin kabul edilmeyeceğini sanıyordum. Alakası yokmuş. Şimdi Dolapdere'nin herkesi kucaklayabilecek bir çorba olduğunu düşünüyorum. 90'lar jenerasyonunun içine doğduğu bir hayat tarzı var burada. Manavın 'Günaydın,' der, 'Fırından taze çıktı ekmek,' diye seslenirler arkandan. Masalar, sandalyeler, çocuklar, kucağa açılan piknikler, müzik, zaman zaman kütüphaneler sokağa taşar. Kapı önü sohbetleri vardır. İçeride yan gözle dizi izlenirken sigara tüttürülür mesela, çekirdek çitlenir. Tenekede ateş yakılır ve etrafında muhabbet edilir. Bir yerden bir yere giderken merhabalaşıp çay içilir. Bizim mahallenin oto tamircisi Mehmet Abi, sabahları 'Gel, börek yiyelim,' der. Fill 'e uğrarım. Serkan Abi 'yle felsefe konuşuruz. Geçenlerde keyfim yoktu bir gün. Mehmet Abi çok zorladı. 'Gel, otur,' diye. Ben kaçmaya çalıştıkça 'Otur be,' dedi, çayı söyledi o sırada. Havadan sudan konuştuk. Üstü kapalı, içten gelen bir dayanışma, unuttuğum insani bir taraf vardı, değerli hissettim. Biz sürekli iş konuşuyoruz diye düşündüm eve gittiğimde o gün. 'Ne haber, nasılsın?' demeyi unutuyoruz. Hayatı akıtmıyoruz. O iyi niyeti burada bulmak iyi geliyor bana. Etrafındaki insanları tanımaya açık oluyorsun. 800 daireli distopik apartmanlar yok burada. Aynı eşikten geçtiğin 200 kişiyle paylaştığın tek bir adres yok. Kınalı Keklik Sokak 'ta oturuyorsun mesela. Bir pencere açıyorsun, o sırada karşı komşun da camda. Gelene geçene bakınıyor. Birden hayatlarımız birbirine açılıyor, aradan mesafeler kalkabiliyor, apartman kapıları kapandığında birbirinden ayrışmıyor. Ben Dolapdereliyim. Kimliğimin parçası buralı olmak. Buradan bir gün taşınabilirim ama sebebi Dolapdere'yi bırakmak değil, başka bir Ali olmak olur." O sırada Gökçen devreye giriyor yandan. Sigarasını tüttürürken bizi duymuş. Mahallenin "Elalem ne der?" kaygısıyla yaşayanı sınırlayabilen hâlinden bahsediyor. "Bazen iyi geliyor," diyor, "kimsenin seni tanımadığı binalarda, birbirinin aynı, okul forması gibi sosyokültürel yapıların belli olmadığı sitelerde, betonlarda yaşamak. Doğduğun mahalle sende hem aidiyet hem de onunla gelen sıkışmışlık yaratabiliyor," diye devam ediyoruz sohbete. Yaşamayı seçtiğin mahalle, kan bağı olmayan ailen gibi belki de. Onun içinde buluyorsun kendini, şimdini ve geleceğini. Kot Sıfır'ın Pearl Jam çalan zamanından çıkıp Despina'nın, Niko'nun yaşadığı Tatavla apartmanları önünden geçerek ilerliyoruz. "İleride belli ki olay var, şu yandan kaçalım," diyor Ali. Adana Ocakbaşı 'na bir bakalım.

"Dolapdere'de villalar, siteler yok. Camdan cama muhabbetler, turşucular, günaydınlar ve filozoflar var."

Ağustos 15, 2021

·

Makale

"Bu semtte hep bir sayfiye havası. Koroda ben, deniz, erik ağacı."

1990'lar. Mahalle Bostancı . Sol üst köşesi Kozyatağı , hemen bitişiği Suadiye . İki kişi birbirini görür görmez âşık olur. O zamanlar pastanelerde hâlâ buluşulur. Sayfiye havası civarda hâkimdir. Akşamları Bağdat Caddesi 'nde yürüyüşler yapılır. Cadde, "Cadde" olmamış daha. Dondurmalar yenir. Bir şeyler içilir. Daha kentsel dönüşüm ve büyük depremden uzak yıllar. Alçak, üç-dört katlı apartmanlar ve köşkler eskisi gibi gırla olmasa da bazıları ayakta. Suadiye-Bostancı arası hava sakin. Caddebostan-Şaşkınbakkal arası heyecanlı. Müzik sesi yüksek. Çok mu geldi? Alalım sizi sahile. Dalga sesleri ve martılar korosu işte şimdi sizlerle. Dilerseniz sabah kahvaltıda dilerseniz meltemli akşam yemeklerinde. Elif Bayram Fotoğraf: Deniz Sabuncu Aylardan ağustos. Bizim âşıklar hoşbeşte. Karar verirler hayatlarını birlikte geçirmeye, bu kendi hâlindeki mahallede. İkisi çok yalnız kalmaz. Katılır deli dolu bir kız çocuğu aralarına. O park senin bu park benim maaile. Biraz büyüyünce bizimki atlar bisikletine gider Suadiye'den Caddebostan'a delice. Bizim âşıklar nice? Sahil yolu boyunca çocuk peşinde. Mutlu, huzurlu, eğlenceli bir çekirdek aile. İşte böyle başlar yolculuk mahallede. Bisikletin üzerinde kendimi rüzgâr kadar özgür, dalga kadar "kendince" ve "delicesine" hissettiğim çocukluk zamanlarımdan. İnsan, her köşesine bir hikâye yazınca "oranın," işte o zaman "oralı" oluyor. Kelimelerin değil, duyguların arka arkaya sıralandığı "oralarda." Seni, sensiz bile anlatan insanlarla, caddelerle, ağaçlarla. Ondandır belki, nereye gidersem gideyim hep buraya dönmem. Buralarda bir yerlerde, kelimelerle anlatamadıklarımı sakladığımdan. İstanbul'a ev diyemezken bu mahallede ev hissettiğimden. Başlangıç noktası olduğundan, hep döngüyü tamamlamak için uğradığım. Bağdat Caddesi TGIF 'in önü — şimdilerde Kahve Dünyası, ilk kez iki tekerlekli bisiklete bindiğim yer. Ne heyecan ne heyecan. Büyük iş başarmıştık. Biz — annem, babam ve ben. Şu ağaç var ya, her mayıs can erikleriyle yazın müjdecisiydi bizim için. Biz — ben ve oyun arkadaşlarım. Bugünlerde ağacın komşusu hep bir Martı. Uçamayandan. Plaj Yolu Sokak 'taki Movieplex , ilk sevgilimle, ilk kez buluştuğum yer. Sinema binası terk edilmiş, etrafı "hava geçirmez" rezidanslarla sarılı şimdileri. Suadiye Otel 'in karşısındaki kumluk, ne zaman canım sıkkın olsa günü batırdığım nokta. Artık her şeyden çok denizin hâline canım sıkılıyor. Müsilaj, kaleye mum dikti. Kocayol , mezuniyetten hemen sonra ilk kez düz vites araba kullandığım cadde — şimdi altı aylığına bile bir yere gidip dönsem tanıyamadığım caddelerden bir tanesi. Bugün yerinde yeller esen ama civarından her geçişimde anımsadığım kafe, şu an gerçek olanın hayalini kurduğum yer. Her şey sürekli dönüşüm içinde. Zaten başlangıç noktası, ondan burası bizim için. Biz — Elif, içimdeki çocuk, ötedeki ben. Aynı değil ne biz ne mahalle. Ne çekirdek aile ne de oyun arkadaşları. Artık sadece ben, erik ağaçları ve şimdilik deniz . Biz — Elif, deniz ve martılar Şimdiye gelmeden biraz kasedi geri saralım. Yıl 2000'lerin başı. Bağdat Caddesi’nin "Cadde" lakabını aldığı yıllarda başlayan dönüşüm, özellikle Suadiye'de çok etkili. Deprem sonrası çoğu alçak üç-dört katlı apartman yıkılıyor, yerine yüksek katlı apartmanlar dikilmeye başlıyor. Ardından dışarıda yeme-içme furyası başlayınca Bostancı, Çatalçeşme ve Suadiye'ye de uzanıyor. Önce yurt dışından gelen markalar, yerel butiklere yavaş yavaş dükkân kapattırıyor. Restoranlar zincirleşiyor. 300 metrede bir Starbucks — bir kilometre aralıkla iki McDonald's . Şıpıdık terlik ağaç tepelerinde gezen çocuklar, dinledikleri müzik türüne göre Converse 'lerini giyip Starbucks'ta frappuccino içmeye başlıyor — mesela Avril Lavigne'inkiler gibi deforme edilmiş siyahlar, o yıllarda oldukça punk. Kavram karmaşası had safhada. Suadiye'nin bazı çocukları, o dönem bu kapitalist akıma karşı olmak adına yalnızca tekelden bira ya da dondurmacıdan dondurma alıp sahilde takılıyor. İzin alabilen doğru Kadıköy 'e; çiçekli Converse'liler TGIF'e. Mahalle mektepliler okulu kırmış. Kravatlar ellerde. Mahallenin dönüşümüne denk gelen bir gençlik, işte böyle bir girdabın içinde o yıllar. 2001, 2007 ekonomik krizleri ve daha sonraları irili ufaklı politik meseleler, İstanbul'un en değerli mahallelerinden biri olan Suadiye'yi de vuruyor. Yabancı markalar, büyük kiralar ödedikleri mağazaları boşaltma kararı alıyor. Kimi inşaatlar, kaynak sağlanamadığından yıllarca sürüyor. Derken bir süre mahalle, hayalet kasabaya dönüyor . Tüm ekonomik, politik ve sosyokültürel dalgalanmalar bizim sahile vuruyor. O zamanlarda tek şubeye sahip Happy Moons 'ta gençlik, her şeyden haberdar ama Chicken in London 'la keyifleri yerinde. Ta ki Gezi'ye kadar. TGIF'ler kapanıyor, Happy Moons'lar açılıyor. 2013'ten sonra kentsel dönüşüm hız kazanıyor — biraz sonra "kentsel yok oluş"a dönüşecek olan. Yapılan yeni rezidanslarla mahallenin değeri iyice artıyor, çehresi de değişiyor. Birbirini tekrar eden "konsept" restoranların biri kapanıyor, bir diğeri açılıyor. O zamanlar Plaj Yolu 'nda üç-beş kafe var. Döne döne oturuluyor. Şımarıklık etmek istendiğinde çıkılıyor Mirror 'ın terasına. Festival havası geliyor mahalleye Kafe Pi açılınca. Arkadaş grubunun Avrupa Yakası'nda oturan kısmına ithafen "Oh," deniyor — şimdi onlar düşünsün! TGIF'e doğru, yolda Balkonlarıyla meşhur eski sayfiye evlerinin yerinde şimdi Beymen , Chanel ve Louis Vuitton boy gösteriyor. Parlaklık arttıkça bakmak güçleşiyor. Gözlerini dinlendirecek bir durak, bir başlangıç noktası arıyor insan. İniliyor Plaj Yolu Sokak'tan aşağı yeniden; hiçbir şey olmamış gibi Suadiye Otel'in denizi selamladığı, Hoş Seda Apartmanı 'nın süzüm süzüm süzüldüğü yeşil sokaktan. Ysabel , Townhouse , Pigalle , Kakao — o, bu, şu, biraz Fransız biraz İngiliz. Karşılaşıyoruz. Kimiyle hemen kaynaşıyor kimiyle mahalleyi paylaşamıyoruz. Sonra deniz geliyor insanın aklına. Yaklaşıyor iyice. Erenköy Plajı 'na doğru. Kuma ayak basmaya. Kadıköy sahil hattında bir mahallede yaşıyorsan deniz, dostun demek. Her şeye rağmen. Herkes gitse bile, kalmana sebep. Bostancı'dan kalkan yandan çarklı ada vapurunun sesine gülümsemek, mahallenin dürüst ve sadık esnafıyla ahbap olmak, hayatın tüm tasasını ayağına terlikleri geçirip sahile yürüyerek çözebilmek, Yaşar Usta 'ya ya da Zeynel Usta 'ya yürüyerek bir yaz akşamını kolayca serinletebilmek, Kazdal 'da sıcak simit kuyruğuna girmek, Suadiye Plajı'nda yalın ayak yürümek, 29 Ekim ve Fenerbahçe şampiyonluk kutlamalarına ev sahipliği yapmaktır mahalleli olmak. Sınırları ihlal etmektir. Bostancı, Suadiye, Erenköy diye uzar gider. Burada sınırlar değil, yaseminler, çınar ağaçları ve manolyalar vardır. Söylenmektir kentsel dönüşüme, anıların üzerine inşa edilen yüksek katlı apartmanlara, yaz-kış demeden sayfiye zaman diliminde yaşamaktır mahalleli olmak. Yavaş. Canlı. Özgür. Keyfe keder. Balkon muhabbeti, söylenmek kentsel dönüşüme Nereye gitsem geri dönüyorum bu mahalleye. İstanbul'da hayal olan o sayfiye hayatı için mi yoksa yaşanmışlıklar için mi bilmiyorum ama rezidanslar bile beni yıldırmadı. Tam sevdik derken kapanan kokteyl barlar da. Her köşe başına açılan "aynı kahveciler" de. Ne açsalar, tutmayan o dükkâna ne oldu merak ediyorum. Benim olsa atölyem yaparım. Plaj Yolu Sokak 'ta Hoş Seda Apartmanı'na gelmeden sebze meyve arabasına enginar ve böğürtlen gelmiş midir diye düşünüyorum. Böğürtlenler yıkanıp sahilde pikniğe, enginarlar eve. Göz koyduğum balkonlu daire boşalmış mıdır diye emlakçıya soruyorum. Çınarlı Sokak 'ta yürümek istiyorum. Göğün görünmediği anlarda çınar beni sakinleştiriyor. Son kalan sahil sitelerine baka baka çıkmaz sokaklarından denize yürüyorum. Dönüşte Primos De Colombia 'ya uğrar kahve alırım diyorum. Yanına Grandma 'dan ya da Matters 'dan kruvasan. Bademlisi iyi, bademlisi. Akşama mahallenin yenilerini keşfederiz belki — Allen , Parker 'da bir kokteyl içeriz. Ya da en iyisi hazırlayalım sepeti, sahile inelim. Atalım çimenlere sandalyeleri. Bu sabah dingin bir sabah. Ayşeçavuş 'un trafiği ve inşaat sesinden uzakta — Mine Sokak 'tan aşağı yürümüşüm yasemin kokularıyla. Sonra doğru denize! Dalyan 'a kadar. Mahallenin ruhunu yaşatan, bir deniz şehrinde yaşamanın hakkını veren nicesine selamla. Bu semtte hep bir sayfiye havası. Koroda ben, deniz, erik ağacı.

"Bu semtte hep bir sayfiye havası. Koroda ben, deniz, erik ağacı."

Temmuz 18, 2021

·

Makale

“Cihangir’de istersem sessiz, sakin ve yalnız istersem kalabalığım.”

Hayatımın kendimi bildim bileli geçen zaman diliminde her daim bir ayağımın ve aklımın olduğu, misafiri olduğum mahalle, Cihangir , artık benim mahallem. Ne zaman bir mahalleli olunur, ne zaman oraya ait hissedilir, oranın dertleri ne zaman senin dertlerin, güzellikleri ne zaman şifan olur? Şimdi mahalleden gitse de hep geri dönen, eski bir mahalleliye soruyorum: Seni mahalleye bağlayan nedir Tuluğ? “Manav, kasap, bakkal gibi esnafın varlığı, iletişimi ve oturup çay içebileceğin o çay bahçesi beni mahalleye bağlayan yegâne unsurlar. Yaşadığım mahallede yürüyerek alışveriş yapıp iki adım ötede arkadaşlarımla buluşabilmeyi arzulayan biriyim. İşte o zaman mahalle benim, ben onun. Beni lütfen bir araçla ya da toplu taşımayla insan içine çıkarmayın, beni zorlamayın!” diye anlatıyor. Sahi, itirazı olan? GÜRÜLTÜDEN UZAK, SESSİZ VE BİZ BİZE Cihangir’de yaşayan kimle konuşsam aynı cevabı alıyorum. Eş dost hep dizinin dibinde, aradığın ne varsa mahallede: Canlı müzik, sabahlara kadar dans edebileceğin kulüp, taze meyve sebze alabileceğin manav, oturup “Bana bir tavşan kanı çay,” diyebileceğin çaycı; syphon yöntemiyle demlenmiş kahve ve yanında glütensiz kek söyleyebileceğin üçüncü mü bilmem kaçıncı dalga kahveci; Boğaz manzarası eşliğinde dostlarla donatılmış nefis bir sofra; çocukluğunu hatırlatan nostaljik bakkal; anne eli değmiş gibi ev yemekleri yapan esnaf lokantası; alışveriş merkezleri denen beton ve ışık dolu yapılara girmeden mütevazı bir şekilde alışverişini yapabileceğin dükkânlar; üst mahallede antikacılar, aşağıda vapur, yukarıda metro ve ta da: İstanbul’da trafiksiz yaşam. Tuluğ, mahallesinde “ Kesinlikle esnaftan alışveriş yapmalıyım. Sabahları geçerken 'Günaydın,' dediğim esnaf komşum olmalı. Arkadaşlarım hemen arka sokakta oturmalı. Uzaklarda aramamalıyım hemen yanı başımda olsunlar. Olmasını istemediğim şeyler başta trafik, bir sürü araba — korna sesinden nefret ediyorum. Bundandır gürültüden uzak, sessiz ve biz bizedir bizim mahalle: Cihangir,” diyor Tuluğ. Haklı. Bizim mahallede ses bir Sıraselviler’de bir Akarsu Yokuşu’nda yüksektir, bakma namına. O da insana hayatta olduğunu hissettirir. Yaşamın içinde aktığını. Camını kapını kapatırsın, ara sokaklara denize doğru yürürsün: huzur, sessizlik ve yalnızlık. Aradan görünen Boğaz ve Anadolu Yakası fısıldar: Yalnız değilsin. Tuluğ’un dediği gibi: “Cihangir’de istersem sessiz, sakin ve yalnız, istemezsem kalabalığım.” BEYOĞLU’DA UYUYUP BEYOĞLU’DA UYANMAK Tuluğ’un Cihangir’le ilişkisi mahalleye taşınmadan öncelere dayanıyor. Tanıdık bir hikâye: “Cihangir’e taşınmadan önce Müjdat Gezen’de okumaya başladım. Firuzağa meydandaki Mavi Plaza’ya gidip geliyordum her gün. 18 yaşındaydım. Hatta 17 yaşımda aynı binaya kursa geliyordum hafta sonları, o zamanlar lisedeydim. Benim için Beyoğlu kaçıştı. Hatta o zamanlar Firuzağa’da çay içip ünlülere bakardık. Zeki Demirkubuz bizi keşfetsin diye beklerdik, komik zamanlardı.” Cihangir manzarası Oradan buraya seni hangi rüzgâr, nasıl attı Beyoğlu dolaylarına, mahallen Cihangir’e Tuluğ? “Ailem İstanbul’lun bir ucunda yaşıyor diye ve diğer yandan yalnız yaşamak, Beyoğlu’nda uyanıp Beyoğlu’nda uyumak için 20 yaşımda kendi paramı kazanıp Gümüşsuyu’nda ev tuttum. Cumbalı ahşap bir 1+1 bir evim vardı. Sonra her gün kız arkadaşlarımla buluştuğum Cihangir’e o uzaklıkta bile olmak istemedim. Gülşah’la İtalyan Yokuşu’nda başka bir eve taşındık. Yataklarımız aynı odadaydı. Ev gerçekten bakımsız ve çok küçüktü. O zamanın parasıyla 700 lira kira veriyorduk, hiç unutmuyorum. Ve böyle böyle bir çok evimiz oldu Cihangir’de. 10 küsür senedir emlakçılarla o kadar ev gezdim ki yıllardır yürüdüğüm sokaklarda birçok evin içini iyi bilirim. Cihangir benim gençliğim tam kendimi bulma dönemim. Burda gerçekten yıllarca o küçücük evlerde, o kalabalık masalarda, o azıcık paramızla, o kadar çok şey paylaştık ki unutulmaz.” İtalyan Kültür Merkezi’nde Pera’da İtalyanca derslerinden çıkıp Cihangir’de ve Beyoğlu’nun diğer merkezlerinde geçirdiğim vakitleri anımsatıyor bana Tuluğ’un Beyoğlu’yla ilişkisinin başlangıç noktası. Kadıköy, Bağdat Caddesi’nde büyümüş bir çocuk olarak Beyoğlu, Kadıköy’ün temizliğinden, huzurundan ve nizamında uzak; heyecan verici, kültürel olarak çok daha fazla katmanı keşfetmeye açık, düzensiz, huzursuz ve pasaklıydı. Ergenlik çağında bir genç için pek tabii cazipti. Diğer yandan bir grup arkadaşıma uzak olmak demekti Kadıköy. Hop diye buluşurdu “karşıda” oturan arkadaşlarım. Beyoğlu taraflarında yaşamak her daim özenilecek bir şeydi. “Avrupa’da olma hissiyatı” taşırdı o zamanlar. DÜNYAYA AÇILAN KAPININ ÖNÜNDE VE ARKASINDA Cihangir, Cihangirlilerin. Bunu dışlayıcı bir tonda söylemiyor hiç kimse, tam tersine. Burada yaşayan her canlının bu mahallede hakkı ve mahalle özelinde sorumlulukları var. “Kaldırımları aşırı dolu ya da mahallenin dokusuna uymayan mekânlar açıldığında mahallede hemen birlik olunuyor ve rahatsız olunan her şey engelleniyor. Çoğunlukla Cihangir’in dokusunu ve insanlar kadar hayvanlarının da yaşamlarını sürdürebileceği konularda mutlaka savaşlar veriliyor ve el birliğiyle kazanılıyor,” sözleriyle anlatıyor Tuluğ durumu ve devam ediyor: “Mahallelinin çoğu muhtarlarla yakın ilişkide. Mahalleye dair konuları tartışabildiğimiz WhatsApp grupları var ve sokak temizliği, hayvan hakları gibi konularda ya da mesela kâğıt toplayıcılar için birçok konu ve sorunun çözümü bulundu bu gruplar aracılığıyla.” Mahallelinin apartmanları “Cihangir ikiye bölünmüş gibi düşünebiliriz. Akarsu Yokuşu Sokak sanki dışarıdan gelenler ve mahallelinin daha az aralıklarla ‘dış dünyayla’ buluşma noktası. Cihangir Caddesi de mahallelinin kendi arasında takıldığı yer gibi. Tabii ki bu büyük bir genelleme ama ağırlıklı olarak bu şekilde bir ayrım var sanki,” diyor Tuluğ. Çiçeği burnunda bir Akarsulu olarak apartmandan her çıktığımda dünyaya açılan bir kapıdan çıkmışım gibi rengârenk hissediyorum. Birkaç adım Susam’dan ya da Coşkun’dan yürüyüp kalabalıkları atlatınca; binaların arasından Boğaz’la selamlaşınca; tanıdık ve eski yabancı, yeni tanıdıkla merhabalaşınca işin rengi değişiyor ama azalmıyor. Azalan sadece sesler. Cihangir, dünyaya açılan kapının hem önünde her arkasında. Tuluğ’un en başında anlattığı gibi: istersen yalnız istersen kalabalık.

“Cihangir’de istersem sessiz, sakin ve yalnız istersem kalabalığım.”

Ocak 16, 2022

·

Makale

Bir nevi dünya içinde dünya, matruşka mahalle Çukurcuma

Zıt kutup diye bir şey yok. Biri olmadan, diğeri yok nitekim. Tezatlık, birlikte bir varoluş hikâyesi. Gölgesi gelecekten seslenen, teknolojiyle yaratıcılık arasında yeni bağlantılar kuran, dedesinin tabiriyle soyut müesseseler insanı Lalin'in Çukurcuma gibi İstanbul'un en eski ve "antika" semtlerinden birinde oturması da tıpkı böyle. Soyut ve somut müesseseler "Yaptığım iş somut bir müessese olsa ortaya nasıl bir kısa film çıkardı?" diye düşünüyor Lalin. Soyut müesseselerin somut müesseselerde her daim ilişkide olduğunu aşikâr. "Mesela nakit akışı deyince ben uçan dolarlar görüyorum. Banknot kuşları gibi. Bankayla paranı bir yere gönderiyorsun ve arkada ne olduğunu bilmiyorsun. Ama arkada gözle göremediğimiz ve aynı zamanda görebildiğimiz sistemler var. Teknoloji, zannetiğimiz kadar soyut değil. Bu şekilde düşündüğün zaman çok eğlenceli hikâyeler çıkıyor ortaya." Orası öyle elbette. Peki ya senin Çukurcuma'nın analog ve antika dünyasıyla ilişkin nasıl? Senin hayallerinle buradaki somut dünya nasıl bağ kuruyor Lalin? Cevap köşedeki antikacı kadar yakın: "Son zamanlarda sihirli şeyleri yeni medya yüzlerinde ve teknolojide arıyoruz. Fakat mekanik ve dijital, somut ve soyut aradaki adımlar asıl büyüleyici olan bence. Aradaki o adımları görmeye başlayınca birçok şey somutlaşıyor. Harry Potter'ı düşünün mesela. Eski püskü antikacı bir dükkânın içinden sair dünyalara açılır. Çukurcuma da tıpkı böyle." Metaları başka bir yerde görüyor Lalin. Parçalara ayırıp tekrar birleştiriyor. Yaratıcı lığı buradan geliyor. Son işlevinin ötesinde her şeyin birbiriyle ilişkisini, bütünün dünyada kapladığı alanı, parçalarının kapladığı alanı ve nasıl bir araya geldiklerini düşünüyor. Her bir parça içinden yeni bir hikâye ve kurgu çıkıyor. Bir nevi dünya içinde dünya. Çukurcuma'da onu cezbeden bu. Matruşka mahalle. Lalin Akalan Çukurcuma'yı nasıl bilirdiniz? "Buraya içgüdüsel olarak yerleştim. Çukurcuma'da metropol hissi alıyorum. Komşum bana karışmıyor. Öyle içli dışlı bir mahalle hayatı yok. Burada insanlar birbirine daha çok alan tanıyor. Tolerans çok yüksek. Bir kadın olarak güvende hissediyorum. Diğer yandan yürüyerek şehre ulaşım ve yüksek tavan bile burada yaşamak için birer sebep benim için. Yabancı insanların yaşaması, bir yaratıcının ihtiyacı olan şeylerin yakında olması — Karaköy'deki perşembe pazarı mesela — Çukurcuma'yla ilişkimi sağlamlaştırıyor." Bu yanıtı alınca Lalin'i bir perşembe pazarında bir de antikacıların içinde yine metaları parçalarken ve yeniden kurgularken hayal ediyorum. Tarihten aldığını bugün üzerinden geleceğe bırakan bir sanatçı, dijitalle mekanik arasında yollar kurgulayan bir tasarımcı olarak. Bu sırada lafa giriyor: "Kullanılmış, hikâyesi olan şeyleri çok seviyorum. Tarih var burada: Hiç ölmeyecek bir hikâye, yüzyıllardır üzerine yazılıyor. İstanbul'un bir zamanları ve geleceği arasında devinimdeyim." Tam o sırada içinde bulunduğumuz 130 yıllık evin hemen karşındaki, daha yakın zamanda inşa edilmiş evi göstermek üzere pencereye doğru yöneliyor. Oranın eskiden müştemilat olduğunu, oturduğumuz bina için çalışan insanların burada yaşadığını anlatıyor. Bu sebeple Faik Paşa Caddesi boyunca sağ ve sol tarafta mimari farklı. Müteahhit, kentsel dönüşüm kapsamında eski Levanten evleri yıkıp yerine betonarme kimliksiz binalar yapmamış. Kentsel dönüşümün yolunun geçmediği mahalle burası. Nadide. Herkesi koruyup kollayan. Eskisine hâlâ yuva, yenisine açık. Dünyaya açılan sihirli antika dükkânı "5 liralık biblo, 500 bin avroluk antikayla yan yana durabiliyor. Antikacıların çoğu Art Nouveau gibi belli bir döneme ya da küllük gibi belli bir ürüne adanmış. Hepsinin bir odak noktası ve dolayısıyla anlatacak hikâyeleri var. Doğu ve Batı'ya aynı mesafede. Hızlı aramada Kayseri'den halıcı da var Avrupa'daki Victoria Dönemi'ne ait ürünleri kovalayan koleksiyonerler de. Bu dünyada her antikacı bir hikâye anlatıcı." Eh, İstanbul'da beş parmağı geçmez artık hikâyeleri ceplerinde esnaf. Katılıyorum. Bizim Galata da baktığında İstanbul'un en eski semtlerinden ama kapı komşumuz daha dün açılmış butik, dilim pizzacı ve turizm acentası. Antika dükkânı bir kenara, "antika" dükkân bulmak bile mucize. "Geçen gün kuyumcuda bir yüzük beğendim. Üzerinde yazan harfleri sorunca başlattı yüzüğün hangi prenses döneminde Ukrayna'dan nasıl geldiğini, nasıl yapıldığını anlatmaya. Bir yüzüğü beğendim dediğinde başka nerede böyle bir tarih dinleyebilirsin?" Lalin'in bu sözleriden sonra koruyamadıklarımız üzerine düşünelim biraz — "antika" bulduklarımızı yıkıp üzerine yeni inşa ettiklerimiz ve geride bırakacaklarımız üzerine. Yıl 3000'ler. İklim krizi, kriz olmaktan çıkmış, barış sağlanmış. Hadi bakalım . Peki ya şehirler ne âlemde? Bu dönemde arkeologlar, ne bulacak İstanbul'dan geriye? O zamana dijital arkeologlar yetişir mi? "İnsanlığın iyiliği için birinin bu işin peşine düşmesi gerek," diyor Lalin. Ama nasıl? Yaşanan deneyimi, esansları nasıl kaydedebiliriz? Nasıl hissettiğini, gördüğünü — soyut müesseseleri somut müesseselerle nasıl bir araya getirebiliriz? Çukurcuma'nın antikacılarından biri Mahalleli nicedir? Mahalleyi "mahalle" yapan mahalleliye gelelim. Nicedir mahallelin Lalin? "Estetik bir algısı var bu mahallenin, vitrinler açık sokak sergisi gibi. Nitekim herkesin kılık kıyafeti de. Muhakkak bir duruşu, karakteri var onların da. En iyisi müzikten anlıyor mahalleli ve esnaf. Opera, caz çalar; popüler hip hop açmaz kimse. Duyduğun müziğin bile hikâyesi var burada." Lalin camdan bakarken devam ediyor: " Estetik yanı bir tarafa mahallede komşuluk da var. Esnaflar belli saatlerde birbirilerine oturmaya gidiyorlar." Uslu bir çocuk olursak o misafirliklere katılabilir miyiz dersin? "Katılırsın tabii. Alaturka diye bir yer var, Erkal Abi akşam saatlerinde diğer işinden gelip sanatçı ve yurt dışından gelen misafirlerini ağırlıyor dükkânında. Kışın şömine karşısında vişne likörü ikram ediyor. Ben de haftaya gideceğim, gelin." Gelmez miyiz? Hay hay! Esnaf tamam. Peki ya komşular? Ev alma komşu al dedirtenlerden mi? Yoksa onlar da pek bir "antika" mı? "Komşular bombastik!" diye giriyor konuya. "Karşı komşum gece gündüz seramik yapıyor. Alt komşularımdan birinin evi Versailles Sarayı gibi. Tam alt komşum müzisyen. Bazen eve geliyorum ve beni canlı müzik karşılıyor. Dinlemek için kulağımı yere dayıyorum ya da mesaj atıyorum sesini biraz açmasını istemeye. Benden mutlusu yok." Yeşillik komşular Fikirden fikire, insandan insana Mahalle, Çukurcuma olunca buradaki yaratıcı iş birliklerinin nasıl olduğuna değinmek istiyoruz. "Müzisyenler, sahne tasarımcıları, mobilya tasarımcıları, restorancılar hepsi Çukurcuma'da. Fikirden fikire, insandan insana iş birlikleri şekilleniyor. İnsan iletişimi, mahallelerdeki gerçek bağ." Yaratıcılar bir mahalleye geldiklerinde o mahalleye değer de getiriyorlar. Bu bir grafiti, restoran, dükkân veya balkonun tasarımı da olabilir. Yaratıcı, mahalleyi dönüştürüyor. Bu organik olduğunda mahalleyi ve orada yaşayanları besliyor. Tıpkı onca antikacının, müzisyenin, yaratıcının Çukurcuma'yı bugünkü Çukurcuma yapması ve onlardan sonra gelen yaratıcılara da alan açması gibi. Tetikleyici, doğal akışında, "zıt" kutuplarıyla, soyut müesseselerden somut müesseselere: mahalle Çukurcuma.

Bir nevi dünya içinde dünya, matruşka mahalle Çukurcuma

Ekim 3, 2021

·

Makale

Burası, Yeldeğirmeni. Aylardan ekim, yıllardan 2021. Kesin bilgi: kolektif ruh devam ediyor.

Aktar önünde sarımsak dağı, süpermarket girişini kaplayan biber öbekleri, kaldırım boyuna tünemiş insanlar, sandalyeye yerleşmiş kedi, korna çalan taksiye havlayan köpek, antikacıların kapısına istiflenmiş şifonyer, dikiş makinesi, tablolarla "Hoş geldiniz, buradan buyurun," diyor sanki Yeldeğirmeni. Döndüğümüz her sokakta biraz daha insan. Bazısı Fransız usulü, sokağa karşı iskemlelerde oturuyor, sırtı dönük kimsenin olmamasına şaşırıyoruz bir an. Diğerleri yolda karşılaşmış mı, birini mi bekliyorlar, kim bilir? Ceketleri kaldırım boyuna dizmiş ikinci el dükkânı, yokuşta yuvarlanıp gitmekte tek başına bir top çarpıyor gözümüze. Topun peşinden koşan yok. Duvarların üzerinde sadece tag 'ler, grafitiler, mural 'ler değil; şiirler, kara kalem yapılmış resimler, iş arayan ve verenlerin ilanları var. Elle yazılmış, post-it 'lere. Geniş camlarda sergilenen kuklalar, sulu boyalar, fotoğraflar ve hatta dijital ajansın "Bizi seçin!" pankartı var. Üretkenlik mi bu — vitrinde üzerine spot yansıtılmış bir esere mi bakıyoruz? Emin değiliz hâlâ. Bager'in 12 numara, ikinci kattaki atölyesine varana kadar ilk izlenimimiz: Yeldeğirmeni, açık. İzlemeye, görmeye, gezmeye uğrayana. "Önünde bitki satan hırdavatçıya girdiniz mi?" diye soruyor Bager, kahveleri koyarken. İçeri girmedik, dikkatimizi çekti ama. "İşte biraz onun gibi Yeldeğirmeni'nde yaşam. İçeride hayatın akışını gösteren perdesiz camlar baktığınız yönün rotasını belirlemek içindir. Ama asıl üretim içeride. Seyirci değil, katılımcı olduğumuzda başlıyor." Bager Akbay 88 yılında, 12 yaşındayken Kadıköy Anadolu'da yatılı okurken geliyor Bager ilk kez Yeldeğirmeni'ne. Öğretmenin istediği kitabı bulmak için. Zamanın sokaklardan ziyade Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi 'nde geçtiği yıllar. "Varlıklı Hıristiyan ve Yahudilerin Moda'da ekseriya yaşadığı dönemde burada daha çok onların çalışanlarının evleri vardı. Sokakta silahlı saldırılar olabilen bir yerdi Yeldeğirmeni. Tenha ve tedirgin." 2010'da birkaç arkadaşı buralara taşınmaya başlıyor, hâlâ biraz tekinsiz geceleri. Onları ziyarete gelerek tanışıyor aslen yine Yeldeğirmeni'yle. "O zaman Osman Koç, Candaş Şişman ve ben Rusya'da çalışıyoruz. Kazandığımız az biraz para var. Dönünce Yeldeğirmeni'nde atölye kuralım mı diye konuşuyoruz uyumadan önce bir gece. 2014 Ocak-Şubat, Gezi sonrası. TAK açılmış. O dönem kentin tasarımını üstlenme açısından ilginç bir proje. STK, belediye ve semt arasında bir yapı kurmaya çalışıyorlar. Sanatçılar, öğrenciler buraya taşınmaya başlamış. 100'ün üzerinde sanat atölyesi var. Bugünün parasıyla üç kişi 500'er lira koydu mu bir mesken tutabiliyorlar kendilerine. Kafe bir tane belki, bir de bira içilen yer var. Asıl parti sokaklarda ve evlerde yaşanıyor. Bir dönüşüm olacak ama henüz ne olacağını bilemiyoruz. Tutuyoruz atölyeyi. Bir anda Yeldeğirmeni ahalisinin parçası oluyoruz. Belediye kooperatiflere mahallenin gelişmesi için bütçe vermeye niyetli olduğunu söylüyor — sanatçılar soylulaştırmanın mahallede olumsuz etkiler yaratmasından, pahalılaştırmasından, Karaköy veya Cihangir örneklerine dönmesinden endişeli. Bütün bu bilinmez içerisinde keyifli bir şeyler yapalım istiyoruz. Toplanmaya başlıyoruz sadece. Gelen geliyor. Kadıköy Sanat Topluluğu adı altında bütün toplantılarımızı ses kaydı olarak arşivliyoruz. Amaca değil, sürece zaman ayırarak." Başarmak için değil, çabalamak için gidilen ortak alan: İskele 47 Bager'le kapıların arkasında küçük gruplarda başlayan sohbetlerin sokağa taştığı, tek sesin kolektif ruha dönüştüğü, su getirmek için uğrayan mühendisin yarının rehberini yazanlardan biri olduğu zamana dönmek istiyoruz. 2014'teyiz. "Atölyenin tabelası yoktu. Markete sipariş verirken İskele (sokak) 47 (numara) dediğimiz için ismi böyle oldu. Pazarlamayı hiç kaale almazsak daha çok üretim yapabileceğimize inanıyorduk. Bu yüzden 'anti-PR' yaptık. Logomuz güzel olmasın, ast-üst sistemi olmasın. Dertlerimiz bunlardı. İçeride dört beş şirket, Amber Platform, Başka Bir Okul Mümkün, Buluş-Biliş gibi dernekler; 10-15 freelancer vardı. Yeldeğirmeni bunun için çok uygundu çünkü hemen her şeyi mahalle ekosisteminde üretebiliyorduk. Çocuklar için scratch ile programlama kitabı yaptık, mahalledeki yayınevinin sahibi bize gidip geldiği için konuya hâkimdi. 'Basarız,' dedi. O kitap 80 bin sattı mesela." "Abi, şöyle bir şey yapsanıza," diyenlere "Yapmak mı istiyorsun yapılmasını mı istiyorsun?" denilen yer İskele 47. Fikrin her gün eğlenmek için ortaya atıldığı, üretilirken şekle şemale ve öncelikle mahalleye, ardından kurgulanan geleceğe faydaya dönüştüğü. "Bir mahalle kahvesi gibiydi aslında İskele 47. Hayal ettiğimiz kıraathane var ya, işte o," diyor Bager. Ütüsü bozulanın da çocuğunun ödevi için yardım isteyenin de geldiği. Arkadaş, arkadaşın arkadaşı, tanıdık, komşu ve mahalleliye bir "kamusal alan." Yeldeğirmeni mahallelisi Öğrenmeyi yeniden öğrenebilir miyiz? Zihni Sinir karikatürlerini hatırlarsınız. Hani "yalnızca istenilen saatte uyandırmakla kalmayıp aynı zamanda çayı demleyen saat" in ve daha nicesinin mucidi. Bager, İskele 47'nin yapısını ve öğrenmeye bakış akışını anlatırken aklımızdan geçenleri dile döküyor: "Zihni Sinir kafasında bir ortam. Sanat, teknik ve eğitimin bir arada olunca böyle bir alan çıkıyor ortaya. Biri dikey tarım alanı geliştirmeye çalışırken diğeri vegan deri yapmayı deniyor. Başkası kodlama yapıyor. İş, eğitim ve teknoloji; freelancer'lar, sivil toplum kuruluşları, şirketler ve öğrenciler yan yana. Dünyadaki küçük veye önemsiz gibi görünen şeyleri değiştirerek sistemi sorgulayan pek çok insanın kavuşma noktasıydı burası." "Nasıl yani?" diye geçiriyor insan içinden. Kolektif ortamda öğrenmenin formülsüzlüğünü anlatıyor: "Bir arkadaşım çocuklara ve gençlere ücretsiz kodlama atölyesi yapan Coderdojo'dan bahsetti. Biz de İskele 47'de yapalım dedik, duyurduk hemen. Pazartesi akşamı 18.00'e koyduk özellikle ki uzaklardan gelinmesin, daha çok mahalleli olsun diye. Duyurduktan sonraki ilk pazartesi sekiz-dokuz çocuk geldi. Hiçbiri birbirini tanımıyor. 'Ne yapacağız?' dediler. 'Açın bilgisayarları, kendiniz takılın,' dedik. Hiçbir araç yok, yapılandırma yok. Hepsi bir şeyler açtı. Scratch'le öyle tanıştık biz." Biri bize açın bilgisayarları kodlama yapın dese hemen yetişkin aklımıza sığınır, "İyi de nasıl?" diye önce bir panikleriz muhtemelen. "Kendi" yöntemini bulmak, çizgisiz deftere yazı yazmak, defterin dışına taşmak, hesaplamadan yola çıkmak; yöntemsiz bir yöntem. Okullarda öğretilmeyen, evlerde az rastlanandan. Öğrenmeyi yeniden öğrenebilir miyiz? Bager bunlara cevap niteliğinde devam ediyor anlatmaya: "Bu sırada atölyede öğrencilerimden Cansu vardı, 20-21 yaşında grafik tasarım öğrencisi. Çocukları gözlemledikten sonra kodlama öğrenmek istediğini söyledi. Oturdu 8-9 yaşında bir çocuğun yanına ki o da üç haftadır kodlamayla uğraşıyor, kodlama öğrendi. Bugün iyi bir okulda teknoloji öğretmeni Cansu ve muhtemelen 10 yıl sonra alanında en değerli isimlerden biri olarak anılacak." Birbirimize bakıyoruz. Sahi, bir şeyi öğrenmeden önce önümüze engelleri koyan biz değil miyiz? Başkasının deneyimleri üzerinden kendi deneyimimizi ölçmeye çalışan, öğrenmek için "uygun ortam"ı arayan, "önce"lerle başlayan cümleler kuran, suya atlamak yerine "Su nasıl?" diye soran. Bager'de cevabı var: "İyi pesimist bir şeyler dener,” — su nasıl, söyler. Bager, İskele 47'yi başka bir oyun olanına çeviren ilkeden, ek bir amaç olmadan organik öğrenmeden bahsediyor. Kitaplar bitirerek, o işin en iyilerini getirerek ve onları dinleyerek değil, öğrenmeye ve birlikte olmaya alan açarak yaratılıyor o öğrenme ortamı. Topluluk dürtüsüyle. Yeldeğirmeni'nde bir ikinci el dükkânı Sanat esnafları ve dönüşüm Yeldeğirmeni 2014'te vapurdan inip on dakikada varabileceğin, ucuz, denizi ve yeşilliği gören evleriyle sanatçıların ve öğrencilerin yaşamı keşfettiği bir mahalle. Mahalleli, İskele 47'ye uğrar mıydı peki diye merak ediyoruz. "Biri, 'Abi, bilgisayarın kablosu bozuldu, burada tamir edebilir miyim?' diye gelirdi, başkası geçerken üç boyutlu yazıcıyı görüp heyecanlanır, mekânın müdavimlerinden olurdu sonra. Diğeri kapıdan başını uzatırdı, 'Çocukların ödevini yapıyor musunuz?' diye. Az sonra babasıyla yollardı. Bir bakıyoruz, adam çocuğun ödevine müdahale ediyor. En sonunda anlardık ki o da aslında yaratmak istiyor." İskele 47 mahallelinin hayal edebildiği, üretim sürecine dâhil olduğu, ait hissettiği bir yere dönüşüyor. Şiddetsiz iletişimin merkezi. "Yeldeğirmeni'nde bunun gibi pek çok hikâye vardı ve birbirimizle paslaşabiliyorduk. Başka alanlarda olsak da birlikte olmanın gücü vardı. Alt sokakta mutfak vardı mesela, kendin gidip yemeğini yapabildiğin. İskele 47'nin perdesini çektiğimizde içeride fikirler oluşuyordu, orası arkadaşlarımıza kamusal alandı, kapıdan çıktığımızdaysa mahallenin üretim sürecini izliyorduk." Soylulaşmanın doğal bir yapısı var aslında. Gençler ve sanatçıların mahalleye gelişiyle esnaf bakkalını bırakıp kafe açmaya karar veriyor belki — atölyelerde etkinlikler yapılıyor, bento 'cularda yemek yiyor, bakkaldan sigarasını alıyor, esnaf da para kazanıyor. Mutlu anlar. Uzun yıllardır inşaatlara çalışan demirci, sanatçılarla heykel yaratmaya başlıyor, ahşap ustası tahtayı oyuyor bir apartman projesinde duvarda seyredilen şeye dönüşüyor. Yeldeğirmeni'ne sanat turizmine gelinmeye başlanıyor yan mahallelerden, İstanbul'un uzak semtlerinden. 2014-2016 arasında kiralar üç katına çıkıyor bir anda. Mahallelinin endişesi "Belediye barlara ruhsat verecek mi? Burası yeni bir Kadıköy veya Karaköy olacak mı?" sorularıyla şekilleniyor. "Ekonomik kriz sebebiyle boşalan evler dolacak mı? Her barda bir başka müzik sesi yükselecek mi?" derken pandemi başlıyor. Pandemi, mahallenin duraklama devri oluyor. Belki de bu sebeple tepeden inme soylulaştırma bir anlamda engelleniyor. Kat kat binalar, gökdelenler yapılamıyor mesela — dükkânlar, kiracılar arası devinim çok fazla olsa da. "Burada ben Cihangir-Taksim-Sultanahmet hattını görüyorum. Mesela Taksim, Sultanahmet olmaya başladı. Karaköy, Cihangir oldu ve hızla Sultanahmet olmaya doğru gidiyor. Yeldeğirmeni, Cihangir oldu — 2014-2016 yılları arasında hızla Taksim olmaya doğru gittiği görülünce kiralar arttı. Tam o noktada ekonomik krizle de değişim ve dönüşüm yavaşladı. Üzerine pandemi de etkiledi. Şu an tekrar 2016'ya geri sarıyor gibi görünüyor." sözleriyle özetliyor Bager, Yeldeğirmeni'ndeki dönüşümün hızını ve yönünü. Bugün kiralardan dolayı kimi sanatçılar atölyelerini taşınmak durumunda kalıyor. Nitekim burası onlar için ucuz, mahalle ilişkileri sıcak, kolektif bilinci yaygın olduğundan cazipti. Ucuzluk elden gitti. Kolektif bilinç ve sıcak mahalle ilişkileri hâlâ mahallede. Küff, Karakolhane Caddesi Kolektif mahalle 2010'da Kadıköy Belediyesi'nin ÇEKÜL'le başlattığı Canlandırma Projesi'nden önce ve sonra burada baki kalan bir şey var: kolektif ruh. Üretirken yanında başkalarının da ürettiğini görebilmek; Şikayet ettiğin ya da adını bilmediğin komşuların değil, kapısını çalabileceğin komşularının olması; saklanıp bir tarihî eser gibi korunası komşuluk kavramı. Şimdi nasıl bilirsin Yeldeğirmeni'ni Bager? "Yeldeğirmeni, çeşitliliği kucaklayan bir mahalle. Bir gün sokak düğünü oluyor, hepimiz kalkıp gidiyoruz, iki gün sonra aynı apartmanda kardeşler birbirine düşebiliyor, polis sirenleri duyuluyor. Paralel hikâyeler devam ediyor. 2010'ların başındaki vakalı Yeldeğirmeni'nden izler de var, bugününden de. Hâlâ o kolektif ruh ve üretim var. Kapısını çalabildiğim, sokakla konuşan atölyeler var. Sadece artık sayıları daha az." Bir mahallede kolektif üretme bilincini nasıl tanırız? Kapısını çalıp girebildiğin, ütün bozulduğunda kendin tamir edebildiğin öğrenme alanları olduğunda. Yandaki atölyeden boya ya da direkt atölyeyi ödünç alabildiğinde. Üretiminin önündeki psikolojik bariyerleri yıkan örnekleri görebildiğinde. Problem var diye kaçmak yerine neden, nasıl ve nerede o problemle karşılaşıldığını konuşabildiğinde. Burası, Yeldeğirmeni. Aylardan ekim, yıllardan 2021. Topluluk dürtüsüyle üretim devam ediyor. Burada sanatçı pazarları kuruluyor. Burada "vintage" fahiş fiyatlarda satılan ürünler demek değil, ileri dönüşüm demek. Burada sadece üretmek için var olabildiğin mahalle kahvesinden hâllice atölyeler var. Bir gün kapansanalar bile, kiralar arttığı için başka yere taşınmaları gerekse bile bu mahallede öğrendikleri bir şeyler var: başarmak için değil, çabalamak için yapmak ve fikri yaparken şekillendirmek. İskele 47 önünden geçiyoruz. Bugün kapalı. Pandemi ve Türkiye’nin ekomomik çöküşüyle yok olmuş. O ekibin içerisindeki pek çok kişi yurt dışına gitmiş yeni hikâyeler yazmaya. Bina belki yok şu an ama ruhu yaşıyor hâlâ.

Burası, Yeldeğirmeni. Aylardan ekim, yıllardan 2021. Kesin bilgi: kolektif ruh devam ediyor.

Ekim 17, 2021

·

Makale