Berrak zihinler için yalın, zengin, bağımsız bir Türkçe dijital medya üyeliği.
Ücretsiz Kaydol →Bilim Tarihi Güncesi
"Bilim Tarihinden seçmeler, söyleşiler ve tartışmaların olduğu ve Açık Radyo’da her Pazartesi sabahları yayınlanan Bilim Tarihi Sohbetlerinin bir tür yazılı hafızasını oluşturmak amacıyla Bilim Tarihi Güncesi dizisine başlıyoruz. Konu alanı uzmanları ile bir konu ve bir kitap üzerinden inşa ettiğimiz sohbetlerimiz, Bilim Tarihi, Bilim Felsefesi ve Düşünce Tarihi alanları konusunda tartışma ortamı yaratmak amaçlıdır." Seri editörü Derya Gürses Tarbuck
6 Hikâye
Türkiye’de Bilim Tarihi Çalışmalarının Başlangıcı
Seri editörü: Derya Gürses Tarbuck Yazı: Yavuz Unat Türk bilim tarihi yazıcılığı Salih Zeki Bey (1864-1921) ile başladığını söylemek yanlış olmaz. Âsâr-ı Bâkiye(1) bu alanda en önemli eseridir. Salih Zeki Bey, bu eserini matematiğin her dalına dair muhtelif zamanlarda yazılmış olan temel yapıtları esas kabul ederek, Doğulu bilginlerin Eski Yunan matematiği üzerine neler ilave ettiklerini ve bunları, Batılılara ne düzeyde teslim ettiklerini bildirmek amacıyla kaleme almıştır. Türkiye’de bilim tarihi araştırmalarının tanınması ve sevilmesinde öncü olan bir diğer isim Adnan Adıvar’dır (1882-1955). Paris’te iken La Science chez les Turcs Ottomans(2) adlı eserini kaleme almıştır. 1940 yılında bu eseri geliştirerek İstanbul’da Osmanlı Türklerinde İlim adıyla yeniden basmıştır. Türk bilim tarihçiliği Sayılı’nın (1913-1993) Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde açtığı kürsüyle kurumsallaşmış ve akademik olarak faaliyetlerini sürdürmeye başlamıştır. Günümüzde Türkiye’de bilim tarihi araştırmaları birçok üniversitede bölüm ve anabilim dalı bazında sürdürülmektedir. Sayılı’nın Türk bilim tarihçiliğine yaptığı en önemli katkı Ortaçağ İslam Dünyası’nda Müslümanlar ve özellikle Türkler tarafından kaleme alınan bilimsel yapıtlara yönelik araştırmaları sistematik bir biçimde başlatmış olmasıdır. Sayılı, Harvard’da bu alanın akademik anlamda kurucusu kabul edilen George Sarton’un yanında doktorasını tamamladı ve bu alanda ilk doktora yapma imkânına erişti (1942). Sayılı’nın doktora tezi İslam Dünyasında Bilim ve Eğitim Kurumları adını taşımaktadır. Türkiye’ye döndükten sonra ise Amerika’da çalıştığı İslam Dönemi gözlemevleri konusuna ilişkin olarak İslam Dünyası’nda Gözlemevleri(3) adlı eserini yayımladı. Burada temel tezi gözlemev lerinin bir kurum olarak ilk defa İslam Dünyası’nda kurulduğudur. Sayılı birçok öğrenci yetiştirdi ve bilim tarihinin gelişimine katkıda bulundu. İlk bilim tarihi çalışmaları daha çok astronomi, fizik ve matematik ağırlıklı olmasına karşın, günümüzde bilimin birçok dalında bilim tarihi araştırmaları yapılmaktadır. Bilim tarihi akademik bir disiplin hüviyetini; Auguste Comte (1798-1857), Paul Tannery (1843-1904), Henri Poincaré (1854-1912) ve Pierre Duhem (1861-1916) gibi bilim tarihçilerinin ve bilim felsefecilerinin etkisi ile bilim tarihi araştırmalarına yönelmiş olan George Sarton’ın (1884-1956) 1936 yılında Harvard Üniversitesi’nde bilim tarihi doktora programını kurmasıyla kazanmıştır. Sarton’a göre bilim tarihi bir keşifler hikâyesi değildir; keşifler geçicidir; bir süre sonra eski keşiflerin yerini yenileri alır. Bir bilim tarihçisinin asıl görevi keşifleri kaydetmek değil, bilimsel düşüncenin gelişimini, yani insan bilincinin gelişimini açıklamaktır. Pozitivist bir bakış açısını sergileyen bu görüş, bilim tarihi tezinin ve disiplininin kurulmasında etkili oldu ve Sarton’dan sonra bilim tarihi, insanı ve insan aklının gelişimini anlamanın en önemli araçlarından biri olarak görüldü. Sarton, bu alanda yetişmek için üçlü bir eğitimden geçmek gerektiğini söyler ve yöntemi bu üçlü eğitim üzerine kurar. Bilim tarihçisi; diğer kültür tarihçileri gibi, metinleri okuyup doğru anlayacak kadar klasik dillerden birini (Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, vs.) öğrenmelidir. Diğer kültür tarihçileri gibi, tarih bilimini öğrenmeden işe girişmemelidir. Hem içinde bulunduğu hem de çalıştığı dönemin bilimsel bilgisini öğrenmelidir. Günümüzde bilim tarihi en önemli araştırma alanlarından birisidir. Ancak Sarton’un tanımladığı bu alana ilişkin pozitivist yöntem dışında başka yöntem arayışları da devam ederek bu disiplini ve disiplindeki araştırmaları yönlendiren değişik yöntemler ve bakış açıları ortaya atılmıştır. Günümüzde Sarton ekolüne en ciddi eleştiri Thomas Kuhn tarafından yapılmıştır. Ona göre Sarton ve pozitivistler bilimin içsel dinamiklerini ele alıyorlar ancak bilimin gelişiminden sorumlu olan dışsal etkileri yok sayıyorlardı. Bilimin gelişimi, ekonomik, kültürel, sosyal gelişime bağlı olarak yeniden yorumlanmalıydı. Kuhn’un ileri sürdüğü bilimin sosyal tarihi anlayışı ile yeni nesil araştırmacılar, bilimin sosyal tarihine yönelmeye başladılar. George Sarton’un bilim tarihindeki kurucu rolü konusunda Türkçe literatürde fikir verebilecek bir kitap kendisinin toplu makalelerinin bulunduğu bir derlemedir.(4) Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Aralık 2, 2022
·
Makale
Bilim Tarihinde Anglo-Amerikan Geleneğin Oluşumu
Yazı: Harun Küçük Bilim tarihinde Anglo-Amerikan geleneğin oluşumu 1930’ların sonuna doğru başlar. 1930’ların başında Büyük Buhran ve BBC’nin bilimi kamuya tanıtma amaçlı radyo programları sırasında Marksist düşünürler (Franz Borkenau ve Henrik Grossman gibi) ve yine Marksist bilim insanları (Joseph Needham ve J.D. Bernal gibi) ön plana çıkarken, profesyonel bilim tarihçiliği bunlara bir cevap veya bir tepki olarak ana hatlarıyla ortaya çıkmıştır. Herbert Butterfield, bilim tarihinin profesyonel tarihçiler tarafından yapılması gerektiğini defalarca ifade etmiş ve nihayetinde de Cambridge’deki ilk bilim tarihi kürsüsüne Rupert Hall’ı getirmeyi başarmıştır. Bilim tarihinde genelde kurucu figür olarak görülen George Sarton, yaşadığı dönemde Amerika’da pek itibar görmemiştir. Rene Taton ve Aydın Sayılı gibi öğrencileri sayesinde Amerika dışında daha etkili olmuştur. Amerika tarafında bilim tarihçiliğinin profesyonelleşmesi 1950’leri bulur. Örneğin, oldukça iyi tanınan bir bilim tarihçisi ve felsefecisi olan Thomas Kuhn, Harvard Üniversitesi’nin Fizik bölümünde ders veriyordu. Bilim tarihinin önemine inanan ve Kuhn’u işe alan James Bryant Conant ise her ne kadar bilim tarihini önemsese de, kendi başına bir alan olmasına karşıydı. Conant için kıymetli olan, doğa bilimleri okuyan lisans öğrencilerinin Harvard Case Histories in Experimental Science serisini takip ederek tarihsel deneyleri tekrarlamaları ve bilimin derin tarihini bu yolla anlamalarıydı. Kuhn ise bilimsel devrim fikrini şekillendirirken bu dersleri veriyordu. Harvard Case Histories’in ilk olarak 1948’te yayınlanan ilk cildi Robert Boyle’nin (özellikle gaz) deneyleri üzerineydi. Bir kimyager olan Conant, bu kitabı kendisi yazmıştı.(5) 1950’lerden itibaren ise profesyonel bilim tarihçilerinin sayısı artmıştır. Çoğu defa felsefe (Husserl ve Kant gibi) üzerinden okunan bilim tarihi, ilk etapta Bilim Tarihi ve Felsefesi (HPS) bölümlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu birliktelik, bilim tarihinin tonunda ve amacında belirleyiciydi. Böyle bölümlerde bilim tarihi yazarken sadece belli bir zamanda ve belli bir yerde olduğu şekliyle bilimlerden bahsetmiyor, bilimin geneliyle ve tanımıyla ilgili çıkarımlar yapıyordunuz. 1970’lerden itibaren ise Kuhn’un paradigma fikrinden ilham alan sosyolojik ve etno-metodolojik yaklaşımlar önem kazanmaya başladı. Paradigma fikri, hem bilimin bir geneli olmadığını, belli dönemlerde bilimsel birikimi anlamsız kılan kırılmalar yaşandığını öne koyuyor, hem de bilime sosyal ve metafiziksel bir derinlik atfediyordu. Bu fikirle yola çıkan Edinburgh ve Manchester okulları oldukça radikal bir bilim anlatısı ortaya koyuyordu. Bilim, pek çok her şey gibi bir sosyal inşadan ibaretti. Bilimin doğruluğu veya yanlışlığının bir önemi yoktu. Bilim, insanlığın hakikate yürüyüşü değil, belli toplumlardaki hiyerarşilerin bir dışavurumundan ibaretti. 1970’lerden sonra Anglo-Amerikan bilim tarihçiliğinin sosyal bilim halini almasını, bilim tarih yazımında bir mihenk taşı olan Leviathan and the Air-Pump (1985) kitabındaki Boyle’nin Conant’ın Boyle’ninkinden ne kadar farklı olduğuna bakarak anlayabiliriz.(6) Simon Schaffer ve Steven Shapin’in Boyle için deney, bir amaç değil siyasi ve sosyal amaçlara hizmet eden bir araçtı. Boyle, bilim adamlarına hitap eden bir bilim adamından daha çok centilmenlere hitap eden bir centilmendi. Boyle’nin meşhur vakum makinesi ise hakikatleri gözler önüne seren bir bilimsel aletten çok inanç üretme teknolojilerinde bir halkadan fazlası değildi. Anglo-Amerikan bilim tarihçiliği, 2000’lerin başında tepe noktasına ulaşmıştır. Bugün ise bu alanda tamamlanan doktoraların sayısı düşerken, mesleğin entelektüel istikameti bilim tarihinden daha çok bilgi ve pratik tarihine doğru evrilmektedir. Bilim tarihinde Anglo-Amerikan geleneğin tarihçesi ile ilgili Türkçedeki tek kaynak Rob Iliffe’nin Bir Disiplinin Gelişim Hikayesi adlı eseridir. (7) Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Aralık 2, 2022
·
Makale
Pozitivist Yaklaşımlar ve Objektiflik
Yazı: Ömer Faik Anlı Auguste Comte’un orijinal Pozitivist teorisi aynı zamanda bir araştırma programı olarak Bilim Tarihinin başlangıcı olarak görülebilir. Kaldı ki Bilim Tarihi disiplininin akademik kurucusu olan George Sarton’a göre de Comte bilim tarihinin kurucusu sayılmalıdır. Bu da Pozitivist bilim felsefesi ile Sarton’un akademik bilim tarihini, disiplinin epistemolojik çerçevesi üzerinden birbirine entegre etmektedir. Bu entegrasyonun merkezinde, tarih disiplininin bilimselliğine ilişkin sağlam inanç bulunuyordu: Akademideki tarihçiler, diğer profesyonelleşmiş bilimlerde olduğu gibi, metodolojik olarak denetlenebilen bir araştırmanın nesnel ve doğru bilgiyi mümkün kıldığını kabul ediyorlardı. Tarih ve ilişkili disiplinler, ampirik gerçekliğin tespiti ve betimlenmesiyle başlayan ve tam da başladığı yerde, yani olguda duran, herhangi bir şekilde betimlemenin ötesine geçme ihtimalini az ya da çok şiddetle yadsıyan bir epistemolojik temeli benimsediler. Bu temel, spekülasyonla özdeşleştirdiği betimleme-ötesinden, yani açıklama ve teoriden uzak durduğu ölçüde yarı-pozitivist idiografik bir epistemolojik konumlanış açığa çıkarmaktadır. Bu konum için “metin” alfa ve omegadır; diğer bir deyişle başlangıç ve sondur ve metin objektifliğin kaynağı ve garantörüdür. Ancak yarı-pozitivist metin/belge sınırını aşmama şiarı bir yandan da bir tür metin fetişizmine de neden olabilmektedir. Bilim tarihi böyle yapılandırıldığında da bilimin bir tarihe değil, uzun bir kronolojiye sahip olması sonucu açığa çıkmaktadır. Bu durumda da böylesi bir kronolojinin mevcut problem durumları için nasıl bir işlev yükleneceği sorusu kendisini göstermektedir. Ancak yarı-pozitivist yaklaşım, metin tesisi odağı, sınırı ve ısrarıyla ki bu metodolojik bir ısrardır, objektiflik idealini korumaktadır. Bu bağlamda objektiflik, bilim tarihi disiplini için akademik kuruluşunda bir ideal-koşul ve bir kriterdi. Sarton için, bilimsel metinler, yani bilim metinleri, genel tarih araştırmasında olanaklı olmadığı denli, yorumdan, teorik bakıştan, teori-yüklülükten azade objektif bir tespit ve araştırma ortamını tesis ediyordu. Bu nesnellik için dil-bilimsel yöntemleri kullanmak (çeviri, transliterasyon vb. içeren metodoloji) ve ilerleme merkezli karşılaştırmalı bir kritik yapmak yeterliydi. Özetle, dilbilimsel metodoloji ve bugünü baz alan bir çizgisel, birikimsel ilerleme varsayımını ısrarla koruyan kritik etme bileşkesi bilim tarihi araştırmasının kısa formülasyonuydu. İşte tam da bu formülasyon “İlk keşfeden kimdi?” sorusuna gereğinden fazla önem verilmesine neden olmaktadır. Oysa, metinler tarihi olarak değil, “fikirler tarihi olarak Bilim Tarihi” yaklaşımını geliştiren Alexandre Koyre’yi hatırlamak kaydıyla, Bilim Tarihi disiplinindeki dönüşümün sembolü olabilecek, en etkili ve bilinen isim Thomas Kuhn’dur. Kostas Gavroğlu’nun bir meta-bilim tarihi çalışması olarak “Bilimlerin Geçmişinden Tarih Üretmek” adlı kitabı da bu yoldan gider. Söz konusu olan bir geçiştir; bu“text”ten “context”e geçiş, araştırma odağının metinden bağlama kaydırılmasıdır. Bu yaklaşımda metinler, bir araştırma nesnesi olarak monadlar veya bağımsız kendilikler olarak değil de içerisinde ilişkisel olarak konumlandıkları tarihsel, sosyal ve maddi art alan ile ele alınan ve o bağlama bugünden ulaşabilmemizi sağlayan göstergeler olarak görülür. Bu geçiş için öncelikle, “geçmiş”, “tarih” ayrımı ve buna bağlı olarak “bilimin geçmişi”, “bilimin tarihi” ve “bilim tarihi araştırması” ayrımı yapılır. Bilimin geçmişi, “bilim” adını verdiğimiz bilme biçimini ve kurumlarını oluşturan, zamansal olarak şu andan önce gerçekleşmiş/ gerçekleştirilmiş tekniklerin, pratiklerin, keşfedilmiş olguların, yasaların, ilkelerin, teorilerin, kurumların ve tüm bunların dönüşümlerinin, terk edilişlerinin süreçsel bütünüdür. Kısacası, bilimin geçmişi, bir süreç olarak bilimde şu andan önce olup bitmiş veya başlangıcı geçmişte olup etkileri bugün süren her şeyi içerir. Bilim Tarihi disiplini bu geçmişten, anlamlı, tutarlı, bütünlüklü ve tabii ki “doğru” olma iddiasında bir anlatı, bilgi üretme girişimidir ve her şeyi içer(e)mez. Dolayısıyla, Tarih ve Bilim Tarihi geçmişe ilişkin bugün üretilen bir şeydir. Bu nedenle de Tarih ve özelde Bilim Tarihi daima teori-yüklüdür; geçmişin epistemolojik anlamda çerçevelenmiş bir anlatısıdır. Diğer bir deyişle, Bilim Tarihi araştırmasının ve yazımının kendisi paradigmatiktir. Pozitivist veya yarı-pozitivist Bilim Tarihi araştırması, sürekli olarak “olağan bilim dönemi” içerisinde olduğu için paradigmatik olduğunun farkında olmayan ve bu nedenle kendi “nesnellik” ideal ve ölçütünü evrensel kabul eden bir konumdadır. Daha derin bir değerlendirme için, bir meta bilim tarihi çalışması olarak Kostas Gavroğlu’nun “Bilimlerin Geçmişinden Tarih Üretmek” adlı kitabını herkese öneriyorum. Ömer Faik Anlı - Ankara Üniversitesi

Ocak 6, 2023
·
Makale
Bilimsel Devrim ve Paradigma Kavramı
Yazı: Cem Kamözüt Thomas S. Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı (1962) adlı kitabı, bilim felsefesini önemli biçimde dönüştürmüştür. Ancak etki alanı ne bilim felsefesiyle ne de felsefeyle sınırlı kalmıştır. Pek çok farklı biçimlerde okunmuş ve sıklıkla bilimin rasyonel bir etkinlik olmadığını söylemekle itham edilmiştir. O kadar ki Kuhn, meşhur ettiği “paradigma” kavramını yanlış anlamalara yol açtığı gerekçesiyle kullanmayı bırakmıştır. Eser bilimsel ilerlemenin birikimsel olmadığı, iki rakip paradigmadan hangisinin seçileceği konusunda izlenmesi gereken mekanik kurallar (örneğin deneyle uyumlu olanı seç!) olmadığı, Bilim Tarihi yazarken geçmişi bugünün paradigmasıyla yazmamak gerektiği gibi bir dizi negatif yargıyla geleneksel bilim anlayışını eleştirir. Bu eleştiriler hızlıca anlaşılır olsa da yerine konanların ne olduğu konusunda bir uzlaşı olduğu söylenemez. Kimilerince yerine bir şey konmamış, bilim rasyonel bir etkinlik olmaktan çıkarılmış, bilimsel değişimler modadaki değişimler gibi kültürün, öznel beğenilerin rüzgarına bırakılmıştır. Kuhn’un yanlış anlama olarak gördüğü tam olarak budur. Zira kitap bazı pozitif savlar da ortaya koyar. Örneğin Kuhn’a göre bilim ilerlemektedir ve bir paradigmanın terk edilip diğerine geçilmesi rasyonel bir karardır. Bu pozitif savları ve Kuhn’un rasyonalite iddiasını anlamak için devrim fikrine bakarak başlayabiliriz. Özellikle Koyré’nin bilimsel devrim anlatısı, Kuhn’u etkilemiştir. Koyré, kendinden önceki bilim tarihçilerinden farklı olarak bu süreci yalnızca yeni bilgilerin eklenmesi biçiminde anlatmaz. Doğaya bakışımızda köklü bir değişimden söz eder. Galileo’yu deney yaparak yeni bilgiler edinen bir figür olarak okumak yerine Aristotelesçi yaklaşıma karşı Platoncu bir tavır benimsemeyi öneren bir felsefeci olarak görür. Kuhn bu durumu genelleştirerek Koyré’nin söylediği türden dönüşümlerin yalnızca 17. yüzyıl bilimsel devrimiyle sınırlı olmadığını, zaman zaman tekrarlandığını savunur. Böylece Kuhn için örneğin Newton kuramının terk edilip Einstein kuramının benimsenmesi de bir paradigma değişimidir. Yani yalnızca yeni bilgilerin eklenmesi, yeni deneysel verilerin edinilmesi değil doğaya ilişkin bazı temel kabullerimizin değişmesidir. Paradigma neyin bilimsel olduğunu, bilim yapmanın kurallarını, gözlemlerin nasıl yorumlanacağını belirleyen, nelerin önemli bilimsel başarılar olduğunu belirleyen kapsayıcı bir yapıdır. Ancak açıkça yazılmış değildir—hatta açıkça yazılması olanaklı da değildir; çünkü paradigma nasıl bilim yapılacağını söyleyen bir kural seti değil, bilimin ne olduğunu belirleyen bir çerçevedir. Yine de bilim eğitimi sırasında bilinçsizce yeni kuşak bilimcilere aktarılır. Bir bilimsel devrimde değişen işte bu paradigmadır. Kuhn birbirlerinden bağımsız ve farklı yapısal özelliklere sahip paradigmalardan hangisinin doğayı açıklamakta daha iyi olduğunu belirleyecek, paradigmalara aşkın bir değerlendirme zemini olmadığını söyler ve bu durumu eşölçülmezlik olarak adlandırır. Kuhn’un metninde en çok akılları karıştıran nokta ise bilimsel devrimin nasıl ortaya çıkabildiğidir. Eğer paradigma dünyaya bakışımızı belirleyen bir gözlük gibi ise, gözlemlerimiz bile paradigmanın ışığında gerçekleşebiliyorsa nasıl olur da paradigmadan kuşku duyabileceğimiz bir durumla karşılaşabiliriz? Paradigmalar birbirlerini dışlıyorsa ve rakip paradigmaların üyeleri birbirlerini anlayamayacak kadar farklı diller konuşuyor hatta farklı dünyalarda yaşıyorlarsa bir bilimci içinde bulunduğu paradigmayı terk etmeye nasıl ikna edilebilir? Kuhn’a göre bir paradigmada nasıl olup da sorunların çıkabildiğini anlamanın ve paradigma değişimini ilerleme olarak görebilmenin yolu, eşölçülemezliğin karşılaştırılamazlık anlamına gelmediğini fark etmekte yatar. “Bir paradigmayı reddetme kararı daima başka bir paradigmayı kabul etme kararıyla eşzamanlıdır ve bu karara yol açan yargı her iki paradigmanın da doğayla ve birbirleriyle karşılaştırılmasını içerir.”(1) Buradan da anlaşılıyor ki paradigmalar ne kadar kuşatıcı olurlarsa olsunlar devrimleri olanaksız kılmazlar. Ve elbette karşılaştırılabilirler—hem doğayla hem birbirleriyle. Ancak bu karşılaştırma yalnızca deney verilerini ortaya koymakla yapılamaz. Ancak Kuhn burada kararı modaya ya da politik güç mücadelelerine de bırakmaz. Kuhn’a göre bilim toplumunun uzun vadeli kararı rasyonel bir karardır. Cem Kamözüt - Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Dipnotlar: 1 T. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, 3rd Edition, University of Chicago Press, 1996: 77.

Ocak 6, 2023
·
Makale
Batı’da Bilim ve Din İlişkisi
Yazı: Alper Bilgili 1 2013 yılında Türkiye’de yapılan bir PEW anketine göre, ankete katılanların %40’ı bilim ile din arasında bir çatışma olduğuna inanmaktadır.(2) Yine PEW tarafından yapılan başka bir ankette Türklerin %84’ünün “hayatımda din çok önemli bir yer tutar” dediği dikkate alındığında(3) din ile bilim arasında bir çatışma bulunduğu yönündeki tezin Türkiye’de sadece seküler çevreler tarafından kabul edilmediği görülecektir. Kuşkusuz bu sonuçların oluşmasında Batı’daki tartışmaların büyük etkisi bulunmaktadır. Birçok Türk düşünür özellikle Tanzimat’tan sonra Batı’daki bilim-din ilişkisine yönelik tartışmaları yakından takip etmiş, dönemin bilim ile din arasında doğaları gereği bir çatışma bulunduğunu iddia eden eserlerinden etkilenmiştir. Atatürk de dahil olmak üzere son dönem Osmanlı aydınları ve ilk dönem Cumhuriyet kadroları Alman materyalist düşünür Ludwig Büchner’den Amerikalı bilim insanı/tarihçi John William Draper’a kadar birçok Batılı yazardan etkilenmişlerdir.(4) Bu isimler sadece Türkiye’de değil, hem Batı’da hem de Batı’nın izinden gitmeyi hedefleyen ülkelerde ilgi görmüştür. Bugün benzer tezler Richard Dawkins, Sam Harris ve Daniel Dennett gibi isimlerce savunulmaya devam etmektedir. Her ne kadar bilim ile din arasındaki ilişkiyi çatışma perspektifinden ele alan eserler halk arasında popülerliğini sürdürse de bu pozisyon bir çok bilim insanı ve tarihçi tarafından bilim tarihinin önemli bir kısmını çatışma tezini destekleme saikiyle göz ardı etmekle veya tarihsel olayları çarpıtarak paylaşmakla eleştirilmektedir. John Hedley Brooke, Ronald Numbers gibi tarihçilerin yanı sıra Amerikalı paleontolog Stephen Jay Gould’un eleştirileri bu anlamda değerlidir. Özellikle Gould’un Rocks of Ages adlı eserinde çatışma tezine alternatif olarak sunduğu NOMA (nonoverlapping magisteria) modeli, hem akademik dünyada hem de popüler bilim okurları arasında ilgi uyandırmıştır. Bu modele göre bilim ve din, farklı konularla ilgilenmekte, farklı soruları sormaktadırlar, dolayısıyla meşru alanlarında kaldıkları sürece aralarında bir çatışma yaşanmayacaktır. Gould’un sunduğu alternatif model, tahmin edileceği üzere, bilim ve dinin meşru sınırları hakkında yürütülen tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Bilim ve din ilişkisinin bu ikisine benzer basit modellerle açıklanamayacağı fikrinden hareketle kaleme alınmış birkaç önemli eser tavsiye edip yazıyı sonlandıralım. Ronald Numbers ve Denis Alexander tarafından derlenen Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, biyolojinin geçmişten beri süregelen ideolojik kullanımlarına işaret eder. John Hedley Brooke’un kaleme aldığı Science and Religion ise bilim ile din arasındaki değişken ve karmaşık ilişkiye tarihsel örnekler üzerinden dikkat çekmektedir. Örneğin, Brooke’a göre, bilim ve din arasında çatışma olarak sunulan hadiselerin bazıları aslında farklı bilimsel teoriler arasındaki çatışmalardan ibarettir. Numbers tarafından derlenen ve Türkçeye de çevrilen Galileo Goes to Jail and Other Myths about Science and Religion bilim tarihinin önemli mitlerini eleştirel bir bakışla ele almaktadır. Günümüzdeki tartışmalara derinlik kazandırabilecek bir diğer kapsamlı eser ise Gary Ferngren’in derlediği, Türkiye’de Batı Geleneğinde Bilim ve Din ismiyle yayımlanan çalışmadır. Bu eserler, bilimin dini otorite ile yaşadığı tarihsel çatışmaları dinin doğasıyla açıklama kolaycılığına düşmek yerine toplumsal bağlamı ve iktidar mücadelelerini denkleme dahil etmekte, böylece daha gerçekçi bir resim ortaya koymaktadırlar. Yazının dipnotlarına buradan ulaşabilirsiniz.

Nisan 14, 2023
·
Makale
Bilim Tarihinde Avrupa Merkezciliğin Üç Hali
Yazı: HASAN UMUT Avrupa merkezcilik tarih yazımının en tartışmalı konularından birisidir. Modern dünyada bilime atfedilen önemle de ilişkili olsa gerek, bilim tarihinde Avrupa merkezcilik ekseninde öne çıkan konuların hem çeşitlilik arz ettiğini hem de karmaşık bir örüntüye sahip olduğunu görürüz. Peki, bu kadar çok konu edinilen, hatta bazen bir tarih yaklaşımını yermek için sıfat olarak kullanılan Avrupa merkezcilik nedir? Konunun çetrefilli karakterinin ve üzerine üretilmiş devasa bir literatür olduğunun farkındayım; yine de bu yazıda Avrupa merkezcilikten ne anladığımı, bu yaklaşımı değerlendirirken dikkate alınması gereken üç formunu özetlemek istiyorum. Bilim tarihi bağlamında Avrupa merkezciliği şöyle tanımlayabiliriz: Tarihi, Avrupa’da gerçekleşmiş bilim tecrübesine eklemleyecek şekilde okumak ya da Avrupa’da ortaya çıkan tarihsel örüntülerin aynısını başka toplumların tarihsel tecrübesinde aramak, bulduğunda buna olumlu bir değer atfetmek, bulunamadığında ise Bernard Lewis’in meşhur kitabına (What Went Wrong?/Yanlış Olan Neydi?)” başlık olan soruya benzer bir tarzda, araştırma konusu ettiğimiz tecrübeyi tarih mahkemesine oturtarak yargılamak. Avrupa bilim tarihi literatürüyle diğer toplumların bilim tecrübesi hakkında üretilmiş literatür arasında nicelik ve nitelik bakımından bir uçurum da söz konusu olunca, kendi kendini doğrulayan bir anlam da kazandığını görüyoruz Avrupa merkezciliğin. Tabi bu durumun Modernite, Aydınlanma ve tarihin hızlanması anlatılarıyla yakından ilişkisi var. Fakat iki yönde de tezahür eden bir ilişki söz konusu. Yani, bilim tarihi, söz konusu anlatıları hem yaklaşım hem de bilgi düzeyinde besleyip dönüştürüyor, onlar da bilim tarihinin hangi çerçevede ele alınacağına dair bir üst anlatı halini alıyor. Önümüzde duran temel mesele, Avrupa merkezciliğin tek yaklaşım, tek yöntem, tek anlama biçimi olması durumunun nasıl değişeceğidir. İşte bu noktada Avrupa merkezciliğin üç halini ayrı ayrı değerlendirmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki, bir perspektif olarak Avrupa merkezcilik. Avrupa bilim tarihindeki soru ve yöntemleri aynıyla başka bilimsel tecrübelere uyarlama girişimi. Prensip olarak bu soru ve yöntemleri başka tarihsel tecrübeleri anlamak için kullanmakta bir beis yok tabi ki. Fakat bu yaklaşımı tek soru ve yöntem türüne dönüştürüp biricikleştirdiğimizde incelediğimiz dönem ve coğrafyanın kendi iç dinamiğini, sorularını ve onlarla uyumlu yöntem arayışlarını ıskalama riskiyle karşı karşıya kalıyoruz. Avrupa merkezciliğin ikinci for-mu, bir değer olarak Avrupa merkezcilik. Bu bir yönüyle medeniyetler arası rekabet anlatılarıyla sıkı irtibatlı. Yani Avrupa’ya ve modern bilime etki etmeyi tarihsel bir fenomen görmenin ötesinde olumlu hatta ulvi bir değer olarak addetme meselesi. Bu tür Avrupa merkezciliğin iki yönde işlediğini de eklemek lazım. Modern bilime katkıyı olumlu bir değer görme bir yönüyken, modern bilime Avrupa dışındaki kültürlerin katkı yapmış olabileceğini baştan reddetme refleksi de bir başka yönü. Avrupa merkezciliğin üçüncü ve bugün en fazla konuşmamız gereken tarafı, bir kurumsal zemine sahip olması bakımından Avrupa merkezcilik. Bilim tarihi bölümlerinde çalışılan konulara, hangi proje önerilerinin fon bulabildiğine, alanın önde gelen dergilerinde neşredilen makalelerin yoğunlaştığı sorulara, dünyada bilim tarihi alanında üretilen bilginin hangi dönem ve coğrafyalara yoğunlaştığına bakmamız kastettiğim şeyi net bir biçimde gösterecektir. Yukarıda betimlediğim iki türdeki Avrupa merkezciliğin sorgulandığı bir dönemdeyiz, yeni soru ve yöntemlere olan ilgi belki hiç olmadığı kadar yüksek bilim tarihi camiasında. Ama bu gelişmelerin kurumsal zemine yansıması beklediğimiz oranda gerçekleşmedi. Yöntem ve soru üretme kapasitesi açısından Avrupa bilim tarihi çalışmaları kıyas ka bul etmeyecek düzeyde hala ana akım. Özetle, Avrupa merkezciliğin aşılması zikrettiğim bu üç türünde de değişmelerin yaşanmasına bağlı. Tabloyu ümitvar görebiliriz, ama gidilmesi gereken yolun hala uzun olduğunu hatırda tutmakta fayda var.

Nisan 14, 2023
·
Makale