Berrak zihinler için yalın, zengin, bağımsız bir Türkçe dijital medya üyeliği.
Ücretsiz Kaydol →"Merhaba, ben..."
Aposto! Digest bülteninde yayıncılarla yapılan röportajlar.
17 Hikâye
Merhaba, ben... Eda Güney
Seni tanımakla başlayalım. Eda Güney kimdir? Merhaba, ben İstanbul’da yaşayan bir Ankaralıyım. Mülkiye İşletme mezunuyum. 15 yıl boyunca kurumsal hayatta Türkiye’nin önemli markalarını, tarihi ve kültürel miras değerlerini tanıtan çeşitli projelerde çalıştım. Bundan iki yıl önce kurumsal hayattan çıkıp asıl tutkum olan tenisin peşinden gitmeye karar verdim. Tenis dünyası içinde kendime bir alan yaratmak ve sesimi duyurmak istemiştim. Şimdi buradayım. Eda’nın tenis tutkusu ne zaman, nasıl başladı? Kim ilham oldu? Eda tenis oynuyor mu? Tenisle tanışmam babamın yönlendirmesiyle oldu. 10-11 yaşlarındaydım, özellikle pazar günleri babam, ablam ve ben televizyon karşısına geçip beraber tenis izlerdik. Başlarda tenisi çok sıkıcı bulduğumu ve bunu neden izliyoruz diye düşündüğümü hatırlıyorum ama hem beraber vakit geçirmek çok güzeldi hem de babam bize tenis izleme alışkanlığı kazandırıncaya kadar buna devam etti. Birkaç yıl sonra babam vefat etti ama biz ablamla tenis izlemeyi sürdürdük. Tenis sevgim ve ilgim yıllar içinde artarak devam etti. Dolayısıyla maçları izlemek ve yorumlamak 30 yıldır devam eden bir tutkum, açıkçası oynamak ilgimi hiç çekmedi, ben hep izlemeyi sevdim diyebilirim. Adı oldukça açık ama bir de senden duyalım, EdaTalksTennis ne anlatıyor? Kime hitap ediyor? Haber ya da analizlerin yanı sıra sporcu hikâyelerine de yer verildiğini gördük. Sence bir sporla kurulan bağda ve spor medyasında hikâyelerin nasıl bir yeri var? Tenis çok heyecanlı bir spor dalı, fiziksel ve teknik beceri gerektiren yönleriyle oyun zaten çok keyifli. Ancak bu sporu daha keyifli yapan ve seyirciyle bağ kurduran bana göre oyuncunun hikâyesi. Tenisçinin yetenekleri, mental gücü ve fiziksel dayanıklılığı kadar onu oyunda tutan savaşçılığı, kendine inancı, iradesi ve inatçılığı gibi içsel süreçlerine maçları izlerken tanık oluyoruz. Tenis bireysel bir spor olduğu için oyuncuyla izleyici arasında kolaylıkla bir bağ kurulabiliyor. Benim @edatalkstennis adıyla yaptığım tüm yayınlarda asıl amacım maç ya da performans analizleri yaparken bu içsel süreçlere de dokunmak, aynı zamanda her başarı ya da başarısızlığın ardındaki sebeplere de bakmak. Yayınlarımda her sporcu için pozitif bir dil ve saygılı bir üslupla oyuncuların performanslarını ya da açıklamalarını değerlendirmeyi çok önemli buluyorum. Tenis sadece kazanılan kupalardan ibaret değil, başarı ölçütü de sadece kazanılan kupa sayısı değil. Hedefe giden yolda yapılan yolculuklar da çok önemli, tenisi daha geniş bir bakış açısından değerlendiren, kupaların ya da hüsranların arkasındaki hikâyeleri de içeren tenis yazıları okumak, tenis yorumları dinlemek ve izlemek isteyen herkese hitap ediyorum. Eğer bir izleyici, bir oyuncunun yolculuğuna yakından bakabilir, onu spor medyasında yazılan objektif yazılarda tanıma şansını bulabilirse kesinlikle onun maçını izleme ihtimali ve dolayısıyla tenise olan ilgisi artacaktır diye düşünüyorum. Bu açıdan spor medyasının çok önemli bir konumu var. Ek olarak, kadın tenisçiler başta olmak üzere sporcuları tanımlarken başarıları ve başarısızlıkları değerlendirirken spor medyasında kullanılan dilin ve üslubun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sadece ülkemizde değil dünyada da bu şekilde. Televizyonda ve spor medyasında yapılan yorumlar, yazılan yazılar aslında uzun dönemli seyirci yaklaşımını belirlemede önemli bir etken. Peki, tenis geleneksel medyada kendine ne kadar yer buluyor? Podcast , YouTube ya da e-bülten gibi araçlar tenis medyasının geleceği için ne vadediyor? Diğer yandan, Türkiye’de tenisi takip eden topluluğa dair nasıl gözlemlerin var? Grand Slam'lerin televizyonda yayınlanmasını çok önemli buluyorum. Türkiye’de tenisin yaygın olarak izlendiğini görüyorum, eskiden benim ailemle izlediğim gibi majörler ya da büyük turnuvalar (Masters 1000 & WTA 1000) televizyonda şifresiz kanallarda yayınlansa kesinlikle tenise olan ilgide artış olur. Pek çok kişi erişimi olmadığı için maçları kaçırıyor. Bu yayınlar dışında basında çıkan tenis yazıları genelde birbirine çok benzeyen haberlerden oluşuyor. Bunlar da ancak Grand Slam'ler gibi çok büyük turnuvalarda kısa kısa haberler şeklinde kendine yer buluyor. Dolayısıyla dijital medya ve yeni araçlar, tenisi daha geniş kitlelere ulaştırmak için bence çok önemli. Örnek verirsem benim 10 yıldır tenis blog'um olmasına rağmen YouTube, Twitter ve podcast kanallarına girişimle daha çok tenis severe eriştim. Bu çift yönlü bir etki. Hem onlar bana ulaştı hem ben onlara ulaştım. Karşılıklı bir etkileşimimiz var ve bu çok değerli. Öte yandan e-bülten, YouTube, podcast ya da tüm dijital medya ve araçları kesinlikle geleneksel mecralardan daha fazla seçenek ve içeriğin bulunduğu platformlar. Ancak bu mecralarda da kaliteli ve dolu bir içerik ile saygılı bir dil ve üslubun kullanılması da gözden kaçırılmamalı diye düşünüyorum. Türkiye’de tenisi sosyal medyadan takip edip yukarıda bahsettiğim gibi maçlara erişimde sıkıntı yaşayan bir kesim var. Bunun dışında maçları kaçırmayan ve uzun süredir tenis izleyen büyük bir izleyici kitlesi de mevcut. Her iki grupta ortak bir nokta var; o da bir kısım izleyicinin tenisi takım tutar gibi bir oyuncunun taraftarı olma üzerinden takip ediyor ve değerlendiriyor oluşu. Ancak bu sadece bizim ülkemize özgü bir durum değil, dünyada da böyle diyebilirim. Çağrışımları seviyoruz. Üç maddeye, üç kısa çağrışım yanıtı bekliyoruz: Mülkiye: Gençliğim, Ankara, değerli hocalarım. Teniste “o an”: Roger Federer’in 20. Grand Slam’ini kazandığı 2018 Avustralya Açık şampiyonluk puanı. Son birkaç oyunu heyecandan ayakta izliyordum, Federer’in şampiyonluk anında evde çığlıklar atarak zıplamıştım. Naomi Osaka: Cesur, lider, şampiyon. EdaTalksTennis'e buradan kayıt olabilirsiniz.

Nisan 10, 2021
·
Makale
Merhaba, ben... Büşra Erkara
Senin sormayı sevdiğin bir soruyla ve bu soruya yüklediğin anlamla başlayalım: Nasılsın? Merhaba! Ben bu soruyu sormayı gerçekten seviyorum. Yüz yüze görüştüğüm insanlar için bunun farklı versiyonları var; akşam saatlerinde buluştuysak "Günün nasıl geçti?", seyahat ediyorsak "1-10 skalasında ne kadar açsın?" gibi. Bir hâl dedektifliği durumu. Bu soruya yüklediğim bir misyon var, ondan bahsedince anlam da kendiliğinden ortaya çıkacak gibi: "Nasılsın?" öylesine sorduğumuz ve cevapladığımız bir şey değil, kendi kendimize ve karşımızdakine samimi bir güncelleme verebileceğimiz bir geçiş noktasına dönüşmeli bence. Ve asıl cevabım, şu an iyiyim. Düdüklü tenceredeymiş gibi geçen bir haftanın sonunda, bugün biraz boş zamanım var ve hava güneşli. Tam şu an Büşra’yı ve Tutto’yu biraz daha tanımak isteyebiliriz... Tutto'dan başlayayım (soyadı: Aposto : )) Tutto, Ocak 2021'de doğdu, ismini nasıl tonlandığına göre "Her şey yolunda mı?/Her şey yolunda" olarak çevrilebilecek "Tutto a posto" ifadesinden alıyor ve iki haftada bir gelen kutularında beliriyor, bir de @tutto.ist adresinde bir Instagram hesabı var. Ben 10 yıldır farklı medya kuruluşları ve kültür-sanat kurumlarında çalışan bir yazar ve editörüm, kariyerim New York'ta başladı, son üç yıldır İstanbul'da devam ediyor. Tutto'nun nasıl bir alan olacağını düşünürken bülteni evimin mutfağı gibi hayal ettim. Her şeyi konuşabiliriz ama konular değişebilir, yemek odasında duruşumuza, ne söylediğimize dikkat ederek yemek yerkenki gibi değil, kesme tahtasından bir dilim bir şey alıp ağzımıza atarkenki diyaloğu arıyorum. Bülteni yazarken o haftalarda aklımda ne varsa ona yer veriyorum, şu ana kadar beliren bazı başlıklar ve sorular: Astrolojiye inanmak (ve astroloji nedir/ne değildir), iklim acil durumu gerçeğiyle yaşarken çocuk yapmak etik midir, bir kadın yazarı ararken karşılaştığım St. Moritz logosunun tarihçesi. O haftanın temasına göre gözüme çarpan, beğendiğim yazı ve fotoğraf serilerine link veriyorum, yine o temaya dokunan, daha önce yazdığım yazıları okurlarla paylaşıyorum. Her bülten "veda busesi" diye kısa ve tatlı bir hikâyeyle bitiyor. Bu arada yakın zamanda "sınırlar" temalı bir bülten yazacağım, başka bir ülkeye vatandaşlık alma niyetiyle gitmiş, sonra vazgeçip geri dönmüş birileri varsa bana bir ses edebilir mi? Türkiye'de ne olursa olsun başka bir ülkeye taşınmaya hiç niyeti olmayan varsa onlar da yazabilir. Bülten tanıtımındaki “dünya yanarken kafiyeleri unutmamak” ifadesi ilgimizi çekti. Aklımıza şöyle bir soru geldi: Büşra dünyayı ne kadar umursuyor? Katman katman; yarın ne yapacağını, başkalarının ne dediğini ve yaptığını, geride ne bıraktığını, gezegenin geleceğini… Ve son olarak, gerçekten “dünya yanarken kafiyeleri unutmamak” için çabalamalı mı? Ne anlayalım buradan? Sevgili Playground, kısa cevabım: Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır. O kadar kısa olmayan cevabım: Dünyayı kendimce, duyarlı ama bencil bir şehirli kadar umursuyorum, ama bu umursamanın ne kadar yeterli olduğunu her gün sorguluyorum. 20 yıldır vejeteryanım, son iki aydır vegan beslenebildiğim zaman vegan seçimler yapıyorum, özellikle evde olmak bunu çok kolaylaştırdı. Gerçekten ihtiyaç duymadığım şeyleri almıyorum. Araba kullanmıyorum. Ama bunlar yeterli değil, dünya o kadar hızlı kötüye gidiyor ki, herkesin iklim aktivisti olması gerek. Devlet tarafında, kanun bazında değişmesi gereken çok şey var, uzun vadedeki ilerlemelerin buna çok bağlı olduğunu biliyorum, belki benim payıma düşen Yeşiller'e gönüllü çeviri desteği vermektir. Benim içinde büyüdüğüm kuşak, Y kuşağı, kendisi için bitmek bilmeyen bir iş güç/hayatta kalma mücadelesiyle yetişkin oldu. Çok şükür bizim tükenmiş kuşağa "ya hep beraber ya hiç birimiz"in gerçekliğini hatırlatan bir sonraki kuşak var. Ve son olarak, "dünya yanarken kafiyeleri unutmamak" çok önemli. Bu benim için bazen yürüyüşe çıktığımda telefonumu elimden almak kadar basit. Hayatlar o kadar "en acil" meseleyle ilgilenmemizi istiyor ve o yapılacaklar listesi o kadar bitmiyor ki kafiyelere bilinçli bir alan açmak zorundayız. Bence. Okurlarınla aran nasıl? Sence seni kimler okuyor, neden okuyor? Tutto'yu kimin okuduğunu her zaman merak ediyorum ve her bülteni Tutto'nun çift yönlü bir yol olduğunu hatırlatarak bitiriyorum. Bülteni okuyan birinden e-posta aldığımda gerçekten mutlu oluyorum, yeni bir bakış açısı ve hayatla tanışmış oluyorum çünkü. Bence bültenleri hayatla ilgili benzer hassasiyetleri olan, detaycı insanlar kafiyeleri sevdikleri için okuyor. Çağrışımları seviyoruz. Üç maddeye, üç kısa çağrışım yanıtı bekliyoruz: İtalyanca: Bir gün. Müze: Huzur. Otessa Moshfegh: "Homesick for Another World" Tutto'ya buradan kayıt olabilirsiniz.

Mart 13, 2021
·
Makale
Merhaba, ben... Greenvibes
Greenvibes’ı tanıyarak başlayalım. Greenvibes’ı kim yapar? Nil ve Ceren nasıl bir araya geldi? Onlar kendi hayatlarında neler yapıyor? C: Greenvibes, ikimizin ekolojik meramlarını artık bireysel sesimizle duyurmakla yetinemediğimiz bir anda Nil’le ortak bir atölyeye davet edilmemizle doğmuş; ekolojik endişelerimizi, düşüncelerimizi paylaştığımız, bilgilerimizi aktardığımız bir oluşum aslında. Greenvibes’ın arkasında Nil ve ben Ceren var. İkimiz aslında sosyal medya üzerinden tanıştık, pandemi nedeniyle hiç yüz yüze gelemedik ama sanki yüzyıllardır ruhlarımız arkadaşmış gibi hissediyoruz. Dertlerimiz, endişelerimiz ortak olunca, birlikte kuvvet doğar diyerek seslerimizi birleştirip daha gür çıkarmak istedik ve Greenvibes doğdu. Ben aslında bir şehir plancıyım, coğrafi bilgi sistemleri üzerine doktora yapıyorum, bir CBS yazılım şirketinde bursiyer olarak çalışıyorum ve iklim kriziyle mücadelede bilimsel yöntemlerle ilgileniyorum. Kişisel hayatımda atıksız yaşam gönüllüsüyüm, bu konudaki deneyimlerimi ve bilgilerimi sosyal medyada @atiksizminimalist hesabımda paylaşıyorum, aynı zamanda Buğday Derneği gönüllüsüyüm. N: Bizim gerçekten söyleyecek çok sözümüz, duyurmak istediğimiz çok meramımız var; enerjimiz de bu kadar tutunca Greenvibes kendiliğinden doğdu diyebiliriz. İyi ki de doğdu :) Ben de aslında editörüm, ayrıca çocuk kitapları çeviriyorum. Başka Bir Gezegen Yok isimli bir kitabım var. @nilkiyisi hesabımda ben de atıksız yaşam üzerine deneyimleri paylaşıyor, iklim krizi ile ilgili farkındalık yaratmaya çalışıyorum. Ben de Buğday Derneği gönüllüsüyüm. “Greenfluencer” kavramını biraz daha açmanızı isteyebiliriz… C: İçinde yaşamaya çalıştığımız tüketim toplumunda, iletişim araçlarının küresel ölçekte gelişmesiyle birlikte “influencer” adıyla anılan, insanlara çoğunlukla ürün ve marka deneyimlerini aktaran içerik üreticileri sayısı gitgide artıyor. Öte yandan bizim gibi ekolojik kaygıları olan, insanlara ekosisteme dair sorunları ve bu sorunlara yönelik çözümleri aktarmaya çalışan içerik üreticileri de var. Bizim bu yeşil çabalarımız, insanları etkilemeye yönelik bir çabayla birleşince “greenfluencer” kavramı ortaya çıkıyor aslında. N: Her ne kadar “influencer”lar kadar büyük kitlelere hitap etmesek de, “mikro” düzeyde kalsak da biz de insanları ekolojik anlamda etkileyebiliyoruz. O kadar çok “Senin sayende komposta başladım," “Senin sayende adet kabına geçtim," “Senin paylaşımların sayesinde ben de artık xxx yapıyorum, iyi ki varsın,” mesajı alıyoruz ki kendimizi böyle adlandırmanın doğru olacağını düşündük. Biraz malum olanı soracağız ama bu sayede Greenvibes’ın mesajının altını da çizmiş oluruz. Süveyş Kanalı’ndaki krize üretilen esprilerden birinde Ever Given iklim krizine, o küçük kepçenin çabası da ekolojik kaygılara benzetilmişti. Neden ekolojik kaygılar taşımalıyız? Ekolojik kaygıların bir “trend” olduğunu düşünenler çoğunlukta mı yoksa atıksız ve ekolojik yaşam tarzının “mecburiyete” dönüşmesi ve kitleselleşmesi için umut var mı? C: Yaşadığımız dünya bizim biricik evimiz. Yaşayabileceğimiz başka bir gezegen yok, aynı Nil’in kitabının başlığı gibi. Biz özellikle sera gazı üretimimizle Dünya’yı ciddi bir yok oluşa sürüklüyoruz, daha önce yaşanan beş yok oluştan çok daha farklı ve ciddi boyutta bir felakete. Şu an içinde bulunduğumuz altıncı yok oluş insan davranışlarının etkisiyle olduğu için hepimizin ekolojik kaygılar taşıması gerekiyor aslında. Çünkü her bir bireyin faaliyetleri çok önemli, bir araya gelince de büyük etkileri var. Öte yandan bizim taşıdığımız ekolojik kaygılar bazıları için bir “trend” fırsatı olarak görülüyor. kişisel çıkarları için ne yazık ki bu kaygıları kullanıyorlar. Ama bu durum bizi yıldırmıyor. Gün geçtikçe, paylaşımlarımıza yapılan yorumlardan, eğitimlerimizdeki dönüşlerden görüyoruz ki bu yaşam tarzının kitleselleşmesi için gerçekten umut var. N: İnsanlar olarak kendimizi, tüm doğanın ve diğer canlıların sahibi olarak gördüğümüz için ne kadar zarar verdiğimizin, hatta zarar verip vermediğimizin bile farkında değiliz. Doğa ile bağlarımız uzun süredir kopuk. Ama ben de artık yavaş yavaş bu kaygıların arttığını ve ekolojik farkındalığın yükselişe geçtiğini gözlemliyorum. Ama kişisel olarak “mecburiyet”e dönüşmesini istemem; “zaten” öyle yaşamalıyız, kurallara gerek kalmamalı. Bizim asıl yapmamız gereken “yaşayan gezegenimizin” her bir parçasını özümseyip doğayı gözeterek onunla birlikte hareket etmek. Örneğin, tatlı suyu, barajların seviyesi düşer diye değil de doğanın bir parçası olduğu için tasarruflu kullanmalıyız. Doğa üzerinde tahakküm kurmaya çabalamak, ona karşı bir savaş açmak gibi insanmerkezci düşünce biçimlerinden bir an önce kurtulmalıyız. İklim krizi konusunda kuşaklar arası hassasiyetler bakımından nasıl farklar görüyorsunuz? Z kuşağı bu konuyu kendi meseleleri hâline getirdi desek yanılmış olmayız. Sizin kendi çevrenizde bu konuda gözlemlediğiniz bir şeyler var mı? C: Yeni nesil kendi gelecekleri açısından gerçekten çok hassas, olması gerektiği gibi. Tabii ilgisiz bir kesim var ancak bunu bilgi eksikliğine bağlıyoruz. Öğrendiklerinde herkesten çok sahip çıkıyorlar. Bizim neslimiz ise biraz daha az ilgili. Hem kişisel ekonomik kaygılardan hem de rahata düşkün bir yetiştirme tarzının mirasından dolayı ekolojik kaygılar çoğunlukla öncelenmiyor. Ama bu konuda da yavaş da olsa bir dönüşüm olduğunu düşünüyorum ben. Ancak bizlerin anne-babalarına baktığımızda, onların yaşanan ekolojik değişimi ve kötüleşmeyi görmelerine rağmen herhangi bir sorumluluk almadıklarını söyleyebiliriz. Evet, her şey çok bozuldu deseler bile eski alışkanlıklarını bırakmakta çok zorlanıyorlar. Hele de bu felaketlerin tohumlarını kendi nesillerinin attığını kabul etmeleri çok da zor. N: Ben gençlerden çok umutluyum. Greta’nın attığı o ilk taş tüm dünyada öyle bir etki gösterdi ki… Türkiye’deki gençlerin heveslerini ve çabalarını görmek beni çok mutlu ediyor. Şu an ilkokul çocukları bile kompost yapmayı öğreniyorlar; ben kelimeyi duyalı üç, yapmaya başlayalı iki sene oldu :) Çağrışımları seviyoruz. Üç maddeye, üç kısa çağrışım yanıtı bekliyoruz: Buğday: C: Derneği, Victor ve onun bize bıraktığı, birbirimizden güç aldığımız ekolojik platform. N: Kurda, kuşa, aşa. Minimalizm: C: Sıfır atıktaki sıfır kadar uzak ama bir o kadar huzur veren ideal :) N: Benim aklıma Ceren geliyor valla :) Vandana Shiva: C: Tohumun özgürlüğü. N: Tohum ve kadim bilgi.

Nisan 3, 2021
·
Makale
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Merhaba, ben... Pelin Dilara Çolak
Önce tanışalım. Pelin Dilara Çolak kimdir? Felsefe odaklı içerik üretmek fikri nereden çıktı? Dilozof, okurlarına ne vadeder? Pelin Dilara Çolak kimdir sorusu malum, epey felsefi bir soru. Ben de tam olarak kim olduğumu bilmiyorum ve bilebileceğim de şüpheli ama tanışma merasimlerinde beklenen etiketlerle konuşursak doktora öğrencisi ve farklı platformlarda bir içerik üreten meraklı birisi diyebiliriz. Henüz lisanstayken felsefe ve sanatın yalnızca akademik çevrelerde uygun görülen biçimlerde konuşuluyor olmasından, bu etkinlikleri sürdüren kişilerin uyması beklenen geleneksel kalıplardan rahatsızlık duymaya başlamıştım. Bu yüzden 2018 yılında YouTube’da kanal açabileceğimi fark ettiğimde öğrendiklerimi gündelik bir dilde, anlaşılır özetler hâlinde paylaşmaya karar verdim. Ayrıca bilgi kategorisinde içerik üreten kadınların sayısının yok denecek kadar az olması da görünürlük yaratmak adına beni motive eden etmenlerin başındaydı, hala da öyle. Dilozof okurları için “Derin konular!” dediğimiz sorunları derliyor. Fakat bunu sayfalar dolusu bilgi yığarak veya fazla kavramsal bir anlatımla yapmıyor. Kısa karşılaşmalarda üzerine düşünmeye değer bir soru kıvılcımı yaratmayı amaçlıyor. Dilozof'u sence kimler okuyor? Farklı yaş gruplarından okurların var mı örneğin? Bir soru daha... İnsanlar neden felsefenin bir köşesinden tutmaya, hayatlarının bir noktasında felsefeye yer açmaya ihtiyaç duyuyor? Farklı platformlardaki deneyimlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki Dilozof’u takip eden kitle epey heterojen. Akademisyenler de var, çocuklar da. Geçenlerde 13 yaşında bir okuyucum “Sence benim hayatımın anlamı bilgisayar oyunu oynamak olabilir mi?” diye mesaj atmıştı mesela. Epey gülmüştüm. Farklı yaş ve sosyokültürel gruplara erişen, herkesin kendi gerçekliğinde yeniden anlam kazanan içerikler oluşturabilmekten memnuniyet duyuyorum. İnsanların da en temelde gerçeklik dediğimiz şeyin ne menem bir şey olduğunu anlayabilmek için felsefeyle ilgilendiklerini tahmin ediyorum. Felsefeye olan ilgilinin nedenini tek bir soruyla özetlemek gerekseydi, “Tüm bu olan bitenin anlamı ne?” derdim. YouTube'da da içerik ürettiğini biliyoruz. Yazılı içerik tüketicisiyle video içerik tüketicisi arasında farklar gözlemliyor musun? Ya da Aposto! ve YouTube gibi iki farklı mecra için içerik üretirken sen ne gibi farklı süreçler yaşıyor, ne gibi farkları gözetiyorsun? Sanırım bu farkı henüz tam olarak deneyimleyemedim. Çünkü hem Aposto!’da yeni sayılırım hem de şu an için okuyucularımın bir çoğunun YouTube’dan takipçim olduğunu düşünüyorum. Fakat kitlenin büyük çoğunluğu aynı olsa dahi şöyle ilginç bir farklılık var, bültenlerin okuyucusu daha kibar! :) Yanıt e-postaları özenli bir dille yazılıyor, oysa YouTube biraz daha kaotik bir yer. Aposto!’da yazmaya başlayınca YouTube’un ne kadar yorucu olduğunu fark ettim. Orada tek mesele içerik değil; teknikten pazarlamaya pek çok şeyi düşünmek gerekiyor. Aposto!’da ise yalnızca içeriğime odaklanıyorum. Bunun da uzun vadede YouTube’a kıyasla daha kaliteli içerikler üretmeme yol açacağını düşünüyorum. Bir yandan akademide de ilerlediğini biliyoruz. Felsefe hem çevirinin hem de disiplinin doğası gereği çoğu zaman daha zor, ağır bir dil ve anlatım tercih ediyor. Düşünürler dilin sınırlarını zorlamaktan geri durmuyor, dilde yeni şeyler icat etmeyi seviyor. Bu durumun felsefeye dair bir ön yargı oluşturduğunu söylesek, bu çıkarımımıza katılır mısın? Aktüel içerikler üretirken görece daha anlaşılabilir, daha kolay kavranabilir olması için çaba gösteriyor musun? Eğer öyleyse, akademideki Dilara ve yayıncı Dilara arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsun? Felsefe kavramlarla yapılan bir etkinlik; hâl böyle olunca filozoflar kavramlarla oyun oynamaktan, çeşitlemekten çekinmiyorlar. Bu da felsefe okuyucusunu kaçınılmaz olarak felsefi kavramlara aşina olmak zorunda bırakıyor. Dijital platformlarda içerik üretmeden önce bunun felsefeye dair ön yargı oluşturduğunu düşünüyordum ben de. Ama şimdilerde gözlemlediğim şey insanların felsefi kavramlar kullanarak gündelik dilin dışına çıkmaktan hoşlandıkları. Bu hoşlanmanın altındaki psikolojik ve sosyolojik etkileri analiz edemem elbette; fakat son yıllarda felsefeye olan ilgi ciddi oranda arttı. Bunu kitapların baskı sayısından gözlemleyebiliriz. Felsefe artık sıkıcı, yalnızca yaşı büyük insanların ilgilendiği bir şey olarak düşünülmüyor; herkes bunu (zaten olması gerektiği gibi) hayata dair bir olanak görmeye başladı. Bu durumda dijital platformların da etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Akademideki Dilara, dijital Dilara’ya kıyasla daha eklektik çalışan ve öznel yorumlar yapmaktan çekinmeyen biri. Akademik çalışmalarımda her zaman en az 2-3 disiplini bir araya getirmeye çalışır; bol bol “Benim iddiam…” cümlesini kullanırım. Oysa dijital Dilara, sistematik ve objektif bir şekilde felsefe tarihi anlatmaya çalışıyor. Akademide hiç ilgimi çekmeyen bir konuydu bu. Böyle olmasının sebebi öncelikle buna ihtiyaç olduğunu düşünüyor olmam. Türkçe dijital kaynaklar oldukça az, sorumluluk almak istedim. Seni bulmuşken "Hayatın anlamı nedir?" diye sormak istedik ama çok derinlere gideriz diye burada duruyoruz. Çağrışımları seviyoruz. Üç maddeye, üç kısa çağrışım yanıtı bekliyoruz: Hayatın anlamı bulduğumuz değil, yarattığımız bir şeydir diyerek ben de kısa keseyim. Sanal gerçeklik: Dualizm; gerçekliğin bölünmesi ve mutlağın dağılışı. Spinoza: Yaşamı özümsemek! Mutlu olmayı Spinoza’dan öğrendim. Waking Life: Bulantı… Sartre’ın dediği gibi, “İnsan, bulantıdır.” Fakat pesimizme sürüklenmemek gerek, bulantının da insan olmaya dair olduğunun farkına varmalı. Dilozof'a buradan kayıt olabilirsiniz.

Nisan 17, 2021
·
Makale
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Merhaba, ben... Fırat Keskin
Seni tanıyarak başlayalım, Fırat Keskin kimdir? Aposto!'da yayımladığı iki bülteni Rüzgâr Tüneli ve Otomotiv Dünyası okurlara neler anlatır? Fırat Keskin, çocukluğundan beri arabaları çok seven, arabaları hobisi olarak belirlenmiş, 12 yaşındayken "Ben arabalarla ilgili bir iş yapacağım," diyen bir idealisttir. Hobisini mesleği hâline getirmiş her şanslı insan gibi sevdiği hobisi üzerine konuşmayı sever. Aposto! bünyesinde de yaptığı aslında tam olarak budur. Rüzgâr Tüneli adlı bültenimde uzun yıllardır takip ettiğim Formula 1'i, Otomotiv Dünyası adlı bültenimdeyse mesleğim olan otomotivi dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Formula 1’de haftalık yarış değerlendirmeleri, yarışa hazırlık yazıları, takımların teknik güncellemeleri gibi konuları anlatıyorum. Otomotiv Dünyası biraz daha ilginç ilerleme eğiliminde olacak. Sektör bir değişimden ziyade bir dönüşümün eşiğinde. Burada oluşan bazı trendler ve projeksiyonlar gelecek açısından önemli olacak. Tabii geleceği takip ederken güncel konulardan da kopmamaya dikkat edeceğiz. İlginç konular çıkacak. Kendini "hobisini meslek hâline getirmeyi başarmış nadir şanslı insanlardan" olarak tanımladığını gördük. Bu hobi ne zaman başladı ve ne zaman bir mesleğe dönüştü? Dediğim gibi, 12 yaşında bu mesleği yapmayı kafaya koymuştum. Daha sonradan mühendislik okumam, üniversitedeki stajlarım, çalıştığım firma bu yönde atılmış adımlardı. Kurumsal hayattan ayrılıp kendi kurduğum şirketimde de “ağırlıklı olarak” otomotiv üzerine çalışmaya devam ediyorum. Yerli ve yabancı firmaların kalite sertifikalandırılmasına hazırlanması veya Türkiye’ye yatırım yapmak isteyen yabancı firmalar için sektör analizi gibi konular üzerinde çalışıyorum. İşim proje bazlı olduğu için zaman zaman ortalıktan kaybolabiliyorum. Projeler biter bitmez yeniden ortaya çıkıyorum. Çalışmayı ve hobilerimi takip etmeyi hiçbir zaman bırakmıyorum. Ama evliliğim, çocuklarım, işim, dostlarım ve hobilerim arasında devamlı kurmak zorunda olduğum bir denge var. Yorucu ama keyif veren bir denge. Peki yayıncılık? Bireysel yayıncılık yolculuğun nasıl şekillendi? Sektörel internet siteleri, Medium... Şimdiye kadar dâhil olduğun mecralar arasında Aposto!'yu nasıl bir yere koyuyorsun? Bireysel yayıncılık nasıl şekillendi sorusunun yanıtı çok ilginç. Eşim ve arkadaşlarım beni “zorla” bu yola soktu desem yalan söylemiş olmam. İki yıl öncesine, yani 44 yaşıma kadar, sosyal medya, Wordpress ve Medium gibi platformlar benim için çöldeki “vaha halüsinasyonu” gibiydi. Daha da açmam gerekirse, “Uzakta sosyal medya diye bir konu var. Ama gerçekten var mı, yoksa bir halüsinasyon mu? Eğer vaha varsa da çölde, bu kadar sıcakta benim oraya ulaşacak enerjim ve zamanım var mı?” gibi yaklaştığım bir olaydı. O yaşıma kadar ne Facebook hesabım ne Twitter hesabım ne Medium hesabım ne de herhangi bir sosyal medya hesabım vardı. Eşim ve Formula 1 yarışlarını birlikte seyrettiğim arkadaşlarım, “Bildiklerini sosyal medyada neden yazmıyorsun?” diye diye kafama bu işi soktular. Hatta tüm hesaplarımı onlar açtılar. Zaman zaman acemiliklerim olsa da kısa sürede bu noktaya gelmek bana da ilginç geliyor açıkçası. İlginç bir macera oluyor. Aposto! da bu ilginç maceramın keyifli bir parçası oldu. Aposto!’yu çok seviyorum. Sık sık çevreme de ifade ettiğim üzere Aposto!, okuma alışkanlıklarımı değiştirdi. Günün hızlı akışında, çok zaman kaybetmeden, Aposto! bültenlerinde aradığım hemen hemen her konuyla ilgili çok doyurucu bilgiler bulabiliyorum. Size gün içinde direnç ve sağlık veren, pek çok vitamini aynı anda aldığınız bir vitamin hapı gibi. Sabahleyin vitaminimi içip güne öyle başlıyorum. Keyifli oluyor. Türkiye'deki F1 kültürüne dair biraz gözlem duymak isteriz. Hatrı sayılır bir izleyicisi var mı sence? Doğrusu biz senin yazılarına gelen Twitter etkileşimlerini görünce Türkiye'de F1'e dair umutlanıyoruz, oldukça sıkı bir takipçi kitlen olduğunu görüyoruz. Türkiye’de Formula 1’e büyük bir açlık var. Takip edenlerin sayısı oldukça fazla. Güzel sorular geliyor, cevaplamaktan keyif alıyorum. Takip eden ve sorular soran kitlemin %99,99’undan memnunum. Sıkıntılar yok mu? Mutlaka var. İlk sıkıntı ülkemizde düzenlenen yarışlara ilgi konusunda yaşanıyor. Yarışları televizyondan seyrediyoruz ama piste gitmeyi sevmiyoruz. Futbol veya basketbol maçında tribüne gitmeyi de pek sevmiyoruz (şampiyonluk mücadeleleri haricinde). Biraz üşengeç bir yapımız var. Hatta tuttuğumuz takım şampiyonada geriye düşmüşse televizyondan bile takip etmiyoruz. Küsüyoruz, duygusalız, bazen o spora olan sevgimiz değil, belli bir takıma olan sevgimiz ağır basıyor. Elbette yarışın ülkemizde düzenlendiği son sezonlarda, yarışın pistten seyredilmemesinde ekonomik koşullar da etkiliydi. Ama ekonomik koşulların nispeten iyi olduğu dönemde de seyirci sayısı yeterli değildi. Formula 1’in ülkemizden ayrılmasında bu durum da etkiliydi. Alonso’nun, bomboş tribünler önünde yapılan bir cuma antrenman seansından sonraki demecini hiç unutmam: “Bu spor taraftarlarla güzel. Tribünler boş olduğunda spora yeteri kadar ilgi olmadığı düşünerek hepimiz üzülüyoruz. Bu spora aç olan ülkeleri tercih etmeliyiz belki de,” demişti. Sonra da Formula 1 ülkemizden gitti. Formula 1 ülkemizden Alonso nedeniyle gitti demiyorum ama belli ki bu söz, Formula 1 camiasının genel düşüncesiymiş. İkinci sıkıntı takım taraftarı olmakla ilgili. Takım taraftarı olmakla spor taraftarı olmak arasında büyük bir uçurum var bence. Özellikle gençliğimde, takım tuttuğum dönemde çoğu zaman objektif değildim. Sonra takım tutmayı bıraktım. Son 20 yıldır kendimi herhangi bir takımın taraftarı olarak görmüyorum. Spor taraftarı olarak sporda iyi gördüğüm ve kötü gördüğüm ögelerle ilgili yazıyorum. Böyle daha çok keyif alıyorum. Bazen ülkemizde “iyiye iyi, kötüye kötü” demek çok zor. Ama bu durum ülkenin genel ikliminde böyle, Formula 1 özelinde olduğunu söyleyemem. Tüm olumsuzluklara rağmen bu sporu yakından takip eden güzel bir kitle var. Motor sporları kültürü sağlam temeller üzerine oturacak diye düşünüyorum. Böyle düşünmemin nedenlerinden biri, Formula 1 takımlarında çalışmayı hedefleyen bir kitle oluşmaya başladı. Üniversitelerde Formula 1’de çalışabilecekleri bölümleri seçen, kariyerlerini bu spor üzerine kurmak isteyen gençler var. Bunu hayal edip bana bu yönde sorular soruyorlar. Bu da Formula 1 ile ilgili büyük bir öğrenme açlığı olduğunu gösteriyor. Gençlerin bu çabalarına sadece hayal deyip geçmemek lazım, her şey hayal etmekle başlar. Çağrışımları seviyoruz. Üç maddeye, üç kısa çağrışım yanıtı bekliyoruz: Pit stop: Pit stop’lardaki son 30 yıldaki gelişim, Formula 1’deki son 30 yıldaki gelişimin aynası. Çoğunlukla yarışın kader anlarından. Henry Ford: Pes etmeyen dâhi. Otomobili gerçek anlamda bize hediye eden kişi. Sadece sektörü değil, dünyayı değiştiren adam. Imola: Formula 1’in yakın tarihinin kaderini belirleyen pist. Kötü anılar. Rüzgâr Tüneli'ne buradan , Otomotiv Dünyası'na buradan kayıt olabilirsiniz.

Nisan 24, 2021
·
Makale
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Merhaba, ben... Gülüzar Kurt Gümüş
Sizi tanıyarak başlamak isteriz. Gülüzar Kurt Gümüş kimdir? Neler yapar? “Thiscover Me” isminin arkasında nasıl bir hikâye vardır? Gülüzar Kurt Gümüş, yirmi yıllık deneyime sahip bir öğretim üyesi. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi Uluslararası İşletmecilik ve Ticaret Bölümü’nde finans ve girişimcilik üzerine çalışıyor. On yılı aşkın süredir kuluçka merkezlerinde mentorluk yapıyor, girişimcilik üzerine eğitimler veriyor. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği İzmir Kadın Girişimciler Kurulu Danışma Kurulu üyesi. Evde iki, okulda binlerce çocuk sahibi 😊 Thiscover Me, 2019 yılının son aylarında, seri gıda girişimcisi olan kardeşim Eren Kurt ile yürüttüğümüz uzun çalışmalar sonucunda, bir sosyal sorumluluk projesi olarak doğru. Adını hem girişimcilerin yatırımcılar ve tüm dünya tarafından keşfedilmesinden ( discover ) hem de yatırımcı ve ekosistem tarafından korunup kollanmasından alıyor ( cover ). Bir öğretim üyesi olarak bilimin toplum için olması gerektiğine inanıyor olmam sebebiyle, bir yayın kanalıyla bu sosyal sorumluluk sürecini daha geniş kitlelere yayma ve bu konudaki bilinci artırma amacından da Thiscover Me haftalık girişimci-yatırımcı bülteni çıktı. Dünyayı önce iyiliğin, sonra da girişimciliğin kurtaracağına tüm kalbimle inanıyorum. Dijitalde içerik üretmek akademik bir metinle uğraşmaktan hangi yönleriyle ayrılıyor? Bu iki dil arasında geçiş yapmakta zorlandığınız oluyor mu? Akademik yayınlar, göreceli olarak daha ağır ve belirli bir bilgi düzeyine sahip olduğu varsayılan bir hedef kitle için yazılır. Uzun zamandır, yazmakta olduğum akademik makalelerin bilgiye esas ihtiyacı olan kesime tam olarak ulaşıp ulaşmadığı konusunda endişelerim vardı. Hem bu kaygıyı uzun süredir duyuyor olmam, hem de sosyal medyayı aktif olarak uzun süredir kullanıyor olmam sebebiyle, dijital içerik diline geçiş yapmakta fazla zorlanmadığımı düşünüyorum. Yine aynı yerden: Sosyal ya da iktisadi-idari bilimler okuyanlar, uğraş alanları kuramlar olanlar için akademi-aktüel / teori-pratik ayrımını yapmak kolay olmayabiliyor. Siz de bizim bu yüzeysel ayrımımıza katılır mısınız? Aslında şu da benzer yere çıkan bir soru: Hakemli dergilerde yayımlanacak, kitaplaşacak akademik çalışmalar yapmak ya da internet ortamında tüketilen periyodik bir e-bülten başlatmak, hangisi daha heyecanlı? Sizce akademi kendisini aktüelde nasıl göstermeli? Bu soru üzerine yıllardır düşünüyorum, meslektaşlarımla konuşuyorum ve toplum için bilim yapmanın önemini her fırsatta dile getirmeye çalışıyorum. Akademik çalışmalar, pratikte yaşanan pek çok soruna ilaç olabilecek çözümler üretebiliyor. Mutlaka derinleştirilerek yapılmaya devam edilmesi gerekiyor. Fakat, anlaşılır hâliyle, kısa özetler veya videolar şeklinde topluma ulaştırılmalı ve daha aktüel hale getirilmeli. İş dünyası, içinde bocaladığı pek çok sorunun çözümünün akademi tarafından çoktan bulunmuş olduğunun ne yazık ki farkında bile değil. Bu da aradaki iletişimin güçlendirilmeye çok ihtiyaç duyduğunu açıkça gösteriyor. Yatırımcılık-girişimcilik başlıklarına ve Thiscover Me’ye geri dönelim. Thiscover Me yatırımcılara ve girişimcilere, ayrı ayrı, ne vadediyor? Kimler okumalı ve neden okumalı? Thiscover Me, alanında uzman bir girişimcinin, yatırımcının veya bir girişimcilik programının hikâyesini her hafta keyifle okunabilecek bir şekilde karşınıza getiriyor. Ulusal ve uluslararası girişimlere de ışık tutarak, yatırım haberlerini paylaşıyor. Akademide neler olduğunu anlaşılır şekilde özetleyen bir bölümü ve de ayrıca girişimcilik ve yatırımcılık dünyasının kendine özgü kavramlarını açıklayan parantez isimli bir bölüm bulunuyor. Temel amacı hem motivasyon sağlamak hem de bilgi ve tecrübe paylaşımı yapmak. Hâlihazırda girişimci ve yatırımcı olanlar, gelişmelerden haberdar olmak ve ulusal-uluslararası potansiyeli görmek; potansiyel girişimciler ve yatırımcılar ise ben de yapabilirim diyebilmek için mutlaka Thiscover Me’yi okumalılar. Çağrışımları seviyoruz. Üç maddeye, üç kısa çağrışım yanıtı bekliyoruz: Finansın geleceği: Paylaşım ekonomisi ve sıfır komisyon. Üniversite: Bilginin evrensel olduğu yer. Amartya Sen: Daha adil bir dünya düzeni ve gelir dağılımı ve tabii ki Daron Acemoğlu. Thiscover Me'ye buradan kayıt olabilirsiniz.

Mart 27, 2021
·
Makale
Haziran 23, 2025
·
Hikaye
Haziran 23, 2025
·
Hikaye