Hisli, Nostaljik 20lik

Eskiye duyduğumuz özlem, 'nerede o eski...' ile başlayan cümleler, aaa bunu hatırlıyor musun diye sorduğumuz anlar ile dolu bir koleksiyon.

9 Hikâye

Bizim Olmayı Bırakan Yerler

Doğduğumdan beri her yaz Bodrum’a gideriz. Anneannem ve dedem ile geçirdiğimiz o birkaç hafta hep şen şakrak, biraz gürültülü ve yemek dolu geçer. Dedemin yıllar içinde kendi elleriyle orman haline getirdiği harika bahçesini sulamasını ve ağaçlara tırmanmasını (evet hala) izler, anneannemle çay içip saatlerce konuşur, dayımın 51 oynarken hile yapması ile çıkan kavgaları fişekler, annemle saatlerce denizde yüzer, babamla da kim daha çok yandı yarışmasına girer ve hep kaybederim. Küçükken anneannem ve dedemle damda yatar, yıldız toplardık. Sabah kalktığımda yanımda bulunan sepette anneannemin erkenden kalkıp alüminyum folyodan yaptığı yıldızları bulur, heyecanlanırdım. Çarpım tablosunu Bodrum’da öğrendim, denizden çıkarken merdivende tamamen kestiğim topuğumun, yara izi hala durur. Kısaca 22 senedir Bodrum’da ailemle olmak hayatımdaki en daimi olan geleneklerden biri. Bu 22 senede ise Bodrumun değişimini, tabiri caizse “soylulaştırılmasına” şahit oldum, oluyorum. Bunu gördükçe de üzülüyorum. Soylulaştırmadan kastım nedir? Soylulaştırma ya da ‘gentrification’, orta ve üst sınıfların, düşük gelirli semtlere yerleşip oraları değiştirmesine deniyor. Bu değişim ile bakımsız yerler yenilenirken, eski mahalle sakinlerinin de istemeden yerinden edildiği gözlemleniyor. Bununla beraber de o mahalleyi özel kılan birçok şey de bu yenileme ve sözde “nezihleştirme” çabaları arasında kayboluyor. Bunun New York örneği; yıllardır Çinli göçmenlerin, restoranları ve marketleri ile kendilerinin kıldıkları Chinatown’a geliştirme projeleri ile yeni binalar yapılması ve zenginlerin yerleşmesi. Bunun sonuçlarından biri de küçük el yapımı noodle dükkanları yerine Pinterest-havasında pahalı kafelerin açılması. Mahallelerin kalkındırılması, geliştirilmesi, yaşam standartlarının iyileştirilmesi önemli olsa da, bunu oranın sakinlerini yerinden etmeden ve özgün kılan unsurları yok saymadan yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bir Istanbullu olarak, yazın gittiğim Bodrum’un eski Bodrum olmamasından şikayet etmem, kabul ediyorum, biraz tuhaf. Eminim oranın daimi-sakinlerinin söyleyecek daha çok sözü vardır. 2017’de Çeşme’nin özellikle İstanbullular arasında popülaritesinin artmasıyla bazı İzmirliler “İstanbullular siz İzmir'e gelmeyin,” gibi paylaşımlarda bulunmuştu. Şu an Bodrum’da İstanbul'un lüks gece hayatından birçok iz görebiliyorsunuz: Lucca, Papermoon, Inari gibi yerler Bodrum’da şubeler açtı. Büyük oteller, bol turistler, mermer yerler derken tamamen farklı bir ortama büründü. Yalıkavak’ta bulunan marinanın eski halini hatırlayanlar var mı bilmiyorum ancak onun bile sıcak, sarı ve kahverengi tonlarından, hasırlı dekorasyonundan, gri, markalar ile dolu ve mermer görünüme dönüşmesi bile bu değişimin çok net bir göstergesi. Benim için problem Bodrum’un değişmesinden çok, nasıl değiştiği ile ilgili. Seyahat ederken aşina olduğunuz restoranlar ve yapılar görmek insanı rahatlatabilir, kabul ediyorum, ancak Bodrum’un mini bir İstanbul’a dönüşmesi, turist ve lüks hayata yönelik bir yer olması beni rahatsız ediyor. Gezmenin amacı, yaşadığımız yerde bulamadıklarımıza ulaşmak değil mi? Birazcık alıştıklarımızdan uzaklaşmak, keşfetmek, yeni şeyler denememiz gerekmiyor mu? Yoksa 8 saat yol gidip aynı yere varmanın ne önemi var? Soylulaştırmanın da beni rahatsız eden kısmı bu. Şehirleri özel kılan o köşeler, taşlar, yerler kayboldukça, hepsi birbirine benzeyen, tanıdık ama yüzeysel mekanlarla karşı karşıya kalıyoruz. Alıp Başını Gidenler için Berk Kır ile yaptığım röportajda ona sorduğum ama bültene eklemediğim sorulardan biri İstanbul’un değişimi ile ilgili ne hissettiğiydi — bu konuda onunla kalbimin çok kırıldığını paylaşmıştım. O da her zamanki belagatı ile bana bir dengeden bahsetmişti. “Beni bazen üzüyor, bazen de heyecanlandırıyor ama genelde bir kırgınlık oluyor üzerimde. Bir şeyin anlamını anlamadan onu sadece dönüştürmek ya da günümüze uyarlamak çok doğru bulduğum bir şey değil. Ancak eğer bi gelişime katkıda bulunacaksa bunun daha ince bir çizgide yürütülebileceğini düşünüyorum. Kendi hayatımda farklı katmanlara değer veren bir insanım. Buna da taraflar üstü bir yerden baktığımda bu değişi İstanbul’un oluşmakta olan yeni bir katmanı olarak görüyorum. İyi ya da kötü, gün sonunda burayı ifade eden bir şey.” Berk’in de dediği gibi değişimin içinde eskiye de bir yer olmalı — bir yeri özel yapan şeyleri tamamen sil baştan yapıp her yeri birbirine benzetemeyiz. Eski katmanların da yeniler ile bir arada var olabilmesi lazım. Anthony Bourdain’in seyahat üzerine çok güzel bir sözü var. Seyahatin amacının rahat olmaktansa kendimizi zorlamaktan, alıştığımız düzenlerden çıkmaktan ibaret olduğu ile ilgili. İngilizcelerini de tutuyorum çünkü çevirilerim kesinlikle Bay Bourdain'in hakkını vermiyor. “Travel isn’t always pretty. It isn’t always comfortable. Sometimes it hurts, it even breaks your heart. But that’s okay. The journey changes you; it should change you. It leaves marks on your memory, on your consciousness, on your heart, and on your body. You take something with you. Hopefully, you leave something good behind.” “Seyahat hep güzel değildir. Her daim konforlu da değildir. Bazen canınızı acıtır, hatta kalbinizi bile kırabilir. Ama bu sorun değil. Yolculuk sizi değiştirir; sizi değiştirmeli. Hafızanızda, bilincinizde, kalbinizde ve vücudunuzda bir iz bırakmalı. Seyahatten bir parça alıyorsunuz ve umut ediyorum ki, siz de arkanızda güzel bir şey bırakıyorsunuzdur.” Eski Yalıkavak Marina’da ilk (ve son) defa kornette pizza yemenin heyecanını tattığım, benim Bodrumum artık bana biraz uzak geliyor. Ama bulmak için o mesafeyi gitmeye hazırım. Sonuçta biz hatırlamaya ve ulaşmaya çalıştıkça, sevdiğimiz yerlerin anısı yaşamaya, hala ayakta duran yerler de korunmaya devam edecek. Günün sonunda, damında yıldız topladığım Bodrum hala benim.

Bizim Olmayı Bırakan Yerler

Temmuz 15, 2021

·

Makale

Yılın Yarısı

Yarın, 2021’in 183. günü! Yani yılı yarılamış bulunuyoruz. Ben hala 2019’un bitişini kutladığımız dönemde kaldım, o günden beri zaman benim için çok tuhaf ilerliyor. 2020 harika bir yıl olacak diye bağıra bağıra 10’dan geriye sayışımızı, gece 12’de patlattığımız şampanyayı düşündükçe, gülüyorum. İşte, insanın elindekilerinin değerini bilmesi çok önemli. Geriye bakınca 2019, 2020 ve 2021’den göreceli olarak daha iyi bir yıldı — en azından küresel bir pandeminin olmayışı açısından. Neyse büyük bir hızla 2021’i de yarıladığımıza göre, bu sene için verdiğim yeni yıl kararlarına tekrar bakmak istedim… Genel olarak böyle kararların, pazartesi diyete başlayacağım havasında olduğunu düşünürüm — bir şey yapmak istiyorsan anında başlamak daha mantıklı gelir. Ancak organize olmayı ve liste yapmayı sevdiğim için her sene de kararlar ile dolu bir liste yazarım. Hatta Apartment Therapy adlı bir dergiye yeni yıl için aldığımız kararları nasıl sürdürülebileceğimiz hakkında bir yazı yazmıştım — sanki çok biliyorum… O yüzden kendim için verdiğim bazı kararların üstünden geçmek istiyorum. İspanyolca A2 seviyesine gel : Bunu tamamlayamamam benim suçum değil çünkü Mayıs ayında gireceğim sınav pandemi nedeniyle iptal edildi. Çalışmayı biraz bıraktım mı? Evet bıraktım… Kaykay yapmayı öğren : bu konuda konuşmak istemiyorum… Her ay en az bir kitap oku : Bunu yapıyorum, harika kitaplar okudum! Kitap tavsiyesi almak ya da vermek isterseniz email ya da Instagram ’a bekliyorum. Yatmadan önce telefonuna bakma : Deniyorum… Çoğu zaman olmuyor. Ama denemek de önemli. Çok istediğin bir dergi/gazetede yazın çıksın : Gazete adını paylaşmıyorum çünkü utandım ama deniyorum. Olucak, inanıyorum. Hızlı modaya para akıtma : Akıtmıyorum! Neredeyse hiç — birkaç kere kaçtı. İnsanları daha çok ara : arkadaşlarımı telefonda arama konusunda çok kötüyüm. İyileştim mi? Onlara sormak lazım ama sanırım cevapları ‘hayır’ olacaktır. Dışarı çık, sosyalleş (pandemi sınırları çerçevesinde) : Dışarı çıkmak ve sosyalleşmek için kendisini ikna etmesi gereken ama çıkınca aşırı eğlenenlerden misiniz? Bunun utangaçlıktan çok, tek başıma olmaktan zevk almak olduğunu biliyorum ama insanları seviyorum, sosyalleşmeyi çok seviyorum bu nedenle kendimi kapıdan çıkmaya zorlamaya başladım. Sonuç da çok keyifli oldu. Bol su iç : İçiyorum! Siz de için, havalar çok sıcak. Hatta Plant Nanny diye bir uygulama var, her su içtiğinizde bitkinizi suluyorsunuz büyüdükçe aşırı şeker karakterler ortaya çıkıyor. Açık sözlü ol, şükret ve istediklerini kovala : Yapıyorum sanki :) Buradan da görüleceği üzere, hayat hep ya da hiçten ibaret değil. Hedeflere ulaşmak önemli ama her yerdeki ‘duramama hali’ zihniyetine kapılıp, listelerimizdeki her şeyin üstünü çizemeyince kendimizi kötü hissetmemiz de manasız. Bununla beraber bu liste bana şunu hatırlatıyor: hayatımızı değiştirmek için bir tarih belirlemeye çok meyilliyiz. Bence bu, kararlarımızın üstüne çok fazla baskı koyuyor. Listenizdeki her şeyi tamamlayamazsanız üzülmeyin. Varsa bir hayaliniz, pazartesiyi beklemeyin.

Yılın Yarısı

Temmuz 1, 2021

·

Makale

Durmadan YouTube’da izlediğim performansların derlemesi

Haftanın Hallerinde bu hafta bayıldığım bazı performansların videosunu paylaşmak istedim. Duman’ın Rock’n Coke Festivali’nde ki Seni Kendime Sakladım performansı (2006). Bu festivale asla gidememiş olmanın verdiği üzüntüyü her gün yaşıyorum. Birinciliği kesinlikle hak ettiğimiz Eurovision performansı ile maNga - We Could Be The Same (2010). Doğruyu söylemek gerekirse (şu an gerçekten milliyetçi kanımın fokurdamasından uzak ve tarafsız bir yorum yapıyorum) Türkiye birçok Eurovision performansı ile birinciliği hak ediyordu — Kenan Doğulu Shake It Up şekerim dışında. Büyük Ev Ablukada’nın beni sıcacık ve samimi bir ortamda oturup dinliyormuşum gibi hissettiren Zorlu PSM’de ki 75 Lira performansı (2019) Cher’in Live on the Cher Show’da Satisfaction Performansı (1975). Not: Live on the Cher Show’daki her performans o kadar güzel ki. Jackson 5, David Bowie ve Tina Turner ile yaptığı performansları da izlemenizi tavsiye ediyorum. Anadolu Efes'e Gizli Kamera Sürprizi (2013)

 Durmadan YouTube’da izlediğim performansların derlemesi

Haziran 10, 2021

·

Makale

Mezuniyetimin 1. Yılı

Dün üniversitemin mezuniyet günüydü. 2021 yılı mezunları, mor cübbeleri ile İnstagramımı donattılar. Onlar için çok mutluyum tabii ki. İçimde hiç kıskançlık yok… Bu senenin mezunları arkadaşları ile şampanyalar patlattıkları, sarıldıkları, keplerini fırlattıkları harika fotoğraflar çektirirken sizinle kendi mezuniyet fotoğrafımı paylaşmak istiyorum: Okulumuz herkesin çevrimiçi buluşabileceği bir oyun hazırlamıştı. Bu karede de beni ( takım elbise giyen benim) ve oda arkadaşlarımı görüyorsunuz.. Mezuniyetinizin tadını çıkarmanız, sevdiklerinizle şen şakrak resimler çekilmeniz dileği ile sizi uğurluyorum.

Mezuniyetimin 1. Yılı

Mayıs 20, 2021

·

Makale

Mutlu Yıllar Shrek. Artık sen de bir 20liksin.

Yanlış hatırlamıyorsam, Shrek’in tüm filmlerini sinemada izledim. Ailemle. Bolca gülerek. İlk film çıktığında 4 yaşındaydım. 22 yaşımda da o zaman güldüğüm kadar gülüyor, filmin müziklerini severek dinliyorum. Bu hislerimde de yalnız değilim. Bu film günümüzde de popülerliğini devam ettiren, jenerasyonlar tarafından sevilen ve önemli görülen bir yapıt — yapıt yazarken güldüm ama öyle!!! Neden olduğunu açıklayayım: Andrew Adamson’un yönetmenliğini üstlendiği film, 1990’larda William Steig’in çıkarttığı Shrek! adlı kitaptan ilham almış. Shrek, bataklıkta yaşayan yeşil bir dev ile ilgili bir romantik komedi. Prens yok, o zamana kadar peri masallarının izlediği yoldan uzak bir senaryo ve kaba espiriler var. Yani o zamana kadar çıkan çoğu animasyon piyano eşliğinde, mum ışığında şık bir akşam yemeği ise, Shrek arka planda bir araba yanarken ellerinden soslar akarak yediğin bir hamburgerdir. Farkı böyle anlatabilirim. New York Times ’da da bahsedildiği üzere, filmin yapılışı da böyle kaotik aslında. Yapımcılar ve direktörler sürekli değişmiş. Teknoloji ve yapmak istedikleri arasında bir uçurum varmış. Shrek rolünü Chris Farley oynayacakken, aşırı dozdan ölünce, rolü o dönemde Saturday Night Live’da yavaş yavaş adını duyurmaya başlayan Mike Myers’a vermişler. Myers rolü üstlenecekse, senaryonun da değişmesi gerektiğini, ses kayıtlarının çoğunu tamamladıktan sonra da bir şeyin eksik olduğunu söyleyip hepsini İskoç aksanı ile baştan kaydetmiş. Tamamlanması tam 6 yıl sürmüş. DreamWorks içinde bile popüler olmayan filmin başarılı olacağını kimse düşünmüyormuş ama gel gelelim ki 2001 yılında çıktığında gişe rekorları kırmış. Monsters, Inc.’in de aday olduğu ve ilk defa verilecek olan ‘en iyi animasyon’ Oscar’ını kazanmış. Onu geçiyorum Cannes Film Festivalinde prömiyer yapması için seçilmiş. En süslü püslü ve önemli festivallerden birinde, yazının başında bahsettiğim mum ışığında yemeğin onur konuğu falan olacak festivalde, Shrek var. Peki neyi farklı yaptılar? Müzikten başlayalım. Shrek o zamana kadar animasyonlarda gidilmeyen bir yoldan ilerleyerek, kendi şarkılarını yazmaktansa, herkesin bildiği şarkıları kullanmayı seçmiş. Hallelujah, Willie Nelson’un On the Road Again, The Monkees’in I’m A Believer gibi nostalji pompalayan şarkılardan oluşan bir soundtrack yaratmış. Filmin galasından iki ay sonra “Shrek (Music from the Original Motion Picture)” albümü, Billboard 200 listesinde 28 numaraya yükseldi. Hatta bir Grammy adaylığı bile var. Filmden iki sene önce çıkan Smash Mouth grubunun All Star adlı şarkısına yeni bir hayat verdi. Grubun film için aranjmanını yaptığı ve orijinali the Monkees’e ait, I’m A Believer, Billboard listelerinde 15 numaraya çıktı. Hatta bence Shrek 2’de Fairy Godmother’ın, I Need a Hero performansı neredeyse Bonnie Tyler’ın orijinal versiyonu kadar muhteşemdi. Bununla beraber yıldızlar ile dolu bir filmdi: Cameron Diaz, Eddie Murphy, Mike Myers, Antonio Banderas, Julie Andrews... Film için gelmiyorsanız, oyuncular için gelebileceğiniz türden bir animasyon. Shrek’ten önce ünlülerle donatılan bir animasyon filmi bulmaya çalıştım ve aklıma sadece 1992 yapımı ve Robin Williams’ın yer aldığı Aladdin geldi. Ama en önemlisi bu animasyon, peri masalında oluşmuş kalıplara meydan okudu. Filmin içinde pop kültüre atıflar var, sadece ebeveynlerin anlayabileceği şakalar ( hatta her izlediğimde yeni bir şaka keşfediyorum) serpiştirilmiş ve klasik yakışıklı prens, güzel prensesi kurtardı konusundan çok uzak. Çocukların izleyebileceği filmlerin tonunun da nasıl olabileceğini değiştirdi, birazcık daha zekalarına güvendi. En basit örnekleri, Prenses Fiona’nın kuşla beraber şarkı söylerken çok yüksek bir oktava çıkıp kuşun kendini patlatmasına neden olması ya da Lord Farquaad’ın kurabiye adamı süte batırarak işkence yapması . Bazılarına göre Shrek’in bu kadar farklı bir yoldan ilerlemesinin bir nedeni de garez. Chicago Tribune ’da da paylaşıldığı üzere, Disney’den istediği pozisyonu alamayınca ayrılıp DreamWorks Animation’u kuran Jeffrey Katzenberg, bu animasyonu o dönem Disney CEO’su olan Michael Eisner’a bir kapak koymak için yapmış olabilirmiş. Zaten Eisner da filmdeki ana kötü karakter olan Lord Farquaad’a biraz benziyor… Gerçek aşk, kendimizi olduğumuz gibi sevmemiz, arkadaşlık ve birbirimizi kabul etmek üzerine bir film. Bu dönemde de durmadan kendimize hatırlatmamız gereken değerler. Zamansızlığı da buradan geliyor. Buzzfeed News yazarlarından Elamin Abdelmahmoud Shrek’in ana temalarından birini güzelce yazıya dökmüş : “Sizi sevmeyen bir dünyada kendinizi sevme cesaretini göstermek.” Bazıları Shrek’in ırkçılığı ve soylulaştırmayı eleştiren bir film olduğunu düşünüyor. Shrek’i bataklığından atmak, çeşitli peri masalı karakterlerini de alıp hapsetmek istiyorlar. Duloc kasabası sakinleri devlere karşı çok negatif duygular besliyor ve onlara sataşıyorlar. Shrek’e kadar bazı peri masalı önemli olanın iç güzellik olduğunu vurguluyordu ama güzel bir prensesin dev kalmayı seçmesi kadar görsel bir şekilde konuyu işleyen olmamıştı. Aynı zamanda Küçük Deniz Kızı gibi klasiklerin tersine Shrek’te, ana karakterler arasındaki romantik ilişkinin nasıl geliştiği ve güçlendiği işleniyor. İlk görüşte aşk yok. Gerçekten birbirlerini tanıdıkları, hayatın onlara attığı bazı zorluklara göğüs gerdiklerini, başka çıkışlar olsa da birbirlerini seçtiklerini görüyorsunuz. Bir de görsel olarak harika bir film. Her izlediğimde ayrı beğeniyorum. Hiçbirimiz bir Pamuk Prenses, bir Uyuyan Güzel, bir Yakışıklı Prens değiliz. Hepimizin içinde kusurlarımızı barındıran kimi zaman iğrenç, kimi zaman kızgın yeşil bir dev var. Ama günün sonunda hepimiz farklılıklarımıza rağmen birlik içinde yaşamayı, mutluluğu, dostluğu ve sevilmeyi hak ediyoruz. Bu da çocuklara ve büyüklere verilebilecek en değerli derslerden biri.

Mutlu Yıllar Shrek. Artık sen de bir 20liksin.

Mayıs 20, 2021

·

Makale

Geçişler Üzerine

Ortaokul ve lise yıllarını sabahın köründe okula giderken serviste Havayı Koklayan Adam, namıdiğer Bünyamin Sürmeli dinleyerek geçiren kaç kişiyiz? Bay Sürmeli’ye inanılmaz bir yakınlık hissediyorum, sokakta görsem sarılacağım neredeyse. Kaç senem gözlerimi ovuştura ovuştura bindiğim sabah seferlerinde onun sesini dinleyerek geçti. Geçtiğimiz sabah arabada radyoyu dinlerken kendisi bahar günlerinin ne kadar özel olduğundan bahsediyordu — iklim değişikliği nedeniyle bahar günlerinin giderek azalma riski var. Bunu düşünürken içim bir burkulmadı değil. Bu kime mantıklı gelecek bilmiyorum ama mevsimlerden bahar ve haftanın günlerinden perşembe bana aynı duyguları hissettiriyor. O duygu da genellikle mutluluk, heyecan, umut gibi iç açıcı şeyler oluyor. Bülteni perşembe gününde yollamaya karar vermemin nedeni de oydu. Bünyamin Bey’i, aslında bence artık bu yakınlığımız var, Bünyamin’i dinledikten sonra da biraz yürüdüm. Çiçek, böcek, köpek, güneş derken de bu kapanmanın nasıl doğanın umrunda olmadığını düşündüm. Pandeminin ilk aylarında kuşların cıvıltısı artmış, sokak köpekleri yolları kendinin bellemiş, doğa bir canlanmıştı sanki. Bu bana iki şeyi hatırlatıyor: Doğa karşısında aslında çok güçsüzüz. Kontrolümüz altında olduğunu, ondan daha güçlü olduğumuzu düşünüyoruz. Ama değiliz. Biz kapanıyoruz, pandemiden etkileniyoruz, doğa devam ediyor. Günün sonunda da, çevreye geri dönülemeyecek zararlar verdiğimizde sonuçlarına doğa değil, biz katlanacağız. Nilüfer’in de dediği gibi dünya dönüyor, yıllar geçiyor. Bu da geçecek. Dışarıda hayat devam ediyor. Sadece insanlar olarak timeouttayız , oyuna geri gireceğiz. Baharı ve perşembeleri sevmemin nedeni de bu. İkisi de heyecan verici bir geçişi temsil ediyor: biri deniz güneşle ve tatille dolu yaz aylarına, biri de dinlenebildiğimiz, okuduğumuz, uyuduğumuz haftasonlarına. Bu kapanmanın da daha sağlıklı, saat kaç demeden kapıyı çekip çıkabileceğimiz günlere bir geçiş olmasını umuyorum.

Geçişler Üzerine

Nisan 29, 2021

·

Makale

Boomerlar, Zoomerlar

Görsel: The Love Shop Bu aralar yatmadan önce TikTok’da biraz zaman harcıyorum ( hatta birkaç haftaya sevdiğim bir TikTokçu Alıp Başını Gidenler’de olabilir 🌝) ve orada bu bildiğimiz Boomers, Millennials (Y Kuşağı) ve Z jenerasyonu (Zoomers), etiketleri üzerinden çok fazla şaka yapılıyor. Küçük bir özet geçmem gerekirse, Boomerlar ikinci dünya savaşı sonrası yani 1946-1964, Y kuşağı ya da Millennials 1981-1996, Z jenerasyonu ise 1990’ların ortası ile 2010 arasında doğanlar. ‘ Okay Boomer ’ diyerek, o dönemin şu an daha tutucu ve saygısız olarak görülen davranışları ve anlayışları ile dalga geçiyor, Y kuşağının dar pantolon giymesine, Eminem dinlemesine ve yandan ayırdığı saçlarına gülüyor bu Z jenerasyonu. Ebeveynleri genellikle Boomer olan Y kuşağı, ‘hayatları bizimkinden daha kolay olsun’ anlayışı ile büyütülmüş ve üzücü bir şekilde tembel ve hassas olarak damgalanmışlar. Aynı zamanda internetin yükselişini ve tam işe girip para kazanmaya başlayacakken ekonomik krizi deneyimlemiş olan kuşak. Z jenerasyonu ise internet ve sosyal medya ile büyüyor. Daha çok bilgi erişimine sahip. Genel olarak Z jenerasyonu aktivizm, iklim krizi, dünyanın problemleri ile daha ilgili ve kariyer/hayat beklentileri konusunda Boomerlar ve hatta Y kuşağına göre daha istikrarsız. Mesela ev sahibi olmak artık o kadar öncelikli bir şey değil. Bir şirket için çalışmaktansa insanlar kendi işlerini başlatmak istiyorlar. Z jenerasyonu, geride bıraktığımız bazı dönemlere kıyasla, alışılagelmiş eğitim sürecini izlemeden kendi işini başlatıyor, ya da işgücüne daha erken dahil oluyor. 1998 doğumlu olarak Z jenerasyonuna dahilim ancak kendimde Y kuşağından izler görmüyorum desem yalan olur. İlk olarak, Eminem’in Without Me şarkısı kendimi gaza getirme şarkılarımdan... Ayrıca ilk telefonum Çanakkale’de bir okul gezisine gittiğim için verilen kuzenimin eski Samsung X820’iydi. Sosyal medya ile büyümedim. Hatta bir yerde okuyordum, artık o ilkokul sonu-ortaokul başındaki tuhaf geçiş dönemi yok. Utanç verici kıyafetler giydiğimiz, vücudumuzun içinde tam olarak rahat olmadığımız, tuhaf saç kesimleri ve takıntılarımızın olduğu o dönem resmen kayıp. Bu jenerasyon sosyal medya sayesinde o kadar çok örnekle büyüyor ki, geriye bakınca güldükleri, düşe kalka yollarını buldukları özel zamandan yoksun kalıyorlar. Benim tarzım daha yeni yeni oturuyor, arada benden daha olgun, daha tarzı oturmuş, bir ortaokullu görüp şaşırıyorum. Ama bazen de üzülüyorum, herkes birbirine biraz fazla benziyor sanki… Tabii yanılıyor da olabilirim, sonuçta benden büyükler de benim jenerasyonuma az laf atmadılar... Zaman değiştikçe, insanların doğruları, zihniyetleri değişiyor — değişmesi lazım zaten. Dünya dönüyor, mevsimler değişiyor, biz değişmeyecek miyiz? İmkansız. Hayat öğrenmek ve gelişmekten ibaret. Bu yüzden, özellikle son dönemde fazlasıyla adı geçen namıdiğer ‘cancel’ etme konseptine değinmek istiyorum. Amerika’da Black Lives Matter protestoları ile, birçok haksızlık ve saçmalığın yeniden yüzüstüne çıkarıldığından bahsetmiştim. Bu hareket ile birçok şirket, influencer ve ünlü aldığı ırkçı ve cinsiyetçi kararlarından sorumlu tutuldu ( örnek: Bon Appetit ). Daha ilerlemeden, sorumlu tutulma nın gerekli olduğunu söylemek istiyorum — yanlış anlaşılmak istemem. Ama ‘cancel’ etme yeni bir boyut kazanarak insanların yatağının altında saklanan büyük bir canavara dönüştü. Herkes birbirinin geçmişinden hatalar bularak birbirini iptal etmeye başladı. Şimdi. Benim düşünceme göre bu bir sorun. Şirketlerin, etkisi büyük insanların devamlı bu hatalı davranışları sergilemeleri ayrı, gençliğinde bir kere saçma bir hareket yapmış olması ayrı. Herkes farklı şartlarda, farklı deneyimlerden geçerek büyüyor. İnsanlar hata yapabiliyor ya da doğrusunu bilmiyor. Direk ‘cancel’ etmektense, geçmiş hatalarından öğrenip öğrenemediklerine bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Omo çamaşır reklamında ne derler? Kirlenmek güzeldir. Yani özünde, hata yapmanın ve denemenin öğreticiliğine değinir. Bu çocuksu inanışla da şunu söylemek istiyorum: bu kesin çizgiler ve iptaller yerine, insanları eğitmek, o yanlış söylemleri, hareketleri yaptıktan sonra neler öğrendiklerine bakmak gerekmez mi?

Boomerlar, Zoomerlar

Nisan 15, 2021

·

Makale

Tereyağlı Ekmek, Yanında Tadımlık Yaşam Felsefesi

Basit şeylerin güzelliğini unutmak çok kolay. Ben her ay, kızarmış ekmek üzerine tereyağ sürmenin ne kadar lezzetli bir şey olduğunu tekrardan hatırlar, bir hafta boyunca kahvaltıda hep onu yerim. Ardından, o sıcacık kızarmış ekmek üzerinde yağın eriyerek parlamasına doyar, başka kahvaltı seçeneklerine geçerim. Bir süre sonra hatırlar, geri dönerim. Birçok şeyin böyle unutulup hatırlandığını düşünüyorum. Lisede, ilkokulun saflığını, üniversitede ise lisedeki dolap muhabbetlerini özlediğimi hatırlıyorum. Pandemi ile beraber, arkadaşlarıma sıkıca sarılmayı, tıklım tıklım bir barda bağıra bağıra dans etmeyi nasıl cepte gördüğümü düşünüyorum. Bir kağıt kesiği gibi aslında; o kadar basit bir şeyin sana yaşattığı acı ile parmağının kesik olmadığı, parmağının umrunda bile olmadığı saniyelere ufak bir özlem duyarsın. Bazı şeylerin değerini, yokluğunda anlarsın ( giderek Issız Adam’a bağladım, o son sahneyi izleyip ağlayacağım birazdan). 20lerinde olmanın sağladığı basitliklerden birinin de her şeyi deneme cesareti olduğunu düşünüyorum. Yaşamanın, dolu dolu yaşamanın, bir yaşı yok. Olmamalı da. Ama doğruyu söylemek gerekirse, bu dönemler maceranın, keşfetmenin, denemenin, yanılmanın, hata yapmanın ve öğrenmenin en iyi vaktiymiş gibi geliyor. Bu yaşları, tereyağlı ekmek misali unutmadan, dolu dolu geçirmek istiyorum — pandemi olsun, olmasın. Pandemide, birçok insan gibi 1 sene bile olsa, 20lerimi harcıyormuş gibi hissettim uzun bir süre. Ama farkettim ki, ideal senaryo olmasa da, evde olmak kısıtlayıcı olmak zorunda değil. Jean-Paul Sartre, " existence precedes essence " yani varoluş, özden önce gelir demiş. Hayatın anlamı belirli değildir, birey olarak özümüzü bulmak, kendimizi tanımlamak bizim elimizde. Bir yere kadar “yaşamak” bizim elimizde. Bir yere kadar ın altını çiziyorum, elimizde olmayanlar, kısıtlamalar ve zorluklar var. O kadar da toz pembe değil her şey. Ama mesela 20lik pandemide doğdu ve şu an yapmayı en çok zevk aldığım şeylerden biri. Küçüklükten beri bu dolu dolu yaşama ideolojisine tutunurum. Üniversitede birçok farklı şey denedim, çok farklı ( ve bazen tuhaf) işte çalıştım ve şehrin bana sunduğu her olanağı, sipariş ettiğiniz yemeğin masanıza geldiğini görünce yaşadığınız heyecan gibi bir heyecan ile değerlendirmeye çalıştım. Grammy törenlerinde çalışırken, Elton John’a çarpmışlığım bile var, ama o başka bir bültenin hikayesi… Kısaca, "ıssız adamlık yapmayın. Elimizdekilerin değerini, alıştığımız basit şeylerin güzelliğini unutmamamız lazım. Eee nihayetinde gençlik geçici. Zevkini çıkarmak lazım ki geri dönüp baktığımızda ‘ooh ne güzel yapmışım’ diyebilelim. En azından benim kendim için hayalim bunu diyebilmek. Şimdi gidip ekmek kızartacağım, canım çekti…

Tereyağlı Ekmek, Yanında Tadımlık Yaşam Felsefesi

Nisan 8, 2021

·

Makale

Sara sara sarmaya sarmak

Tencerede duvar gibi sıra sıra dizilmiş sıcacık et sarmaları ve üstündeki küçük salça damlalarını görünce duramayan ben, bir baktım tencerenin yanına, elimde küçük bir tatlı çatalıyla oturmuş, leblebi gibi etli sarma yiyorum. Daldım gittim, düşünüyorum. Etli yerine zeytinyağlı sarma tercih edenlerden, ülke içindeki kutuplaşmaya kadar giden bir düşünce yolculuğundan dönüp dünyaya geri ayak bastığımda bir baktım, ilk sıra bitmiş. Sarma yerken neden duramıyorum? Aslında sanırım buradaki daha önemli soru beynim sarma yerken nasıl bir anda bu ülkenin durumu ne olacak, ‘ben ne yapıyorum ya?’ gibi sorulara sarıyor. Cevabı bu bültende; 20’lerimdeyim. Hayat benim için açılmamış kapılar, cevaplanmayan sorular, çok fazla potansiyel ama bir o kadar da bilinmeyenler ile dolu. Diyebilirsiniz ki, ‘e Yasmin bu sadece 20’li yaşların problemi değil, herkes böyle.’ Tamam belki de haklısınız ama şimdi şöyle bir düşünürsek; 30’luk rakı var mı? Yok. 60’lık var mı? O da yok. Benim kesinlikle doğru (!) ve karşı gelinemez teorime göre rakı boyları ile insanların varoluşsal krize girdikleri yaşları tutuyor. 20’lik — Evlenip çocuk sahibi olmanın da normal, aile evinde işsiz bir şekilde oturmanın da normal olduğu, tuhaf bir geçiş dönemi 20’li yaşlar. Üniversiteden ayrılınca, ‘şimdi ne yapacağım?’ sorusunun kafamızı kurcalaya kurcalaya bozduğu enteresan ve varoluşçuluğun yapı taşlarının oluştuğu bir yaştayız. Belki bu yüzden Nietzsche, Sartre, Kierkegaard ve Kafka gibi varoluşçuluk ile damgalanan düşünür ve yazarlar 30-40’lı yaşlarında en ünlü varoluşçuluk eserlerini çıkarıyorlar. 35’lik — ‘yaş 35 yolun yarısı’ diyen Cahit Sıtkı Tarancı orta yaş bunalımındaydı belki de. Eskiden 35 olduğu düşünülen orta yaş günümüzde 45-60 yaşa kadar çıktı. Belki rakı boyları dönemimizde belirlenseydi 35’lik dediğimiz 45’lik olacaktı kim bilir? 50’lik — Hayatta neleri yapıp yapamadığının bilançosunun çıkarıldığı ama umudun da olasılıkların da tükenmediği bir dönem. 75’lik —Artık camın yanında belirlenmiş rahat bir koltuktan keyif alınan ve yapılanlar ile yapılamayanlar ile uzlaşmanın önemli olduğu bir dönem. 100’lük — 100’lük rakıyı varoluşsal bir boy olmaktansa bir kutlama boyu olarak görüyorum — tabii Kenan Doğulu ’nun (ya da Ajda Pekkan ’ın) da dediği gibi her yaşın bir güzelliği var ve hepsinin değerini bilerek kutlamamız lazım. Ama 100 yaşına geldiysen bırak kederi, sorgulamayı, aç o rakıyı kutlamak için. Dök dublelerce, buzlu buzsuz ve hayata iç! Neyse biz kendi yaşımıza dönelim… 20’lik deyip geçmeyin, alın işte bu haftanın örneği Amanda Gorman. 46. ABD Başkanı Joe Biden'nın yemin töreninde şiir okuyan ve en genç şair olarak tarihe geçen Gorman. 23 yaşında olduğunu duyduktan sonra ‘neyse benim de bunun kadar havalı ve başarılı bir şey yapmak için 1 senem var diye düşündüğüm’ ama sonra 98’ doğumlu olduğunu gördüğüm, harika, yetenekli şair. Amerika’yı bırakın, tüm dünyayı sarstı ve herkese ilham verdi. Şimdi ise IMG Models ile bir modellik kontratı var. Ne mutlu ona, bize, hepimize!

Sara sara sarmaya sarmak

Mart 10, 2021

·

Makale