Berrak zihinler için yalın, zengin, bağımsız bir Türkçe dijital medya üyeliği.
Ücretsiz Kaydol →Sinema & TV
İzleme önerileri, incelemeler, röportajlar ve dahası.
10 Hikâye
The Playlist, Spotify ve müzik erişiminin son 20 yılı
Çevrimiçi dinleme platformu Spotify’ın kuruluş öyküsünü odağına alan mini dizi The Playlist ; birçok tartışmanın ortasında olan şirketin varlığını, uygulamalarını, müzik ve müzisyenlerle kurduğu ilişkiyi tekrar gündeme getirdi. 16 yıl önce Daniel Ek ve Martin Lorentzon tarafından kurulan; son 10 yılda da müziğe erişim için akla gelen ilk seçenek olan Spotify, 21. yüzyıl müzik deneyiminin dönüşümü için bir domino etkisi yarattı. Erişilebilirlik, çeşitlilik, kişiselleştirme ve müzik ekonomisinin korsanlığı geride bırakması bir tarafa; yaratıcı üretimlerin metalaşması ve adil ücretlendirme diğer tarafa, çevrimiçi dinleme devini etraflıca ele alırken üstünde durulması gereken nice konu başlığı var. The Playlist ’in tüm “start-up güzellemelerine”, jenerik konu örüngüsüne ve sık sık kabak tadı veren vasat metnine rağmen, dizinin hâlihazırda Spotify’ın etrafında şekillenen ihtilafları somutlaştıran sekanslarından bahsetmek mümkün. Buradan esinle, şirketin korsanlıkla mücadelesinden müzikte dijitalleşmenin bayrak taşıyıcısı olmasına, modern dünyanın müzikle kurduğu ilişkiden telif haklarına uzanan geniş bir özel dosyaya davetlisin. Spotify'ın 2008 ile 2013 yılları arasında kullandığı logosu Korsan müzik vs. Spotify Napster , Limewire ve The Pirate Bay gibi müzik erişimini korsan yollarla sağlayan ve 2000’li yılların ilk yarısında müzik endüstrisini krize sokan internet siteleri, Spotify’ın çıkış noktasını oluşturdu. The Playlist ’te de sıkça vurgulanan, özellikle Sony Music Entertainment ile The Pirate Bay arasındaki çekişme üzerinden ilerleyen legal vs. illegal mücadelesi, Spotify’ın sıra dışı teknik ve iş modeliyle beklenmedik bir çıkış yolu bulmasını sağladı. Spotify; korsan yoldan müziğe erişimin güvensiz, niteliksiz ve dağınık sunumuna karşılık geniş bir şarkı havuzundan “gecikmesiz”, güvenli ve kullanıcı dostu bir müzik deneyimi vadetti. 21. yüzyılın dijital ve sürdürülebilir müzik yayıncılığının doğum sancılarını çeken müzik endüstrisi, Spotify’ın bir yandan ücretsiz dinleme imkânı verirken; öte yandan sanatçı ve plak şirketleri gibi hak sahipleri için ödeme kanalları açan iş planıyla yeni bir şafağa uyandı. Spotify'ın kurucuları Daniel Ek ve Martin Lorentzon. Kaynak: Spotify Spotify, Martin Lorentzon’un TradeDoubler şirketinden getirdiği reklam yönetim ve kullanım yetkinliğini, haklarını satın aldığı müziğin erişilebilirliğini sürdürmek için kullandı. Bir yanıyla müziğe sağlıklı ve “ücretsiz” ulaşımın temelini atan ve müzik yaratıcılarını ve plak şirketlerini değerleyen Spotify, diğer yanıyla da dinleme deneyimini sürekli bölen ve bu anlamda korsan sitelerinin dikkat dağıtan kullanıcı arayüzünü “değiştirse de devam ettiren” bir işlevselliğe sahip oldu. Kriz yaratan reklam vs. müzik dilemmasını Premium sürümüyle aşan Spotify, modern zamanların kullanıcı katılımlı müzik dinleme ekonomisini yarattı. Korsan sitelerden önce basılı müziğin (vinil, CD, kaset) en büyük gelir kaynağı olduğu endüstri, sağlıklı bir müzik dinleme deneyimi için ödeme yapmaya niyetli insanların iyice artmasıyla radikal bir dönüşüm geçirdi. Apple, Spotify'ın izini takip ederek Apple Music platformunu 2015 yılında piyasaya sürdü. Kaynak: Apple 2011 yılında ABD’ye açılan ve ağını iyice genişleten Spotify örneği; 2014’te Tidal, 2015’te Apple Music tarafından takip edildi. 2010’lu yıllara damga vuran ve etki hacmi iyice büyüyen çevrimiçi dinlemeyle 2013 ile 2018 yılları arasından korsan müzik indirmenin endüstri payı %8 oranında azalarak %10 seviyelerine geriledi. Digital Media Association’ın yayımladığı rapor ise korsan indirmenin 2018’den bu yana %50 oranında bir düşüş yaşadığını tespit etti. IFPI ’ın (Uluslararası Fonografik Endüstrisi Federasyonu) geçtiğimiz yıl için yayımladığı rapor , korsan müziğe karşıt çevrimiçi dinlemenin düzenli yükselişini ve dijital çağda müziğe erişimin en önünde yer aldığını belgeledi. Rapora göre reklamlı ve ödemeli üyelikle faaliyet gösteren çevrimiçi müzik platformları, müzik endüstrisinin %65 ’ini oluştururken çevrimiçi dinleme gelirleri %24.3 oranında bir artış gerçekleştirdi ve ödemeli çevrimiçi platform üyeliği 523 milyonla yeni bir rekor kırdı. Spotify çalma listelerinden "Spotify & Chill". Kaynak: Spotify Dinlemenin ve keşfetmenin demokrasisi mi? Spotify, müzik erişimine sağladığı kolaylık ve keşfedilen müziğe getirdiği çeşitlilikle de ön plana çıktı. Müzik indirmeyi, korsan sitelerde kaliteli sıkıştırılan müzik dosyalarını aramayı ve bu süreçte verilen dinleyici emeğini ve harcanan saatleri geride bıraktıran Spotify; bir tıkla erişilebilen, pürüzsüzce dinlenilen sorunsuz bir kullanıcı arayüzü yarattı. Bu özellikler dinleyiciyle müzik arasındaki yolu kısaltırken, müziğin dinleyicide konumlandığı yeri de değiştirdi. Öncesinde dinlemek istediği müziği kendisi arayan, bulan ve seçen dinleyici; kendisini keşif alanının dışında kalan sayısız ismin ve janrın kıyısında buldu. Spotify'ın dinleyicilerin gün içinde değişen dinleme alışkanlıklarını; dinledikleri şarkıların temposunu, uzunluğunu, ses yüksekliğini vb. faktörleri inceleyen algoritması, bu engin keşif deneyiminin arkasındaki temel aktör oldu. “Bir kişinin dinleme tercihleri müzik tipine, anlık faaliyetlerine, günün vaktine ve daha fazlasına göre değişiyor. Bizim amacımız da her dinleyicinin zevkinin çeşitli bölümlerini incelikli bir şekilde kavramak oluyor.” - Ajay Kalia, Spotify’ın Ürün Yöneticisi Kullanıcılarını “konfor” alanından çıkaran ya da ona yeni “konfor alanları” yaratan Spotify, diğer taraftan da sanatçılar ve janrlar için yeni dinleyici kitleleriyle buluşma imkânları yarattı. Özellikle ana akımın dışında kalan sanatçılar; müziklerini üretmek, dağıtmak ve tanıtmak için yüksek bütçelere sahip olmak zorunluluğundan kurtuldu. Spotify’ın Loud & Clear sitesinden yayımladığı 2021 raporuna göre, Spotify’la 10 bin dolar üstü gelir elde eden müzisyenlerin %28 ’i müzik dağıtımlarını kendisi yapıyor ve %34 ’ü top 10 müzik pazarının dışında ikamet ediyor. Ayrıca, (her ne kadar platforma çok geç entegre edilmiş olsa da) müzisyenlerin en çok dinleme aldıkları 5 şehrin, turne programlarının ve satış ürünlerinin profillerinde listelenmesi bağımsız isimlerin keşiflerini kolaylaştırırken turne fırsatlarını da genişletiyor. Diğer taraftan, sanılanın aksine, çevrimiçi dinleme devinin ilk 50 sanatçısı bünyesindeki dinlemelerin görece küçük bir kısmını oluşturuyor. Örneğin, Spotify’ın ilk 50 sanatçısı platform üzerindeki toplam dinlemenin yalnızca %12 ’sini oluşturuyor. Bu istatistikler, popüler olanın dışında kalan kişilerin çevrimiçi dinleme devrimi öncesine kıyasla daha avantajlı bir pozisyonda olduğuna işaret ediyor olabilir. Spotify'ın "yakınlıklar bulutu" grafiği. Kaynak: music-tomorrow. Algoritmanın insafında görünürlük kovalamak mı? Diğer taraftan, Spotify'ın dinleyicilere sağladığı erişimin ve ulaşılabilir müziğin çeşitlenmesinin beraberinde getirdiği tartışma başlıkları da var: Eğer Spotify, belli tipte ve içerikte üretilen müzikleri kullanıcı alışkanlıklarıyla eşleştirerek sanatçılara verilecek görünürlük konusunda yapay zekâsının insafına kalıyorsa, bu ne kadar adil olur? Ana akım dinleyici tarafından tercih edilen kısa girişli, yüksek tempolu ve sesli müziklerin alternatif ve bağımsız üretimlere kıyasla öncelenmesi bu tartışmanın alt başlıklarından. Spotify çalma listelerine daha sık ve yukarıdan giren şarkıların artık neredeyse bir formüle indirgenmesi ve beraberinde kısa girişli şarkı üretimlerinin yaygınlaşması, albümlerin daha çok dinleme almak ve çalma listelerine seçilecek şarkı havuzunu büyütmek amacıyla 20 ve üstü şarkıdan oluşturulması gibi örnekler, yaratıcı üretimin yerini salt bir keşfetme yarışına da bırakabiliyor. Bu rekabetçi ortamda öne çıkarak görünürlük ya da para kazanmaya çalışmak, albümlerin artık yekpare bir şekilde yayımlanmasının önüne de geçebiliyor. Zira artık bir uzunçaların parçası olarak yayımlanan tekliler, albümün listelenen tüm şarkılarının yayın tarihinden önce dinleyicilerle buluşuyor. Bu “tekli yayın formatı”, her bir şarkının Spotify çalma listelerine girmesini sağlamak hedefi paralelinde uygulanıyor. Aynı zamanda, algoritma-dostu olan ve daha iyi kullanıcı etkileşimi aldığı tespit edilen anahtar kelimelerin şarkı isimleri olarak kullanılması da Spotify'ın müzik ve müzisyenle kurduğu ilişkinin dejenere, kâr temelli ve yaratıcı çıktıları yavanlaştıran bir kullanıma da meyilli olabileceğini gösteriyor. Lil Nas X ve Jack Harlow düeti "Industry Baby" şarkısının ses analizi. Kaynak: Spotify Audio Analysis Algoritma falı mı, kişisel müzik zevki mi? Hâliyle, Spotify’ın engin kütüphanesinin sayısız orijinal çalma listesi, çeşitli otomatikleştirilmiş “önerileri” ve “beğenilen şarkılar” adıyla albüm bağlamından kopardığı uçsuz bucaksız kişiselleştirme labirentlerinde dolanırken akıllara önemli bir soru geliyor: Spotify’ın kullanıcı deneyimi sürecinde özerk olan kim; dinleyici mi yoksa platformun etkileşim-takıntılı, kullanıcı davranışı örüntüsü oluşturmaya yönelik uygulamaları mı? Bu soru, çevrimiçi platformların müzik endüstrisinin aslan payını almadan önce dinleyiciyle müziği arasındaki birebirliği, istençliği ve farkında olunarak yapılan keşifleri hatırlayan nostaljik bir tınıya sahip. Öte taraftan, bu nostaljiyi arayanların “müziklerini seçmekten ziyade, müziği onlara geldiği gibi kabul ettikleri” inancıyla hissettikleri endişe tümüyle haksız da olmayabilir. Zira Spotify’da dinlenilen müzikler gitgide platformun önerilerinden kaynaklanıyor. Örneğin, Stifel ’ın Spotify Initiation of Coverage adlı araştırmasına göre Spotify, 2017 yılında platformdaki toplam dinlemelerin %30 ’unu algoritma önerileriyle gerçekleştirdi. Yakın zamanda Made To Be tarafından yayımlanan bir rapora göre ise Spotify’da keşfedilen sanatçıların üçte birinden fazlası kullanıcılara özel hazırlanan çalma listeleri üzerinden keşfedildi. Kimi kullanıcılar Spotify'dan ayrılarak daha geleneksel dinleme araçlarına geri dönüyor. Kaynak: Alamy/ Getty Images Spotify’ın özerklik iplerini eline alarak müziğe erişim sağlamaktan ziyade onu dinleyicilerin önüne hazır servis etmesi, birçok kullanıcı için yabancılaştırıcı bir etkiye sahip: "Zamanında Spotify kullanırken tam anlamıyla müzik dinlemiyor gibiydim. Şarkıların ilk 15 saniyesini çaldıktan sonra “atlaya” basıyordum.” - Eski bir Spotify kullanıcısı, The Guardian röportajından Öte taraftan, şahsi tutumlar ve müzikle kurulan ilişkinin bireyden bireye değişebileceği de göz ardı edilmemesi gereken bir konu. Öyle ki Spotify’ı algoritmasının rehberliğinden bağımsızca kullanmak kişinin imkânı dahilinde. Nihayetinde dinleyicinin özerkliğini kendi özerkliğiyle değiştirmeye çalışan Spotify yapay zekâsı, durdurak bilmeden genişleyen bir seçenek havuzundan başka bir şey değil. Bu dipsiz havuzdan önüne servis alıp almamak, aldığı servisleri yaratıcı ya da konformist bir şekilde kullanmak, müzikle ve müzisyenlerle kuracağı yakınlık ya da arasına koyacağı mesafe; yani kullanıcı özerkliğini ilan etmek, Spotify’ın insafına kalmış bir konu olmak zorunda değil. Son olarak dinlediğinizi, dinleyeceğinizi, keşiflerinizi ve özerkliğinizi, her şeye ama her şeye rağmen seçmek mümkün. Bu oldukça önemli.

Kasım 18, 2022
·
Makale
Milyonluk Bebek / Million Dollar Baby
Sevdiğimiz isimlere “içinde yaşamak istedikleri film ya da diziyi” sormaya devam ediyoruz. 51. konuğumuz Gürsel Dürüsel , seçtiği filmse Milyonluk Bebek / Million Dollar Baby . İçinde yaşamak istediğim filmi tanımlamak benim için gerçekten zor oldu. Uzun süre düşündüm. En sevdiğim filmleri aklımdan geçirdim. Fetiş filmlerimden bir kısmı mafya filmleri ancak yapı olarak şiddete meyyalim olmadığından bu filmlerde kendime bir rol biçemedim. Derken aklıma işte bu dedirten bir film geldi ve hemen yazıya döktüm. 2004 yapımı Milyonluk Bebek / Million Dollar Baby . 2005 Oscar Ödül Töreni’nden 4 ödülle ayrılan modern bir başyapıt. Kendimi yerine koyduğum karakter de Maggie Fitzgerald. Bunu cinsiyete takılmadan söylüyorum elbette. Burada takılı kaldığım, beni içine çeken nokta Maggie’nin azmi ve Frankie gibi bir ikonla böyle sağlam bir bağ kurabilmek. Million Dollar Baby çok uzun yıllardır yerine yenisini koyamadığım, içime işleyen bir dram. Film müziklerinden, oyunculuklarına, kurgusundan, yönetmenliğine olmuş bir iş. Filmin tamamına hâkim olan dingin hava, abartıya kaçmayan pekâlâ yaşanabilecek olaylar adeta bizi filmden bir karakter gibi ringin yanında bir sandalyeye oturtuyor. Frankie ve Maggie arasındaki tatlı sert atışmalar, zamanla aralarında kurulan sağlam bağ çok hakiki. Frankie kızından uzaklaştığından beri rüzgârda savrulan bir yaprak. Aksiliği hiç dinmeyen, gittiği kilisedeki rahibi bile bıktırmış bir huysuz ihtiyar. Kendisini çekebilen tek kişi dostu Eddie. Bir anda hayatına Maggie giriyor ve ikilinin hayatı eskiye dönemeyecek şekilde değişiyor. Maggie gibi azmin zirvesinde olan, tuttuğunu koparmadan bırakmayan bir karakter hiç olmadım. Zorluklara bu denli direnen bir figür idolüm olmayı hak ediyor ve beni boks eldivenlerini takıp hız torbasını yumruklamayı öğrenmek isteyen hevesli bir öğrenci olmaya itiyor. Yaşadığım zorluklar çalıştığım restoranda kalan artıkları cebime koyup evde ısıtmaktan çok ötede. Ailemle de kopuk bağlarım var ama yanı başımda dağ gibi Frankie Dunn olması her şeye değer. Hangi güzel sözler, Mo Chuisle gibi huysuz bir ihtiyarın kalbinden dökülen bu samimi tanımın yerini doldurabilir? Üstelik son arzumu kırmayıp cehennemde yanmayı göze alacak bir eğitmenin, bir babanın yerini kim alabilir? İnsanların bugün çıkar ilişkileri üzerine kurdukları sahte dünyalardan bıkmış biri olarak, bu filmdeki samimiyet içime sevgi ve umut tohumları ekiyor. Kendinden vazgeçecek kadar sevmek ve bu denli büyük bir fedakârlık yapmak maalesef artık sadece filmlerde var. Bu üzücü durum da Sevmek Zamanı filmindeki Halil’in resme âşık olması gibi beni filmlere daha çok bağlıyor. Umut sinemada.

Kasım 17, 2022
·
Makale
Mükemmel oyun arkadaşı: Barış Gönenen
Barış'ı keşfetmek. " Aslında ilk izlediğim filmin ne olduğunu hatırlamıyorum. " diyor Barış ama 7 yaşındayken Fatih'taki Hakan Sineması'nda kuzeniyle bir filme gittiklerini söylüyor: " Filmden çok kuzenimi izliyordum, o gülünce ben de gülüyordum. Çok etkilenmiştim. Koca bir televizyona bakmak beni çok etkilemişti. " Ergenliğinde izleyip onu çok heyecanlandıran film olarak sinemada birkaç kez izlediği Titanic 'i unutamıyor: " Öyle bir dönem bir daha oldu mu hatırlamıyorum. Herkes Titanic 'ten bahsediyordu. " Barış, Şişhane sokaklarında. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Oyuncunun sanatı. Onu sahnede ilk kez 2010'ların başında Limonata oyununda izlediğimi buluşacağımız günün sabahı rol aldığı film ve oyunların listesini incelerken fark ediyorum. 10 yılı aşkındır sahnelerde Barış. Bir günde iki farklı oyunla sahneye çıktığına bakılırsa hâlâ da en büyük tutkusu tiyatro. " Özünde, temelinde , oyunculuk oyunculuk. " diyor ama ekliyor: " Ona yaklaşman, hazırlık sürecin ve o işi yaparkenki şartlar aradaki farkları belli ediyor. Tiyatro çok oyuncu sanatı. Oyun başlıyor, seyirci yerine oturuyor, ışık yanıyor ve artık her şey sensin. [...] Her şey senin elinde. Sinemada ise o kadar fazla değişken var ki senden gayrı olan. Bir kere çok kalabalık ve kakafonik bir yer set. O gürültü ve o kaosun içerisinde bir anın içinde durmak gerçekten çok zor. " İnsanlık tarihi kadar eski tiyatroyla yüz yıllık sinemayı karşılaştıramayacağımızdan; bir tiyatro oyununun kaçırılmasının, bir daha hiçbir yerde bulunamayacak olmasının hayatın akışıyla olan uyumundan söz ediyor. Çekmeköy Underground. Bir sinema filmi için ilk oyuncu seçimine 2015'te, Aysim Türkmen'in Çekmeköy Undergound filmi için katılmış Barış. Görüntü yönetmeni Vedat Özdemir'den çok şey öğrendiğini söylüyor: " Kamera önü oyunculuğu daha teknik bir şey. Aslında tiyatro öyle algılanıyor, çok fazla tekniğe sahip olman gerekliymiş gibi. Ama kamerayı çok iyi tanıman, kamerayı çok iyi algılaman lazım. O zaman anlamıyordum, sağına git diyorlardı, soluma gidiyordum. Kameranın sağına gitmek demek olduğunu bilmiyordum. Nereye bakmam gerektiğini anlamıyordum, kamerayı kollamanın ne demek olduğunu bilmiyordum. O filmin setinde öğrendim." Bir adım geriden. 28 Haziran 2021. Haziranın, Onur Ayı'nın son salısı. İstanbul Film Festivali'nde kaçırdığıma çok üzüldüğüm Çilingir Sofrası 'nı Kadıköy Sineması'ndaki gösteriminde, bir salon dolusu kuirle birlikte izlemek bana büyük bir mutluluk, büyük bir huzur, büyük bir beraberlik hissi veriyor. Eski sevgililerim, eski dostlarım, eski crush 'larım, eski kolilerim ve belki de gelecektekilerle dolu bir salonla aynı anda gülümsüyor, aynı anda efkârlanıyor, Nazan Öncel'in " Bunu bir ben bilirim, bir Allah " deyişine birlikte gözyaşı döküyoruz. Çilingir sofrası. Yaklaşık iki ay sonra Ayvalık'ta kaynaşıyoruz ekiple; son gece, Ali Kemal, Barış, Rıfat ve Seda'nın olduğu bir masaya elimde bir rakı kadehiyle gidiyorum: " Tüm ekip bir aradayken yanınıza gelip sizinle bir kadeh kaldırmamak olmazdı. " Bunun çok özgün bir fikir olmadığının Rıfat'ın " Bu gece sarhoş olmazsak iyidir. " deyişiyle farkına varıyorum, hep birlikte gülüyoruz. Onlara hissettirdikleri için bir kez daha teşekkür ediyorum. Göz göz, bir anın içinde durmak. Barış'la Çilingir Sofrası 'nın bize em duygusal hem de sinemasal anlamda hissettirdiklerinden konuşuyoruz. " Ben tiyatroda çok iyi partnerlikler yaşamış biriyim. Çok iyi oyun arkadaşlarım oldu. Göz göze yıllarca, kan, ter, gözyaşı döktüğüm; konuşmadan, gözünün ufacık bir hareketinden kafasının içinden ne geçtiğini anlayabildiğim rol arkadaşlarım oldu. Bunun sinemada ya da kamerada çok olabileceğini düşünmüyordum " diyor. " Kafanın dibinde duran sesçisi, ışıkçısı, her şeyi bir kenara bırakıp o oyuncuyla göz göze, bir anın içinde durmayı ilk defa Rıfat'ta yaşadım. O yüzden Çilingir Sofrası'nın benim kariyerimde çok önemli bir yeri var, benim oyunculuğu anlama biçimimde çok büyük bir önemi var. " Emre ve Barış, kuruldukları mini-çilingir-sofrasında sektör dedikodusu yapıyorlar. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Temsiliyet ve mağduriyet. Türkiye'de LGBTİ+ karakterlerin yer aldığı bir film çekmenin otomatik olarak cesur bir şey olarak algılanışından, sinemadaki LGBTİ+ temsiliyetinden ve sinemadaki LGBTİ+ karakterlere layık görülen mağduriyetten konuşuyoruz. " Azınlıklarla, ötekilerle, cinsel azınlıklarla, ırksal azınlıklarla ilgili filmler çekildiğinde otomatik olarak politik bir film oluyor bu. " diyor Barış. Çilingir Sofrası 'nda hissettiklerimi hissetmek içinse kuir olma gerekliliğinin anlamsızlığından yakınıyorum. Katılıyor: " Bu dünya üzerinde yapılmış tüm filmler için geçerli. Bir hikâyeyi anlayıp sevmek, onunla bir ilişki kurmak için onun öznesi olmana gerek yok ki. […] Aşk ile ilgili yapılmış binlerce, milyonlarca film var. Onlardan biri de bu işte, bir aşk hikâyesi. " Barış'la keşfetmek. Kuir sinemadan konuşacağımız bir bölüm olacağı belli, o yüzden kuir bir yönetmen seçmeyi öneriyorum Barış'a. Biraz da içten içe Çilingir Sofrası ve Weekend arasında hissel bir bağ olduğunu düşündüğümden belki Andrew Haigh ismi çıkıyor ağzımdan. Anlaşıyoruz. " Çok iyi partnerlikler ve iki oyuncuyla hep ikilikler yarattığını düşünüyorum tüm filmlerinde ." Barış, Haigh ve onun oyuncularının yerinde olmak istediğini söylüyor: " Çok ilginç anlar yaratıyor ve oyuncularını muhtemelen çok serbest bırakıyor. Onların birbirlerini tanımalarını sağlıyor bence. Ben çok iyi buluyorum oyuncu yönetmeni olarak. O kadar alan veriyor ve yönetmen olarak kendini gizlemeyi o kadar iyi biliyor ki. Sanki kamerayı bir yere gizlemiş ve çekmiş gibi. Laflar da öyle ama muhtemelen değil tabii. Oyuncuları, onlara sonsuz alanlar verdiği için çok şanslılar bence. " Bir hafta sonu ve bir gece. Greek Pete' ten, 45 Years filmindeki çiftten, Looking dizisindeki sıkı dostlardan ve Haigh'in nasıl da " karakterlerin kendini keşfettiği hikâyeler anlatırken, önde duran karakter olarak hep mahçup olanı seçtiğinden" konuşuyoruz. Hem çok iyi bir espri anlayışı olduğunu hem de filmlerinde her şeyin dramatik olduğunu söylüyor onun: " Her şey hep ıskalanmış filmlerinde; herhalde yarım kalan aşklarla ilgili bir meselesi var. " Lafı çıkış noktama, Weekend ve Çilingir Sofrası 'nın hissel benzerliğine getiriyorum: " Çilingir Sofrası’yla benzer bir hissi de var. Kalp kırıklığı var, ondan da bence böyle hissettin. İkisinde de doğru şartlarda çok büyük bir aşk olabilecek bir şeyin olamamasını izliyorsun. " Elimi kalbime götürüyorum; bu cümle bitiriyor beni. İçim parçalanıyor. Kayıttan sonra, eve dönüş yolunda kulaklıklarımdan Nazan Öncel söylüyor yine, yeniden: " Gönlümün tellerine mızrap dayanmaz... " Diyor ki... LGBTİ+’larla ilgili olan tüm işlerde hep bir mağduriyet hikâyesi izleriz biz. Bir filmde bir trans varsa onun başına çok kötü şeyler gelir. Bir filmde bir gey varsa onun başına çok kötü şeyler gelir. Temsiliyet hep bir mağduriyet üzerine kurulu. Bunu ben biraz sorunlu buluyorum ve artık 'old school', çok 90’lara ait buluyorum. […] Ben içki içen, cinselliği olan, hayatın içerisine karışmış kadınların; mutlu, başarılı, hayatta her şeyi yolunda giden [hikâyelerini] izlemek istiyorum. Geylerin de öyle. "Merhaba ben geyim" diyen birinin cezalandırılmadığı, bunu söylediği için acı çekmediği hikâyeler izlemek istiyorum.

Kasım 9, 2022
·
Makale
Close, 2022
13 Ekim Perşembe. Sinematek/Sinema Evi'nden çıkalı yirmi dakikadan fazla olmuş. Filmin ortalarından başlayarak, o ana kadar dinmek bilmeyen göz yaşlarımdan mı yoksa sönmek bilmeyen öfkemden mi konuşamadığımı bilmiyorum. Sonunda sessiz yürüyüşümüz bitip de bir kafeye oturduğumuzda, ağzımı açar açmaz Umut'tan azar işitiyorum: " Emre, kendini 13 yaşındaki bir çocuğun yerine koyduğuna inanamıyorum." Birkaç yıl önce Girl filmiyle muhteşem bir başlangıç yapan Belçikalı genç ve kuir yönetmen Lukas Dhont'un yeni filmi Close, Cannes Film Festivali'nde Grand Prix'ye layık görülmeden çok önce bile bu yılın en merak ettiğim filmlerindendi. Close, bir değişim hikâyesi, değişime yenik düşen bir yakınlığın hikâyesi. 13 yaşındaki Léo ve Rémi'nin yakın ilişkisi, okul başladığında sarsıntıya uğruyor. Rémi'nin Léo'ya dostluğun dışında hissettiği şeyler olduğunu anlamak çok zor değil, bunların karşılıklı olup olmadığıysa muğlak. Toplumun o toksik erilliğinin, tek normale tapınma saçmalığının henüz 13 yaşındaki çocukların bile kalbini kırdığını görmek can acıtıyor. Duyduğu fısıltılarla, kendilerine yönelen ima, bakış ve işaretlerle her gün biraz daha geri çekmeye başlıyor Léo kendini. ( Close bu açıdan, Filmekimi'nin bir diğer şahanesi, yine bu sayıda Ant'ın kaleminden okuyacağınız The Banshees of Inisherin 'le paralellik taşıyor gibi gözükse de, oradaki uzaklaşmanın nedeni olgun ve varoluşsal, bizimkiyse saf ve duygusal.) Close | Kaynak: İKSV Léo uzaklaştıkça karnından bıçaklanmış hissediyor Rémi. Ama hepsinin içinde, onun canını en çok acıtan anı tahmin ediyorum. Rémi, bir gün Léo'yu, okula başladıklarından beri ayrı düştükleri tek dünya olan hokey antremanında ziyaret etmeye gidiyor. Spordan zerre anlamasa da, orada olduğunda birlikte vakit geçiremeyecek olsalar da... Belki onun konserini izlemeye gelmiş Léo'ya bir iadeiziyaret olması, belki dışında kaldığı o dünyayı merak ettiği, belki de sadece özlediği için. Aşık olmaya gerek yok, biriyle yakın olduğunda, bazı şeyleri nedensiz yaparsın çünkü. Léo sahanın kenarına yaklaşıp şöyle diyor ona: " Niye geldin ki? " Filmin olay örgüsüne ve duygusal yüküne dair sürprizleri bozmamak için daha fazlasını söylemek istemiyorum. Fakat söz konusu duygusal yükü üzerinde çok iyi taşıyor Lukas Dhont'un sineması. Tüm büyüsüne ve huzur dolu renk paletine rağmen masumiyetin yitişini, trajedilerle büyümeyi, toplumun beklentilerine yenik düşen mutluluk ihtimalini tüm gerçekliğiyle yüzünüze vuruyor. Öfkem dinmiyor. Léo'nun pişmanlığı altında ezilişine üzülmüyorum. Ve film her aklıma gelişinde, tekrar tekrar sormadan duramıyorum: Başkalarının ne düşündüğü bu kadar umurunda olmasaydı, kendi hâlinizde mutlu olmaya devam ederdiniz belki de, ha ne dersin Léo? ★★★★★

Ekim 30, 2022
·
Makale
Klondike
Film: Klondike Yönetmen: Maryna Er Gorbach Süre: 100 dakika Yapım yılı: 2022 Jenerik: Ukrayna - Türkiye ortak yapımı Klondike , dünya prömiyerinin gerçekleştiği Sundance Film Festivali'nin Dünya Sineması Dramatik bölümünden En İyi Yönetmen ödülüyle ayrılmış, ardından Berlin Film Festivali'nin Panorama bölümünde gösterilmişti. Ukrayna ve Rusya arasında süregelen gerilimin yükselmesiyle güncelliği ve etkisi bir anda katbekat artan film, İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde Altın Lale’ye uzandıktan sonra, şimdi de şansını Ukrayna’nın Oscar adayı olarak Akademi Ödülleri’nin En İyi Uluslararası Film kategorisinde deneyecek. Klondike , Ukrayna-Rusya sınırında yaşayan ve köyü ayrılıkçı gruplar tarafından kuşatılmış olmasına rağmen evini terk etmeyi reddeden hamile bir kadın olan Irka'nın trajik bir gününü konu alıyor. Neden izleyelim? 17 Temmuz 2014. 2010'ların başından beri Ukrayna ile Rusya arasındaki gerilimin odağındaki bölgelerden biri olan Donetsk'te ayrılıkçı gruplar ve Ukrayna destekçileri arasındaki iç gerilim sürerken, Malezya Havayolları'na ait bir yolcu uçağı, Rusya'ya ait bir savunma füzesiyle düşürülür. Klondike , belki de uzunca süredir büyürken, anca bu uçak kazasıyla uluslararası gündeme taşınan bir gerilimi merkezine alıyor. Filmin en büyük başarısı, erkeklerin ve egolarının belirleyici olduğu bu savaş ortamında, kahramanı olarak kararlı, güçlü ve başkaldıran bir kadını seçiyor olması. Hamileliğinin son evresindeki Irka, eşi Tolik’le yaşadığı evini terk etmeyi reddediyor. Öte yandan ayrılıkçı gruplar eşini onlara katılmaya zorluyor, onları Ukrayna’ya ihanet etmekle suçlayan kardeşi ise köyü terk etmeye ikna etmeye çalışıyor. Klondike ’ın ilk yarısı, görünmeyen bir savaşın tüm gerilimini, bilinmezliğini ve baskısını, oyuncularının etkili performansları sayesinde içinde hissettiriyor. Uçağın düşürülmesinin ardından daha görünür olmaya başlayan savaş, kan dondurucu sahnelerle gerçek yüzünü göstermeye ve belki de günümüzde yaşananların sinyallerini vermeye başlıyor. Filmin uçağın düşüşüyle değişen doğası ve yapısıyla beni kaybetmeye başlamasına neden olduğunu söyleyebilirim. Fakat kim bilir, belki de filmin yansıttıklarının bir acı ve savaş pornosu mu yoksa savaşın gerçekliğinin ta kendisi mi olduğunu anlayamamamın nedeni filmin yetersizliği değil, sıcak savaşın tam olarak ne olduğunu tanık olmayacak kadar şanslı olmamdır. Nerede izleyebilirsin? Klondike , bugün Başka Sinema salonlarında gösterime giriyor. Benzer işler: In Syria / Insyriated (2017, Philippe Van Leeuw) Donbass (2018, Sergey Loznitsa) 🟠🟢🔵 Sinema tutkumuzu yeni bir boyuta taşıdık! Artık Duende’yi Letterboxd’da da takip edebilir, Haftanın Filmi incelemelerimize ve Keşif Sineması’nda adı geçen filmlere hesabımızdan ulaşabilirsin.

Kasım 11, 2022
·
Makale
Menü
Film: The Menu Yönetmen: Mark Mylod Süre: 106 dakika Yapım yılı: 2022 Jenerik: Succession dizisinin yönetmenlerinden Mark Mylod ve yapımcılarından Adam McKay'in beyaz perdedeki bu yeni ortaklığı, Toronto Film Festivali prömiyerinden çok önce, fragmanı yayınlanır yayınlanmaz konuşulmaya başlanmıştı. Ralph Fiennes’ın başrolünde yer aldığı filmde ona eşlik edenler arasında Anya Taylor-Joy ve Nicholas Hoult gibi iki genç yıldız başı çekiyor. Film, genç çift Margot ve Tyler’ın bir grup zengin insanla birlikte yıldız şef Julian Slowik’in özel bir adadaki seçkin restoranı Hawthorne’a gitmesiyle başlıyor. Fakat şefin şok edici sürprizlerle dolu menüsü konukları korku dolu anlara sürüklüyor. Neden izleyelim? The Menu ’nun benim için yılın en şaşırtıcı filmlerinden, en büyük sürprizlerinden olacağı kesin. Filmi izlediğimde, korku sinemasına getirdiği yeni vizyonla Ari Aster ve Jordan Peele’in filmleriyle tanıştığımda yaşadığım heyecanı ve beklenti aşımını hatırlattı bana. Seth Reiss ve Will Tracy’nin senaryosu korku ve komediyi iç içe geçirirken; yüksek sanatın, yüksek mutfağın, insan ilişkilerinin ve zenginlikle gelen iki yüzlülüklerin çok yönlü bir eleştirisine dönüşüyor. Biraz komik, biraz karanlık ama baştan sona zekice bu film, sanatına fazla anlam yüklemiş bir sanatçının toplumdaki yozlaşmışlıklarla yüzleşmesini beklenmedik ve ters köşe anlarla beziyor. Şef Slowik, bir yandan toplumdaki çürümüşlüklere duyduğu öfkeyi kendi alanına taşıyor. Diğer yandan mükemmel bir şekilde kurguladığı intikam planını, belki de kariyerinin doruk noktası olacağını düşündüğü bir menüyle ifade ediyor. Filmin konuklarına ya da onların simgelediklerine dair dertlerini kişiselleştirilmiş bir menüyle ortaya koyan şefin dokunuşlarıyla zenginleşen, moleküler gastronomi ve kavramsal sanat harmanı The Menu ; izleyiciyi estetik ve görsel açıdan kışkırtıyor. Yemeyin, tadına bakın diyor Slowik; karın doyurmaya değil, bir yemeği beş duyuyla tecrübe etmeye davet ediyor. Öte yandan sadece göz ve damak zevkine, beş duyuya hitap eden bir menü değil bu; duyguları, travmaları, korkuları ve insan ilişkilerini harekete geçiren, konukları bireysel ve kolektif olarak benzer duygular tatmaya iten bir sanat performansı aynı zamanda. Servis edilen her yemekle gerilimi yükselen bu korku komedisinde Ralph Fiennes’ın muazzam oyunculuğu, kalabalık oyuncu kadrosunun her bireyiyle de destekleniyor. Her masanın ayrı bir derdi var, her masada oturanların kendi içinde güçlü bir uyumu, mutfakta çalışanlarınsa ayrı bir işlevi, iç dinamiği… Üstelik her grup bir araya geldiğinde ortaya farklı enstrüman gruplarının bir araya gelmesinden oluşan uyumlu bir orkestra çıkıyor. Filmin gözden kaçırmaman gereken yardımcı performansıysa kesinlikle Hong Chau’ya ait. Slowik, “ Bizimle mi birliktesin, yoksa onlarla mı, bilmem gerekiyor. ” diyor. Ama The Menu ’nün etkisi ve sürprizleri, hangi tarafta olursan ol, geçerliliğini koruyor. Nerede izleyebilirsin? The Menu, bugün sinemalarda. Benzer işler: Ready or Not (2019, Matt Bettinelli-Olpin & Tyler Gillett) Pig (2021, Michael Sarnoski)

Kasım 18, 2022
·
Makale
Şahane Hayat
Sevdiğimiz isimlere “içinde yaşamak istedikleri film ya da diziyi” sormaya devam ediyoruz. 50. konuğumuz Hande Kara , seçtiği filmse Şahane Hayat / It’s a Wonderful Life (1946) . İçinde yaşamak istediğin bir filmi yazar mısın dediler. Uzun süre yazamadım zira bir film seçemedim. Sevdiğim, defalarca izlediğim birçok film varken, hiçbirinin içinde yaşamak istemiyordum. Çünkü o çok sevdiğim filmlerin çoğu öyle kendini iyi hisset temalı filmler değildi. E haliyle en sevdiğim filmlerden biri olan Cinnet / The Shining ’in Overlook Hoteli’nde yaşayamazdım ya da ne bileyim Arka Pencere / Rear Window ’daki o apartman dairesine tıkılıp kalmak istemezdim, Ölüm Korkusu / Vertigo ’daki o kuleden düşmek de. Rotayı beni mutlu eden, karakterlerin de kendi mutluluğunu bulduğu filmlere çevirmek gerekiyordu. Sonunda buldum: Şahane Hayat / It’s a Wonderful Life! Zaman zaman aklıma gelmiştir; ben olmasaydım, ailemdeki çevremdeki insanların hayatları nasıl olurdu, bir değişiklik olur muydu diye? Sanırım bu sorunun cevabını bulabilmenin en iyi yolu da Bedford Falls’ta olup, o meleğin gelmesini beklemek ve kelebek etkisini takip etmek. Bilmiyorum ben George kadar metanetli olup, o kasabada hayatıma devam edebilir miydim ama, bensiz hayatın nasıl olduğunu kesinlikle görmek isterdim. Ayrıca yeni yıl dönemi, yılın en sevdiğim zamanıdır. Bu iki temanın birleştiği bir film olarak; içinde yaşamak istediğim daha iyi bir film düşünemiyorum. Ancak burada filmle ilgili bahsetmek istediğim bir nokta var ki, o da filmin gerçek kahramanının bence George değil, eşi Mary olduğu gerçeği. İşleri ayakta tutmak için balayı fonlarını bağışlamak kimin fikriydi? O eski evi restore etme fikrini ortaya atan ve hatta bunu gerçekleştiren kimdi? Peki ya şehirde dolaşıp bağış toplayan? Ya Mary olmasaydı neler olurdu? Bir de bu açıdan bakmak lazım ama o dönemden bir kadın kahraman çıkarmak zor iş tabii. Neyse biz filmin ruhuna dönelim ve hayat her şeye rağmen güzeldir diyelim.

Kasım 10, 2022
·
Makale
"Temsiliyetin mağduriyet üzerine kurulu olmasını biraz sorunlu buluyorum."
Keşif Sineması’nın ikinci sezonunun yeni bölümünde, Barış Gönenen’le oyuncunun sanatı tiyatro, tek mekan filmleri ve sinemada LGBTİ+ görünürlüğü ve temsiliyeti üzerine sohbet ettik, Andrew Haigh sinemasını onunla keşfettik. Keyifli dinlemeler! Dinle

Kasım 9, 2022
·
Makale
İlgi Manyağı
Film: Sick of Myself / Syk pike Yönetmen: Kristoffer Borgli Süre: 95 dakika Yapım yılı: 2022 Jenerik: Ödüllü kısa filmler, video klipler ve reklam filmleriyle tanınan Kristoffer Borgli’nin ikinci uzun metrajlı filmi ilk kez geçtiğimiz bahar aylarında Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilmişti. İstanbul’daki ilk gösterimi ise Filmekimi’ndeydi. Duende’nin Filmekimi’ne özel olarak hazırladığımız sayısı ndaki röportajımızda İstanbul Film Festivali direktörü Kerem Ayan film için şöyle demişti: “ Bence Altın Palmiyeli Ruben Östlund filminin başaramadığını başarmış. Çok güncel, günümüz toplumunu eleştiren, yer yer çok komik bir film ”. Sick of Myself , rekabet üzerine kurulu sağlıksız bir ilişki sürdüren bir çifte odaklanıyor. Thomas’ın başarısı, Signe’nin ilgi odağı hâline gelmek için akılalmaz şeyler yapmasına neden oluyor. Neden izleyelim? Hiç başkaları sana acısın diye bir hastalığın varmış gibi davrandın mı? Hiç ilgi odağı senden kaydığında, dikkat çekmek için ayılıp bayıldın mı? Ya da hiç dikkate olan açlığından bir kazanın izlerini gereğinden fazla üzerinde taşıdın mı? İş yerinde başarısı kutlanan iş arkadaşından geri kalmamak, “ben de bir şeyler yapıyorum” demek için o an uydurduğun fikirleri, arkadaş ortamında sohbetin dışında kaldığında kötü hissediyormuş numarası yaptığını ya da kırık kolun iyileşmiş olsa da birkaç ekstra gün alçını çıkarmamayı düşündüğünü biliyorum. Çünkü saf kötülük ya da art niyet içermediği, başkasının kaderini etkileyecek denli ciddi sonuçları olmadığı sürece, hepimizin ilgiye aç olduğu bu çağda masum yalanlar ve ufak kandırmacaların ne zararı olabilir ki? Sick of Myself ’in çifti Thomas ve Signe, kötülükten keyif alan utanmaz bir çift. "Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş." sözünü hatırlatıyorlar. İlişkileri, “buluntu obje” fikrini bu kötülük ve utanmazlıkla birleştirerek sanat pratiğini çaldığı mobilyalar üzerine inşa etmiş Thomas’ın bir sanatçı olarak yakaladığı başarıyla sekteye uğruyor. Signe, herkesin ilgi odağına erkek arkadaşı yerleştiğinde hâlihazırda sağlıksız olan ilişkilerini hırs, kıskançlık ve imrenme gibi duygularla daha da yıpratıyor. Derken Signe, yeniden ilgi odağı olmak için akılalmaz bir yola başvuruyor; bilerek ve isteyerek hasta ediyor kendini. Kristtoffer Borgli’nin filmi, Ruben Östlund’un toplumsal taşlamalarını ve mübalağalarını anımsatan olay örgüsü ve başta Oslo Üçlemesi olmak üzere Joachim Trier ve Eskil Vogt’un işbirliğinin sonuçlarını anımsatan biçimsel yapısıyla dikkat çekiyor. Film, sosyal medyanın etkisiyle ilgi odağı olmanın bir savaşa dönüştüğü, en yakınımızdakilerin bile bizden daha göz önünde olmasını ve bizden daha çok konuşulmasını hazmediğimiz bir düzenin inşa edildiği günümüzü eleştirisinin odağı yapıyor. Kurban psikolojisi ve acıma duygusuyla şişen ilgi, acıma ve sempati balonunu bir ibret objesi gibi Oslo sokaklarında gezdiriyor Sick of Myself . Dahası, birilerine yardım etmenin ve acımanın mahrem, iyi bir insan olmanın ise kişisel bir erdem olduğu günlerin geride kaldığını da hatırlatıyor. Artık diyor, yaptığın yardımı ya da taşıdığın mağduriyeti yeterince insanla paylaşmaz, yeterince insana göstermezsen hiçbir anlamı yok. Artık diyor, iyi bir insan olman kimsenin umrunda değil, iyi bir insan olduğunu düşündürmen yeterli. İlgi odağı olmak için her yol mübah. Ve maalesef Signe kadar uçlarda gezinmesen de sen de bu düzenin bir parçasısın. Nerede izleyebilirsin? Geçtiğimiz haftalarda Filmekimi programında yer alan Sick of Myself , bugün Başka Sinema salonlarında gösterime giriyor. Benzer işler: Force Majeure / Turist (2014, Ruben Östlund) The Worst Person in the World / Verdens verste menneske (2021, Joachim Trier)

Kasım 4, 2022
·
Makale
Ant Arın Şermet | The Banshees of Inisherin, 2022
Onu izledim ben. ile her sayıda bir konuk yazar ağırlamaya, sözü film izlemeyi de filmler hakkında konuşmayı da en az benim kadar sevenlere bırakmaya devam ediyorum. Bu sayıdaki konuğum, Ant Arın Şermet . Ekim 2021, tam bir yıl önce. Türkiye'de sinema hakkında profesyonel olarak içerik üreten neredeyse herkesin şöyle ya da böyle mağduru olduğu bir oluşumun Kumbaracı Yokuşu'ndaki ofisinde tanıştık Ant'la. Şu an hayatlarımızda olmayan bir podcast'in Filmekimi özel bölümlerinden birinin kaydı sırasında beni karşılayan o oldu. Benim için Ant demek daha çok müzik demekti ama bir şekilde yolu sinemayla da kesişmişti; şu bir yılda müzik konusunda yazdıklarını ve söylediklerini heyecanla takip ettim. Bir gün bir buluşmada bana söylediği, aşağı yukarı şöyle olan cümle beni ve sinema zevkimi çok iyi anladığını gösteriyor Ant'ın - yalnız olmadığına emin gibiyim: "Emre bir filme 4 ya da 4.5 yıldız verdiyse o filmi beğeneceğime emin oluyorum. Ama 5 yıldız verdiyse muhtemelen çok kişisel bir sebepten vermiştir, beğenmem herhalde diyorum." Ant'ı Twitter ve Instagram 'da takip edebilir, hazırlayıp sunduğu müzik podcasti Chorus'u buradan dinleyebilirsiniz. Şimdi sözü Ant'a bırakıyorum... Ant'ın favorileri: Ant'ın Filmekimi favorisi: The Banshees of Inisherin, 2022 I don't belong to anyone I don't belong to anyone I don't belong to anyone I don't wanna belong to anyone - Fontaines D.C., "I Don't Belong" Benim için Filmekimi’ne veda anlamına da gelen bu filmi bitirdikten sonra salonu terk etmeye yeltendiğimde, yukarıda alıntıladığım şarkı zihnimde, açık unutulmuş bir radyonun kısıklığında çalmaya başladı. “ Kimseye ait değilim, kimseye ait olmak istemiyorum. ” diyordu Grian Chatten’ın çatallı sesi. Tıpkı Martin McDonagh’ın zihninden süzülerek tanıştığımız Colm Doherty gibi. Yine de itiraf etmem gerekirse filmden çıktığımda çok da etkilenmemiştim The Banshees of Inisherin ’den. Hatta film çıkışı yapılan ayak üstü kritiklerde kendimce olumsuz bulduğum yerleri sıralamıştım. Ancak oradan ayrıldıktan sonra zihnimdeki şarkının sesi yükseldi. Brendan Gleeson’ın ustalıkla canlandırdığı Colm’un kendini ne arkadaşı Padraic’e ne çaldığı kemana ne de yaşamaya ait hissedemeyişinin film soğudukça beni bu kadar etkileyeceğini hesaba katmamıştım. The Banshees of Inisherin | Kaynak: İKSV The Banshees of Inisherin, Venedik'te seyircisiyle buluştuğu andan itibaren çok fazla kişiyi etkilemeyi başardı. İrlanda ana karasından uzakta bir adada yaşayan Padraic ile Colm arasındaki arkadaşlığın tek taraflı sona ermesiyle başlıyor film. Padraic, kız kardeşi Siobhan ve hayvanlarıyla yaşayan bir yerli. Zekâsı saflıkla karışık gözükse de ortalama bir insandan daha düşük. Colm’a geldiğimizdeyse yaşça Padraic’ten büyük, adanın en sözü geçen müzik insanı, herkesin saygı duyduğu biri. Yapmak istediği son bir beste var ve onu bitirmek istiyor. Bir gün bıçak gibi kesip atıyor arkadaşlığını Colm. Padraic ise sürekli “dostunu” zorlar onunla konuşması için. Bu tavra ve Padraic’e maruz kalmak istemeyen Colm, onu kendi parmaklarını kesmekle tehdit eder. İşin garibi (ama bir yandan da normali) sözünü de tutar. Bu tehdidin altında yatan tek noktanın Padraic’e tahammülsüzlüğü olduğunu söylemekse güç. Yeteneğine ve yaşamına küsmüş biri Colm. Padraic ise bunun fiziksel bir formu sanki sadece. Kesilen her parmak, veda edilen her hayal, hayatımıza devam edebilmemiz için, veda etme cesaretimiz olmayan insanlara ettiğimiz her veda… Colm’un bizlere sunduğu ve çok güzel olduğuna inandığı son bestesi buydu galiba. Ancak henüz yolun sonu gelmediğinde aldığı keskin kararların sonuçlarıyla da yüzleşmekten başka çaresi kalmadı… - AAŞ

Ekim 30, 2022
·
Makale