Berrak zihinler için yalın, zengin, bağımsız bir Türkçe dijital medya üyeliği.
Ücretsiz Kaydol →Kadrajına Müziği Alan Fotoğrafçılar
Hikâyesini müzikle taçlandıran fotoğrafçıları konuk alan bir yazı serisi.
10 Hikâye
Hazır değilsen çekiyorum: Ogün Akgül (Oastabis)
30’lu yaşlarıma baktığımda her gün tekrarladığım aktiviteleri bulmakta zorlanmasam da 4-5 yaşlarıma döndüğümde durum aynı değil. Evimin salonunda yer alan bol geometrik şekilli halının üstünde istikrarlı olarak yarattığım oyun dünyaları sayılmaz. Ogün için bu tamamen farklı. Onun kreşe ve anasınıfına gittiği dönemlerde kendisine dair hatırladığı tek bir şey var. Evde, yerde ve resim çizer hâlde. 1-2 günde bir resim defterinin bittiği, yenisinin hemen alındığı bir dönem. Ogün’ün annesi ve babası fotoğrafçı. Annesi karanlık odanın olduğu zamanlarda babasına yardım etmek için fotoğrafçılığa başladı. Babasının stüdyosu var. Ne zaman işler dijitale geçti, gezmeyi ve sosyalleşmeyi seven annesi fotoğrafçılığı bıraktı. Bir de halası var. Öz halası değil, babasının çok yakın arkadaşı. O da fotoğrafçı. Aynı zaman da ressam. Sirkeci’de bir handa fotoğraf malzemeleri sattığı bir dükkânı var. Ogün’ün resim ilgisini öğrendiğinden beri ona rutin aralıkla resim malzemeleri göndermiş. Bir gün tuval, şövale ve yağlı boya gelmiş, başka bir gün kuru ve pastel boyalar. Favorisi kuru boya. Ogün’ün o dönem resimle kurduğu bağı şu sözlerden anlamak mümkün: “Günlük gibi resim çizerdim. Okuldan eve gelirdim. Önlüklüyüm. Üstümü çıkarmadan hemen ödevlerimi bitirirdim. Sonra yemek yiyip tüm günü çizmeye başlardım.” Ezhel, Fotoğraf: Oastabis İlkler ve karşılaşmalar İlklere gitmeyi severim. Şimdi zamanda bir perde açalım. İlkokul yıllarının çoğunu onun tabiriyle " kağıt dolsun yeter " motivasyonuyla resim çizerek geçiren Ogün, bir gün aile dostu ziyaretinde ona yeni evrenleri açacak karşılaşmayı yaşadı. O akşam Hollanda’dan gelen aile dostunun beraberinde getirdiği dijital kamerayla tanıştı. Çekimler yaptı. Flaşlar patlattı. Hem kendi keyif aldı hem de etrafını neşelendirdi. Bunun üzerine kamera onda kaldı ve hayatında yeni bir dönem başladı. Okula kamerasıyla birlikte giden Ogün, bir anda kendini müdür yardımcısının odasında buldu. Dijital makinasının varlığını öğrenen müdür yardımcısından uyarı bekleyen Ogün, aksine okul gazetesi için tüm sınıfların fotoğrafını çekme teklifi aldı. Bu onun ilk işi, ilk çekimi oldu. Bu iş birliğinin ardından bir anda okulun en popüleri hâline geldi ve fotoğraf çekmeye devam etti. Herkes ondan bir şeyleri çekmesini talep etti. Önüne ne çıkarsa çekti. Flörtlerini çekti. Okul sonrası boş basketbol sahasında takılmalarını çekti. Sinemaya gidişlerini çekti. Her fotoğraf bir izdi. O geride bıraktığı izleri korumak istedi: “Her fotoğraf duruyor, hiç birini kaybetmedim. Çünkü çok önemsiyorum. Arşiv benim için değerli. Çektiysem onu daha sonra görmek isterim.” Ekin Beril, Fotoğraf: Oastabis Gündüz babasının, akşam onun olan stüdyo Makinayla o kadar çok vakit geçirdi ki resim yapmayı bıraktığını fark etmedi bile. Artık bir kağıdı doldurmak yerine anını dondurmakla ilgiliydi. Lise yılları MySpace dönemine denk geldi. Profil oluşturmak, kimliğini tanımlanın önemli bir parçasıydı. Ogün de cool fotoğrafları olan bağımsız ve yeraltı müzik sahnesini yakından takip eden bir profile sahipti. Bu aynı zamanda ona fotoğrafçılıktan ilk paralarını kazandırdı. İki arkadaşına 10’ar liradan toplam 20 kare fotoğraf çekti. Bir süre sonra bunu daimi hizmete dönüştürdü ve babasıyla bir anlaşma yaptı. Akşam sekize kadar açık olan babasının stüdyosu, kapandıktan sonra Ogün’ün kullanımına geçti. Önce babasının özenle kurduğu ışıklarla oynamaya başladı. Ardından ondan fotoğraf isteyen arkadaşlarına absürt pozlar verdirerip değişik objeler ve farklı renkler kullanarak çekimler yaptı. Lise yılları geride kaldığında okul gazetelerinde, şehrin lokal gruplarının dijital profillerinde ve arkadaşlarının Facebook sayfalarında Ogün’ün çektiği fotoğraflar vardı. Nükleer Başlıklı Kız, Fotoğraf: Oastabis İlk konser, müzikle ilişki Ogün de benim gibi küçük bir şehirden üniversite okumak için İstanbul’a geldi. Hemen "İlk ne yaptın?” diye sordum. Cevabı “Konsere gitmek” oldu. Ardından detayı geldi. "Taksim’deki Bronx Pi’de, Nükleer Başlıklı Kız konserine" Ogün’ün ses evrenindeki yolculuğunu “Müzik hep vardı. Her yerde. Her anımda. Müzik dinleyip işte aşk açısı çekmek, kafamda klip yönetmek… Bütün ergen duyguların benim için karşılığı müzikti. Kolumda telefon dövmesi var. O dönemdeki duygularımı temsil etmesi için, hiç unutmayayım diye yaptırdım.” sözlerinden anlamak mümkün. Müzik önemliydi. Konsere gitme arzusunu hiç kaybetmedi. İlk iki yıl arkadaşlarının fotoğraf makinalarını alıp her fırsatta yeni grupları dinlemeye gitti. Fotoğraf makinasıyla sosyal iletişim kusurlarını kapattı. Bir yandan fotoğraflarını çektiği sanatçılara destek oldu, diğer yandan kadrajına takılanlar sayesinde onlarla iletişim kuracak bahaneyi buldu. Ozbi, Fotoğraf: Oastabis Bir iş olarak müzik fotoğrafçılığı Sevdiği müziklerin peşine takılan Ogün, gittiği konserleri fotoğraflamaya devam etti. Sonra bir gün dinlemekten keyif aldığı grupların turnelerine katılıp çekim yapması için teklif aldı. Yıl 2017. Ogün, o zaman konser fotoğrafı çekmenin bir iş olduğunu ve bununla geçinebileceğinin farkına vardı. O dönem yeni albüm yayımlayan Dolu Kadehi Ters Tut ve Ozbi, Ogün’ü konser fotoğraflarını çekmek için turnelerine davet etti. Hem onun için hem de eşlik ettiği gruplar için yeni bir dönem başladı: “Onlar ilk kez turne yapıyor, ben ilk kez turneye gidiyorum. İlk kez art arda ve büyük konserler yaşanıyor. Bir süre hepimiz öğrendik. Herkes yapabildiğinin en iyisi yapıp daha nitelikli ve daha kapsamlı olmaya çalıştı. Ben de daha iyi fotoğraf nasıl çekerimin peşine düştüm. Herkes kendiyle uğraştı birkaç sene. Sonra her birimiz kendi işinde bir standart belirledi. Artık tesadüfi veya o anın duygusuyla güzel şeyler çıkarmak yerine ‘ben bunu bilerek ve isteyerek, bu şekilde tercih ederek yapıyorum’a evrildik hep birlikte.” Dolu Kadehi Ters Tut, Fotoğraf: Oastabis Turne zorluklarından fotoğrafta öznelleşmeye Bir yandan fotoğraflarında kendi kimliğini arayan, "Müziği nasıl görüntüye dönüştürebilirim?” sorusuna cevap bulmaya çalışan Ogün, diğer yandan turne hayatının zorluklarına alışmaya çalıştı. Birlikte yol gitmenin büyük bir mevzu olduğundan bahsettikten hemen sonra değişen şeylerin kendisi için motivasyon sağladığını ekledi. Ancak bir de not düştü: “Her zaman değil. İnsanız. Her zaman olamayacak.” Anladım ki turnenin onun hayatında önemli bir yeri var. “İnsanlar senin fotoğraflarını ayırt edebiliyor mu?” diye sorarak sohbete devam ettim. Kırmızıları ve mavileri en çok konuşulanı. Bir de düşük kontrasta rağmen çektiği canlı fotoğraflar. Düşük kontrast sayesinde parlak ve koyu alanların ikisini birlikte daha detaylı görebildiğimizi öğrendim. Nedenini merak ettim: “Aslında gözümüz gibi. Kameralar böyle görmüyor ama dosyayla ve datayla oynayarak fotoğrafları kendi gördüğüm şeye yaklaştırmaya çalışıyorum.” Mert Demir, Fotoğraf: Oastabis Oastabis konserde Biraz anları konuşalım istedim. Konserde bir yanda sahne üstünde grup, diğer yanda seyirciler ve arkada şovun gerçekleşmesi için çalışan kocaman bir ekip. Onca dinamiğin içinde kontrolde ve odakta kalmak oldukça zor. Fotoğraf çekerkenki karar mekanizmasını sordum. “Çekmeden önce görüyorum zaten. Gördüğüm şeyi kaydediyorum. Bu güzel, aldım bunu. Bunu da aldım gibi. Konserlerde sadece tuşa basıyorum. Bu bir mimik silsilesi olabilir, bir solonun girişindeki hareket ya da seyircinin etkileşim anı. Çekim anında kare özelinde değil, o ana 5 saniye artı eksi ekleyerek düşünüyorum. Daha sonra masada bakıyorum.” şeklinde cevap verdi Oastabis. Dolu Kadehi Ters Tut, Fotoğraf: Oastabis Peki ya duygular? Müzik kanallardan süzülüp geçerken, enerji seyirci ve grup arasında koşulsuz bir alışverişle dolaşırken sende durumlar nasıl? “Çok yalnız hissediyorum. Her yerde varım. Ama yanımda birini getirmem mümkün değil. Bana kimse eşlik edemez. Benimle her yere giremez.” Ogün, performansın bir parçası olduğunun farkında olan fotoğrafçılardan. Bu yüzden ona sahne üstünde her zaman yer var. Bu enerjiyi paylaşabileceği, ona grubun bir üyesi gibi davranan isimlerle çalışmasının sebebi de bu. Bir Dolu Kadehi Ters Tut konserinde onu hem çekim yaparken hem de dans ederken görmeniz mümkün. Hatta denk gelirseniz ona el sallayın, birlikte dans edin. Mutlu olur. 90 BPM, Şehir FM, Fotoğraf: Oastabis Sesli albüm kapakları Ogün’ün müziği kadrajına aldığı tek yer konserler değil. Müziği görüntüye dönüştürme arzusu duyan biri için öyle olması mümkün de değil. Albüm kapakları, walkman’le müzik dinlediği dönemden kalma hayallerini süsleyen bir alan. Ona bu alanda denemeler yapma şansı veren ilk isim Ozbi oldu. Lise yıllarında babasının stüdyosunda yapmaya çalıştıklarından çok uzak bir yerde değildi. Sadece katmanlar arttı. Detaylar çoğaldı. Bu zamana kadar çektiği albüm kapakları arasında içine sinen ve daha iyisini yapabileceğini düşünmediği bir iş var. 90 BPM’in 2019 çıkışlı Şehir FM albümü. Ogün, konsept iş üretme konusunda ülkedeki en iyi gruplardan biri olan 90 BPM’in yeni albümünün demosunu dinlediği ilk anda bir skeç hazırladı. Aslında müziğin ona açtığı yollarda ilerledi. Sonunda durduğu yerin görüntüsünü kaydetti. O karede bir Şehir FM binası, karanlığın esir aldığı binalar ve kötülükten uzaklaşmaya çalışan bir gökyüzü vardı. Ogün sadece parçaları birleştirdi ve ortaya “Tamamen albümden beslendiğim bir kapak.” dediği iş çıktı. Dilan Balkay, Fotoğraf: Oastabis İhtimallerin heyecanı Veda etmeden “Bir ekipmana sahipsem onun yapabileceği her şeyi bir kez deneyip görmem gerekir.” cümlesinin peşine düşmek istedim. İhtimallerin arasından “Doğru tercihleri yapmak istiyorum.” diyen birisi belirdi. “Gözlerim makinanın kendisi olduğu için ekipmanlarımın sınırlarıyla çok ilgileniyorum.” sözü de beni en başa getirdi. Ogün, okul önlüğüyle yerde oturarak çizim yaptığı zamandan beri kendi sınırlarını belirledi. Zaman içinde de sadece kadrajı değişti. Onun kısa bir anına ve çektiği fotoğrafların ardına sızmak bana iyi geldi. Hoşça kalın.

Ekim 3, 2022
·
Makale
Yeraltının ortasında kadrajlar: Bengî Aktar
İlk kadrajlar, kadraja giren ilkler Bengî'nin kamerayı keşfedişi Diyarbakır'da başlayan, İstanbul ve Bursa'ya uzanan şehirlerarası bir hikâye. Diyarbakır Anadolu Lisesi'nde bir fotoğrafçılık kursunun sergisine seçilen fotoğrafları, geri dönüp baktığında estetiğiyle yadırgadığı fotoğraflar olsa da onun için yepyeni bir farkındalığın aralandığı bir dönüm noktası oldu aynı zamanda. Ona, " Fotoğraf çekmek bayağı güzelmiş" dedirten bu başlangıç, yarı profesyonel bir makinayla aile fotoğrafları çekmeye evrildi. Bengî - 17 yaşında İstanbul'a taşınmadan önce - utangaçlığından ötürü önünde varolamadığı kameranın arkasında var olmak istediğinden emindi. Jornada del Muerto, 2021, Woodstock. Fotoğraf: Bengî Aktar Yeni bir şehirde ve kameranın arkasında Bengî, İstanbul'da yeni bir şehre adaptasyon sürecinde kamera arkasında var olmayı bir sığınak olarak keşfetti. İstanbul Üniversitesi çıkışından Kabataş'a uzanan yürüyüşlerde, hatta İstanbul'dan Bursa'ya uzanan ani yolculuklarda yanında yalnızca kamerası vardı. Kamerası arkasında Bengî, kamerasının önüne düşenlerle mahrem bir birliktelik büyüttü. Zamanla şehir ona, o şehre alıştı ve kendini İstanbul'un yeraltı müzik sahnelerinin konserlerinde buldu. Elinde polaroid makinası, bu sahnelerin insanlarını çekmek istedi. Utangaçlığının getirdiği tedirginliği arkadaşlarının desteğiyle aşıp ilk fotoğraflarını çekmeye başladığında insanların hoş karşılayan tepkileriyle motive oldu. " İnsanlar kendilerini görmekten mutlu oldukça ben de mutlu oldum. Çok güzel, çok doğal anlar yakalamıştım. Poz verilmiyor, öyleymiş gibi yapılmıyordu. Örneğin, bir an "gerçekten" sarılan iki sevgiliyi çekiyorsun ve o ana dâhil oluyorsun ." diyor Bengî. Ardından sahnenin aşağısına kadrajlanan kamerası, sahnenin üstüne yöneldi ve İstanbul'un yeraltı sahnelerinin müzikal kahramanları Bengî'yle yeni görünürlükler kazanmaya başladı. Kamerasının önüne düşenler; şehrin hardcore/punk sahnesinin gün geçtikçe genişeleyecek arşiv fotoğraflarına dönüştü. Belki de yitip gidecek bir dolu an, hatıra ve hikâye onun kamerasında İstanbul'un bir zaman dilimini ölümsüzleştirdi. "Keşke daha önce başlasaydım diyorum. Bu sahnenin küçük bir arşivi var şu an bende ve daha fazlasının olmasını çok isterdim." Woodstock'tan bir gece. Fotoğraf: Bengî Aktar Yeraltının sahneleri İstanbul'un daralan gece hayatıyla alternatif komünlerin yeşerdiği yerler çok değil. Kalabalıkların bir aradalığı, tanışıklığın ve bağlantıların hissedilebildiği alanlar şehrin arşivlerde saklanacak zaman dilimleri için çok değerli. Bir zamanlar Seattle'ın grunge komünitesiyle takıntılı bir ilişkiye girmiş biri olarak İstanbul'un "bodrumlarında" aradığım ötekinin sahnelerinin nerelerde deneyimlendiğini hatırlamakta zorlanmamın sebebi belki de bu. Tam da bu yüzden Bengî'nin spot ışıklarının ardında kalan ve fotoğraflarında belgelediği mikro müzik kültürlerinin aktörleri nerede merak ediyorum. Aklına gelen ilk mekânlar arasında Karga, The Wall, Woodstock ve dahası var. Ancak bunları içinde Karga'nın yeri onun için de hardcore/punk sahnesinin kahramanları için de ayrı. " Karga bana da sahnedeki herkese de bayağı ev gibi hissettiriyor. Mesela Karga'ya sesten rahatsız olarak gelindiğinde, Karga okları bize yöneltmemiş; 'Sizin yüzünüzden geldiler, bakın işte işimi bozdunuz.' yerine 'Şundan şundan rahatsızlarmış, ses yalıtımı yapalım ve sonra konserler devam etsin.' demişlerdi." Bengî'nin sanatçıyla seyircinin uzamsal yakınlığı önemli. Dipdibe yaşanan anlar ve yapılandırılmamış alanlar birliktelik deneyimini yükselten çok önemli detaylar. Mevzu Records Teslimiyet Gecesi, Eylül 2021, Karga Kadıköy. Fotoğraf: Bengî Aktar "Profesyonel" deneyimlerle özgür alanlar arasında Bengî'nin Karga'sı, gittiği konserler ve deneyimledikleri anlar ajandasız bir serüven. Yıllara yayılan mekân ziyaretlerinin, çektiği fotoğrafların ve tanıdığı insanların getirdiği; bazen Instagram DM'sine düşen bir mesajla, bazen de fotoğraflarına aşinalıkların getirdiği ayaküstü bir teklifle ilerleyen bir macera. Dayanışmacı birlikteliklerin gitgide nostaljik bir hatırlayışın özneleri olduğuna inandığım şu zamanlarda, alternatif müziğin sahneleri dediğimizde aklıma gelen alanların ötesinde konumlanan bir fotoğrafçının ve komünitesinin paralel öyküsünü dinlemek benim için de bir yenilik. Bu açık: Bengî; yeri, süresi ve teslim edileceği adres(ler)i belli "profesyonel" fotoğrafçılığın dışında konumlanıyor. Diğer taraftan, bu onun tamamen yadırgadığı bir alan da değil. Aksine, çok sevdiğini söylediği bazı fotoğrafçılar "sektörün" direk içinden isimler. " Beğendiğim bir sürü fotoğrafçı var mesela Cem Gültepe gibi. Böyle fotoğrafçılara 'Ben asistan olarak çalışsam yanınızda, büyük yerlerde nasıl çalışılıyormuş öğrensem' yazmak istiyorum bir yandan. Bir sürü incelik öğreneceğimden eminim çünkü." Peki diğer yandan? Bengî'nin profesyonel fotoğrafçılıkla ilişkisinin öteki boyutunun ne olduğuna dair makul bir tahminim var. Zira bağımsız çalışıyor olmanın getirdiği özgürlükle yapılandırılmış bir takvim arasında, idealist tasavvurlarla hayatın maddi gerçeklerinin çarpıştığı noktalar var. "Sana hangi şarkılarda fotoğraf çekebileceğini, nerelerde fotoğraf çekebileceğini söylüyorlar. Ben onların belirlediği bir yerdeyken, öbür tarafta bir an yaşanacak ve onu kaçıracakmış gibi hissetmek istemiyorum. Serbest dolaşabileceğim ve her anı görebileceğim bir yerde, istediğim şeyi çekebileceğim bir rahatlıkta çalışmak istiyorum." Bu; bulunduğu kalabalığa, baktığı sahneye ve kadrajına aldığı isimlere dışarıdan bakmayan, tam da aksine bunun bir parçası olarak var olan bir fotoğrafçıdan öngördüğüm bir cevap. Onun fotoğraflarını özel kılan şeyin kaybetmek istemediği bu özgür dolaşım imkânı olduğunu bir kez daha anlıyorum. Öte taraftan, geleceğin ne getireceğini ne o ne de ben tam kestirebiliyoruz. Bengî, uzun ve ihtimallerle dolu bir yolcuğun başında henüz. "Pembe" grubundan Mutlu Oral, Fotoğraf: Bengî Aktar Kapalı kapılar ardından açık alanlara Bengî'nin zamanla büyüyen dayanışma ağının yanında gelen şeylerden bir tanesi de sahnesinin kahramanlarıyla doğrudan çalışma şansları. Yeraltının sıkış tıkış alanlarında çektikleriyle zenginleştirdiği fotoğraf kütüphanesi, genişlettiği müzisyen tanışıklıklarıyla paralel bir gelişim içinde. Kontrol edilemez anların kıyısında, "yaşanabileceklerin" sonsuz olasılıklarının ortasında çekim yapmaya alışmış birisi için müzisyenlerle bire bir projeler yönetmek Bengî için yeni bir oyun alanı. Bu, Bengî'yi sahneden uzaklaştırsa da çok sevdiği gruplara yakınlaştıran bir şey aynı zamanda. Atıldığı yeni deneyimin onun için ne ifade ettiğini merak ediyorum. " Sadece müzik sahnelerini çekmediğim için grup fotoğrafları çekmek, gece ve sokak fotoğraflarımla müzik sahnelerim arasında bir bağ kuruyor." diyor Bengî. Beyaz bir duvarın önünde "steril" çekimler yapmak yerine, dışarının raslantısallığını arıyor grup çekimlerinde o. Bunun, anların enerjisiyle yaşanıp-biterken onun fotoğraflarında ölümsüzleşen sahne fotoğraflarındaki görsel ve tematik anlatısıyla örtüştüğünü düşünüyorum. Dışarıda özgür alanlar bulmak, olağan akışlar yakalamak, grupların "sesine" uygun üretimler gerçekleştirmek kadar önemli Bengî için. "Grupla konuşalım, yürüyüş yapalım, bir gün boyunca takılalım ve nerelerde çekim yapabiliriz diye düşünelim istiyorum çünkü bu daha doğal oluyor." B12 grup fotoğrafı, Haziran 2022, Sarıyer. Fotoğraf: Bengî Aktar Zamanın çantasında saklı tuttukları Bengî'yle Diyarbakır'daki lise yıllarından İstanbul'a, şehrin yerüstü sokaklarından yeraltı sahnelerine uzanan bir yolculuğa çıktım. Kameranın arkasına konumlanarak kadrajına aldıklarının bir komüniteyi yansıttığı kadar, onun parçası olarak da kullanılabileceğini gördüm. Anların, ihtimallerin ve deneyimselliğin öne çıktığı; dışarının tekinsizliğin dışarıda bırakılarak güvenli bir alan olarak var olduğu Bengî'nin sahnesi, onun varlığıyla bütünleşti. Nihayetinde, çok sonra geri dönülüp ziyaret edilecek, perdeler arkasında birçok bir aradalığı barındıran İstanbul'u farklı bir açıdan görmemize olanak sağlayacak kocaman bir arşivin tohumları atıldı. Bengî, daha yolun başında olduğu fotoğrafçılık kariyeri için ona ilham olacak, bakışını ve etosunu besleyecek bir hikâyenin ilk bölümüyle geleceğe adım attı. Ona eşlik etmek çok keyifliydi. Hoşça kalın. Sails of Serenity, Ekim 2022, The Wall Kadıköy. Fotoğraf: Bengî Aktar

Ekim 17, 2022
·
Makale
Sahneyle seyirci arasındaki basamak: Sude Bircan
Hayat benim için tercih edilenlerden, şansın kapıyı çalmasından ve fırsatları köpürtecek alanları yaratmaktan ibaret. Sude’nin, “kendine kadar” çekmek dışında fotoğrafı hayatına alışı ve onu müzikle tanıştırışı benim hayat reçetemde ne varsa hepsini içeriyor: Bir tutam "alan açma", bir yemek kaşığı "çizginin yolunu değiştirecek tercihler yapma" ve üzerini süslemek için biraz da "şansın kapıyı çalması". Her şey maNga’nın 2018’de bir video klip çekimiyle başladı. O zamanlar İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde görsel iletişim tasarımı öğrencisi olan Sude, çekimin yönetmenliğini üstlenen kuzeni Müge’ye "Sahne arkası fotoğraflarını çekebilir miyim?" diye sordu. Aldığı yanıtın evet olması ve orada yakaladığı fotoğraflarla maNga’nın radarına girmesi ise Sude’nin çizgisini titreten andı. O çekim, fotoğrafa dair ilk hikâyesi oldu. maNga KüçükÇiftlik Park'ta. | Fotoğraf: Sude Bircan “ Gelip çekeyim mi? ” ile başlayan hikâyeye ilk olarak maNga’nın o dönemki sahne amirinin sihirli değneği değdi: Mick Rock belgeseli SHOT! The Psycho-Spiritual Mantra of Rock . Amirin önerisiyle izlediği belgeselin ruhuna kondurduklarını seve seve kabul eden Sude, hemen sonrasında bir Zenit makine, bir de film aldı. Çünkü hayran olduğu isimlerin yanında, fotoğraf filmlerinin sarıldığı görüntüler de onu cezbetti. Sude, o sıralar KüçükÇiftlik’te gerçekleşecek maNga konserinde fotoğraf çekmek için de şansını deneyerek hayatı için fırsatlar yaratmaya devam etti. O konser, hem o anları 36 poza hem de müzik sahnesini kadrajına ilk defa sığdırışı oldu. Amatörlüğü konusunda Sude’yle hemfikirdik: “Fotoğraflar o kadar bulanık ki… Sahnede Ferman’ı çekeceğim diye güvenlik Ahmet Abi’yi netlemişim. Kamera kullanımı sıfır.” Daha önce kimsenin objektifine takılmayan ama grubun ‘gerçek’ hâllerini bulduğu bulanık fotoğraflar Sude’nin acemiliğini önemsiz bırakmış, gelecek maNga turnesinde tam da görmekten hoşlandıkları grup hâllerini onun yakalaması için teklif almasına neden olmuştu. maNga Mayıs 2018. | Fotoğraf: Sude Bircan Fırsatların dayanılmaz hafifliği maNga 15’inci yılına girerken Sude’ye analog fotoğraflardan oluşacak bir kitap projesi teklifi geldi. Onlarla turneye gelmesi, o anları onun ölümsüzleştirmesi istendi. Titreyen hayat çizgisine, bir dolu yemek kaşığı "yolunu değiştirecek tercihler yapma" da işte o zaman eklendi. İşe 2018’de başladığımda ya maNga’yla turneye çıkacaktım ya da okula gidecektim. O kadar hoşuma gitti ki hemen okulu bıraktım. Bana pek gözü kara gelen bu kararın arkasını öğrenmeliydim. Sohbetimiz esnasında “maNga hayranı mıydın peki?” diye sordum. Cevabı, “Hiç değildim. Dursun Zaman’ı biliyordum bir tek fakat hem fotoğraf çekmeyi hem şarkılarını maNga’yla sahnede öğrendim. Sonrasında çalıştığım kişilerin de öyle. Kendimi o yüzden şanslı hissediyorum.” oldu. Bence de şanslı hissetmeliydi. Evde kapalı kalmak zorunda olduğumuz günlere varmadan o 1,5 yıl boyunca şehir şehir gezdi. Analog kamerasıyla 300’e yakın anı ölümsüzleştirdi. Sonucunda hepsi bir kitapta bir araya gelememiş olsa da artık daha profesyonel bir fotoğrafçıydı. Sırada ruhunu pop’a satmak vardı. Fatih Ürek. | Fotoğraf: Sude Bircan “Ruhumu pop’a sattım” Şeytanla pazarlığı Harbiye Açıkhava konserlerine ayak bastığında gerçekleşti. Havalı bulduğu filmleri sarmakla başlayan rüya, enerjisine alışkın olmasa da o ana kapılmanın bambaşka bir keyif verdiği Yıldız Tilbe konserlerine, hayran kitlesinin “hayranlık seviyesi” karşısında şaşkınlığını gizleyemediği Tan Taşçı sahnelerine ve doğum gününde yanında olan Fatih Ürek akşamlarına evrildi. Pişman veya mutsuz asla değildi. İş yapmaya gidiyorsun ve bir ara kendini mutlaka ‘güzel elbiseleri giyip kuşanacağım’ diyerek mendil sallerken buluyorsun. Böyle bir iş. Tan Taşçı’nın bu yıl Harbiye Açıkhava’da rekor kırdığı konser. | Fotoğraf: Sude Bircan Belki hiç Yıldız Tilbe konserine gitmeyecekti ama orada olanları kaydeden kişi olarak bulunacağı da hiçbir zaman aklından geçmemişti. Tanıdık olmadığı bir sinerjide dalgalansa da gözüne ve kulağına takılanlardan memnundu. Çünkü çektiği fotoğraflar ne olursa olsun evrensel bir hoşnutluk anını bambaşka dışa vurumlarla müziği duyurmadan aktarıyordu. Farklı müzik, aynı coşku. Aramızda en hayran duyulan kim diye konuşurken; “Bugüne kadar yerli, yabancı o kadar sahne çektim, Tan Taşçı’nınki gibi bir kitle yok.” dedi Sude. Bir de dünya rock yıldızlarının yanına nasıl da Yıldız Tilbe’yi kondurduğunu anlattı: “Instagram’da Audiolove adlı bir hesap var. Müzik fotoğrafçılarını tanıtan bir sayfa. Benim orada pek çok fotoğrafım paylaşıldı. Aralarında en güzeli ise Yıldız Tilbe konserine ait olandı.” Yıldız Tilbe. | Fotoğraf: Sude Bircan Bir Sude’nin konser güncesi Kalabalıkların arasına karışan, sahnede köşe kapmaca oynayan Sude’yi biraz daha yakından tanımak istedim. Çünkü o çalışırken ben her zaman izleyen, dinleyendim. Sude’ye, iş için değil de keşke sadece müziğe kapılmak için orada olsaydım dediği bir konser var mı diye sordum. Öyle ki kamerayı bırakıp kendine müzik molası vermenin, Sude’nin konser güncesinde yer aldığını öğrendim: “Kendime bir es verip dinleyenlerin arasında dans ediyorum, geziyorum. Artık neredeyse hangi anda ne yakalayacağımı bildiğim için o esi her konserde veriyorum. Oturup eşlik ettiğim ya da sigaraya çıktığım şarkılar oluyor.” "Mesela?" diye sorduğumda, bana maNga’nın her konserde çalmadığı Alışırım Gözlerimi Kapamaya şarkısının adını verdi. Genelde en güzel fotoğrafların kapanışa uygun görülen bu şarkıda yakalandığını belirtse de en favori şarkısı olduğu için kendine zaman ayırdığını içtenlikle paylaştı. Alışırım Gözlerimi Kapamaya çalarken maNga. | Fotoğraf: Sude Bircan Sonrasında onu heyecanlandıran diyarlara konuk oldum ve ne Tarkan ne Nick Cave ne de King Gizzard & the Lizard Wizard konserlerinde iş için bulunamayacak bir Sude’yle karşılaştım. Ne olursa olsun orada kamerayı hiç düşünmeden dans etmeli, süzülmeli ve anın büyüsüne vücudunu bırakmalıydı. Haklı tabii, kim King Gizzard & the Lizard Wizard Sleep Drifter ’ı çalarken benliğini o andan koparıp kadraj avına çıkarmak isterdi ki? Sahne, seyirci, enerji ve Sude Sude tam rock ’n roll insanı. Tanıştığım an itibarıyla enerjisinde bunu hissettim, gördüm. Enerjiyle işleyen biri olduğunu da kendisi söyledi. Böyle olunca fotoğraflamayı en sevdiği konserlerin rock sahneleri olduğuna pek de şaşırmadım. Alex Turner. | Fotoğraf: Sude Bircan Harbiye’de objektifinden İrem Dericiler, Gökhan Türkmenler, Gökseller, Simgeler ve daha kimler kimler geçti ama kalbi bu yıl aksi istikamete giden konserlerde; Teoman, Al'York - Eskiz, Dream Theatre, Deep Purple, Gogol Bordello ve Arctic Monkeys’de kaldı. Sude, Arctic Monkeys’in İstanbul’u ele geçirişinde Türkiye’den o değerli anları kayıt altına alan tek kişi ünvanına sahip. İşin esprili tarafı ise has bir Arctic Monkeys hayranı olmaması. Kariyeri için elbette kıyaslanamayacak bir dönüm noktası olduğunu paylaşsa da fotoğraf çekerken unutamadığı bir anı sorduğumda yanıtı Deep Purple konserinden geldi. Deep Purple’ı çektikten sonra menajeriyle tanıştım. İyi anlaştık, hatta otele davet ettiler bizi. Ian ve Roger’la saz muhabbeti yaptık. Bu benim için unutulmaz bir anı. Deep Purple. | Fotoğraf: Sude Bircan DJ performansları kayda almaksa hiç Sude’ye göre değil. Sıkıcı buluyor. Bunu duyduğumda biraz üzüldüm çünkü plakçaların arkasında harikalar yaratan pek çok isimle aklımdan silinmeyecek etkileşimlerde bulundum. Ben dans pistinin beni ele geçiren enerjisiyle var olduğumu hissetsem de Sude’nin karesine girmek için fazla neon ve renkli bir kitleye mensuptum. O daha kaba tavırlı, rock ’n roll sahnelerinin siyah pelerinli avcısı. Rock’ın bacayı sardığı konserler favorisi olsa da sahneyle seyirci arasındaki dinamik enerjiye her zaman bayılıyor. Bkz. anahtar kelimeler sahne ve seyirci . O, bu iki bilinenli denklemi bir karenin içinde, fotoğraflarında çözüyor. Bunu anlamam için sohbetimizde beni biraz daha eskilere davet etti. Sude’nin babası müzisyen, aynı zamanda Beyoğlu’nda bir mekân işletiyor. Sude küçük yaşlardan beri sahnenin altı ve üstüyle haşır neşir bu yüzden. Oraları tanıyor ve kendilerine has dinamiklerini biliyor. Bu bilirkişiliğin bugüne yansımasıyla ilk olarak Sude’nin mottosunda karşılaştım: Sahne ve seyirci arasındaki basamak olmak. maNga’yla olan analog fotoğraf projesinde de anlatmaya çalıştığım oydu biraz. Yani, sahnedekiler ne kadar ilah gelse de bize aslında sahne arkasında onlar da ölüp bayılıyor. Aynı birayı, aynı sigarayı içiyoruz. Amacım onları da aslında gerçek olarak herkese göstermekti. The Ringo Jets. | Fotoğraf: Sude Bircan Diğer yansımayı fotoğraflara imzasını bırakan ayna kullanımında gördüm: “Son iki yıldır sahneyle seyirciyi birleştirme konseptim fotoğrafları aynayla yansıtarak çekmek. Seyirciyle sahneyi aynı karede saf bir şekilde yan yana alıyorum. H atta i lk zamanlarda telefonla yansıtıyordum. Tabii bunu photoshop’la yaptığımı sananlar da var.” Sude’nin motivasyonu sahnedeki enerjinin seyircideki yansımasının yok olup gitmesine izin vermemek. Ona göre konseri verenlerin heyecanı ve enerjisi her zaman göz önünde. Öte yandan seyircinin el kol hareketleri de hem o heyecanın bambaşka bir duygusal yansıması hem de müziğin hareketle anlatımı. Bu yüzden sahne ve onun yankısı olan hisli kusmaları ayna tekniğiyle aynı kareye sığdırıyor. maNga. | Fotoğraf: Sude Bircan Ayrıca güvenlikten yakınıyor. Vücutlarının belli bölümleriyle fotoğraflara mecburi engel oldukları ve eğilerek yardımcı olmayı tercih etmedikleri için. Onları seyirciyle sahne arasında kurmak istediği sonik takımyıldızı patikasını bozan çızırtılar gibi gördüğünü bunu söylediğinde fark ettim. Koşul ne olursa olsun durup yeniden bakılmayı hak eden fotoğrafların izcisi Sude. Saatlerce en önde olmak için bekleyenler, koşanlar, üstelik dizlerini de yaranlar veya tuvalete gitmeyi aklından dahi geçirmediği için içmeyi konser güncesinden çıkaranlar… Hepsi Sude’nin kadrajında, hak ettikleri şekilde, yanında yıldızlarıyla. Orada olmalı ama orada olmamalıyım Sude’den kimisinin konser karelerinde olması gereken ama olmamasını dilediği detayları, mesela her yere dağılmış kabloları silmeyi tercih ettiğini öğrendim. Onun içinse her şey en gerçekçi hâliyle kalmalı. Tıpkı maNga’yı tavladığı ilk analog denemelerinde olduğu gibi. Başkalarının kablolara yaklaşımıyla Sude’nin sahnede yer alışıyla ilgili hisleri aynı: Orada olmalı ama orada olmamalı. Buluştuğumuzda üzerindeki simsiyah kombin de bu hisse göz kırpıyordu; sahnede özellikle hep siyah giydiği için o gün de öyle tercih etmişti. Ferman Akgül. | Fotoğraf: Sude Bircan Beni en çok heyecanlandıran şeylerden biri sahneye çıkmak. Bir grupla çalışıyorsan genelde sahneye çıkarsın çünkü seni tanımaları, sana güvenmeleri veya senin ekipmanlara basmaman gibi şeyler gerekiyor. En arkaya geçip oradan seyirciyle sahneyi bir arada aldığım karelerde, sahne üzerinde olmak bana o kadar orada olmamalıyım gibi hissettiriyor ki… Binlerce kişinin izlediği bir sahne ve ben de oradayım. Ama kaydetmek için orada olmam lazım. Çok değişik bir duygu o. Bazen Ferman seyircilerin arasına indiğinde bana da gel derdi. O, seyircilerin arasında yürürken yanından ilerlerdim ben de. Herkes bana bakıyormuş gibi hissederdim ama elbette hayır, o an Ferman’a bakarlardı. Doğru yerde değilim ama doğru yerdeyim gibi bir his yaratırdı.

Ekim 31, 2022
·
Makale
Zamansızlığın içinde, siyah beyaz renklerle: Ebru Yıldız
Görüşmemizden hemen önce Ebru Yıldız’ın Instagram hesabına baktım. Son paylaşımında Pink’le yaptığı çekimden kareler vardı. Herkesin kendini iyi hissettiği, keyifle çalıştığı ve bizzat Pink’in ekip için hazırladığı kap keklerin yendiği Ebru’ya göre paralel evrende gerçekleşen bir çekim. Şanslı ki elinde o evrende bir süre yaşadığına dair bizzat çektiği fotoğraflar var. Ebru’nun değindiği asıl nokta, çekimden önce Pink hakkında yapılan harika bir karakter olduğuna dair yorumların onda da ayni şekilde karşılık bulması. İsminin iyinin yanında durması. Patti Smith’in Danimarka’daki Louisiana Museum of Modern Art’ın bahçesinde oturup bir edebiyat festivali kapsamında etrafında toplanan gençlere kendisinin de aynı yaşlarda William S. Burroughs’tan aldığı tavsiyeyi paylaştığı söyleşi geldi aklıma: ”İsmini temiz tut. Ödün verme. Çok para kazanma ya da başarılı olma kaygısı taşıma. İyi işler yapmakla ilgilen ve işini koru.” Benzer bir inanca sahibim. Ebru’nun da aynı şekilde düşündüğüne enimim. Bu yazıya başlamadan önce tekrar Ebru’nun Instagram profiline girdim. Araya giren pek çok paylaşımın ardından en güncelin yine Pink’le ilgili olduğunu fark ettim. Yazdıklarına baktığımda fotoğrafla ilgili söyledikleri 1.5 saati aşan söyleşimizin devamı gibi hissettirdi. Burada da kalsın istedim: “Fotoğrafla ilgili sevdiğim şeylerden biri de hayal bile edemeyeceğim durumlar içinde olmak ve deneyimler yaşamak. Bir çeşit hazır olma, bakma, görme ve belgeleme izni gibi. Bugüne kadar bunu yapabildiğime hâlâ inanamıyorum. Beni neyin beklediği hakkında hiçbir fikrim olmadığı için fotoğraf makinemi her elime aldığımda çok heyecanlanıyorum ve bana bunu yapma fırsatı verildiği için aynı derecede minnettar hissediyorum. Fotoğraflarını çekmeme izin veren herkese teşekkür ederim.” Ne diyorduk? İsmini temiz tutmak, işini korumak ve iyi işler yapmak. Bunun yanına minnettar olmayı da ekleyelim. Şimdi müsadenle seni hayatındaki pek çok fırsatı kendi elleriyle oluşturan fotoğraf sanatçısı Ebru Yıldız’ın hikâyesine alalım. Interpol (2022) | Fotoğraf: Ebru Yıldız İlk durak: Ankara Her zaman bir başlangıç noktası vardır. Ebru’nun hikâyesinde de ilk durak Ankara. Onun gençlik yıllarındayız, yani 90’larda Ankara’dayız. İlk olarak ailesinde hiç sanatçı olmadığından bahsetti. Bu yüzden ailesinin uzun süre para kazanabileceği bir mesleğinin olmasını, kurumsal bir yerde çalışıp düzenli maaşının olmasını istediğini anlattı. Düzen kelimesinin karşılığına şehrin her yanında denk gelmek mümkün. Büyürken sanat dallarıyla ilişkisinin olmadığının altını çizdi. Ben tam peki fotoğraf diyecekken de ekledi: “Görmediğin bir şeyi olamazsın veya isteyemezsin. Dolayısıyla fotoğrafçılıkla alakalı kafamda oluşmuş hiçbir şey yoktu. Ama müzik hep vardı.” Müzik varsa nice hayallere, nice unutulmaz anılara da yer vardır. Ebru’nun müzikle tanışmasında abisinin yeri ayrı. O büyürken abisi de DJ’likle meşguldü. Daha sonra müziklerinden sorumlu bar işletmeciliği de yapacaktı. Bunlardan önce aile evinde içi müzik kasetleriyle dolu bir odasının olması mühim. Ebru abisinin kaset koleksiyonunu anlatırken oyuncaklarını anlatır gibi heyecanlı. Abisinin dağınıklığından dolayı her kasetin bir numarası olduğunu, onların sıralı kalması ve arkadaşlara ödünç verilenlerin geri dönmesi için bir defter tuttuğundan bahsetti. Bu iş birliği onun müzik evreninde yeni yolculuklar başlattı. Ebru o zamanlarda bir müzik zevkinin olmadığını söylese de belli ki seslerin beğenisini yani kendisini yansıttığını fark etti. The Dragon Sisters (2021) | Fotoğraf: Ebru Yıldız The Velvet Underground’la gelen New York çağrısı Kuşkusuz Ebru için müzik fotoğraftan önce geldi. Üniversite yıllarından itibaren rock müziğiyle kurduğu özel bir bağ vardı. Ancak bağı kuvvetlendirecek konserlerden oldukça uzaktı. O dönem arkadaşlarının çoğu Tunalı’da kulüp müziğinin peşindeydi. O ise cover müzik yapan grupları canlı dinlemek için pek kimsenin takılmadığı Sakarya Caddesi’nde ya da popüler müzik çalmayan barlardaydı. Bir gün üniversitedeki yakın arkadaşlarından birisinin çok cool bulduğu ablasının evine gitti. İçeri girdiğinde çalan müzik bir anda ayağının altındaki halıyı çekti. Zihnindeki dev bir perdeyi araladı. O mühürlü anın başrolünde The Velvet Underground’un Sunday Morning şarkısı vardı: “O an çok özeldi. Her detayı hatırlıyorum. Odaya ışığın nasıl geldiğini, kalbimin ne kadar hızlı atmaya başladığını ve çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. O çok önemli bir noktaydı benim için. Çünkü bana New York takıntımı getirdi.” Death by Audio'da Dan Deacon gecesi | Fotoğraf: Ebru Yıldız New York’ta, ait olduğu yerde Ebru’nun üniversite yıllarını kendini tanıyarak ve karanlık yanlarına attığı her adımda etrafındaki insanlardan uzaklaşarak geçti. Zaman geçtikte daha da olmamış, bir yere oturmamış hissetti. Şehir onun üstüne hiç uymadı. Onun için aydınlık günler başka bir yerdeydi. Aklında 1994 yılında üniversiteye hazırlanırken abisinin onu götürdüğü New York vardı. Şehre aşık olması için iki hafta yetmişti. Üstelik ona ışığı getiren The Velvet Underground da oradaydı. Ebru, üniversiteden mezun olur olmaz yüksek lisans tercihini New York’tan yana kullandı. “Doğru yerde olduğunu ne zaman hissettin?” şeklindeki soruma hiç düşünmeden “1998 yılında uçaktan iner inmez.” diye cevap verdi ve ekledi: “Çok enteresan bir şey var. Belki genç olmanın verdiği cesaretle alakalı olabilir. Gelir gelmez ne korkum, ne kaygım, ne de başka bir şey varı. Sadece çok mutluydum.” Vakit geldi. Ebru uzun zamandır hayalini kurduğu şehirdeydi. Kapıları belli uçsuz bucaksız bir labirentin içindeydi. Hiç durmadan yürümesi gerektiğinin farkındaydı. Fakat aradığını bulmak zaman alacaktı. Şehirde müziğin sesini duymak bile meseleydi. O dönem etkinlikler gazete ya da dergilerden takip edilmekteydi. Peki hangi gazete ve dergiydi? Çünkü bir sürü vardı. Sadece bu bilgi bile başlı başına çok değerliydi. Şehirde üç yılını ona yön gösterecek kişilerden yoksun geçiren Ebru, kendi karanlığında kalıp aydınlığa doğru inançla yürümeyi başardı. 2001 yılında işler değişmeye başladı. Mağazada çalıştığı dönemde hayatına giren insanlar, şimdilerde hâlâ görüşmeye devam ettiği yakın arkadaşlara dönüştü. Artık yalnız değildi. Böylelikle şehir pes etti. Ebru kazandı. Death by Audio | Fotoğraf: Ebru Yıldız Tarifsiz duygular Şehirdeki canlı müzik mekânlarının yerini öğrenen Ebru, peşi sıra konserlere gitmeye başladı. Bu sırada şehir farklı kadrajlarda, farklı çerçevelerde ona sürekli görsel mesajlar iletti. Çok geçmeden Ebru bu alandaki ilgisinin farkına vardı. Pratt Institute’da İletişim Tasarımı okumaya karar vermeden önce aynı dönemde karanlık oda, grafik tasarım ve çizim dersleri aldı. Amacı sadece ona iyi geleni bulmaktı. Bir gün kamerasını da yanına alarak konsere gitti. Fotoğraf çekmeye başladı. Bir anda kendini tarifsiz duyguların içinde buldu. Peşini asla bırakmayacağın tutkun nedir? Belki henüz karşılaşmadın. Şüphe yok ki o gün geldiğinde için aydınlıkla dolacak. Tutkun hep seninle olacak. Ebru için de öyle oldu. Makinasını bir daha bırakmadı. Fotoğraflarını çektiği ilk lokal grup olan A Place To Bury Strangers’ın şarkıcı ve gitaristi Oliver Ackermann’ın 2004 yılında açtığı konser mekânı Death by Audio, Ebru’nun New York’taki ilk evi oldu: “Kolejde okumuş, ardından Bilkent’e gitmiş birisi olarak devamlı herkesin seni yargıladığı ve sorguladığı bir ortamdaydım. Death by Audio’da ilk defa nereden geliyorsun, ne yapıyorsun sorusunu sormadan sadece sen kendin olduğun için kabul edildiğin bir yerle karşılaştım. Bu çok hoşuma gitti. Kendimi ilk kez çok rahat hissettim. Oradaki insanlarla tanıştığım zaman buraya aidim dedim.” Sloppy Jane (2021) | Fotoğraf: Ebru Yıldız Kalbe yakın duran fotoğraf makinası Ebru’nun artık kendi şehri, kendi evi, kendi fotoğraf makinası vardı. Aynı anda dört farklı işte çalıştığı dönemlerde bile konserlere gidip fotoğraflar çekecek motivasyona sahipti. Onun fotoğrafla kurduğu bağ, kusursuz teknikle ya da gözün gördüğüne en yakın olanla alakalı değildi. O, anların izindeydi. Sahneyle seyircinin arasında müzisyen ve dinleyiciyi buluşturan ortak hislerin yarattığı anları fotoğraflama derdindeydi. O yüzden fotoğraf makinası gözünden çok kalbine yakındı: “Benim için fotoğraflar hissel olarak sana o anın önemini hatırlatmaktan ziyade orada olmayan başka birine o anki duyguyu verebilmeli.” Uzun bir süre geçimini sayısını hatırlamayacak kadar farklı işte çalışarak sağlayan Ebru, 2012 yılında yeşil kartını alınca bir bakıma özgürlüğüne de kavuştu. New York’a geleli 14 yıl olmuştu. Fotoğraf çekmek onun için yıllardır sömürüldüğü çalışma ortamlarından bir kaçış alanıydı. 10 senedir kendince oyunlar oynadığı bu alandan acaba para kazanabilir miydi? Bu soruya cevap verebilmek için pek çok gazeteye ve dergiye çektiği fotoğrafları gönderdi. İlk olumlu dönüş yapan Pitchfork oldu. Kısa sürede Rolling Stone, The New Yorker, New York Times, NME, NPR, Wall Street Journal ve The Guardian gibi pek çok önemli yayınla çalıştı. 2014 yılında sektörde bilinirlik sağladığını fark ettiği anda tüm işlerini bıraktı ve tam zamanlı fotoğrafçı oldu. Amber Doyle, For The Record | Fotoğraf: Ebru Yıldız Tüketilmeyenin peşinde Her ne kadar konserler onun için baştan sona bilinmeyenlerle dolu bir maceraya dönüşse de artistik olarak en az tatmin olduğu yerlerdi. Herhangi bir yayın için çektiği konser fotoğrafları daha akşamında haber içeriği olarak paylaşılıp ertesi gün öğlen olmadan internet sitesi sayfalarında kaybolup gidiyordu. Tüm gününü alan ve duygusal yoğunluğunu kattığı konser fotoğraflarını medya tüketimine bırakma niyetinde değildi. Neticede konserler onun sahip olduğu çerçevelerden biriydi. İçini tutkuyla doldurmak istediği daha pek çok çerçeveye sahipti. Portre fotoğrafları çekmek bunlardan biriydi. Hatta daha özeldi: “Kameranın bana başkasına bakma, onların hayatlarına konuk olma izni verdiğini düşünüyorum. Bu müzisyen ya da kapının önünden geçen herhangi biri olur. İnsanların hayatlarını çok merak ediyorum. Benden farklı yaşanan hayatlara karşı inanılmaz bir ilgim var.” Ebru için portre fotoğrafları çekmek, karşısındaki insanın çatlaklarına sızmak gibiydi. Bu boşluk bazen parelel bir evren, bazen ışığın düştüğü herhangi bir alandan ibaretti. “Portre çekmem için iş geldiğinde, bana hak etmediğim bir güven verildiğini düşünüyorum ve bunun karşılığını verebilmek için de onlarla alakalı öğrenebildiğim kadar çok şey öğrenmek istiyorum.” diyen Ebru için insanlar hep yeni birer kapı oldu. O zaten yıllar önce New York’a geldiğinde o kapılardan geçmeyi kabul etti. İçindeki ışığı takip etmekte kararlıydı. HalloweenParty, Death by Audio | Fotoğraf: Ebru Yıldız Kişisel bir veda Bir gün New York’taki ilk evi olan Death by Audio’un kapandığı haberini aldı. Üç dişini kırdığı, çenesini çatlattığı ve bunların hepsini gururla anlattığı konserlere orada tanık oldu. Tam anlamıyla orada kan ve terini akıttı. Ancak şehirde yaşanan kentsel dönüşüm Brooklyn'deki Death by Audio’yu da çaresiz bıraktı. Kapanma tarihi kesinleştiğinde Ebru, kendi vedasını düzenlemeye karar verdi ve mekânın son 75 gününü fotoğrafladı: “Bütün işimi bir kenera bırakıp buraya adadım kendimi. Duygusal olarak çok yoğun, üzücü ve sevindirici pek çok özel anın olduğu bir dönemdi. Yine olsa yine yaparım. Daha iyi nasıl yapabilirim bilmiyorum ama kesinlikle tekrar yaparım. Aynı zamanı yeniden adardım. Hatta taşınabilirdim bile oraya. 75 gün boyunca orada yaşabilirdim.” John Cale | Fotoğraf: Ebru Yıldız New York’tan sürprizlerle Ebru çalıştığı internet sitelerinin birinden The Velvet Underground’un kurucu üyelerinden biri olan John Cale’in fotoğrafını çekmesi için teklif aldı. Onu bu şehre getiren kahramanlarından biriyle tanışma vakti gelmiş olabilir miydi? Kim bilir? Ebru hemen çok kısa sürmesi muhtemel çekim için hazırlık yapmaya başladı. Çok geçmeden çekimin iptal olduğunu öğrendi. Şehir hiçbir şeyi ona kolayca vermedi. Belli ki bu da öyle olacaktı. Ebru, birini kendi boyadığı diğerini ressam arkasından aldığı iki arka planla çekimi yapmak için John Cale’in yaşadığı Kaliforniya’nın yolunu tuttu. Çekim Ebru’nun arkadaşının evinde gerçekleşti: “John Cale geldi. Böyle kalbimin çarpıntısından ne konuşulduğunu duymuyordum. Hayal gibi geçti. Çektim yaptım. Benin içi çok özeldi. Hâlâ an ve an yaşıyorum bu hatırayı.” Laurie Anderson | Fotoğraf: Ebru Yıldız Ebru için çok özel çekimlerden bir diğeri de Laurie Anderson’dı. Do Angels Need Haircuts?: Early Poems by Lou Reed kitabının iletişim çalışması için Laurie Anderson’la yaptığı çekim, internet sitelerinde yer almaya başladı. Ebru, Lou Reed ve Laurie Anderson’la ismini aynı içerikte yazdırmayı başardı. Belli ki New York’ta 25. yılını doldurmak üzere olan Ebru’ya şehir farklı konseptlerde teşekkürler hazırlamıştı. Siyah beyaz bakmak Hayattaki yolculuğumu döngüler üzerinden anlamlandırmayı severim. Hikâyelerde bu döngülerle karşılaşmak bana hep mutluluk vermiştir. Abisinin Life dergisinin ikonik siyah beyaz kapaklarını çerçeveletip çalıştığı barın duvarlarına asması, Ebru’nun dikkatini çekti. Daha o yaşlarda hem dergiciliğin hem de siyah beyaz fotoğrafların etkisiyle tanıştı. Bu sayede bir yandan arasında güçlü bir bağ oluşan müzisyenler ve gruplar için fanzinler hazırladı. Diğer yandan çektiği siyah beyaz kareleri sanatçı dışavurumunun en baskın kimliğine dönüştürdü. Anuj Panchal, Death by Audio | Fotoğraf: Ebru Yıldız Her ne kadar yaşam, zamansal düzlemde renkle eşleştirdiği pek çok anıyı zihnime yerleştirse de duygular hep siyah ve beyaz arasındaki geçişlerde kendine yer buldu. Kuşkusuz bu Ebru için de öyle. Life dergisinin siyah beyaz yönelimine olan etkisini “Life dergisinin kapaklarına baktığımda siyah beyaz fotoğrafların zaman etiketini kaldırdığını düşünüyorum. Renkli fotoğraflarda bu 60’larda çekilmiş, bu 2000’lerde çekilmiş gibi tahminlerde bulunabilirsin. Ama siyah beyaz çekildiğinde zaman ortadan kalkıyor. Fotoğraf bugün ya da 100 sene önce çekilmiş olabilir. Ya da 50 sene sonra da çekilecek olabilir.” sözlerinden anlamak mümkün. Ebru ışığın ona sağladığı aydınlıklara sığınmayı tercih etti. Gözü renklerden uzaklaştırmak, tüm fotoğrafta dolaştırmak istedi. “ Siyah beyaz baktığın zaman renklerle dikkatin dağılmıyor. Sadece ışığı görüyorum. Işık nasıl geliyor? Ne kadar gölgem var? Bunların değerlendirmesini daha iyi yapabiliyorum. O yüzden kameramın ardından her zaman siyah beyaz bakıyorum. " Belli ki daha klasik ve daha zamansız olana yer açmak istedi. Son olarak Ebru’nun arşiv konusunda nasıl olduğunu merak ettim. Çektiği her kareyi özenle sakladığını söyledi. Ancak henüz bir arşiv oluşturacak kadar fotoğrafçılıkta vakit geçirmediğinin de altını çizdi. Sonra birden gülümsedi. Geçenlerde yeğeninin onu ziyaret etmek için New York’a geldiğini ve 2003’ten beri çektiği her şeyi onunla birlikte excel’e geçirdiklerini anlattı. Böylelikle abisinin onunla başlattığı arşiv kaydını o da yeğeniyle devam ettirdi. Kasetlerin yerini fotoğraflar almıştı. Kadrajda yine müzik vardı. Müzik olmazsa olmazdı.

Kasım 21, 2022
·
Makale
Yerelin alternatifinde, aramızda bir yerde: Ahmet Emre Saka
Emre’ye kamerayı eline nasıl aldığını soruyorum. Cevabıyla kadrajları müzikle buluşmadan çok öncesine, hayatında hayli geriye uzanan bir bölüme ışınlanıyoruz birlikte. Bir mühendis olsa da fotoğrafçılıkla yakından ilgilenen babasının analog kameralarını hatırlıyor Emre. O kameraların hafızasında saklı bulunan ve Emre’nin küçüklüğüne ait “binlerce” video var. Bunlar, onun kamerayla ilişkisinin tohumlarını atmış olmalı diye düşünüyorum. Pek öyle değil. Hayatının ilerleyen dönemlerinde o videolara geri döndüğünde, “ Acaba ben bundan hoşlanıyor muyum, bu eğlenceli bir şey mi? ” diye hiç düşünmemiş. Onun için hâlâ sıkı sıkıya tutunduğu kamerasını eline alması, tüm inatçılığı ve tutkusuyla “kadrajlamaya” başlaması, çok daha yakın bir tarihe, üniversiteye başladığı ilk yıla, yani 2020’ye uzanıyor. Kalben Kalamış Atatürk Parkı'nda. Fotoğraf: Ahmet Emre Saka Sovyet Rusya'dan Kalamış Parkı'na Bu başlıkta “Sovyet Rusya” olması benim için de en az senin için olduğu kadar şaşırtıcı. İnanması güç olsa da Sovyet Rusya Emre için her şeyin başlangıcında. Nasıl mı? Emre kameraya ilgisini keşfettiğinde, yani üniversiteye başladığı ilk yılda, analog fotoğrafçılığının kazandığı popülerliğin tam ortasındaydı. Kadrajına neyi, kimi ve nasıl alacağı öngöremeden, yalnızca bir şeyleri fotoğraflamak istediğini hissetti. Ve hatırladı. Aklının bir köşesinde bulunan, çocukluğunun görsel arşivini yaratmış babasının analog fotoğraf makineleri vardı. Bunlardan birini yanına aldığında, kameranın altında “Made in USSR” yazısını gördü. Artık silik bir geçmişte kalan devasa bir imparatorluğun ürettiği ve hâlâ çalışan bu makine, Emre’nin kadrajına müziği aldığı fotoğrafların başlangıcı oldu. Nova Norda Dorock XL'de. Fotoğraf: Ahmet Emre Saka Başlangıçlar önemlidir. Yalnızca fotoğraflamak isteğiyle belirli bir plan ve geleceğe dair yol haritasından yoksun bir biçimde hareket eden Emre, kendi hikâyesini Kalamış Parkı’nda yazmaya başladığında nasıl bir seyahatin eşiğinde olduğunu bilmiyordu. Yanına kamerasını alıp Lara Di Lara ve Kamufle’yi Kalamış’ta izlemeye karar verdiğinde bir risk aldı. Konsere makinesi yüzünden alınmama ihtimali vardı. Yine de denemeye değerdi. Müziği kadrajına ilk defa aldığı o gün, bir şeyden emin oldu: Fotoğrafladıklarının iyiliği veya kötülüğünün ötesinde, sahneyle hem bir fotoğrafçı hem de bir dinleyici olarak kurduğu ilişkiden tarifsiz bir keyif almıştı. O andan sonra geriye bakmadı. Ve kendini yeniden ve yeniden Kalamış Parkı’nda buldu. Bir gün Bülent Ortaçgil, bir diğer gün ise Koray Candemir ve Harun Tekin'in “şakalı akustik” konserini fotoğrafladı. Anadolu'dan Avrupa'ya geçip If Beşiktaş'ta ön sıralara sızdı. Yolları Kalben'le bir Instagram hikâyesiyle kesişti. Bir süre sonra herkes Emre’den “o çocuk” diye bahsetmeye başladığında o çoktan Türkiye'nin alternatif sahnesini arkası ve önüyle kadrajına aldığı fotoğraf albümünün ilk sayfalarını doldurmuştu bile. Emre'nin "dans eden çocuk" olduğu günde, Adamlar Küçükçiftlik Park'ta sahnede. Fotoğraf: Ahmet Emre Saka “Sen o musun? Dans eden çocuksun.” Adamlar’dan Tolga Akdoğan’ın “ Sen o musun? Dans eden çocuksun. Teşekkür ederim. Ben senden aldığım enerjiyi seyirciye aktardım. ” ifadesi, Emre’nin bir “profesyonelden” öte bir hayran olarak var ettiği fotoğrafçılığının bir özeti gibi. Adamlar’la paylaştığı bu mahrem an(lar), tekil bir hatıra da değil. Palmiyeler’e bir konserlerinde davulda eşlik eden Yağız İpek’le yaşadığı benzer bir diyalog, Dolu Kadehi Ters Tut’u sahne üstünde fotoğrafladığı bir geceden Berke Köymen’in “ Abi o kadar doğru anlarda orada bulunuyordun ki… En önemli anlarda sen geldin. ” sözü, bu derin paylaşımlardan yalnızca birkaçı. Emre henüz 20 yaşında. Ve bir yılını daha yeni tamamladığı fotoğrafçılık kariyeri, onun için bürokratik resmiyetlerin uzağında. Hâlihazırda uzun zamandır dinlediği sanatçılarla çalışıyor olması, işini kişiselliğinin bir parçası yapan en önemli etken belki de. Emre’yi elinde kamerasıyla çekimler yapan herhangi birinden “insanlara neşe ve enerji getiren aramızdan bir fotoğrafçıya” dönüştüren şey iletişim. Öyle ki sohbetimiz boyunca bu konuya sık sık geri dönüyoruz. Zira Emre’nin iletişimi yalnızca sanatçılarla kulislerde kurulan birebir sohbetlerin ötesinde. Kelimelere dökülemeyen; sesle ve sanatçılarla kurulan bağların getirdiği davranışlar bütünü, Emre’yi kalabalıkların arasında spot ışıklarının altına çekiyor. Sanatçılar onu tanırken; o da sanatçıların en özel, en tanımlayıcı anlarında, tam da o sırada deklanşöre basıyor. Dolu Kadehi Ters Tut Parkorman'da. Fotoğraf: Ahmet Emre Saka Emre’nin “yakalanılan anlar ” diye ifade ettiği ve fotoğrafın ardıl düzenlemesinden daha önemli olduğuna inandığı kadrajları, bazen onun da kafasını kurcalıyor. O anı nasıl bilirsin? Doğru yeri ve zamanı nasıl seçersin? soruları aklına takıldığı bir zaman Oastabis’in (Ogün Akgül) ona söylediği bir cümleyi hatırlıyor. “ Sen eğlendiğin için bu fotoğrafları güzel çekiyorsun. ” Emre’nin; “o dans eden çocuğun”, sanatçılar için “aramızdan birinin”, fotoğrafçıdan da öte “eğlenen bir dinleyicinin” yaşadıklarının ona öğrettiği bir şey var. Anları yakalamak, iyi bir fotoğrafçı olmaktan fazlasını kapsıyor. Anlar; kadrajladığın müzisyenleri tanımayı, onları dinlemeyi ve belki de en önemlisi, yaşadığından keyif almayı gerektiriyor. Emre, “İyi anlar çok basitmiş ve yakalanabilirmiş, herkes bunu yapabilirmiş gibi geliyordu. Sonradan öğrendim ki öyle kolay yapılmıyormuş.” derken fotoğraflarını bir kez daha gözlerimin önüne getiriyor ve hak veriyorum. O anları yeniden nasıl yaratabilirsin ki? Konser fotoğrafçılığının ötesinde Müzik fotoğrafçılarını düşündüğümüzde akıllara öncelikle sahnenin önünden sahneye kadrajlanan fotoğrafların gelmesini doğal buluyorum. Öte taraftan sahne fotoğrafları, işin yalnızca bir kısmı. Emre hem sahnenin önünden hem de üstünden çektiği fotoğrafların yalnızlığının uzağında, koca bir günü birlikte geçirdiği birçok müzisyen ve müzik grubunun da bir yol arkadaşı aynı zamanda. “ Mekânlarla çalışmak bana göre gibi değil pek. ” derken Emre, “ bir hikâye gibi ” tanımladığı sanatçı birebirliğini, paylaşılan ve hatıralarda biriktirilecek anları önceliklendirdiğini hissettiriyor bana. Emre’nin fotoğraf kataloğunu düşündüğümde aklıma Evdeki Saat’in, Palmiyeler ve Nejat Yavaşoğulları’nın, Melike Şahin ve dahasının kulislerine kadrajlanan fotoğraflarının gelmesi bir tesadüf değil. Bu anlar, Emre’nin sanatçılarla bizatihi deneyimlediği ortaklıkların bir belgesi olarak onu özel ve özgün kılan iletişiminin en somut örnekleri. Bir “paparazzi” gibi kalabalıkları arasında dolaşan, flaşlarını patlatıp kulislerin gizemini kamerasının parıltılarıyla aydınlatan Emre, bu yakınlıkların büyütüldüğü yeni imkânların da kıyısında. Evdeki Saat, Cheerz Festivali'nde. Fotoğraf: Ahmet Emre Saka Sedef Sebüktekin’den evinde çekim yapması için aldığı teklif bu imkânlardan bir tanesi. Emre’nin bu projeyle “iyileşmiş gibi” hissetmesi, kamerasıyla keşfedeceği yeni alanlar için önemli göstergeler barındırıyor. Konser fotoğrafçılığın ötesinde, kalabalıkların ve beraberinde gelen keşmekeşin uzağında, sanatçıyla inzivaya çekilmek sıra dışı bir deneyim onun için. " Her şeyin dışında konser gibi değil, sen o anı yönetiyorsun. O da çok ayrı bir keyif. Birebirlik çok eğlenceli geldi bana. Bunu yapıyordum ama o kadar rahat bir ortamda yapmıyordum. ” derken Emre, bana yine iletişime verdiği önemi düşündürüyor. Günün ilk saatlerinde yapılan bir kahvaltıyla başlayan, Sedef’in evine yolculukla devam eden ve saatlere yayılan bu esnek süreç, mahrem olan ve tekrar edilemeyecek anları yakalayarak ilerleyen bir birliktelik. Emre, böylesi “izole platoları” kadrajına aldığı maceraları konser fotoğrafçılığı süreciyle kıyaslamıyor. Engin kalabalıklarda bulacağı ve ölümsüzleştireceği anlar, sanatçılarla “birlikte yalnızlaştığı” anlardan daha az önemli değil. Yine de ekliyor: “ Buna (sanatçılarla birlikte çalışmaya) muhtemelen devam edeceğim. " İdil Ateş, tanıtım görselleri çekiminde . Fotoğraf: Ahmet Emre Saka Geleceğin sakladıkları Emre’ye fotoğrafçılık kariyeri için neyi hayal ettiğini, kendisini nerede görmek istediğini sorduğumda bir yıl öncesine geri gidiyor aklı. Kendisine sonradan hatırlatmak üzere arkadaşlarına söylediği ve hafızasına kazıdığı bir sözü hatırlıyor. “ Sanatçılarla çalışmam benim için bir normal mi olacak? Yoksa sadece bir heves olarak mı kalacak? ” Emre geçen bir yıl boyunca o kadar çok şey yaşamış ve bunları o kadar öngörememiş ki geleceğin sakladıklarına dair bir tahmin yürütürken tereddütte kalıyor. Her ne kadar bunu sesli söylediğinde hâlâ yadırgadığını hissetsem de Emre’nin sanatçılarla çalışması artık onun bir normali. Hâliyle, “ bir gün uluslararası sahnede çalışmak, evrensel üne sahip müzisyenleri kadrajlamak istediğinde ” bunun da vaktiyle bir normale dönüşeceğini düşünüyorum. Zira Emre henüz 20 yaşında, yolculuğunun çok başında. Bu kısacık zamana sıkıştırdıklarını düşündüğümde de ondan önce davranıyor ve ihtimallerin heyecanına kapılıyorum. Emre’de; o dans eden, aramızdan biri olan çocukta geleceğin getireceği bu “mesleki terfileri” hayal etmek hiç ama hiç zor değil. Hoşçakalın. Büyük Ev Ablukada son Mutsuz Partisi 'nde, tüm ekiple birlikte sahnede. Fotoğraf: Ahmet Emre Saka

Kasım 28, 2022
·
Makale
Gözlerden uzak bir ışık kovalama hikâyesi: Özgür Elver
Yüz yüze tanışmadan önce, Özgür ’le benim için anlamı ve heyecanı kalbimin sınırlarını aşan bir gün aracılığıyla tanıştım: 25 Haziran 2022, Gezgin Salon Festivali. Beş yılın sonunda yeniden bir araya gelen Moderat sahnede. Ben #teambadkingdom diye sevinçten sarsılırken Özgür işinin başında, benim mutluluk göz yaşlarımı kadrajına sığdırıyordu. O akşamın çıktıları Instagram’da önüme düşünce ben de Özgür’le tanışmış oldum. Sonradan öğrendim ki o da festivalin bir diğer yürek söken ismi Molchat Doma için oradaymış. Moderat’a yükselen eller. Gezgin Salon Festivali | Fotoğraf: Özgür Elver Işıltılı dünyalar Şimdi benim Özgür’le tanışmamdan öncesine, onun İzmir’de fotoğraf makinelerinin ışıltılı dünyasıyla tanıştığı günlere gidelim. Gözlerini kamaştıran dünyanın kapılarını aralamaya vesile olan kişi foto muhabirlik yapan yakın bir aile dostları. Sonu gazetecilik okumaya varan yazma merakını bir şekilde içine serpiştiren de o. Onun bugünkü meraklarını, mesleğini, tutkularını yaratan tohumlar hep bir anda, aynı yıllarda atıldı. Özgür’ün ailesi müzikle ilgileniyor. Mesela babasının kuzeni zamanında Cem Karaca’nın bateristliğini yaptı. Babası ise hobi olarak sevdalı. Her birinin hayatına ve ortaya koyduklarına kulak veren Özgür, kendi hikâyesine de müziği yakıştırdı. Öyle ki onu bugüne varan karşı koyamadığı bir tutkusu hâline getirdi. Hayatın merkezine müziği kondurduğu yolculukta yol gösterenlerden biri de babasıyla aldığı kasetlerdi. Bunu, iki yıl önce Babylon’da kadrajına aldığı Nekropsi konserinden söz açıldığında öğrendim: Küçükken İzmir’de Karşıyaka’da oturuyorduk. İskelenin üzerindeki bir dükkândan kaset alırdık. O dönem Nekropsi’nin Mi Kubbesi kasedini almıştım. Çok özel, kilometre taşı bir albümdür Türkiye rock tarihi açısından. Yani, o albümü dinleyerek büyüdüm. Öyle olunca Nekropsi’yi çekmek inanılmaz bir anı oldu. Nekropsi Babylon'da | Fotoğraf: Özgür Elver Müziğin bazen ekşi bazen tatlı notalarını dinleyerek keşfeden Özgür, bu sefer kendisi bir kapıyı araladı ve bugün de üzerine sayfalarca yazdığı gitarları, müzik enstrümanlarını keşfetti: “Ortaokulda The Smashing Pumpkins’in Vieuphoria belgeselini izledim. Bateristten etkilendim önce, sonra gözüme bas gitarist çarptı. Bana enstrüman çalmalıyım dedirten ikisinin uyumu oldu.” 2006 yılında ilk kompakt fotoğraf makinesini alan Özgür, bir diğer ışıltılı dünyası olan enstrümanlarla haşır neşir olmaya hemen akabinde başladı. Özgür yaklaşık 16 yıldır bas gitar çalıyor. Rockçı liseli ergenleri bulup onlarla bir grup kurana kadar kendi başına çaldı. O yıllarda, müzik ve onun galaksilerine duyduğu ilgi daha ağız sulandırıcı geldiği için fotoğrafın ışıltısına pek kapılamadı. Ta ki 2013 - 2014 yıllarına, Özgür’ün birlikte yeşerttiği ilgilerinin metamorfoza uğrayışına kadar. Dönüşmek, gelişip güzelleşmek Taner’le ortak bir noktamızı Ebru Yıldız’la sohbetini okurken öğrendim. Ben de hayatta başkalarının döngülerini, evrimini, giderken gelenlerini izlemeyi; onları yakalamayı severim. Özgür’ün hikâyesindeki döngüyle bahsettiğim yıllarda, 2013 - 2014’te karşılaştım. Müzik için deliren özgür ruh, pek dışarıya dönük bir bedende yaşamıyordu o dönemler. Ön planda olmayı çok sevmediği gibi kendi dünyasıyla baş başa kalmayı, sahnede dahi bas gitarıyla geri planda kalmayı tercih etti. Pedalboard onun için kurcalanacak bir oyuncak, Justin Chancellor ve Tom Morello gibi isimlerse bu oyuncağı hakkıyla, en deneysel şekilde oynayanlardı. Farklı sesleri aramak kadar ona keyif veren başka bir şey olmasa da birlikte çaldığı grupla bu arayışı tam da istediği noktaya getiremedi. İşte tam o sıralar, kendini sahnede tellerin ritmine kaptırmak çekiciliğini yitirdi ve tahtını müziğe kaptıran fotoğrafın ışıltılı dünyası, kadrajına müziği alarak yeniden doğdu. Bu aralık, Özgür’ün de yeniden doğuşuydu. Kendini dünyaya kapatıp arayış hâlinde olmanın bir işe yaramadığını hisseden Özgür, günde on saat gitar çalıp çekişmeli giden iç ve dış dünyası arasında takılmak yerine, kendine sahneyle izleyici arasında bir yer edinmeyi seçti: Çevreme kurduğum duvarları yıkmamın tek yolu, bir müzisyen olarak sahnede olmak yerine dinleyiciyle sahne arasındaki alanda olmaktı. Çektiğim fotoğraflarla diyalog kuruyorum sanırım. Bu benim için önemli. Dream Theater 2009'da KüçükÇiftlik Park'ta | Fotoğraf: Özgür Elver Kendine, gitar çalmak konusunda “yapma demiyorum, hobi olarak yine yap” diyen Özgür, böylece müzik fotoğrafçılığına evrilen döngüsünü tamamladı. Sırada oyuna kaldığı yerden değil, sahnenin önünden devam etmek vardı. İlk denemeler aslında 2009 yılında, Dream Theater konserinde gerçekleşti. Fotoğrafçı kimliğiyle kadraj avına çıkmaya ise 2014 yılında, 24. Akbank Caz Festivali’nin Ege Üniversitesi’ndeki Kampüste Caz etkinliğinde başladı. Bu işe aslında kimsenin üretimini örnek alarak başlamadı. Keskin kişiliğinin getirdiği cesaretle sadece makineyi aldı ve çekmeye başladı. “Yeni olanı arama” dürtüsü bu sefer onu fotoğraf formunda, ışık ve gölgelerin arasında ele geçirmişti. Deneyselin ve ışığın peşinde Pandemiden önce Babylon’daki Lalalar konseri için asıl ilk profesyonel işim diyen Özgür, 2020’den bu yana fotoğraf albümlerine Babylon’da bir araya geldiğimiz nice buluşmayı iliştiriyor. Bomonti’de yankılanan sesleri ve eşlikçi heyecanları dört kenara sığdırırken yönünü Salon İKSV’ye, sahnesinde yüz yüze gelebilmek için peçeteye en arzu duyduğumuz müzisyen isteklerimizi yazdığımız o yere çevirdi. Hatta şimdilerde yola birlikte devam ettiği The Flabbies’in albüm lansman konserini de orada kayıt altına aldı. Lalalar | Fotoğraf: Özgür Elver Keyifle anlattığı grupla ilgili konuşurken Özgür’ün söylemesine şaşırmayacağım bir detay öğrendim: Fotoğraflamak için sahneye çıkmayı tercih etmiyor. The Flabbies’i çekmeye ayırdığı anlarda bile: “Çünkü onların mahrem alanı. Mesela ben de sahnede çaldığımda kimsenin orada olmasını istemem. Rica ederlerse anca. Karşıdan çekmeyi daha çok seviyorum; düzgün bir açı, düzgün bir kadraj.” Şaşırmadım. Özgür’ün göz önünde olmaktan kaçmayı tercih ettiğini hâlihazırda öğrenmiştim. O diyaloğu sözlü değil, fotoğraflarıyla kurmayı seviyor. cicexcocux, Bant Mag. sunar: Demonation Festivali No: 11'de | Fotoğraf: Özgür Elver Özgür için, “düzgün bir açı, düzgün bir kadraj” noktası başlarda sahnenin tam önüyken şimdilerdeyse aralarına karışınca sıcaklık ve ter miktarının arttığı, kalabalıkların yarattığı koridorlar: “Son zamanlarda sahne önünde değil, orta alanda kalmayı tercih ediyorum. Işığı kovalamayı seviyorum. Bu da benim dansım sanırım.” Müzikte deneysel olanı arayışının fotoğraftaki tezahürü ışığın peşine düşmek. Onun için iş, bir süre sonra fotoğraf çekmek yerine oyun oynamaya dönüşüyor. Özgür’ün yetişinlikteki oyun bahçesinde ciddiyet gerektiren kovalamacalı oyunlara yer var. Sobelemesi gereken de ışıklar. Açık mekânlardansa kapalı alanlarda oyun oynamayı sevmesinin nedeni de bu. Ne kadar ışık yetersizliği, o kadar ebelemece. Emma-Jean Thackray, 32. Akbank Caz Festivali'nde | Fotoğraf: Özgür Elver Yeni favori alanını keşfederken fotoğraflarına yepyeni ek paketler eklemeyi de keşfetti: Siluet, izleyiciyle etkileşim ve detaylar. Konserleri anımsayınca kiminin aklına sanatçılar ve yüzleri gelse de Özgür o anları silüetlerle hatırlıyor, kadrajına da onları alıyor. Karanlıkta yaşamı sürdüren biri olarak fotoğraflarına ruhunu koymaktan geri durmuyor. Lafı da gelmişken; zaten ne görüyorsa bizim de onu görmemizi, ne hissediyorsa onu hissedebilmemizi umuyor. Herhangi bir detay, korneasına kaydedilmiş olandan uzaklaşmamalı. Biraz gren biraz blur kâfi. Jakuzi | Fotoğraf: Özgür Elver Küçük oyunlar peşinde koşmaktan tarifsiz bir zevk alan Özgür’e konser sırasında başka neler yapıyorsun diye sorduğumda oyunu sonuna kadar sürdürdüğünü paylaştı. Parti gibi, oyun da devam etmeliydi. Hatırlamadığı anlar var mı diye merak ettiğimdeyse yine şaşırmadığım bir yanıt aldım: Elbette yoktu. İşinde gücünde, oyunun peşindeyken herhangi bir anı radarından ve zihninden nasıl kaçırabilirdi ki? İzleyenlerle sahne arasındaki etkileşimi fark ettiğinde de ayrıca öne fırlamalıydı. Çünkü etkileşim, Özgür’ün en değerli motivasyonlarından biri: Çektiğim sanatçıları dinleyeyim ya da dinlememiş olayım, eğer izleyenle etkileşime girebiliyorsa ve o enerjiyi alabiliyorsam "konser iyi geçti" demem mümkün. Bunun en iyi örneğini, The Flabbies'in Salon İKSV'deki konserinde gördüm. İstediğim tek bir kareyi yakalamış olmam bile pozitif yönde bakmam için yeterli. The Flabbies Alive lansman konseri | Fotoğraf: Özgür Elver “Tepe ışığı kriminal bir ışıktır.” Şehrin nadide sahnesi Salon’daki buluşmaları karelerine sığdırmaya başlamadan önce, yani evde market poşeti yıkadığımız günlerde, aradığı etkileşimi bulmak en zor olandı. Özgür, pandemide de elbette yine bir ışıltılı dünyanın içindeydi; ama bu sefer karşılaştıklarını ömür torbasına doldurmaktan pek de haz almadı. Hani senin işin olan ama seninle hiç örtüşmeyen işler vardır ya, o da o sıralar onlardan birkaçıyla uğraşmak zorunda kaldı. İlk sınavı stüdyoda, ürün fotoğrafçılığıydı. Okulda fotoğrafçılık dersindeyken de öğretmişlerdi: “Tepe ışığı kriminal bir ışıktır.” Özgür, bir yıl boyunca suç mahallinde mahsur kalmıştı. Benim için berbat bir deneyimdi. Orada bir yıl çalıştım. Aslında kovulmayı bekledim. Düşünsene, Babylon’da ne anlar yakalıyorsun sonra bir bakmışsın kendini stüdyoda buluyorsun. Onun için talihsiz serüvenler dizisinin son durağı klinik fotoğrafçılığı oldu. Bu sefer imtihanı, estetik operasyonu geçiren hastaların öncesi-sonrası fotoğraflarını çekmekti. Öte yandan orada geçirdiği vakit kısa sürdü; çünkü bu defa kovulmayı başardı. Kovulma nedeniyse “hastaları çok sanatsal çekmesi” idi. Bu tecrübelerin ona ne kattığını sorduğumda hiç düşünmeden ışık konusunda iyice beslendiğini söyledi. Tepe ışığıyla yakalanan fotoğraflar genelde olumsuz sonuç verse de Özgür’ün müziği kadrajına aldığı anlara yansıması oldukça olumlu oldu. Mesailer silsilesi Özgür bu sıralar makinesinin perde ömrünü Salon İKSV’nin etkileşimi bol sahnesinde azaltmaktan hoşlanıyor. Yeni isimleri orada keşfediyor; gördüklerinden, dinlediklerinden oldukça memnun ayrılıyor. Buralarda tanışmaktan memnun olduğu isimler arasında Ghostly Kisses ve Noga Erez var. Hem müzik hem fotoğraf portfolyosunu doldurmanınsa onun için bazı bedelleri mevcut. Bazen aynı gecede iki ayrı mekânde sörf yapması, üzerine dökülen içkilere kaçış taktiği uygulaması gerekiyor. Ghostly Kisses | Fotoğraf: Özgür Elver Özgür’ün yazmaya merakı olduğundan bahsetmiştim. Öyle ki gitarlar için kaleme aldığı kelimelerin sayısı bir hayli fazla. Hatta bir dönem Blue Jean ’de staj yaptı. Adını duymak bile ne güzel geldi değil mi? Bir de Özgür’ün değerli isim Çağlan Tekil’le çalışıp paha biçilemez günler geçirdiği anıları duysan… Şu an ise Zuhal Müzik’te çalışıyor. Kendisi, mesailer silsilesinin gündüz durağı. Gece kuşu telden tele konmadan önce 9 - 18 saatlerini içerik yazmaya; sahnelerarası koşturmadığı akşamlarını da gitarlarına ayırıyor. Bu tempoyu nasıl sürdürebileceğine dair bir planı yok fakat “az uyku bana yeter” sözlerini ondan işittiğimi de söyleyebilirim. Şu an Özgür yolun başında olduğunu biliyor. Dönüşümün meyvesi olan müzik fotoğrafçılığıyla uzun yıllar geçirmek istediğinden de emin.

Aralık 12, 2022
·
Makale
İhtimallerin arasında müzikle baş başa: Burak Çıngı
İçeri girer girmez bara yöneldim. Barmenle göz göze geldik. Yüzümdeki ufak tebessümden rutinin devam ettiğini anladı. Bara oturduğumda içkim hazırdı. Fonda PJ Harvey’den Good Fortune çalarken mekânın loş ışığında parlayan yüzlere tek tek baktım. Siyah şapkasıyla oturan ve muhabbetin kendi saflarına geçmesini bekleyen onunla göz göze geldim. Buralarda yeniydi diyemem. Sadece şimdiye kadar denk gelmemiştik. Belki farkında olmadan bugünü bekledik. Üç yudum kalmış birasıyla bara oturunca o günün geldiğine emindim. “En son ne zaman bırakma noktasına geldin?” diye sordum. Düşünmeden cevapladı: “Eskiden daha fazlaydı. Şu sıralar daha iyiyim.” Devam ettim. “ Zor değil mi geri dönmek?” Dudağını büzdü. “Sadece kendim için yapınca, değil.” dedi. Haklıydı. Başa dönmek gibi olamazdı. Olanağı yoktu. Merak ettim: “Peki ne iş yapıyorsun?” Birkaç saniye ellerine baktıktan sonra kafasını kaldırdı ve “Gündüz mü, gece mi?” dedi. “İki işim var, ondan.” diye ekledi. O cevap vermeden “Hangisi gönlünden geçen?” diye sordum. Bunu daha önce hiç tanışmadığı birinin, yani benim bile bilmemi bekler bir tavırla “Fotoğrafçılık.” dedi. Nick Cave, Grinderman personasıyla 2010 yılında Coronet sahnesinde. | Fotoğraf: Burak Çıngı Yukarıdaki diyalog hiç yaşanmadı. Aslında pek emin değilim, yaşanmış bile olabilir. Sadece benimle bugünkü yazının konuğu olan Burak Çıngı arasında olmadı. 1.5 saate yakın söyleşinin sonuna yaklaşırken Burak’a kurgusal bir soru sormak istedim. O da yukarıdaki cevaplara yakın yanıtlar verdi. Şimdi izninle onun hikâyesine geçelim. Burak’ın çoğunlukla gecesini aydınlatan müzik ve fotoğrafçılığa duyduğu ilginin başına dönelim. Çıkışta görüşmek üzere. İlk gelen ve hiç gitmeyen En baştan söyleyelim. Ankara aktarmalı bir yolculuktayız. Burak, yaşamının ilk yarısını Ankara’da, şimdiye kadar olan diğer kısmını Londra’da geçirdi. Sebebi ziyaretimiz belli. “Hangisi daha önce geldi? Müzik mi? Fotoğraf mı?” diye sorarak başladım konuşmaya. Burak, ilk olarak babasının iyi bir müzik dinleyicisi olduğu bilgisini verdi. Ardından ailece arabayla çıktıkları yolculukları anlatmaya başladı. Anneanne ve babaannesini görmek için gidilen 10-12 saatlik yollarda sürekli müzik dinlediklerini anlattı. Özellikle babasının çoğu yabancı müziklerden oluşan mixtape kasetlerinden bahsetti. Burak’a göre anne ve babasının müzik ilgisini ayıran şeylerin başında bu mixtape kasetler vardı. Onun tarafında mixtape yapmaya başlamak ve dinlemek istediği şarkıları kasete özenle kaydetmek, müzik ilgisinin en belirgin örneği. Üstelik Burak’ın büyüdüğü evde iyi bir ses sisteminin yanında bir kısmını frizbi oynayarak kullanılmaz hâle getirdiği küçük bir plak arşivi de vardı. Müzik çok erken yaşlardan itibaren Burak’ın hayatındaydı. İlk gelen ve hiç gitmeyen o oldu. Babasının müzik ilgisinden olsa gerek Burak, çocuk yaşlarında org dersleri almaya başladı. 4-5 sene boyunca org çalan Burak’ın performansları daha çok eş dost buluşmalarında “Hadi oğlum bize bir şeyler çal” ricasından öteye geçmedi. Senelerce aynı orgla çalıştıktan sonra daha büyük ve daha yeni bir org isteyen Burak’a babası tarafından bir koşul getirildi. O da ailece dinledikleri Madonna’nın Like a Prayer şarkısının tuşlularını notasız bir şekilde çalmak oldu. Burak, bu koşulu kabul edip üstesinden de gelmeyi başardı. Ancak ona hiçbir zaman yeni bir org alınmadı. O da çocukluğun vermiş olduğu inatçılıkla çalmayı tamamen bıraktı. Bir daha da elini sürmedi. Başka enstrümanlar çalmayı denese de parmaklarında aynı beceriyi bulamadı. Bu yüzden müzikle ilişkisi amatör seviyede ve dinleyici tarafında kaldı. Belli ki o parmaklarda karşılık bulacak başka bir hikâye vardı. Sadece henüz vakti gelmemişti. PJ Harvey, Londra'nın Art Deco müzik mekânı Troxy sahnesinde. Yıl: 2011 | Burak Çıngı Odaksızlık odakta Sıra fotoğrafta. Burak’ın fotoğraf makinalarıyla tanışması da çocuk yaşlarda gerçekleşti. İlk olarak 24 poz alan ince uzun ve dikdörtgen olarak tanımladığı bir fotoğraf makinası oldu. O uzun yolculukların ardından gidilen tatillerde makinasını hep yanında taşıdı. İlgisini çeken ne varsa hepsini kadrajına aldı. Deklanşöre basmaktan çekinmeyen Burak’ın o döneme dair hatırladığı en net şey fotoğraflarında kişileri ya da objeleri asla merkezde konumlandıramaması. “Fotoğraflarım hakikaten çok kötüydü.” diyen Burak’ın kendine dair eleştirileri daha o zamandan beri vardı. O dönem dayısının annesine yurt dışından getirdiği Minolta marka analog fotoğraf makinası hemen ilgisini çekti. Her ne kadar plaklarla olan kötü geçmişinden ötürü annesi makinayı Burak’ın ulaşamayacağını düşündüğü raflarda saklasa da o bu engelleri aşmayı başardı: “Sandalyeler koyarak o makinaya eriştiğim zamanlar oldu. Fakat nasıl kullanıldığını bilmediğim için elime alıp kurcaladım ve yerine koydum her seferinde.” Çocukken sıcak kalan merakların ileride nelere yol açtığının sayısız örneği var. Burak şimdi fotoğrafçı. 50mm lense sahip 36 pozluk bu makina da şimdi Burak’ın yanı başında. Müzik için olmasa da özellikle ilk kez gittiği, kendisini keşfe açtığı zaman ve ortamlarda Minolta’sı hep yanında. Sahnede The Hives. Yıl: 2014. | Fotoğraf: Burak Çıngı İlk konser: Türk Rock Müzik Sanatçıları Atom Santraline Karşı Performans fotoğrafçılığını merkezine alan birisinin ilk konser anısını öğrenmek istedim. “Epey olaylıydı.” diyerek anlatmaya başladı. Burak, ortaokula gittiği zamanlarda bir gün Ankara’da büyük bir etkinliğin olacağı haberini aldı. Onun aklında kalanlar konserlerin Çevre Parkı’nda ve nükleer santrallere karşı çıkmak için düzenlendiği. Bir de tabii ailesinden habersiz siteden arkadaşıyla gitmesinden ötürü eve geldiğinde kopan yaygara. Biraz araştırdığımda etkinliğin 1993 yılında Nükleer Karşıtı Kongre hazırlıkları sürerken 12-15 Ekim tarihleri arasında Ankara Altınpark’ta gerçekleştiğini öğrendim. Moğollar’dan Taner Öngür’ün Türk Rock Müzik Sanatçıları Atom Santraline Karşı adıyla düzenlediği etkinlikte dört gün boyunca sayısız grup sahne aldı. Burak da bu dört günün birinde müzik sahnesinin o dönem iz bırakan duruşuna tanık oldu. Belki o gün elinde fotoğraf makinası yoktu ama zihninde o anlar kareler hâlinde kayıtlı. Burak’ın ilk yabancı konseri de üniversiteyken İstanbul’da gittiği The Prodigy konseri oldu. O vakte kadar Türkiye’ye gelen Madonna, Michael Jackson gibi isimlerin konserlerine gitmek için ailesini ikna edemeyen Burak, nihayet izni kaptı ve 17 Nisan’da Abdi İpekçi Spor Salonu’nda gerçekleşen konserde yerini aldı. O güne dair Burak’ın aklında kalanlar: “İnanılmaz bir histi. İstanbul’da ilk konser deneyimim. Çok eğlendiğimi hatırlıyorum. Başıma bir iş gelir mi diye merak ve korkunun iç içe geçtiği, ne olacağını bilemediğim bir konserdi.” Konser anıları zihninde birikmeye başlayan Burak, pek istemeyerek Hacettepe Üniversitesi’nde istatistik okuduğu sırada annesine hediye edilen Minolta’yı hatırlayıp fotoğrafçılık dersi almaya karar verdi. Çocukken gizli saklı erişse de kullanamadığı makinayı artık öğrenebilirdi, onunla fotoğraflar çekebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Bir yıl boyunca fotoğrafçılık dersi alan Burak, bu sayede siyah beyaz filmlerin nasıl yıkandığını, filmlerin agrandizörle nasıl basıldığını öğrendi. Daha da önemlisi bundan keyif aldı. Işık Declan McKenna'nın üstünde. Yıl: 2016 | Fotoğraf: Burak Çıngı Gençlik heyecanı Britpop Üniversitede son sınıfa geldiğinde Burak’ın geleceği için bir yön çizmesi lazımdı. 90’lı yılların ortasından beri dünya Oasis, Blur, Suede ve Pulp’ın başı çektiği Britpop’la çalkalanıyordu. Çocukluğundan itibaren farklı müzik türlerine gönlünü kaptıran Burak için Britpop gençlik döneminin ilk heyecanıydı. Kalp atışlarını hızlandıran tüm müziklerin istisnasız İngiltere’den çıkması Burak’ın iştahını daha da kabarttı. Zaten üniversite yıllarında Londra’ya 3-4 kere tatile gitmişti. Her seferinde şehre biraz daha hayran kalıp bütün parasını Virgin, Tower ve HMV plak dükkanlarından aldığı CD’lere vererek dönmüştü. Son Londra ziyaretinden kısa süre sonra yüksek lisans için kabul alan Burak, içi CD’lerle dolu bavulunu bu sefer uzun süre kalma hayalleri ve umutlarıyla doldurarak İngiltere’nin yolunu tuttu. Yıl 2000. Aylardan eylül. Yüksek lisansı sırasında üniversitede iş bularak çalışma iznini cebine koyan Burak, ülkede kalmayı başarmış olmanın verdiği rahatlık ve şehri daha yakından tanımanın da sağladığı etkiyle peşi sıra konserlere gitmeye başladı. O dönem 3 megapiksel kameraya sahip bir dijital fotoğraf makinası satın aldı. Bir gün Blur’un, ertesi gün Missy Elliot’ın, sonraki gün de Peaches’ın konserine gittiği dönemde yanında hep bir fotoğraf makinası vardı. Onun söylemiyle “Sadece kendim için çektiğim ve yine çok iyi olmayan fotoğraflar.” biriktiriyordu. Burak, çektiği fotoğrafları beğenmemeyi sürdürse de müzikli anılarını kendisi için kaydetme eylemi çoktan hayatının bir parçası hâline gelmişti. Bu adı konmamış bir ilişkiydi sadece. Verilen emek ve beraberinde ortaya çıkanlar fazlasıyla yeterliydi. Charlie XCX, 17 yaşındayken Club Motherfucker sahnesinde. Yıl: 2009 | Fotoğraf: Burak Çıngı Kadrajda müzik var Çok geçmeden kendisine bir Canon makina ve 70-300mm bir lens alan Burak, HMV’de imza gününe gelen grupların kısa performanslarını çekmeye başladı. Aynı dönemde çokça gittiği Block Party ve Killers gibi grupların yolunun geçtiği Club Motherfucker’da sahne alan pek çok grubun fotoğraflarını çekti. Bu sayede Metronomy gibi yıldızı henüz parlamamış birçok projeyi kadrajına aldı. Bir gün Club Motherfucker’ın promoter ’lığını üstlenen arkadaşından Reading Festivali'ne gitmek için davet aldı. Festivalde DJ olarak sahne alacak arkadaşının teknik ekibinde yer alarak festivale giriş yapan Burak, yanında fotoğraf makinasını da götürmeyi ihmal etmedi. Sahne arkasında özgürce dolaşan Burak, aklındaki tek planı uygulama kararı aldı. Sahne önüne geçip festivale gelen diğer fotoğrafçıların arasına karışarak pek çok grubu fotoğrafladı. Festival sonrası ilk portfolyosu hazırdı. Çok geçmeden Supersweet isimli bir internet sitesi için konserler çekmeye başlayan Burak’ın ilk basılı fotoğrafları Artrocker dergisinde yer aldı: “İlk basılı işimdi. Tarifsiz bir duyguydu benim için. Şimdi o duyguyu çok yaşamıyorum tabii. Ancak hâlâ daha önce hiç yer almadığım tanınan yayınlarda fotoğraflarım basıldığında sevindiğim oluyor.” Savages, Reading Festival'de, enerjinin merkezinde. Yıl: 2016 | Fotoğraf: Burak Çıngı Her ne kadar Burak için müzik fotoğrafçılığı zamanının büyük bölümünü alsa da onu fotoğraf çekmeye yönelten tek şey içindeki müzik tutkusu oldu. Bu yüzden en başından bugüne kadar hep dinlemek istediği, merak ettiği grupların fotoğraflarını çeki: “Benim daha çok odaklandığım, görmek istediğim gruplar. Çektiğim fotoğraf daha çok benim için. Dergiler ya da gazeteler için değil.” Bu yüzden de büyük bir titizlikle yıllarını verdiği fotoğrafçılıktan para kazanması, yani profesyonelliğe geçişi de zaman aldı. Burada ona yol gösteren uzun yıllar birlikte çalıştığı Drowned In Sound’daki editörü oldu. Onun önerisiyle Redferns isimli fotoğraf ajansının bir parçası oldu ve profesyonel fotoğrafçılık kariyeri başladı. Madonna. Kraliçe. Yıl: 2012 | Fotoğraf: Burak Çıngı Kontrolsüzlüğün içinde kontrol Kontrolün fotoğrafçıda olmadığı, pek çok dinamiğin eş zamanlı ortaya çıktığı bir ortamda Burak’ın kadrajında neyi ön plana çıkarmak istediğini merak ettim. Cevabı çok netti: “İki şey var benim için. Birincisi duygusal ifade. İkincisi ışık. Mesela ışığın arkadan gelip de halo etkisiyle sanatçıyı çerçevelediği bir anı yakalayabilirsem o benim için süper bir kadraj. O çok hoşuma gidiyor. Eğer duygu ve o ışık bir araya gelirse fotoğraftan beklentim yüzde yüz karşılanıyor.” Tam zihnimde ihtimal hesapları yaparken Burak devam etti: “Kendi fotoğraflarım için çok eleştirel bir insanım. Çektiğim fotoğraflardan şimdiye kadar beğendiklerim iki elin parmaklarını geçmez.” Burak’ın fotoğraflarındaki kusursuzluk ve netlik arayışının beraberinde hayal kırıklıklarını getirebileceğini düşündüm. Önce iyi bir fotoğraf ortaya çıkarmak için elindeki imkânları sonuna kadar kullandığını anlattı ardından beklediğim şeyi söyledi: “Kapkaranlık bir ortamda iyi bir fotoğraf çıkarmak çok zor. Çekmeyi çok istediğim bir grup olduğunda ve kendimi böyle bir ortamda bulduğumda bu kötü bir his uyandırıyor ve hayal kırıklığı yaratıyor.” Ancak Burak performans fotoğrafçılığının ihtimaller arasındaki çekişmelerden ibaret olmadığının farkında. Denemeden istediği şeyi elde edemeyeceğinin daha çocukken öğrenmişti. Evet. Annesinin üst rafta sakladığı Minolta’ya sandalyelerin üstüne çıkarak erişmesi gibi. Tüm bunların yanında 2006 yılından beri sürdürdüğü fotoğrafçılık kariyerinde her seferinde minnet duyduğu bir his var. O da: “Orada olmanın verdiği başlı başına bir duygu var. Fotoğrafı çekme imkânımın olduğunu bilme hâli de diyebilirim. O an orada olabilme ve sevdiğim grubun fotoğraflarını çekebilme şansı çok değerli. Bunun yarattığı his de öyle.” Anna Calvi, Roundhouse'da. Yıl: 2019 | Fotoğraf: Burak Çıngı Esas olan ikililik Tam zamanlı fotoğrafçılık üzerine konuşurken Burak’ın eş zamanlı iki işinin olduğunu öğrendim. Müzik fotoğrafçılığındaki dengesiz gelir durumu ve ailesinden ona kalan ekonomik güvenceyi elinde tutma nasihatları sebebiyle Burak’ın gündüzleri hep başka bir işi oldu. Hayatta ikililik esastır. Eş parçalar olmasını istesek de gerçekte karşımıza çıkan hep iç içe geçen, birbirini tamamlayan ilişkilerdir. Burak için de öyle. Geceleri ışığın ona sağladığı ihtimaller havuzunda tutkusunu dışa vururken gündüzleri tanımlı verilerin ve bilindik sayısal oyunların izini takip etti. Nerede kalmıştık? Bir barda mı tanışmıştık? Hayır. O Londra’da, ben İstanbul’da. İki ayrı şehirde, üç saatlik farkla görüntülü bir konuşmadaydık. Burak için 2022'in en iyi konseri: Rina Sawayama | Fotoğraf: Burak Çıngı Takvim aralık ayı olunca 2022’ye geniş kadrajdan bakmadan konuşmayı sonlandırmak istemedim. Bu yıl neler dinlediğini sorduğumda şu sıralar elindeki CD’leri dijitale geçirmeye çalıştığını söyledi. Bu yüzden geçmişte sevdiği pek çok ismin albümlerini tekrar tekrar dinlediğini de ekledi. En son durağı Suede olmuş. Senelerce önce Burak’ın gönlünü İngiltere’ye kaptırmasına sebep olan gruplardan biri. Şaşırmadım. Güncel olarak da SZA’nın bu ay çıkardığı SOS albümüne kulak verdiğini söyledi. Bu yıl en çok Rina Sawayama konserlerinde çektiği fotoğraflardan memnun kalmış. Ayrıca PJ Harvey’in şiir okuma seansı da kendisi için 2022’deki en özel performans olmuş. İkimiz de evrene PJ Harvey’in bir an önce müziğe dönmesi talebimizi ileterek Ankara aktarmalı yolculuğun şimdilik sonuna geldik.

Aralık 26, 2022
·
Makale
Hayatın 35mm nabzı, anların büyülü gerçekliği: Mesut Adlin
Başlangıçlar: Aile, Beyoğlu ve bir tiyatro kulisi Mesut'la karşı karşıya oturduğumuzda her şeyi başına götürmek istiyorum. Elimde onun hakkında araştırma yaparken bulduğum birkaç paragraf var. Beyoğlu'ndan başlayan, ailesine dokunan ve çektiği fotoğraflarda gözlemlediğim estetiğe esin verdiğine benim de inandığım yönetmen isimlerinin yer aldığı bu paragrafları birer birer okuyorum ona: "Doğma büyüme bir Beyoğlulu olan Mesut Adlin çocukluğunun büyük bir kısmını babasının yatılı çalıştığı kıraathanede ve Beyoğlu'nun sonu gelmeyen yokuşlarında geçirdi." "Guy Maddin, Charlie Kaufmann, Kelly Reichradt ve Tsal Ming-Liang çektigi fotoğrafları ve bunların dünyaya geldiği lokasyonları en çok etkileyen isimler. Mesut'un sanatçı kimliğinin arkasındaki sevgi ve bağlılığın, her gün aynı hevesle onu Beyoğlu'nun pis sokaklarına aynı ve hiç azalmayan bir heyecanla çıkaran ilham ve şevkin arkasında bu isimler ve sinema sevgisi var." Bu paragrafları Mesut'un fotoğraflarıyla inşa ettiği görselliğinin gizemini çözmek, ürettiklerini bir "etkilenme ve sonuç" denklemiyle basitleştirmek niyetiyle okumuyorum. Diğer taraftan; Mesut'u insan olarak yakalayan, kişiselliğine ve yaşam deneyimine hitap eden mekân (sokak), hikâye (filmler) ve yaratıcı zihin (yönetmenler) ortaklıklarının fotoğrafa yaklaşımına, müzisyenlerle çalışma sürecine ve nihai yaratıcı tercihlerine yansımalarını keşfetmek istiyorum ve soruyorum: " Bana erken hayatın, Beyoğlulu olmanın, sokakta bulunmanın üzerine neler söylersin? " " Bunlar paylaşmaktan çekinmediğim, bir yandan da çok romantik gelen şeyler. [Erken hayatımın] fotoğrafla çok bir alakası olmasa da benimle var. " Bu, Mesut'un bana açtığı kişisel alanının; büyüteceğimiz eşsiz insani yakınlığın, ortaklığın ve samimiyetin ilk işaretleri. "Ev gibi bir hayatımız yoktu, babamın yanında büyüdüm. Babam da yatılı bir kıraathanede çalışıyordu. Aile hayatı içinde kendimi yük gibi hissedince 15-16 yaşında aileme rest çektim. Bir tiyatroda yatılı çalışmaya başladım. 16 yaşımdan 20 yaşıma kadar bir tiyatro kulisinde yaşadım. O da Levent Özdilek ve Nilüfer Bıyıklı'nın [BO] tiyatrosuydu. Işık ya da dekor kurarak geçti o zamanlarım." Holistic Tsunami. | Fotoğraf: Mesut Adlin Mesut; 16'sında, daha çocuk sayılabilecek bir yaşta, Beyoğlu'nun sokaklarından bir tiyatronun kulislerine transfer oldu. Tek başınalıkla çok erken tanıştı. Sıra dışı bir yer ve mahallede başlayan hayatı, bir o kadar sıra dışı bir gelişimle devam etti. Okumak gibi bir motivasyonu yoktu, bu fikir onu heyecanlandırmıyordu. "Okullu" olmak yerine "alaylı" olmayı tercih etti ve amatör bir tiyatro topluluğuna dahil oldu. Zira bir şeyden emindi: Sanatın bir şekilde içinde olmak, sokakla ilişkilenen geçmişinin ötesinde konumlanmak istiyordu. " Kendimi daha entellektüel bir yerden ifade etmek istedim. Kendime 'Sokakta, insanların sana "serseri" yakıştırmasını yapabileceği bir ortamın içinde büyüdün.' dedim ve sanatla uğraşmak için çok çabaladım. Çünkü kendimi en yakın burada [sanatın içinde] hissediyordum. " Rutinine sinemayı da sokan, filmlerle haşır neşir olarak kendine sakladığı yazılar, okumalar ve izlemeler de yapan Mesut, sanatın içindeydi artık. Önce tiyatroyu, sonra da sinemayı doğuran; kendisi başlı başına bir macera, yarınları da muamma olan hayatı, ona beklemediği bir anda bilinmezler ve potansiyellerle dolu bir kapı daha açtı. Mesut, bir telefon, sonra bir analog kamera ve 35mm filmlerle, kadrajına müzisyenleri aldığı bir fotoğrafçılık seyahatinin kıyısındaydı. Burkut Kum. | Fotoğraf: Mesut Adlin "Fotoğrafçı mıyım ki ben?" Sanatın içinde olmak istediğiden emin olan Mesut, sanatın onu nereye, nasıl ve ne için çağıracağını öngörmüyordu. Öyle ki " 2022 yılından önce fotoğrafla ilgili bir plan, fotoğraf üzerine bir şey inşa etmek yoktu aklımda. Hatta [2022'in] Mart'ı Nisan'ına kadar bile olmayabilir. " diyor Mesut. İlk fotoğraflarını ne bir analog ne de bir dijital kamerayla çekmemesinin, bunlar yerine bir telefon kullanmasının sebebi de bu. Mesut, kullandığı fotoğraf aracının ne olduğunun önemini yadsıyan bir anı paylaşıyor benimle. "Misafir" olarak gittiği bir promo setinde (BEGE & Reckol'un Feragât şarkısı çekimi) telefonla yaptığı çekimlerin profesyonel makinalardan çıkan fotoğrafların yerine tercih edildiğini; çektiklerinin promo fotoğrafları olarak seçildiğinden bahsediyor. Bunların sonradan adının etiketlenerek sosyal medya platformlarında paylaşılması onu aniden gelişen bir sorgulamanın içine de itmiş. Temennisi sinemacı olmak ve kendini sinemayla ifade etmek olan Mesut, gülerek "fotoğrafın kendisine dayatıldığını hissettiğinden" bahsediyor. Öte taraftan bu süreçte aklına düşen şu soru onun yakın geçmişinin ve ürettiklerinin yolculuğunu başlatan bir kurdele kesimi de oluyor: " Fotoğrafçı mıyım ki ben? " Bir analog kamera, 35mm filmler ve kadrajda müzik Mesut hâlâ fotoğrafçı olup olmadığını sorgularken kendini müziği kadrajlarken buldu. İlk adımlarını Holistic Tsunami, Reckol, Aga B ve Burakbey fotoğraflarıyla atarken elinde yine telefonu vardı. Artık iyice dolaşıma, anaakım gözlerin de radarına giren fotoğrafları ona yeni imkânların kapılarını açtı ve bir gün Güneş'ten konserine gelmesi için bir davet aldı. Telefonunu bırakarak yerine 35mm filmlerle analog bir makina kullanmaya başlaması da bu zamana denk geldi. Güneş, Mesut'un dahil olduğu ikinci konserinde ona " Analog çeksen olur mu? " diye sordu. Daha önce eline telefondan fazlasını almayan, fotoğrafın tekniğinden ve sanatın "literatüründen" uzak olan Mesut, arkadaşından ödünç aldığı bir kamerayla ilk analog çekimlerini daha geçtiğimiz haziranın başında, kadrajına Güneş'i alarak yaptı. Mesut'un ilk analog fotoğrafı, Haziran 2022. Kadrajda Güneş. Mesut'un birkaç ay öncesinde başlayan ve bugüne kadar devam ederek görselliğini tanımlayan analog makinayla fotoğraf yolculuğu; öngörmediği bir yakınlığı, benzersiz bir aidiyet hissini doğurdu: " Analogdan önce yaptığım her işte yabancılaşıyordum. Analogla tanışınca bir kan bağımız varmış gibi, kendimden bir şey bulmuşum gibi hissettim. Spiritüel bir şey oluştu aramızda. " Mesut'un analogla keşfettiği derinliğin yalnızca bir makinanın elde nasıl hissettirdiğiyle, günümüz fotoğrafçılığının hip' liğiyle ilgili olmadığına inanıyorum. Esasen, analog makinalardan çıkan fotoğrafların Mesut'un kişiselliğine çıkan bir patika açtığını, onun sanatsal ifadeselliğiyle buluştuğunu düşünüyorum. Analogla çektiklerinin ona nasıl hitap ettiğini sormamın sebebi de bu. Mesut, "fotoğraf profesyonellerinin" yaptığı teknik keşiflerin getirdiği heyecandan ziyade, hislerinin dünyasında yoldaş ve paydaş bulmuş bir insanın tutkusuyla cevap veriyor bana: " Çektiğim bir şeyi o an görmemek, ona ara vermek ve onunla birkaç gün sonra karşılaşmak... Analog bütünüyle karakterime uyan bir şey oldu. " Jakuzi kulisi. | Fotoğraf: Mesut Adlin Sinematik kadrajlar, kusurda bulunan güzellikler Mesut'un fotoğraflarında bir ortaklık aradığımda ve görselliğini bir çatı altında toplamaya çalıştığımda yaratıcı isim/isimler, sanatsal akımlar, teknik yol ve yöntemler düşünemiyorum. Aksine, onun kütüphanesini öne çıkan bazı sıfatlarla anlatmak daha doğru ve isabetli geliyor. Mesut, kadrajına müzisyenleri alsa da müzikle arası sıkı olmayan birisi. O en başta bir sinema tutkunu. Guy Maddin'in My Winnipeg 'inden Kelly Reichardt'ın Wendy and Lucy 'sine, Charlie Kaufman'ın Synedoche New York 'undan I'm Thinking of Enging Things 'ine konuşurken gözlerinin büyüdüğünü görebiliyor, tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyorum. Bunlar, Mesut'u çektiği fotoğrafların ötesinde var ediyor. Mesut'un ağırlıkla dışarıya çevrilen kadrajları, sterillikten uzak organik dekorları ve hikâyesi bir kareye sıkışamayıp sınırlarından taşan özneleri, onun görsel dünyasına "sinematik kadrajlardan" bakmamı sağlıyor. Bir tarafta Kaufman'ın "zihin içinde, bellekte" geçen dünyası, diğer tarafta Reichardt'ın göz önünde olmayan, çeperlerde yaşayan ve dışarıda var olan hayatları... Mesut'un hayatına, kişiselliğine ve kadrajına aldığı müzisyenlerle kurduğu ilişkiyi şekillendiren; deneyimlediği tek başınalığına, zamanında hissettiği derin çaresizliğine ve sokakta olmasına dokunan esinler bunlar. Ve onlar, Mesut'ın kafasının içinde, göğüs kafesinin altında var oluyorlar bütün ağırlıklarıyla. Kadrajda Kardelen. | Fotoğraf: Mesut Adlin Mesut'un fotoğraflarına bakınca aklıma gelen bir diğer sıfat da "kusur" oluyor. Kusur, yalnızca Mesut'un fotoğraflarını değil, onun yaratmaya olan yaklamışını da tanımlıyor. Dışarının, anların, hayatın bizatihi kendisinin getirdiği sayısız ihtimale sarılarak "sahici" olmak; kusurları kabullenmeyi ve sterilliğin mükemmeliyetçi doğasını kovalamamayı gerektiriyor. Mesut, fotoğraflarında beslediği ve büyüttüğü yıpranmışlığı, bulanıklığı, mekânların kaosunu, "eskinin nostaljisini" kusurların güzelliğine dönüştürüyor. Eksik olanın, bilinmezin, anların büyülü potansiyellerin vadettikleri, 35mm fotoğraf karelerinden oluşan başı ve sonu olmayan bir filme, belki de akıştaki yaşamın kendisine ışık tutuyor. "Herhangi bir şeyde; günlük hayatta karşılacağım bir insanda, izlediğim bir filmde, dinlediğim bir müzikte kusur denilen, formu bozuk olan bir şey beni çok cezbediyor. Mesut , henüz fotoğraf çektiği kariyerinin başında. Bir şekilde sanatın içinde olmak isteyen, her sanatsal denemesinde de kendinden ve hayatından aidiyetler hissedebileceği alanlar yaratan Mesut; teknik kabiliyetin hisle, plan yapmanın anların ihtimalleriyle, görünenin bilinmezle yer değiştirdiği bir keşif yolculuğunda daima. Geçmişin bagajı, sinemanın merkezliği, anlatılacak kare hikâyelerin sonsuzluğu Mesut'un zihninin labirentlerinde, kalbinin en derinlerinde büyüyor. Mesut'un bana tüm şeffaflığı ve içtenliğiyle açtığı içinin ritmi, hayatın 35mm fotoğraflarla atan nabzıyla eşleşiyor. Bana ve Mesut'un hikâyesine eşlik ettiğin için teşekkürler. Hoşçakalın .

Ocak 9, 2023
·
Makale
Hissiyatın peşinde, karanlığa düşen silüetlerin izinde: Cem Gültepe
Hatırlamak, seçerek unutmaktır. Fotoğrafçılık, seçili anların sanatıdır. Kendi içinde bir tepkidir. Karşılaşılan anlara verdiğim reaksiyonlar epeydir gündemimde. Tetikleyici mekanizmadan öte o tepkiyle baş başa kalmak meselem. Deney alanlarımın çoğu konserler. Önce duyguyu çağırmak. Sonra sayfa ucu kıvrılı anıyı bulup açmak. Görüntüleri, kokuyu, tatları, sesleri, bazen de sessizliği yavaş yavaş o sayfanın içine yerleştirmek. Finalde, kendi kendime uzanmak. Yaşadıklarıma çarparak tekrardan nefes almaya başlamak. Bu sayısız bir döngü. Hiçbiri birbirinin aynısı değil. O güne ait bir fotoğrafa bakmak da buna dahil. Aklıma hafızamın derinliğine düştüğüm ve ona karşı güvenimi kaybettiğim zamanlarda okuduğum Douwe Draaisma’nın Unutmanın Kitabı ’ndan not aldığım bu söz geldi: “Şayet anılarımız gerçekten dokunulmaz olsaydı ve en güvenli şekilde kaydedilseydi, anı nesnelerine gereksinim duymazdık. Anılarımızı besleyip büyütürken sonuca değil, o süreçteki sevgi ve bağlılığa bakmak gerekir.” Hikâyesine eşlik edeceğin Cem Gültepe de çektiği karelerde, daha doğrusu seçtiği anlarda tek bir görüntüyü düşünmeyen bir fotoğrafçı. Onun için hisler çok daha öncelikli. Fotoğraf, anları geri çağırmak ve duyguların arasında kalmak için bir araç. Hatırla zihinde kalan o fotoğrafı? Nefesin hızlandı mı? Kalp atışlarını duymaya başladın mı? Arkadan boğuk sesler gelmeye başladı mı? Evet doğru yerdesin. Başka söze gerek duymayan fotoğrafların sahibi Cem’le tanışmak üzeresin. Jon Bon Jovi, Türk Telekom Arena, 8 Temmuz 2011 | Fotoğraf: Cem Gültepe Coşku içinde sakinlik Çocukluğunun perdesini açmak istediğimde Cem’in bu bölümü hızlı geçmek istediğini fark ettim. Ailesinde müzikle ve fotoğrafla ilgilenen hiç kimsenin olmadığını bilmem yeterliydi onun için. Cem ilk konserine evden özgürce dışarı çıkabildiği zamanlarda, onun tabiriyle ergenlik dönemlerinde gitmeye başladı. 90’lı yılların ikinci yarısıydı. Çocukluk arkadaşı Serdar, sıkça gittikleri rock müzik konserlerinde hep yanında olandı. Kulağı daha çok gitar seslerindeydi. İlk dikkatini çeken şarkılar Cat Stevens’a aitti. Peşinden hemen Bon Jovi’nin de yerinin ayrı olduğunu ekledi. Hatta grubun These Days albümünü 90’lık kasete çektirdiği bilgisini verdi. Belli ki grubun '93 yılında İnönü Stadyumu’nda yarattığı etki Cem’i de içine aldı. Asıl buluşmaları da sırf konsere yetişmek için askerliği boyunca izin kullanmadığı, grubun 2011 yılında gerçekleşen ikinci ziyaretinde oldu. Bu sefer yanında olan başkasıydı. Cem’e konserlerde nasıl bir müzik dinleyicisi olduğunu sorduğumda “Sahnede olan biteni izlemeyi daha çok seviyorum.” diyerek genelde sakin kaldığını söyledi. Ancak Metallica konserinde deli gibi zıpladığı ayrıntısı vermeden de geçmedi. Onun izleme isteği ve tüm o coşku içindeki sakinliği, bugün çektiği fotoğraflardaki en değerli destekçisi. Kendi izinin peşinde Her ne kadar Cem ilk konserinden bu yana müziğin peşini bırakmamış olsa da çayır çayır çıkan gitar seslerini bir kenara koyup onun fotoğrafla tanışmasına eşlik etme vakti geldi. Cem, 2004-2005 yıllarında bir elektronik eşya satan markette çalıştı. Markette yazıcıların olduğu bölümden sorumluydu. Bir gün yazıcı markalarından biri olan Canon, Türkiye genelinde marketteki satıcıların performansını arttırmak için bir ödül puan sistemi başlattı. Sattığı ürün başına puanlar toplayan Cem, o dönem Canon’un en iyi kompakt fotoğraf makinasını almaya hak kazandı. O da hiç düşünmeden tercihini o makinadan yana kullandı. Leonard Cohen, Ülker Arena, 19 Eylül 2o12 | Fotoğraf: Cem Gültepe İlk başlarda sokak fotoğrafları çeken; bunun için Samatya’da, Çapa’da geziler yapan Cem, yavaş yavaş fotoğrafçılığa ilgi duymaya başladı. Ancak bir sorun vardı. O dönem fotoğrafçıların paylaşımlar yaptığı portallarda fotoğraflara hep bir hikâyenin de eşlik etmesi lazımdı. Cem’e göre fotoğrafların başka sözlere ihtiyacı yoktu. Fotoğraf en yalın hâliyle zaten hikâyenin karşılığıydı. O dönem benzerlerinin dışına çıkan Cem, bir süre makinasına hiç elini sürmedi. Gerekçesi çok netti: “Çünkü o ben değildim.” Cem’in kendine dair cümlelerinde asla tereddüt yok. Bugün olduğu yer de gelecekte ulaşmak istedikleri de gayet açık. Kendi izinin peşine düşünce geriye sadece önüne çıkan yolda ilerlemek kalır. Kadrajda müzik var Cem için kıvılcımın nerede ve ne zaman çaktığı belli değil. Fotoğrafla birlikte peşine düştüğü gerçeklik onu bir şekilde müziğe sürükledi. Hisler her zaman öncelikliydi. Buluşmanın yeri belli olmasa da vakti çoktan gelmişti: “Müzik zaten bir hissiyat işi. Sahnede olanlar ne kadar gerçek dışı olabilir ki? Çektiğim fotoğraflarda ortak bir hissiyat var. Garip bir şekilde en başından beri hep o hissiyatı sevdim. Bugün de aynı şeyi seviyorum. Hep onun peşindeyim. Sanatçıların hissiyatları, güçlü ifadeleri… Sadece yüzde değil, ellerinde ya da ayaklarında o bir ifade var. Onlar da hissiyatın bir parçası. Bu hissiyatı yakalamak konser fotoğrafçılığını sevme sebebim oldu.” Stefanie Callebaut (SX), Zorlu PSM, 20 Nisan 2017 | Fotoğraf: Cem Gültepe 2006 yılında eline fotoğraf makinası geçtikten birkaç yıl sonra konser fotoğrafları çekmeye başlayan Cem, bu ilgisini epey bir zaman ara yollardan sürdürmek zorunda kaldı. O dönem konserlere akreditasyon almak kolay değildi. Tek yol konserlere makinasını izin almadan sokmaktı. Aylık etkinlik duyurularını takip edip çekmek istediği isimleri seçerek hepsini tek tek fotoğrafladı. O dönem konser fotoğrafçılığından hiç para kazanmamasına rağmen kredi çekerek kendisine 70-200mm lens ve profesyonel bir fotoğraf makinası satın aldı. Ve tüm ekipmanını 2014 yılının Temmuz ayında İTÜ Stadyumu’nda gerçekleşen Metallica konserine izinsiz sokmayı başardı. Büyük isimler, eşsiz anlar Metallica konseri Cem’in fotoğrafçılık kariyeri için de bir kutlama, bir dönüm noktası oldu. Daha da önemlisi Cem için yapbozun bir parçası gibiydi. Bon Jovi ya da Metallica, hepsi kariyeri boyunca çekmek istediği büyük isimlerin, eşsiz anların hazırlığıydı onun adına. O gün İTÜ Stadyumu’na geldiğinde 15 farklı giriş kapısı olduğunu gördü. Gerisini Cem’den dinleyin: "Bütün kapıları izledim. Çok iyi hatırlıyorum 12 numaralı kapıda güvenlikten sorumlu bir tane kadın vardı. Güneşin altında saatlerdir çalışmaktan yorulmuştu. Ben de fotoğraf makinasını çantanın en dibine yoktum. Üstüne bir tane gömlek attım. Üstüne de iki tane pet şişe su koydum. İçeri su sokmak yasaktı. Dedim bu şimdi suları alır sonra da geç der. Tam da öyle oldu. İçeriye girdim. Sahne önü bilet almıştım. Çok erken gitmeme rağmen bir iki sıra geriden, insanların arasında kalarak konserin fotoğraflarını çektim.” James Hetfield (Metallica), İTÜ Stadyumu, 13 Temmuz 2014 | Fotoğraf: Cem Gültepe Beklenen oldu. Cem, 2014 yılında profesyonel olarak konser fotoğrafları çekmeye başladı. Ancak fotoğrafçılık hiçbir zaman tek işi olmadı. Hava kararınca beliren performans fotoğrafçılığıyla birlikte gündüzleri grafiker olarak çalıştı. Hâlâ da öyle. Önce tüm grafiker programlarını öğrendi. Ardından iki yılını matbaanın her bölümünde çalışarak geçirdi. Nedeni yine çok netti: “İşi ilk mutfağında öğrenmek istedim.” Demiştim. Cem’in kendine dair cümlelerinde asla tereddüt yok. Grafikerlik kariyeri vakti geldiğinde bir ajansa geçerek o dünyaların içinde devam etti. Ancak merkezinde her zaman fotoğrafçılık oldu. Yılda 500’e yakın performans çeken Cem, güne hep bir gece önce çektiği fotoğrafları düzenleyerek başladığı bir rutine sahp. Bunun nedeni: “Hemen görmek istiyorum çektiğim fotoğrafın ne olduğunu. O istek hep çok taze duruyor. Zaten çekerken ne olacağı zihnimde canlanıyor. İşte o hâlini görmek istiyorum.” Franz Ferdinand Zorlu PSM, 19 Haziran 2019 | Fotoğraf: Cem Gültepe İyi bir konser fotoğrafı Cem’le iyi bir konser fotoğrafının tanımını konuşmanın vakti geldi. Bu aynı zamanda onun fotoğraflarında oluşturduğu kimliğin de bir parçası demek. Üzerine uzun uzun konuşsak da iki şey ön plana çıktı. Yaşanmışlık ve hissiyat. Cem’e göre bir konser fotoğrafı, çekildiği anın içinden çıkıp canlılık veriyorsa ve bununla birlikte duyguları tetikliyorsa tamamdır. O, iyi bir konser fotoğrafıdır. İlk başlarda yüzlere odaklanan, hatta gözü kapalı fotoğrafları kenara ayıran Cem, hissiyatın peşine düştükçe sahnedeki performansçının farklı ifade anlarını, çeşitli duygu durumlarını keşfetti: “Zamanla detaylara girebilmeyi keşfettim. Ellerdeki, ayaklardaki ifadeleri görmeye başladım. Fotoğrafta ses olmadığı için sanatçı neyi ifade ediyorsa onu alıp fotoğrafın içine dahil etmek gerekiyor.” Tesseract, Zorlu PSM, 8 Temmuz 2019 | Fotoğraf: Cem Gültepe Cem için ideal açı, doğru kadrajlar ya da güçlü ışıklar yoktu. Peşinden gittiği hissiyat karşısına çıktığında çekilen fotoğraf, o an mevcut her şeyi ideal hâle getiriyordu. Yanlış diye kodlanan her şey, saniyelerin içine sıkışmış duygular sayesinde kendi gerçekliğini yaratıyordu. Bir başka deyişle kendi sözünü söylüyordu. Bu da zaten Cem’in en baştan beri aradığıydı. Bu farkındalık, Cem’in fotoğrafını çektiği gruplara ön hazırlık yapmamasını ve sahneden aldıklarına verdiği tepkiye güvenmesini sağladı. Bir de renksizliğin, yani siyah beyazın baskınlığını kabul etti: “Siyah beyaz fotoğraflar tam yaşanmışlığın karşıtı. Şimdi sen bir şeyi hatırlarken gözlerinin önüne görüntüler hep parça parça gelir. Ben de fotoğrafta netliği o yüzden çok sevmiyorum. Fotoğraf ne kadar netlikten uzaklaşırsa o kadar yaşanmışlık hissi veriyor. Bir de siyah beyaz olursa tam bir yaşanmışlık etkisi katıyor.” Nick Cave, Parkorman, 21 Ağustos 2022 | Fotoğraf: Cem Gültepe Konserden öte ruhani bir buluşma Konuyu bir şekilde geçtiğimiz yaz gerçekleşen Nick Cave & The Bad Seeds konserine getirdim. O günden bana kalanların arasında Cem’in çektiği fotoğraflar da var şüphesiz. Konser başlamadan paylaştığımız heyecana tekrar uğramak istedim. “O nasıl bir duygu yoğunluğuydu?” diyerek anlatmaya başlayan Cem’de konserin bıraktığı etki düşündüğümden de fazlaydı. Unutamadıklarından biri Nick Cave’in ölen oğlu için yazdığı ve “Keder, ardındaki parlak hayaletlerin izini sürer.” diyerek sözlerini açıkladığı Bright Horses şarkısını söylemek için öne geldiği anlar. Cem, Nick Cave’in şarkıyı söylerken gözlerinin üstüne bir perde indiğini ve etrafındaki kalabalığı asla görmediğini fark etti. Nick Cave’in kendisini zihninde canlanan silüetlere esir bıraktığı o anlarda Cem’in eli fotoğraf makinasına gitmedi: “Bu da bana kalsın diye düşündüm. Zaten çok iyi fotoğraflar çekecektim. Bir mahrem olarak görmedim ancak çok etkilendim.” Bugüne kadar yüzlerce konser çeken Cem, Nick Cave & The Bad Seeds konserinde ilk kez kalabalığın kendisine fotoğraf çekmek için yer verdiğini ve önlerine geçmesinden rahatsızlık duymadığını fark etti: “Herkesi tek bir yerde buluşturdu. O an ne yaptığın önemli değildi. Şarkı mı söylüyorsun? Fotoğraf mı çekiyorsun? Fark etmezdi. Herkes tek bir hissiyatta buluştu. Herkes bir bedende gibiydi.” Cem’in söylediklerine takılmamak elde değil. Konserin bende bıraktığı izler hâlâ çok taze. Cem’de yarattığı değişimse bir o kadar derin. Bu konserin onun fotoğrafçılığında bir dönemi kapattığı, hep hayalini kurduğu Mick Jagger, Rammstein, Radiohead gibi büyük isimlere bir adım daha yaklaştırdığı düşüncesinde. Bu hissiyatı hep yanında taşımak için bulduğu yolsa güne başlama alarmını The Weeping Song olarak seçmek oldu. Hiç fena fikir değil. Tabii ki Nick Cave’in vokali girmeden kapatmak şartıyla. James Carter, Zorlu PSM, 21 Ekim 2019 | Fotoğraf: Cem Gültepe Tamamlanmayan bir kitap Bugüne not düşmek istediğim bir konu daha var. O da Cem’le görüşmemiz sırasında konunun sıklıkla geldiği hayalindeki fotoğraf kitabı. Cem, şimdiye kadar verdiği tüm kararları, çektiği tüm fotoğrafları o kitap için yaptı. Belki öyle değil. Ancak sohbetimizden bana kalan bu oldu. Konser fotoğraflarını arşivlediği sabit diskin içinde kitap için ayırdığı fotoğrafların yer aldığı ayrı bir dosya da mevcut. İçinde epey bir fotoğraf olmasına, hatta tasarımı, yerleşimi ve çıkacağı yayınevinin belli olmasına rağmen Cem için kitap henüz basılmaya hazır değil. O kitap Cem için bir yandan tamamlanmamışlığın sembolü. Çekeceği büyük konserler ve müzik tarihine bırakacağı zamansız kareler için sonsuz bir motivasyon kaynağı. Bu yazıdan sonra o anı görmek benim için de ayrıca kıymetli. Cat Sevens & Chick Corea, Zorlu PSM, 12 Mayıs 2017 | Fotoğraf: Cem Gültepe Bir yazıyı sonlandırmak en zoru. Geriye duyguların ışık tuttuğu Cem’e ait bir silüet kalsın istedim. Bu yüzden son sözü ona bıraktım: “Fotoğraf makinası gibi bir nesnenin varlığına sinir oluyorum. Keşke zihnimizdeki anları direkt aktarabiliyor olsaydık. Konserlerde yakaladığım o hissiyat, makinanın hissiyatı değil. Zaten yapamaz bunu. O tamamen benim hissiyatım. Belki ifade etmekte zorlandığım duyguları fotoğraflarda buluyorum. Bu yüzden fotoğraf makinasıyla çekilmez gerçek fotoğraflar. O sadece var. O kadar.” Bizi buluşturan duyguların varlığına…

Ocak 23, 2023
·
Makale
Fotoğraf makinesinin gücü adına: Begüm Ars
I am the Pretty Guardian, who fights for Love and for Justice! I am Sailor Moon! And now in the name of the Moon, I'll punish you! Yukarıdaki sözleri hatırlar mısın? Senin için ne ifade ettiğinden habersiz olsam da benim unutmam pek mümkün değil. Genç bir kızın farklı galaksilerdeki düşmanlara nasıl kafa tutabileceği; dostluk, tutku, mücadele ve başarma azminin ne demek olduğunu 90’ların ikonik animesi Sailor Moon ’dan öğrendim diyebilirim. Şu an galaksilerarası savaşlara katılmıyorum ama yeryüzünde baş etmemiz gereken onca şey varken zaten lütfen sıra ona da gelmesin. Henüz sadece Tokyolu bir genç kızken Usagi’nin Sailor Moon savaşçı kimliğine dönüşümünü sağlayan şey bir broştu. O broşu eline aldıktan sonra; “Moon Prism Power, make up! (Ay’ın sihirli gücü, harekete geç!)” sözleriyle gücünü kazanıyor ve harekete geçiyordu. Clark Kent’in daha animetik bir şekilde Superman’e dönüşmesi gibi düşünebilirsin. Bunları paylaşma sebebim, onun için her şeyin başladığı noktayı konuşurken “Özellikle fotoğrafçılıkla bir ilgim yoktu; ama makinenin elimde olması bana bir güç verdi.” diyen Begüm’le seni tanıştırmak istemem. Bu sözler ve ilerleyen satırlarda izleyeceğin mücadeleci serüven bana Sailor Moon’u anımsatanlardı. Bugün 23 sezonluk bir animenin başrol kahramanı olan Begüm’ün, son birkaç sezona yön veren fotoğraf makinesi ve onunla çıktığı müziği kadrajlama yolculuğunu izleyeceğiz birlikte. Palmiyeler Müze Gazhane’de | Fotoğraf: Begüm Ars Perdeler Müze Gazhane'de açılıyor Gücünü makinesinden alan Begüm’ün istekli macerası genelde fotoğrafçılığa başlanan ilk kamera diye tarif ettiği ve kendisinin de açılış kurdelesi olan Nikon D3100’le başladı. Fakat pek çok konuda hepimizin takıldığı bir noktaya; erteleme hastalığına yakalandı. Fotoğraf çekmeyi iyice bilmesi, eğitim alması gerektiği önyargısı onu iki yıl boyunca makineyi kullanmamaya itti. Ta ki ilham perisi Palmiyeler bir şubat akşamı Müze Gazhane’yi ziyaret edene kadar. Makine üzerineki toz katmanı için veda vakti geldiğine karar veren Begüm, konseri bahane bilip fotoğraf makinesini eline almanın şahane oluşuyla yola koyuldu ve gün ışığı gibi hissettiren grubun fotoğraflarını çekip onlara gönderdi. Fotoğrafları kendisi beğenmese de ekip beğendi, bu da fotoğraflamaya devam etmesindeki ilk teşvik oldu. Karpuz kabuğu da aklına o zaman düştü: Bu işi yapmaya nasıl devam edebilirdi? İstediği ikiliyi bir arada bulmuştu: Hem dinleyen olarak müziğe duyduğu tutku hem de o zamana kadar içinde beslediği sahnede olma isteği. Enstrüman çalmayı denemişti ama olmamıştı, sahne sanatlarına ise yaklaşmamıştı. Evrende birilerinin konser fotoğrafladığını bilen ama bunun bir meslek olabileceğinin farkında olmayan Begüm sahnede kendine yer edinebileceği bir alan keşfederek kadrajında müzik olanları araştırdı. Al'York Müze Gazhane’de | Fotoğraf: Begüm Ars Gazhane’nin herkese açık konserleri onun için altın biletti. Saatler öncesinden sahnenin önünde kendine bir yer tutup Al'York, Eskiz, Korhan Futacı, Soft Analog gibi isimleri lensinden yakalayarak bolca pratik yaptı, kadrajını genişletti. Gece ve gündüz çekimlerinin farklı ihtiyaçları ona enstantane nedir diyafram nediri orada öğretti. Gazhane konserleri böylelikle Begüm için hem bir oyun alanı hem de her şeyin başladığı tılsımlı yer oldu: Aynı zamanda kafede çalışıyordum. İşten çıkıp yine fotoğraf çekmeye gittiğim günlerden birinde sahnede Peyk vardı. Pek çok kişi fotoğraf çekiyordu. Sonuçta belediye konseri, kimse bir şey demiyor. Bence müthiş bir fırsat. Konserde bir açı yakaladığımı düşünmüştüm ama o sırada önüme biri geçti. Arkamdaki kişi ona seslenerek ‘Çekil çekil, kız fotoğraf çekiyor’ dedi. Sonradan menajerleri olduğunu öğrendiğim arkamdaki kişi konser sonunda yanıma geldi ve çektiğim fotoğrafları ona göndermemi rica etti. Gönderdim tabii ama bence fotoğraflar çok kötüydü… Mailde de hatta çıkan sonuçtan memnun değilim ama başka bir konsere katılmayı çok isterim, yazdım. Amacım da vardı elbette; bir grupla olmak ve böylece daha fazla pratik yapmak. Sağ olsunlar kabul ettiler. Blind, KadıköySahne derken ben de böylece sektöre adım atmış oldum. Peyk Kalamış Yaz Festivali'nde | Fotoğraf: Begüm Ars Yaklaşık bir yıldır konser sakinlerine o anları yeniden yaşatan, orada olmayanlar içinse oradaymışçasına hissetmelerini sağlayan, Begüm’ün zamanında en büyük tutkusu motosikletlerdi. Tutkuları arasında yaşanan oyuncu değişikliğinin ardından yeni bir fotoğraf makinesiyle yola koyulmak için "çocuğum" diye seslendiği motorsikletini satması gerekti. Bunu duyduğumda suratımda beliren ifadeye karşılık “Sorun değil, yola hep birlikte çıkacağımız gün geri gelecek” dedi ve altına imzasına attı. Portfolyosunu bir yılda oluşturduğunu sohbetimizin devamında öğrendiğimde ne şaşkınlığımı ne de hayranlığımı gizleyebildim. Nasıl yapabildiğinin yanıtı ise oldukça açıktı: “Evet, kovalıyorum ben. Gitmeliyim her yere diyorum.” Aksiyon filmleri hızında, yürek heyecanlandıran bu kovalama hikâyesinin nedeni de bir o kadar belliydi: Sahnede olmanın cazibesi yanında en önemli motivasyonlarından biri elbette dinlediği müziği fotoğraflamaktı. Şu an kimse benim çok istediğim isimler için Begüm gel sen çek demeyecek. O yüzden onları benim kovalamam gerektiğini biliyorum. İyi bir yere gelmeme yardımcı olacak teknik elemanları aynı anda kafede çalışarak kendime sağlamaya çalışıyorum. Onların bana teklifle geldiği güne dek o teklifin bana gelmesi için çabalıyorum diyebilirim. Yoruluyorum fakat konser başladığı an benim için hepsi geride kalıyor. Madrigal İzmir'de | Fotoğraf: Begüm Ars Madrigal’le çalışan Burak Şimşek ayağını incittikten sonra, Burak’ın teklifiyle İzmir’deki konserin fotoğraflarını onun yerine çekme fırsatı yakaladı. Yine bir başka teklif üzerine Gökçe Coşkun’un sahnesinde kendine bir yer ayırdı. Begüm daha nice şansa yüzünü dönmeyen istekli bir fotoğrafçı. Gökçe Coşkun'un Babylon duyurusu | Fotoğraf: Begüm Ars Hayaller listesi Kadrajına hapsettiği fotoğraflardan birini Babylon afişlerinde görmek de fotoğraflama hayali kurduğu kişiler için hazırladığı listesine tik atmak da ona tarifi olmayan tatmin hissini yaşatan anlardı. “Listende kimler var?” sorusunu yöneltmemse elbette kaçınılmazdı. Begüm, kırmızı halı gibi uzayan; L'Impératrice, Parcels ve Khruangbin’in başı çektiği listede The Blaze ve Balthazar’ın yanına tik attığını paylaştı. L'Impératrice ve Parcels hariç listenin kalanını canlı dinleme şansı yakalamıştım. En etkilendiğim performanslardan birine imza atan The Blaze’i listede görmek ve Begüm’ün bu kuzen ikilisinin yanına tik atmış olması bu sefer hayranlığımdan değil, yalnızca bir DJ set up’ı etrafında geçen anları fotoğraflamanın nasıl olduğundan yana merakımı körükledi. Yerinde olsam benim de aynı yanıtı vereceğim bir şekilde, bir süre sonra kamerayı dinleyenlere çevirmenin daha renkli kapılar araladığını anlattı: Canlı performans da değildi. Az ışık ve o dönemdeki yetersiz ekipmanımla çok zor fotoğraf yakaladım. Ücret almadığım ve hem kendim hem portfolyom için gitmek istediğim etkinlikler olunca ekipman da kiralayamamıştım. Bir süre sonra dinleyenler arasına karıştım ve kendi anımı sahiplendim. Nasıl olsa hep aynı yerdeler ve hiçbir şey değişmiyor… Sonra döndüm müziğin yansımalarını çekmeye başladım çünkü sahneden daha fazla renk ve hareket barındırıyorlardı. O kısım daha keyifliydi benim için. Sonuçta The Blaze’i çektim, daha kaç farklı şekilde çekebilirdim ki? The Blaze Life Park'ta | Fotoğraf: Begüm Ars Kulis ve Balthazar Bu hikâye ne kadar kovalamalıysa bir o kadar da Begüm’ü önce Balthazar’ın DM kutusuna, oradan da kulisine götüren tırmalamalara yer ayırıyor. Death Note sayfalarına yazılmış güçte (sonu öyle olmasın) bir liste bu. Kulisten bahsetmeden, grup üyelerinden birine konsere katılıp çekim yapmak istediğimi yazdım. Herkes ‘Yaaa senin mesajını mı görecekler’ derken iki gün geçti ve onlardan ‘Begüm backstage'e katılmak ister misin?’ diye mail aldım. Dedim, tabii ki çok isterim. Asıl fotoğrafçıları Alex neden gelmedi diye sordum. Uçak korkusu olduğu için gelemediğini söylediler. Nasıl yani tek miyim dedim. Ve evet, kulisi çeken tek kişi ben oldum. Hatta 'Sorry Alex' diye bir video gönderdik ama beni hâlâ takip etmiyor. Bence bu yüzden. :) Balthazar Blind Fest'te | Fotoğraf: Begüm Ars I’m never gonna let you down again ’deki ipeksi gitar soloyu fotoğraflayacak kişi olmanın verdiği heyecan ve işini yapmaya çalışırken teknik ekiple yaşadığı zorluklara rağmen Begüm Balthazar’ı kadrajına alarak o gün orada hayalini gerçekleştirdi. Balthazar benim hayalimdeki gruplardan biriydi. Bana birçok kez ücret alıp almadığım soruldu. Hayır, almadım. Onun için değildi ki. Tatmin dediğimiz şeyden bahsediyoruz. Bir gün bu iş sadece deklanşöre basmaya, fabrikasyona döner mi diye korkuyorum ama biliyorum ki ben bunun için yapmıyorum. Begüm Balthazar kulisinde O gün sürpriz yumurtadan çıkan kulis aslında Begüm’ün ileriye dönük planları arasında. Kulise; sahnede ve sanalda gördüğü isimlerin daha yakın hâllerini fotoğraflamaya yoğunlaşmak istiyor: “Çektiğim fotoğrafları ne kadar iş olarak çeksem de hepsi benim için bir anı, hem de unutamayacağım türden. Dinlediğim, sevdiğim isimleri yakından tanıyabilmek ve fotoğraflarla desteklemek benim için muazzam bir kombinasyon.” Kalben Dorock XL Kadıköy'de | Fotoğraf: Begüm Ars Bir sefer Kalben’in cana yakın enerjisinin dört duvarı doldurduğu kuliste de bulundu ama Balthazar dâhil olmak üzere henüz arkada geçen anları hayalinde resmettiği şekilde yakalayamadığını paylaştı. Direkt ona poz verdikleri bir dünya hayali kuran Begüm’ün, yetişemediği için Elephanz’ın kulis fotoğraflarını kaçırmış olmasınaysa bir nazar boncuğu takmak isterim. Konser bittiğinde ikilinin peşinden koşup istediği bakışları yakaladığı fotoğraf ise çok anlamlı. Bu fotoğraf, işine kendini tümüyle vermek isteyen genç bir fotoğrafçının hayal çizgisinde kendine doğru bir yer bulduğunun kanıtı. Pes etmek mi? Asla. Sanatçıların yüksek platformlu kar küreleri Begüm için dünyanın en çekici yerleri olsa da konseri fotoğraflayan diğer arkadaşlarına rastlayabildiği; sahne ile dinleyenler arasındaki gitgelli koridoru da bir o kadar seviyor. Bir kare bile kaçırmaya gönlünün el vermediği anlarda kendisine güç veren makinesini indirmiyor. Keyfine bakıyor, dansını ediyor ve ekranını dolduracak anların peşinde olmayı sürdürüyor. Begüm için her şeyin en olması gerektiği hâl, işini sevdiği en pürüzsüz reçete bu. Büyük Ev Ablukada KüçükÇiftlik Park'ta | Fotoğraf: Begüm Ars Dinlediği isimleri kadrajına anı olarak yerleştirmenin Begüm’ün motivasyon pastasındaki en büyük dilime sahip olduğunu sen de ben de artık biliyoruz. Elbette pastadan sadece minik bir dilim aldığı sahnelerle de elinden tüm pastayı düşürdüğü günlerle de karşılaştı. Çatalıyla her katmanından ayrı bir zevk aldığı işinde yeri temizlemesine yardım edenler ve onu yeni bir pasta vitrininin önüne kol kola götürenler aynı sahneleri fotoğrafladığı konser arkadaşlarıydı. Kadrajına müziği alanlarla buluştuğumuz bu serinin sonunda öğrendiğim ve dinlemekten en mutlu olduğum sohbetlerden biri kendini bu işe adayanların birbirlerini kollama şekli oldu: Henüz yeni oluşumdandır belki ama dinlemediğim müziği fotoğraflamak benden çok uzak. Bir gün sevmediğim değil ama hiç dinlemediğim bir ismi çekmeye gitmiştim, konser benim için o kadar kötü geçti ki hatta sonrasında alacağım ücreti geri çevirdim. Ortaya çıkanları hiç beğenmemiştim. Tatmin olmadığım fotoğraflarla paramı kazanmak beni bu işten soğutan bir durum. Ne olursa olsun eğlendiğim ve keyif aldığım için yapıyorum. Karalar bağladığım, herhalde beceremiyorum ben bu işi dediğim gün Ogün (Oastabis), Levan, Ahmet Emre, Eda ve Seymen toplanıp kafeye geldiler. O gün; ‘Saçmalama, bu senin hatan değil, senin çekeceğin bir isim değil demek ki. Seni çağıranlar da portfolyona bakmadan bu teklifte bulunmuşlar. Bir dahaki sefere benzer bir iş geldiğinde ekipman kiralarız.’ demişlerdi. Ogün’ün ayrıca ‘Böyle durumların fotoğrafla arana girmesine izin verme.’ demesini de unutamam.

Mart 13, 2023
·
Makale