Kültür & Sanat

Kültür & sanat alanından öne çıkan hikâyeler.

10 Hikâye

Dönme Dolap #1: Yüklü Bir Miras

Ankara'ya ısındığınız "Dört Koldan Şehir" turlarının ardından kentin kültür mirasını adımlayacağınız, merak etmeyin bu defa daha az yürüyeceğiniz, çoğunlukla vaktinizi aynı küçük alanda dönüp durarak geçireceğiniz, dün ile bugün arasında ucu birbirine değen bağlar kuracağınız "Dönme Dolap" rotasının ilkinden merhaba. Bu rotada yüklü bir mirasın peşinde Ayrancı'da, Şili Meydanı'nda dönüp duracaksınız. Türkiye-Şili arasındaki dostluğun bir simgesi olarak inşa edilen Şili Meydanı ve Parkı'nda Şili'nin kurucu devlet başkanı Bernardo O’Higgins'in hatırasına yapılan anıt başlangıç noktanız olsun. Buna mukabil Şili'nin başkenti Santiago'da da bir Atatürk rölyefinin yer aldığını söylemeliyiz. Bulvardan döndüğünüzde yukarıda sağda Çankaya Sahne , aşağıda solda Siyah Beyaz , Güneş Sokak'tan girince Tatbikat Sahnesi ve Nurol Sanat Galerisi bu civarın kültür mirası durakları. Hangisinden başlayacağınızın, sıralamayı nasıl yapacağınızın kararı bu defa sizin. 1- Sinema, Disko, Gazino, Tiyatro: Çankaya Sahne #TiyatroKentiAnkara 1967 yılında bu bölgenin ilk sineması olarak açılan ve 1987 yılına kadar faaliyet gösteren Çankaya Sahne, Ankara'da neredeyse her semte bir sinema düşen yılların ürünü olsa da bugün burayı merkeze alan epeyce geniş bir alanda artık sinema salonu yok. Üstelik Mimar Nejat Tekelioğlu 'nun "apartman sinemaları"nın ünlü olduğu, apartman katında sinema salonlarının yer aldığı bir şehirden bahsediyoruz. Bölgedeki son sinema salonu, Nejat Tekelioğlu'nun Başkent Apartmanı'nda yer alan Kavaklıdere Sineması da geçtiğimiz günlerde kaybedildi. Yine de Ankaralı, umudunu koruyor. Zamana yenik düşen Ankara sinemalarına dair kapsamlı bir seri için, buradan . Çankaya Sineması, Milliyet Gazetesi, 12 Ekim 1970 (Kaynak: Ayrancım) Dönemin filmlerini göstermenin yanında oyunlara da sahne olan Çankaya Sineması kapandığında restoran, disko ve gazino olarak kullanıldıktan sonra 2019 yılında tiyatrocu ve seslendirme sanatçısı Mehmet Atay tarafından devralınarak tiyatroya çevrildi: "Bu mekanı bir sinema olarak yaratanlar ülkemizin yaşadığı krizlerin sanata da yansımasıyla hayallerinde bir süreklilik yaşayamadılar belki ama bin bir özenle inşa ettikleri mekanın duvarlarına, merdivenlerine sinmiş sözlerin, müzik eserlerinin, film karelerinin hafızalarda hep taze kalmasını istediklerinden olacak yine bir sanat merkezi olarak hayatına devam etmesine zemin hazırladılar. Yıllar sonra, Ankara’nın neredeyse adıyla birlikte anılacak bu kült mekanını, sanatsal bir enerjiyle buluşturmaktan gurur duyuyoruz. Yalnız yola çıktık ama bizi yalnız bırakmayacağınızdan eminiz." Ankara'da önemli bir mirasın koruyuculuğunu yapan Çankaya Sahne'de bir akşam bir oyun izleyin. Denk gelirseniz Mehmet Atay ve Mehmet Ali Nuroğlu 'nun muhteşem oyunculuklarıyla Diktat burada sahneleniyor, program için buradan . 2- Bar ve Galeri: Siyah Beyaz Bir mekan kaç farklı şekilde kullanılabilir? Çankaya Sineması'nın birden fazla işleve sahip olması gibi Siyah Beyaz da hem galeri hem de bir bar. Kültür sanatın kendine pek de sahip bulamadığı bir toplumda üretilen ara formüllerden birisi çok işlevlilik. Nitekim Siyah Beyaz'ın kurucusu Faruk Sade de 1980'lerde açtığı sanat galerisine kaynak yaratmak için barı devreye sokuyor. Burası Türkiye'nin en eski çağdaş sanat galerisi. Her şey ilk günkü gibi duruyor, yıllar boyu burada geçirilen güzel vakitlerin hafızalarda korunması gibi. İsmini aldığı siyah beyaz fotoğraflar duvarda, kimler gülümsüyor bu fotoğraflarda kendi gözünüzle görmelisiniz. Siyah Beyaz'ın Tuncel Kurtiz'li, Şevval Sam'lı, Nejat İşler'li, Derya Alabora'lı, Erkan Can'lı bir filmi de var. Ayrıca, Hayri Şengül'ün Dürtü sergisini görmek için de bu hafta son şansınız. 3- Tatbikat Sahnesi: 1940, 2013 #TiyatroKentiAnkara "Bu gençler, çok kıymetli ecnebi bir rejisörün elinde, bir minyatürü işliyen bir kuyumcu itinasile ve aynı zamanda bir baba şefkatile yetiştirilmişlerdir." Halid Fahri Ozansoy, 16 Mart 1946 tarihli Son Posta gazetesinde Tatbikat Tiyatro Topluluğu oyuncularından ve Carl Ebert 'ten böyle bahseder. 1940 yılında henüz Devlet Tiyatroları (DT) kurulmamışken, Tatbikat Sahnesi çağdaş tiyatro anlayışını topluma kazandırmak niyetiyle Ankara Devlet Konservatuvarı'na bağlı olarak kurulur. 9 sene faaliyet gösterdikten sonra DT'nin açılmasıyla beraber kapanır. Kapanışından 64 yıl sonra Erdal Beşikçioğlu, Güneş Sokak'ta bir tiyatro kurar ve ismini "Tatbikat Sahnesi" koyar. Çankaya Sahne gibi yeni Tatbikat Sahnesi'nin de taşıdığı bir miras vardır: çağdaş tiyatro idealini sürdürmek. Burada izlediğiniz oyunların çıkışında Erdal Beşikçioğlu ile karşılaşmanız yüksek ve güzel ihtimallerin dahilinde. Bilirsiniz ki "amirimin" ne zaman karşınıza çıkacağı hiç belli olmaz. 4- Nurol Sanat Galerisi Ankara'nın gizli zenginlikleri, sürprizleri sonsuzdur, tıpkı bir şehre ne kadar çok açıdan bakarsanız o kadar çok şeyle karşılaşacak olmanız gibi. Ankara'ya da bakışın birçok açısı vardır. Nurol Sanat Galerisi, Güneş Sokak 'ta ilerlerken karşınıza aniden çıkan, sokakla bağ kurmanız için size zaman tanıyan bir sanat mekanı. Sergiler, dinleti ve söyleşiler, kitap imza ve tanıtım günleri, konferans ve atölyeler düzenlenen galeri 20'nci yaşını doldurdu. Ahmet Müderrisoğlu'nun devam eden resim sergisini görmek için son bir haftanız, detaylar için buradan . 5- Civarı Deneyimleyin Bu mini turda acıktığınızda, bir şeyler içmek veya tatlı yemek istediğinizde gidebileceğiniz birçok mekan var. Bizim önerilerimiz kahvaltı için Kapı veya Let's Bake, kahve ve tatlı için Kuzgundokuz 'un meşhur çizkekleri, Let's Bake 'in her gün değişen menüsünün sürprizleri veya kaktüsle ünlenen bir kahveci olan Amelie's Garden . Akşam oyun çıkışlarında Şili Parkı'nın yamacına konuşlanan köfteciye de uğrayabilirsiniz.

Dönme Dolap #1: Yüklü Bir Miras

Ekim 23, 2022

·

Makale

Özel Tiyatrolar Dayanışması: Kooperatif Birliği Girişimi

Salgın döneminde kültür sanat faaliyetleri dijital ortamdaki buluşmalar haricinde neredeyse durdu. Yaşamını sanatla uğraşarak sürdüren yüzden fazla sanatçı yetersiz destek sonucu intihar etti, ülkemiz tiyatrosunda önemli rol oynayan özel tiyatrolar kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Çözüm için çeşitli oluşumların çalışmaları sürerken İstanbul çıkışlı Tiyatro Kooperatifi'nin önerisiyle sosyal kooperatif modelinde uzlaşıldı ve özel tiyatroların güçlendirilmesini, bu alandaki üretim ve uygulama süreçlerinin iyileştirilmesini ve dayanışma kültürünün geliştirilmesini amaçlayan Kooperatif Birliği Girişimi ortaya çıktı. İstanbul’dan Tiyatro Kooperatifi , Güneydoğu Anadolu bölgesinden Ahura Tiyatro Kooperatifi , Akdeniz Bölge Tiyatro Kooperatifi , İç Anadolu bölgesinden Ankara Tiyatro Kooperatifi , Ege Tiyatro Kooperatifi , Güney Marmara Tiyatro Kooperatifi ve Karadeniz Tiyatro Kooperatifi olmak üzere 7 sosyal kooperatiften oluşan birlik, önümüzdeki yıl resmi bir kooperatif birliği olmayı hedefliyor. Özel tiyatrolar için ayrı ayrı hareket etmektense bir araya gelerek güç birliği oluşturmak, oluşumun temel motivasyonu: "Sorunların çözümünü sadece belediye, bakanlık gibi devlet kurumlarında aramaktansa elbirliği ve dayanışma ile çözmek, bu çözümleri sağlayacak bağımsız bir kuruma duyulan ihtiyaçla kamu kurumları kapısında çözüm beklemektense çözümün parçası olan veya çözümün kendisi olan bir kurum." Oluşuma ön ayaklık eden ve İstanbul'da faaliyet gösteren Tiyatro Kooperatifi , özel tiyatroların sanatsal gelişimini desteklerken aynı zamanda onları ekonomik, sosyal ve hukuki açıdan güçlendirerek sürdürülebilir hale gelmelerini sağlamak için çalışıyor. Çeşitli proje, seminer, eğitim, kampanya ve çalıştaylarla başta ortakları olmak üzere Türkiye genelindeki özel tiyatrolar için "21. yüzyılda dünya standartlarında tiyatro yapabilme alanını tesis etmeyi" hedefliyor. Tüm bunları yaparken kamu kurumları, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları, özel sektör, akademi, ulusal ve uluslararası kültür kurumları ile iş birliği yaparak çözümü çok yönlü bir açıdan ele alıyor. Tiyatro Kooperatifi, Sivil Sesler Festivali kapsamında Ankara'da, festivalin "Güzellik Noktası"ndaydı. Özel tiyatroların pandemi sürecindeki sorunlarını yakından tanıyan ve şu sıralar yoğun bir gündemle çalışan Ankara Tiyatro Kooperatifi ise "Ankara ve İç Anadolu bölgesinde yer alan özel tiyatroların sorunlarına çözüm bulabilmek, ortak projeler yürütebilmek amacıyla 2021 yılı nisan ayında Ankara’ da yerleşik 10 özel tiyatro tarafından" kuruldu. Kurucu tiyatrolar Ankara Sanat Tiyatrosu, Aralık Sahne/Fareler Tiyatrosu, Çankaya Sahne, Gülüm Pekcan Dans Tiyatrosu, Kulis Sanat, Tiyatro Tam, Yakin Tiyatro, Şubat Yapım, Tiyatro 1112 Garaj ve Tiyatro Tempo. 2022 sonunda da Ankara’da yerleşik Ankara Yeni Sahne, Tiyatro Libra, Bambu Tiyatro, Boş Sahne, Düş Kapanı Sanat Merkezi, Mad Dans Tiyatrosu'nun katılımıyla ortak sayısını 16’ya çıkarmayı hedefliyor. Ankara'da özel tiyatro ve sahnelerin görünürlüğünü artırmak en önemli amaçlarından biri. #TiyatroKentiAnkara etiketiyle paylaşımlar yaparak Ankara'daki özel tiyatrolara etkinliklerinin duyurulması ve görünürlüğü bakımından karşılıksız destek verdiğimiz proje kapsamında Ankara ve İstanbul tiyatro kooperatifleriyle birlikteyiz. Heyecanımıza aynı heyecanla karşılık veren Tiyatro Kooperatifi'nden Fisun Eşki ve Ankara Tiyatro Kooperatifi'nden Öncü Alper'e teşekkürler. Faaliyetlerini yakından inceleyebilmek için buradan ve de buradan takip edebilirsiniz.

Özel Tiyatrolar Dayanışması: Kooperatif Birliği Girişimi

Ekim 23, 2022

·

Makale

Nisan 26, 2025

·

Hikaye

Neden Orhan Pamuk?

Böyle çok temel konularda "neden" sorusu sorulduğunda aklıma hep Cem Yılmaz'ın çok eski neden mizah videosu gelir. Orhan Pamuk için bu neden sorusunu sormak istedim ama en çok da kendime. Nobel iyidir kötüdür, verilme gerekçeleri şöyledir böyledir, evet olabilir. Ama her ne olursa olsun sonuçta büyük bir ödül olduğunu düşünüyorum hâlâ. Mesela bir okur olarak Annie Ernaux okumayacak mıyım, elbette hem de büyük bir merakla! O yüzden Orhan Pamuk'un bu ay ödül yine konuşulurken aklıma gelmesi kaçınılmaz oldu. Benim Orhan Pamuk ile tanışmam çok çok yeni. Onunla ilk kez 2020 yılında Beyaz Kale ile tanıştım. Hissettiklerimi bugün şu an bile çok net hatırlayabiliyorum. Çarpılmıştım, inanılmaz etkilenmiştim. Pamuk, 2006 yılında Nobel ödülünü kazanıyor ve ben -iyi bir okur olduğunu düşünen ben- onu 2020 yılında ilk kez okuyorum. Bu kadar etkilenme sebebim belki de buydu. Pamuk'a karşı nedenini hiç bilmediğim anlamsız bir önyargı taşıyordum. Ve sonradan düşündüğümde bunun en büyük sebebinin medya olduğunu fark ettim. 2005 yılında Pamuk hakkında büyük tartışmaların döndüğü zamanlar 17 yaşımdaydım. Zamanımın büyük bir kısmını Harry Potter okuyarak ve ders çalışarak geçiriyordum. O tarihlerde herhangi bir haberin içeriğine farklı açılardan bakma ya da teyit etme gibi bir alışkanlığımız olmadığı için gösterilen her şeyin tamamen doğru olduğuna dair bir güvenimiz vardı. Ve Orhan Pamuk sevgili medyamıza göre tuhaf biriydi. Ya da kötü. Sonra ödül kazandı. Onu kazanması da çok beğenilmedi. Yeterince kıymetli bulunmadı. Ve sonra da kitap satışları arttığı için her yerde onu görmeye başladık. Yani aynı anda hem çok popüler hem de "öcü" biri oldu, dış dünyadan zihinlerimizi işgal eden tüm haberlere göre. Böyle böyle yazara olan ilgim kendi bağımsız fikrim oluşamadan baltalanmış oldu. Yapılması gereken okuyup kendi fikirlerimi oluşturmaktı. Yapmadım. Uzak kalmayı, okumamayı tercih ettim. Ama bu özellikle yapılmış bir tercih değildi. 2020 yılında Beyaz Kale ile tanışmam da özellikle yapılmış bir seçim değildi. İlk kez okuyacağım için ilk yıllarında yazılmış ve görece az hacimli bir kitabıyla başlayayım diye düşündüm. Ve o da nesi! İlk tercihim olmayacak bir dönem, padişahlar ve Osmanlı İmparatorluğu hakkında neredeyse ilk kez kurgu bir şeyler okuyorum, bu okuduğuma bayılıyorum ve o şeyin yazarı Türkiye'den neredeyse aforoz edilmiş durumda? Bu anlamsız çelişkinin de beni çok etkilediğini hatırlıyorum. kaynak: oggito.com Orhan Pamuk'la serüvenim elbette Beyaz Kale ile sınırlı kalmadı. Herkes gibi ben de Kara Kitap' tan artık bağımsızlaşarak özerkliğini ilan eden " Boğazın Suları Çekildiği Zaman " bölümünü unutamayanlardanım. Bu romanı okuduktan sonra Orhan Pamuk için yapılan burjuva romancısı eleştirilerini anlamadığımı da söylemek isterim aslında. Bu eleştiri yersiz hatta komik; bana kalırsa Pamuk'un alametifarikası İstanbullu, varlıklı bir aileden geliyor olması ve bu yaşantıyı harika bir şekilde aktarabilmesi. Aklıma Yaşar Kemal ve ona sorulan bir soru geldi. Çok sevdiğim Kemal'in bir röportajından şu alıntıyı yapmak istiyorum. "Amerika’da katıldığım bir konferansta dinleyiciler arasından büyük bir yazar 'Neden hep Çukurova’yı yazıyorsun?' dedi. 'Ben sadece Çukurova’yı yazmıyorum ki' dedim. Durdum bekledim. 'Neyi yazıyorsun başka?' dedi. ' Hayır, Çukurova’yı yalnız ben yazmıyorum. Tolstoy yazıyor, Dostoyevski yazıyor .' Çukurova’sını yazmayan hiçbir yazar büyük romancı olamaz. Hatta ben yazarım diyorsa da, yazar değildir. Ben Çukurova’yı herkes kadar yazdım. Stendhal da kendi Çukurova’sını yazmıştır." Nişantaşı'nda doğup büyüyen ve kendisine dünyanın neresinde yaşamak isterdin diye sorulduğunda İstanbul diyen Orhan Pamuk elbette İstanbul hakkında yazacaktır. Ya da İstanbul'un varlıklı kesiminin hayatından bahsedecektir. Hatta iyi ki ve ne mutlu ki İstanbul'u böylesine güzel yazabilmektedir. Yazarlığa başladığında en popüler roman türünün köy romanı olduğunu ve şehir hakkında yazılmasının romandan sayılmadığını söylüyor Pamuk. Amerikalı eleştirmenlerin kendisi hakkında söylediği " nostalji küratörü " edasıyla İstanbul'u didik didik etmesinin -hem eski hem yeni hâliyle üstelik- paha biçilemez olduğunu düşünüyorum. Victor Hug o 'nun Sefiller'de Paris'in kanalizasyonlarını sayfalarca, uzun uzun anlatması ve Notre Dame'ın Kamburu'nda eski Paris'i, haritasını okurun bile çıkarabileceği kadar aktarması edebiyat dünyasında nasıl da eşsiz bulunur örneğin. Ya da hepimiz bir Rus kadar St. Petersburg 'a hakimiz. Birinin aynı şeyi İstanbul için yapmasından büyük bir haz duyuyorum. kaynak: www.lindiceonline.com Orhan Pamuk'la ilgili hoşuma giden başka bir şey ise açık sözlülükle edebiyatında kimlerden ve hangi eserlerden etkilendiğini söylüyor oluşu sanırım. Cevdet Bey ve Oğulları ile Thomas Mann'ın Buddenbrooklar romanı arasında çok ciddi benzerlikler olduğuna dair yorumlar ve eleştiriler görmüştüm okumadan önce. Bunun üzerine eserleri peş peşe okuyup kendi fikrimi edinmek istedim. Bir defa, ikisi de harika romanlar. Ve evet benzerlikler var. Hoşuma giden kısım ise şu; Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları'na 2010 yılında "Ülke, Aile, Roman" başlıklı bir sonsöz yazıyor. Sonsözde kendi inatçılığı yüzünden bu romanın çok az dile çevrildiğini söylüyor. " Buddenbrook' un tıpkı Anna Karenina gibi romanıma örneklik ettiğini okura hatırlatmak için yazıyorum. Ama benim romanım, Mann'ın romanı gibi yalnızca bir ailenin değil, tıpkı Anna Karenina gibi doğrudan bütün bir toplumun resmi olma amacını da taşıyordu. Bu yüzden romanıma Ankara'da geçen bölümler de ekledim. 'Anna Karenina'da Petersburg ve Moskova ve hatta köy sahneleri olduğu gibi, benim romanımın da hem İstanbul'da hem Ankara'da hem de Kemah'ta geçen sahneleri var!' diye çocukça düşündüğümü hatırlıyorum... Avrupa'nın ' aile romanı ' dediği şeyi taklit ettiği ve tabii ilk romanım olduğu için bende belli belirsiz bir utanma duygusu uyandıran Cevdet Bey ve Oğulları'nın en içten ve doğru yanının; Ankara'nın askerlerini, devletin ezici ve hoşgörüsüz güçlerini İstanbul'daki günlük hayatta karanlık ve korkutucu bir duygu olarak hissetmek olduğunu düşünüyorum şimdi."

Neden Orhan Pamuk?

Ekim 25, 2022

·

Makale

Hayatı ve Romancılığı

Varlıklı ve şehirli bir ailede dünyaya gelip, Nişantaşı'nda ailesine ait Pamuk Apartmanı'nda yaşadığı, çok okuyan hatta yazar olmak isteyen bir babası olduğunu Nobel konuşması Babamın Bavulu sayesinde aslında tüm dünya biliyor artık. "1952'de İstanbul'da doğdunuz. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Yüksokulu'nu bitirdiniz. Ve roman yazdınız." Doğan Hızlan, 1986 tarihli röportajında Orhan Pamuk'un hayatını bu üç cümle ile özetliyor. Gazetecilikten önce bir süre mimarlık okuyor Pamuk ancak okulu bırakıyor. Aslında en büyük hayali ressam olmakmış. Hatta 40 yaşından sonra bu hayaline geri döndüğünü de söylüyor. Gazetecilik bölümünü bitirdikten sonra yazar olmak istediğine karar veriyor ve 23 yaşından itibaren röportajlarında sürekli bahsettiği odasına ve yazı masasına kapanıyor. Böylece ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları'nı 26 yaşında tamamlıyor . Bu romanının Orhan Kemal Roman Armağanı kazanması ile Orhan Pamuk herkesin hayatına girmiş oluyor. "Gençliğimde ressam olmak istemiştim, herkes biliyor artık bunu. Sonra romancı oldum. Ama içimdeki ressam hâlâ yaşıyor. Hâlâ tutkuyla resim yapıyorum. Veba Geceleri ’ne başlamamın ikinci yılında kelimelerle anlattığım dünyayı resmetmek de istedim." Orhan Pamuk kendini mükemmeliyetçi biri olarak tanımlıyor ve romancılığında da böyle olduğunu söylüyor. Gençliğinde tüm işi odasına kapanıp, günlük rutinleriyle beraber sadece ve sadece yazı yazmak olan birinden bahsediyoruz. İş olarak, gelecek olarak, hayal olarak her yönüyle tüm hayatını bu amaca vakfediyor. 28'lerinde eşi dostu " E e neler yapıyorsun? " diye sorduğunda "Hiçbir şey, evde roman yazıyorum. " demenin ne kadar zor olduğunu anlatıyor. Hayatı kaçırıp kaçırmadığını da soranlar oluyor ara sıra. Bunu da çok düşünmüş. En sonunda oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk mutsuz olur mu ya da hayatı kaçırdığını düşünür mü diye kendisine sorarak cevaplıyor: Hayır! " Ben planlı bir romancıyım, mühendis ailesinden geliyorum . Her şeyi planlarım, matematiksel olarak sayarım. Bu bölüm kaç sayfa olacak, ortalama bölüm kaç sayfa olacak, şu kahraman kaç bölümde çıkacak? Ya da bir romanın mimari yapısı... En sonda göreceğimiz manzaradan bir şeyler göstermek. Bir kitabın hikâyesini ana hatlarıyla oluşturmadan işe girişmek istemem...Benim için yeni bir romana başlamanın ilk adımı bu yeni romanı yazabilecek yeni bir insana dönüşmek. Bunun için de ilk iş, kütüphanemdeki kitapların yerlerini değiştirerek kendimi hazırlamak. Kitap bitmeye doğru, bütün kitaplarımda böyle olmuştur, kafam kendiliğinden yeni yazacağım romanı düşünmeye başlar..." kaynak: t24.com.tr Kitabının teması ne ise ya da hangi konulara değinecekse roman yazacağı yerdeki kütüphanesini baştan aşağı değiştirip bu konuya ilişkin elindeki kitaplarla kütüphanesini oluşturmadan işe koyulmuyor Orhan Pamuk. Ve ne yazacaksa dolma kalemi ile, el ile yazıyor. En başından beri ve hâlâ. " 48 yıldır yazıyorum ve 48 yıldır elle yazıyorum . " Sonra o el yazılarını yayınevi dizgicileri bilgisayar ortamına geçiriyor ve son kontrol tekrar yapılıyor. Bir dönem ilk yayınevi İletişim Yayınları iken Orhan Pamuk; Hüsnü Abbas ile çalışır ve zor okunduğu söylenen el yazısını okuyabilen, bir anlamda her şeyi olan bu kişiyi Nobel ödül törenine dahi davet eder. " En okunmaz yazımı okur ve çok büyük süratle yazar. Bazen ben yazmasam bile onun romanı iyi yazdığını hayal ederim... ” dediği bile olmuş Pamuk'un. Masumiyet Müzesi ilk taslak. (kaynak: twitter/gafebesi) "Terbiye edilmiş bir makine gibi yazının başına geçerim. Bazı törencikler, bazı kurallar, ezberlenmiş alışkanlıklar beni disipline eder. Okurlarım hep 'Nasıl iyi yazılır?' diye sorarlar. Benim buna cevabım şudur: Yazarlık çok disiplinli bir iştir. Yüzlerce kuralınız olacak. Bunlar sizi çalışmaya itecek. Geleceksin. Kahveni yapacaksın. Ve küçük törencikler başlayacak. Neler onlar? Masa üzerinde kahven, küçük kağıtların, yapılması gereken işlerin olur. Telefonu kaparsın, kendi kendine volta atarsın. Masanda oturursun. Seni çalışmaya zorlayacak şeyleri yaptıkça mutlu olursun. Onların mutluluk olduğuna inanırsın. Bu bağlamda disiplin ya da kurallar dışardan bakıldığında saçma gibi görünür ama aslında o törenlerden çok, o törenlere boyun eğmek önemlidir. Yazarlıkta da benim dışarıdan saçma gözükebilecek törenlerim, alışkanlıklarım aslında beni bütün gün, sayfaya boyun eğmeye, yazıya hürmete sevk eder." Orhan Pamuk edebiyatının postmodern bir edebiyat olması ile açıkçası çok ilgilenmiyorum. Güncel edebiyatta bazen sırf postmodern olmak için içerikten daha çok yazım tarzına, kurmaca şekline eğilen metinler gördüğümde bu durumdan soğuyorum. Ama Orhan Pamuk yazınında bu zaten yok. Evet arada okura kendini gösteriyor, anlatıcı yer değiştirebiliyor, bunun bir kurgu olduğunu hissettiriyor ama bunu yapabilmiş olduğu için yaptığını düşünmüyorum. Aksine bunu o kadar iyi yapabiliyor ki tekniğinin çok iyi olmasının yanında içeriği de doludizgin bir anlatıma sahip oluyor. Kendisi de tarzında Bertolt Brecht etkisi olduğunu söylüyor. kaynak: söylentidergi.com Hemen her romanı için geri planda çok uzun süreler düşündüğünü söylüyor Pamuk. Mesela Veba Geceleri'ni 40 yıldır düşündüğünü, düşündükçe bu hayalî yerin haritasını çizmeye karar verdiğini, Masumiyet Müzesi'ni yazarken daha başından itibaren müze planının olduğunu söylüyor. Mesela Füsun'un elbiseleri hakkında hiç yazmamış - ta ki ona göre elbise bulana kadar. Eşyalar müzede olacağı için önce kendisi sahte olarak yaratıp bulmaya çalışmak yerine objeyi bulup öyle yazmak ve yıllarca bunun için uğraşmakla geçirmiş Masumiyet Müzesi yazım sürecini. Bu da 10 yıl sürmüş. Bu yazıda sınırsızca Orhan Pamuk övmüşüm gibi oldu. Ancak belirtmeliyim ki tüm külliyatını henüz okumuş değilim. Örneğin Veba Geceleri'nin klasik Orhan Pamuk edebiyatının iyi bir örneği olmadığı söyleniyor. Yazmak istedim; bir eserini okuduktan sonra tekrar okumam sanırım dediğim yazarlardan olmadığı ve tüm eserlerini okuma konusunda bende heves uyandırdığı için. Neden Orhan Pamuk sorusunu kendime sorarken aslında yola çıkış noktalarımdan biri de buydu.

Hayatı ve Romancılığı

Ekim 25, 2022

·

Makale

Mutlu olmak zorunda mıyız?

Mutluluk, felsefi düzlemde Sokrates’e kadar uzanan bir konsept. Herkesin ulaşmaya çabaladığı bir hedef olduğu hususunda kuşkuya hiç yer yok. Kimileri için insanlığın başlıca arayışı, kimileri için de kesintisiz biçimde deneyimlenmesi imkânsız bir duygu durumu. Bütünüyle politik bir kavram olarak değerlendirenler de var, kişisel bir deneyimden ibaret görenler de. Ancak moderniteden sonra kolektif mutluluk imkânının soruşturulduğu büyük çaplı denemeleri çoktan terk ettik gibi görünüyor. Mark Fisher’ın deyişiyle büyük bir “zihinsel sağlık vebasının” yaşandığı bir çağda, mutluluk giderek takıntılı bir kişisel kurtuluş serüveninin bir parçası hâline gelmiş durumda. Kişisel gelişim endüstrisinin devasa büyüme oranları bu takıntının boyutlarını açıkça gösteriyor. Yalıtılmış bir mutluluk anlayışı Kolektif mutluluk anlayışı yerini atomize edilmiş bireylerin beyhude mücadelesine bıraktığından beri mutluluğun yaygın algılanma biçimi de bazı dönüşümler geçirdi. Yazar William Davies’in de Mutluluk Endüstrisi kitabında belirttiği gibi artık bir “mutluluk endüstrisinin” ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu endüstrinin insanlığa sunduğu mutluluk anlayışında maddi koşullardan bağımsız “içsel bir yolculuk” öne çıkıyor, hatta kutsanıyor. Bu devasa endüstri, kişilere yapması ve hissetmesi gerekenleri paketlenmiş hâlde sunup hızlı bir sonuca ulaşabilecekleri seçenekler sunuyor. Kişisel gelişim endüstrisi 2022’de 13 milyar dolarlık bir büyüme gerçekleştirdi. Bu tutarın 2030’a kadar yaklaşık 10 kat daha büyümesi bekleniyor . Yaşam koçluğu, wellness ve mindfulness gibi seçenekler mutluluk fikrini bütünüyle kişisel kurtuluş hikâyesine dönüştürmüş durumda. Mutsuzluk ya da kaygı gibi fazlasıyla olağan duygular artık neredeyse bir günah gibi görülmeye başladı. Nitekim yurtdışındaki şirketlerde üretkenliği artırması açısından mutluluk yöneticisi gibi pozisyonların varlığı da bu sürecin çıktılarından sayılabilir. Suçluluk hissi Mutluluğun bireysel sorumluluklar üzerinden değerlendirilmesi onu ahlaki bir seçime indirgiyor, bu algılama biçimi de olumsuz hislerin suçlulukla ilişkilenmesine neden olabiliyor. Depresyon ve anksiyetenin giderek yaygınlaştığı bir kültürel ortamda bu çerçevenin beraberinde getirdiği bazı riskler söz konusu. Bireyin içinde bulunduğu daimi suçluluk hâli mutluluğu takıntı hâline getiren ve herkesi diken üstünde yaşamaya sevk eden umutsuz bir çabayı beraberinde getiriyor. Bu noktada, neden depresyon ya da anksiyetenin bu kadar insanı ele geçirdiği sorusunu sormak yerine, maddi koşuları göz ardı eden ve kişinin kendini suçlamasıyla devam eden yeni bir perspektif ortaya çıkıyor. Mutluluk takıntısı Kişisel mutluluğa dair “fetiş” sayılabilecek takıntı, bir noktadan sonra kötü hissetmenin günah sayılabileceği bir duygu durumuna evrilebiliyor. Hâl böyle olunca belki de politik, maddi ve toplumsal pratiklerin sonucu olan duygusal reaksiyonlar kişinin kendini yetersiz hissetmesiyle, çarpık bir algılama biçiminin hakimiyetiyle sonuçlanabiliyor. Kötü hissetmeyi, bazen surat asmayı, hatta en geniş hâliyle mutsuz olmayı “başarısızlık” gibi tanımsız kriterlerle değerlendirmemek gerekiyor. Ayrıca sürekli iyi hissetmemiz gerektiği yönündeki ahir zaman buyruklarının gerçekdışılığını da fark etmek gerekiyor. Ruth Whippman, Vox’ta yazdığı makalede Amerikan tarzı mutluluk takıntısının giderek artan mental rahatsızlıkla ilgili olabileceğini söylüyor. Whippman, Berkeley Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, mutluluğa daha fazla değer atfeden katılımcıların ironik biçimde daha az mutlu olduklarını, hatta depresyon belirtilerini gösterme olasılıklarının arttığından bahsediyor. Yine aynı araştırmacılar tarafından yapılan bir başka çalışmada da bir gruba önce mutluluğun önemi hakkında bir makale okutuluyor, daha sonra “mutlu” bir film izletiliyor. Bir başka gruba herhangi bir makale okutmadan sadece filmi izlemeleri söyleniyor. Sonraki süreçte katılımcılar duygularını aktarırken makaleyi okumayan grubun, okuyanlardan daha mutlu bakışa sahip oldukları görülüyor. Mutluluğu bir zorunluluk olarak değerlendirmenin getirdiği baskıcı ruh hâli, tam tersi duygusal reaksiyonlar göstermeye neden olabiliyor. İnsanın fazla değer atfettiği şeyler karşısında daha kırılgan hâle gelebilecek bir varlık olduğunu unutmamak gerekiyor. Mutluluğu hayatın içindeki deneyimlerden ayrı, her koşuldan yalıtılmış bir nihai hedef olarak değerlendirmenin sakıncalarını unutmamalıyız. Haz arayışının ötesinde William Davies’in Mutluluk Endüstrisi kitabında bahsettiği gibi, mutluluk endüstrisinin unuttuğu şey mutluluğun toplumsal süreçlerden ve ilişkilerden ayrıştırılamaz bir konsept olması. Maddi ve sosyal pratiklerden azade, kendini gerçekleştirme ve nihai zevki bulma gibi bir deneyimin illüzyondan ibaret olduğunu kendimize hatırlatmamız gerekiyor. Bu düzlemde, Aristoteles’in mutluluğu haz arayışından ayrı bir şey olarak düşündüğünü belirtmek gerek . Haz arayışı çeşitli zamanlarda kişisel bir tatmin hissiyle gerçekleşse de, mutluluk yalnız ve izole bir biçimde gerçekleştirilemez. Mutluluğun bir dayatma hâline geldiği bir dünyanın sıkıcılığı bir tarafa, kendi biricikliğimize sıkışıp kalmaktan fazlasına ihtiyacımız var. Kendimize ve çevremize dair sahici fikirler edinmek için öncelikle kolektif kaygıların kaynaklarını daha iyi anlama seçeneğine de başvurabiliriz. Bunun için de öncelikle kendimizi suçlamaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Mutluluğu hayatımızın merkezine yerleştirmeyi bir zorunluluğa dönüştüren anlayış, aynı zamanda bizi başkalarına karşı köreltebilir ve yakınlarımız için kaygılanamaz hâle getirebilir. Dahası, kendi kaygılarımızın kaynaklarına bakışımızı çarpıtıp, çözümlenmesi çok daha zahmetli mental sorunlara yol açabilir.

Mutlu olmak zorunda mıyız?

Ekim 25, 2022

·

Makale

Men I Trust’la bulutların üstünde

2016 yılından beri bir üçlü olarak yoluna devam eden Men I Trust, son iki albümüyle pop müziğinin hülyalı, müşfik ve hipnotik tonlarıyla münzevi mahremiyet odalarından sesleniyor. Grubun 2019 tarihli 24 şarkıdan (İki, hatta üç albümlük bir sayı!) oluşan Oncle Jazz ’la yakaladıkları uluslararası başarı, albümün hayli uzun süresine rağmen pürüzsüzce akan, neredeyse yekpare bir şarkı gibi hissettiren bütüncüllüğünde saklıydı. Pandemi izolasyonunda yazılmış şarkılardan bir araya gelen ve 2021’de yayımlanan Untourable Album ’le grup, dingin pop müziklerini kelimenin tam anlamıyla Jessy, Dragos ve Emma’nın bedroom ’larına sıkıştırdı, ortaya birbirinden içten 13 şarkı çıkardı. Bu akşam MIX Festival’le Zorlu PSM’de izleyeceğimiz grup, Men I Trust’ın ikiliden üçlüye dönüşme hikâyelerini, müzik üretimi ve dağıtımı süreçlerinde benimsedikleri “kendin yap” etosunu, adıyla taban tabana zıt olan Untourable Album ’lerinin turnesini Duende’ye anlattı. Men I Trust bir ikili projesi olarak 2014 yılında kuruldu. Ancak Emmanuelle Proulx’nun vokallerde olduğu Men I Trust, tekli ve albümler kaydetmeye iki yıl sonra başladı. Emmanuelle’in ekibe katılmasından sonra grubun müziğinin nasıl değiştiğini düşünüyorsunuz? Emma’nın aramıza katılışıyla müziğimiz kesinlikle bir dönüşüm yaşadı. 2014 yılında Jessy ve Dragos ikilisi bir şarkı yazmak için bir araya geldi, ancak o bir şarkılık birliktelik tastamam bir albüme evrildi. 2015 yazında üçümüz (Jessy, Dragos ve Emma) hâlihazırdaki üçlü Men I Trust’ı oluşturduk. Bu, müziğimizi kemikleştirmemize ve canlı performanslarımızı daha da geliştirmemize çok yardımcı oldu. Kalıcı grup üyelerine sahip olmak birbirimizi derinden tanımamızı, doğaçlama provalarımızın ve şarkı yazım sürecimizin iyice doğal olmasını sağladı. Projemizin yıllar içinde olgunlaştığını görmek harikulade bir heyecan. Emmanuelle Proulx | Kaynak: Zorlu PSM Özellikle son uzunçalarınız Untourable Album için geçerli olmak üzere; müziğinizi bestelerken ve onu hayranlarınıza ve yeni bir dinleyici kitlesine ulaştırırken “Kendin Yap” yaklaşımını benimsiyorsunuz. Kendin Yap etosunuzun yaratıcılığınızı nasıl beslediğini söylersiniz? "Kendin Yap" yaklaşımımız, projemizin büyümesine yardımcı olmaya hevesli hiçbir plak şirketi olmamasından ötürü bir gereklilik olarak ortaya çıktı. Müzik yayım sürecini yönetmeyi öğrenmek zorunda kaldık ve nihayetinde bu sürece iyice alıştık. Yaratıcılık anlamında bize bağlı bir zaman akışının olması muhteşem bir şey. Ne zaman bir kayıt bitirsek bunu dünyaya hemen sunabiliyoruz. Herhangi bir halkla ilişkiler stratejimiz ya da planımız yok; müziğimizi hemen sosyal medya hesaplarımızda ve müzik platformlarında yayımlıyoruz ve bu sayede yayın öncesi sürecin getirdiği gecikmeden kaçınabiliyoruz. Şarkılarımız dinlemeye açıldığında müziğimiz bizim kulaklarımıza da yeni geliyor, bu sayede ürettiklerimizi dinleyicilerimize benzer bir şekilde takdir edebiliyoruz. Bizim için müzik yayın sürecinin en heyecan verici ve değerli kısmı da bu. Men I Trust sahnede | Kaynak: Zorlu PSM Son uzunçalarınız Untourable Album ’un ismi, albüm için çıktığınız uzun soluklu turneyi düşündüğümüzde kulağa ironik geliyor. Untourable Album ’u COVID-19 pandemisinden dolayı turlayamayacağınızı düşünerek bir ev inzivasında tamamladığınızı göz önünde bulundurduğumuzda, albüme dair algınızın turne sırasında ya da sonrasında değiştiğinden bahsedebilir miyiz? Albümü turlayabildiğimiz için tabii ki çok minnettarız. Öte taraftan, turneden sonra albüme dair algımızın pek de değiştiğinizi söyleyemeyiz. Albümde yüksek enerjili anlara eşlik eden hayli mahrem kısımlar olduğu konusunda haklısınız. Yine de Untourable Album ’le gurur duyuyoruz ve albümü çalarken orijinal hâline (tonlarıyla, melodileriyle vs.) mümkün olduğunca sadık kalmaya çalışıyoruz. Doğaçlamaya ve sololara alan açmak için albümden birkaç şarkı üzerinde canlı denemeler yapmak istedik, ancak bu Untourable Album ’e dair hissettiklerimizi değiştirmedi. Bu yazın başında YouTube kanalınızda Music Documentary 2022 adında bir video yayımladınız. Başlığın imlediğinin aksine, video Jessy Caron’ı ABD, Kanada ve Almanya boyunca takip eden bir akışa sahip. Video ne tam olarak bir belgesel ne de bir müzik klibi gibi hissettiriyor, gerçekten de özgün bir çalışma. Music Documentary 2022 ’nun yaratıcı sürecinin gelişiminden bahsedebilir misiniz? Müzik videolarımızla anlatısal dünyalara yavaş yavaş yolculuk etmeye başladık. Film üreten insanlara saygımız büyük. Film üretimi bütüncül bir ustalık demek, iyi bir hikâye yazmak da zor bir iş. Birkaç “tanığın” gözlerinden bir hikâye anlatabilmek için anlatısal ve belgesel video estetiğini birleştirmek, doğaçlama ve hazır sahnelerin bir karışımını mümkün kılmak için iyi bir başlangıç noktasıydı. Keşfetmek istediğimiz birkaç fikrimiz vardı. Yeterince derin kazdığın takdirde kimsenin ne yapıldığına dair makul bir tahmini olamayacağı fikri bunlardan birisiydi. Bir diğeri de eğer herkesin söylediği her şeyi doğrularsan, insanlara dair budalaca ve adaletsiz bir yargıya varacağın fikriydi. Zira “belgesellerin” aksine hiçbir insan bu ölçüde bir araştırmaya gerçek hayatta maruz kalmıyor. Men I Trust | Untourable Album kapağı Untourable Album’un kapak fotoğrafı rock ‘n roll fotoğrafçılığının yaşayan efsanelerinden biri Lynn Goldsmith tarafından yaratıldı. Goldsmith’le neden ve nasıl çalışmaya karar verdiniz? Untourable Album ’un kapak fotoğrafını 1984 yılında basılmış “A Day in the Life of Canada” kitabında gördük ilk defa. Fotoğraf; Lunenburg, Nova Scotia’da Lynn Goldsmith tarafından çekilmişti ve gündelik Kanada hayatının çeşitli anlarını yakalamaya çalışan çok fotoğrafçılı devasa bir projenin parçasıydı. Fotoğrafı lisanslamak için kendisine ulaşmaya çalışırken Lynn Goldsmith’in müzik fotoğrafçılığı dünyasında hâlihazırda büyük bir yıldız olduğunu öğrendik. Önceden çalıştığı efsanevi isimleri düşündüğümüzde bizimle işbirliği yapacağına pek ihtimal vermemiştik ama şansımızı denedik ve o da çok nazikçe evet dedi! Bu sene haziranın bitişine yakın son tekliniz Hard to Let Go ’yu yayımladınız. Ama maalesef ki yeni bir albümün geleceğine dair hiçbir haber alamadık. Tahmin edersiniz ki Men I Trust’ın yakın geleceğine ilişkin çalışmalarınız ve planlarınız hakkında hayli meraklanıyoruz. Men I Trust yaratıcı çantasında neler saklıyor? 2022 güzü için kenarda tuttuğumuz bir iki adet şarkımız, yapım aşamasında da bolca taze malzememiz var. Ancak yeni bir albüm fikrine şu an biz de yabancıyız. 2023 yılında bir mola verip bir dizi yeni işler üzerinde çalışabiliriz. Bu arada siz de çıkacak birkaç teklimize hazırlanabilirsiniz!

Men I Trust’la bulutların üstünde

Ekim 7, 2022

·

Makale

20’lik Oyun Parkında Sanat: Sena Pınar Civan

Jean-Honoré Fragonard’ın The Swing adlı eserinde, yeşil ve mavi tonlarında, büyülü bir orman ile karşılaşıyoruz. Ağaçların çerçevelediği eserin ortasında ışıldayan bir kadın, krem şantiye benzeyen rococo tarzındaki pembe elbisesi havalanarak, büyük bir zevk ile sallanıyor. Bergère şapkası bu ileri-geriye rağmen yerinden oynamamış olsa da, nazikçe uzattığı ayağından ayakkabısı çıkıyor. Havalanan ayakkabısının altında, yeşilliklerin içinden bir adam ona doğru uzanıyor. Arkasında ise bir başkası, karanlıklar içinden ona sever gözlerle bakarken, salıncağı sallıyor. Fragonard’ın bu iç açıcı ve eğlenceli sanat eserinin arkasında çok farklı bir hikâye yatıyor. Sadakatsizlik, şehvet, tutku, aşk ve gücü temsil eden bu eserde, arka planda salıncağı sallayan kişinin, kadının kocası olduğu düşünülüyor. Salıncağı sallamak için kullanılan iplerin evliliğin hem yarattığı bağı hem de o dönemde kadınların cinselliklerini keşfetmelerindeki kısıtlamaları temsil ettiği düşünülüyor. Karşısındaki adam ise kadına sırılsıklam aşık olmuş genç biri. Les hasards heureux de l'escarpolette (The Swing), Jean-Honoré Fragonard, 1767-1768. Bu hikâyeyi sanat tarihi içerik üreticisi Sena Pınar Civan ’dan dinliyorum. En sevdiği sanat eserlerinden biri olduğunu paylaştıktan sonra, Instagram’da da yaptığı gibi, bana bu Rokoko eseri anlatıyor; ağaçların deseninden başlıyor, arka plan ve küçük detayların anlamına kadar iniyor. Onu, kamerasının önünde olmadan ( ki tamam, Zoom’daydık, o yüzden belki bir kamera vardı ), doğal ve kurgulanmamış bir şekilde en sevdiği şeylerden bahsederken dinlemek gerçekten büyük bir zevk. Pınar 1998, İstanbul doğumlu. Mimar Sinan’a bölüm birincisi olarak girip tarih okumaya başlayana kadar hayatı doğup büyüdüğü Bakırköy’de geçmiş. “Doğduğum hastaneyi görerek büyüdüm. İlk okul, ortaokul, lise, hepsi evime 5 dakikaydı,” dedi. Basketbolcu bir baba ve Mimar Sinan mezunu bir anne sayesinde hem spor, hem sanat ile büyümüş. Çocukluğunun “müzelerin içinde” geçtiğini söyleyen Pınar aynı zamanda tenis, voleybol, basketbol takımlarında oynamış ve yoga eğitmenliği yapmış. Bu çok yönlülüğün onu duramayan bir insan hâline getirdiğini paylaştı. “İçerik üreticiliği yaparken, tarih öğretmeni de olayım diyorum. İçerik üretirken, kurumsal da çalışayım, freelance de yapayım, çocuklara yoga eğitmenliği de yapayım. Rahat duramıyorum,” dedi. ‘Cogito Ergo Sum’ ve Başka Felsefeler Ernst Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabından çok etkilenen Pınar, pandemi döneminde gece gündüz kitap okumaya başlamış. Eğitim verdiği yoga stüdyosu kapandığı için, yerinde duramadığına ve bir şeyler yapması gerektiğine karar vermiş. Sanat tarihinin onu mutlu ettiği gerçeği ile tekrar yüzleşerek, akademik sanat tarihi kitaplarına odaklanmış. Sonra da aklına sanat eserlerinden defterler, posterler, seramikleri sattığı küçük bir dükkân açmak gelmiş. Fikrini geliştirdiği dört aylık dönemde, günde 11-12 saat çalışıp araştırma yaptığını paylaştı. Böylece Ekim 2020’de Cogito Store 'u açmış. Adı da küçük bir tartışma sırasında sevgilisinin ona ‘ cogito ergo sum ’ demesinden gelmiş. Pınar da ‘ aa şirketim için güzel olur, ’ demiş, böylece barışmışlar. Cogito Store ürünlerinden Cogito Store ’da “sanat ve tarihten ilham alan tasarımlar,” başlığı altında haritalar, sanat eserlerinden defterler ve seramik tablolar satıyor. Bu markayı başlatırken içerik üreticiliği ile ilgili öğrendikleri sayesinde, kendi Instagram hesabını sanat tarihi ile ilgili içerik üretmeye adamaya karar vermiş. İlk başlarda yapmaya utansa da, arkadaşları onu bu konuda çok desteklemiş. Covid olduğunda yapacak başka hiçbir şeyi olmadığı için videolar çekmeye ve paylaşmaya başlamış. Sonra da gerisi gelmiş. Cogito Store ürünlerinden Pınarla, hayatının daha durgun olduğu bir dönemde buluşuyoruz. Fragonard’ın salıncağı misali, iniş ve çıkışın hepimizin hayatında daimi yeri olduğunu kabul etmiş ve bu inişin de bir çıkışı olacağını bilen bir Pınar duruyor karşımda. Pandemide ekonomik özgürlüğünü kazananmış olsa da Cogito için hikâye biraz daha sallantılı olmuş. Pandemi döneminde çok ilgi görse de, kötüleşen ekonomi nedeniyle bir düşüşe geçmiş. “Yani aslında alıp başımı çok gittim, hedefim tamamen kendi markam ve içerik üreticiliğiydi, ama işte…” diyerek alıcılarının bu dönemde azaldığını paylaştı. Bir ara dükkânı kapatmış olsa da, şu an hem içerik üreticiliğine hem de Cogito’yu büyütmeye devam ediyor. Bu ikisi de ‘ iyi ki ’lerle dolu. Sanat tarihinin onun için bir kaçış noktası, mutlu olduğu bir yer olduğunu söyledi. “Sanat tarihi insanın estetik zevkini geliştirerek, hayattan daha mutlu olmasını ve keyif almasını sağlıyor. Bakan gözler açılıyor, bu açıdan çok değerli. Görmeyi geliştirmek. Hayat daha güzel oluyor bence,” dedi. Pınar'ın sanat tarihi videoları çekip paylaştığı Instagram hesabı Odaklanamama ve Zamansızlık Pınar’ın içerik üretimine yaklaşımı adeta bir öğretmen gibi. Sanat tarihi ile ilgili hazırladığı videolar ile, merak tohumları ekmeyi hedefliyor. “Odaklanamıyoruz. Odak süremiz artık çok kısa. O yüzden böyle bir şey yapmak istedim. Tabii ki çok akademik bilgiler vermiyorum ama merak uyandırıp araştırmaya itmek önemli," dedi. Bu odaklanamama ve hızlı bilgi tüketiminin ortasında da zamansız sanat eserleri duruyor. İnsanlara yeni dünyalar ve bu hızın içinde bir nefes sunuyor. “Zaman kavramı bitiyor sanat eserlerine baktığımda. Duyguları yansıttıkları için zamansız,” dedi. Pınar’ın gelecek planlarında zamanda formasyonunu tamamlayıp, aynı zamanda tarih öğretmeni olmak da var. Bununla beraber içerik üreticiliğinde kitle artırmak ve profesyonelleştirmek istiyor. Son olarak da bir kitap yazma hayali var. 30’lu yaşlarının en iyi dönem olacağını düşünse de büyümek istemiyormuş. 20’lerin düşüp kalkma yaşları olduğunu söyledi. “20ler abartı yaşı. Çok yüksek kalkıyorsun, düşüyorsun. Hareketli, fırtınalı ama çok güzel,” dedi. Salıncakta sallanırken yükseklerde gökyüzünün mavilerine ulaşmanız, alçaklarda da vazgeçmeden tekrar yükselmeniz dileği ile!

20’lik Oyun Parkında Sanat: Sena Pınar Civan

Ekim 6, 2022

·

Makale

Kimdi Bu David Douglas Duncan?

Duncan, Nikon Şirketi'nin ekipmanlarını kullamarak firmaya destek vermiş ve 1965'te, firmanın popülerliğinin artırması ve Nikon ürünlerini kullanması nedeniyle üretici tarafından iki yüz bininci Nikon F modeli fotoğraf makinasına layık görülmüştür. İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra da ülkemize gelen Duncan, birçok yerde bulunmuş ve kadrajına hikâyeler sığdırmıştır. Ülkemizde çektiği tek fotoğrafın (?) linkini buraya bırakıyorum: https://www.artsy.net/artwork/david-douglas-duncan-turkish-cavalry-maneuvers

Kimdi Bu David Douglas Duncan?

Eylül 17, 2022

·

Makale

Weill'den Kaufman'a, antik kentlerden Beyoğlu'na

Bir film, bir yönetmen, bir sanat eseri, bir sanatçı, bir sokak ya da bir mekân. Beslenme Çantası’nı konuğumuza ilham veren "şey"lerle dolduruyoruz. Nazlı'nın beslenme çantasından yetenekli iki oyuncu, dahi bir senarist, bir yirminci yüzyıl bestecisi , bir on yedinci yüzyıl ressamı, bir kitaplık dolusu yazar, ülkenin antik kentleri, kentin sokakları ve iki köpek çıkıyor. Franz Rogowski ve Alba Rohrwacher performansları Charlie Kaufman senaryoları Kurt Weill'in Üç Kuruşluk Opera 'sı ve Keman Konçertosu Rembrandt Judith Butler, Orhan Pamuk, Nurdan Gürbilek, Çehov ve Şekspir Türkiye'nin antik kentleri Arkadaşlarıyla vakit geçirdiği Beyoğlu Kahve eşliğinde oynattığı köpekleri Luna va Mahu

Weill'den Kaufman'a, antik kentlerden Beyoğlu'na

Ekim 26, 2022

·

Makale