Röportajlar

Aposto yayınlarından röportajlar.

10 Hikâye

İmgeler hayaletler gibi zihnimizde dolanırken

Vuslat'ın "Resimler hayaletler gibidir." cümlesinin peşinden gidiyor, imgelerin çizdiklerinde ve yazdıklarındaki karşılıklarına bakıyoruz. Sohbetimize çocuk Vuslat'ı tanımakla başlıyoruz. Çocuk Vuslat'ın, hikâyeler anlatmak yerine hayal kurmayı ve başkalarının göremediği şeyleri görmeyi sevdiğini keşfediyoruz. O yaşlarda içine kapanık bir çocuk olan Vuslat, şu an o yaşlarına dönüp baktığında kendini melankolik bile bulduğu oluyormuş, kendi deyimiyle “yıldız gezginiymiş”. Anlatma güdüsünün hikâye anlatıcılığıyla başlamadığını fark edince, o yaşlarda resim ile olan ilişkisinin peşine düştüm. Vuslat, üç yaşından beri çizim yapıyormuş, çizim yapmaya kadınlar ve elbiseler çizerek başlamış. Tasarımcı olmayı bile düşünmüş, hiç erkek çizmemiş. Hatta burunsuz çizdiği o kadınları birinin ona burun çizmeyi öğretmesiyle “burunlu” olarak çizmeye devam etmiş. Çocukken merakla soru soran biri değilmiş ama geceleri uyumayıp hayaller kurarmış. Merakla başlamayan bir yolculuk nasıl felsefe okumaya evrildi merak ettim. 👀 Güzel sanatlar okuması gerektiğini hiç düşünmemiş, üniversite sınavına ODTÜ’de girince çok etkilenmiş. Felsefe de istediği bölümlerden biriymiş, böylelikle her ikisini birleştirdiği bu hayal gerçekleşmiş. Vuslat için çizmek kendini ifade etmesinde ilk keşfi diyebilirim, yazmaya nasıl başladığı bir sonraki sorum oluyor. “Sözcüklerle çok ilgiliydim çocukluğumdan beri, sözcüklerin çağrışımlarını ve yankılarını seviyorum. Yazarak kendimi ifade etmeyi de seviyorum zaten resmin yetmediği yerde yazmaya, yazmanın yetmediği yerde çizmeye başlayarak devam etti bu yolculuk.” Bu yolculuğun yazar olmaya karar verme anını merak ediyorum. 👀 “Buna bir kariyer olarak bakmıyordum, yazmanın verdiği ruh büyümesini seviyordum. Başka dünyalar yaratabilmek, o dünyada önce kendim gezebilmem sonra başkalarının gezebilmesi çok hoşuma gidiyordu. O yazmanın kapanıklığı ve karanlığı, sancısı hep ilgi alanımdaydı. Hatta bir anım var. Altı yedi yaşlarındayken bir kış gecesi koridorda yedi cücelerle karşılaşmış ve onlarla dans etmiştim. Bu harika bir deneyimdi. Hayaletlerle aram her zaman çok iyiydi. Tabii şimdi şimdi adladırabiliyorum ne olduklarını. O mümkün olanla olmayan arasında, görünenle görünmeyen arasındaki açık ve size sürekli frekanslar gönderen imgesel dünyayla aram her zaman çok iyiydi. Yazmaya devam edeceğimi biliyordum o yüzden, ama yazar olacağımı kesin olarak biliyordum diyemem.” İlk romanı “Ona Çok Benziyorum” 2019 yılında yayımlandı. Konusu itibariyle edebiyat dünyasından pek çok diyalog içeriyor. Konu seçimini ilk roman için cesurca buldum ve konuya nasıl karar verdiğini sordum. Vuslat, bu cesur yorumuma öyle bir hisle yola çıkmadığını söyleyerek yanıt verdi: “Bir yazar olarak anlatmak istediğim buydu ve onu anlattım. (...) Bir insanın hayatına sızmanın heyecan vericiliğine dair hep düşünüyordum ve böyle bir şey yazmak istiyordum. Kimin hayatına sızabilirim diye düşündüm ve büyük bir yazar yarattım, onu tanımaya başladım, Remzi Bayburtlu. Sonra da onun peşine genç ve tutkulu başka bir yazarı düşürmüş oldum. Böylelikle Mustafa doğdu sonra ona eşlik edecek Nilay bir hayalet olarak doğdu.” Roman yazarken kafasında önce bir film gibi kurguyu döndürdüğünü dile getiren Vuslat, altı ay kadar hikâyeyi kafasında dolandırdıktan sonra bir buçuk sene gibi bir sürede de romanı yazmış. Romanın ikinci bölümünü Toronto’da yazdığını söylediğinde Türkçe konuşulmayan bir ülkede yazma deneyiminin nasıl geçtiğini sordum. “Zorlayıcı olan yanımda çok fazla Türkçe kitap götürememiş olmamdı, orada tabii büyük bir çeşitlilik var, bir yazar olarak ben de bunu gözlemlemeye çalışıyordum. Romanın ikinci bölümünü yazarken her gün her sabah aynı saatte aynı kafeye gidip yazıyordum. İlk defa kendi masam hariç bir yerde yazıyordum bunun sayesinde başka yerlerde yazma esnekliğini de kazandım. Çok komik bir olay da yaşadım bir posta tesliminde, kurye adımdan ötürü 'Türk müsün?' diye sordu ben de 'evet' cevabını verince, yüzüme neşe içinde bakarak 'Mustafa' dedi. Çok enteresandı, romanımın ana karakterinin adını yüzüme bakarak söylemişti, ilginç ve güzel bir deneyimdi.” Vuslat'ın Toronto'daki yazı masası "Görenler Olmuştur" öykü kitabındaki öykülerin bir kısmı Vuslat’ın romanı yazdığı süreçte yazılmış. "Toronto’da yaşadıklarımın da birikmişliği varmış bu öykülerde. Öyküde daha kıvrak olduğumu düşünüyorum. Dosyaya girmeyen öyküler de oldu bu dönemden tabii. Her zaman hikâyelerimi en iyi nasıl yazabilirim diye düşünüyorum." Öykülerin her biri beni görsel bir dünyaya da götürdü. Birer kısa film tadındaydılar, diyalogların başarısı da bu hisse katkı sağlıyordu bence. Bu yüzden Vuslat'a öykülerini yazarken zihninde görsel bir dünya hayal edip etmediğini sordum. "Benim öykülerim serüvenli öyküler. Ben de yazmadan evvel bir film gibi kafamda tasarlayıp beklediğim olgunluğa erişmeden yazmak için masaya oturmuyorum. Bir çağrışımla başlayıp hemen yazmıyorum. Bazen öyle oluyor ki o filmi izleye izleye yazmayacak seviyeye geliyorum o hazzı yaşayınca. Diyaloglar için çok çalışıyorum evet, karakterleri çok iyi yaratmaya çalışıyorum en başından. Mesela 'Peruk' öyküsündeki ressam 'Ne düşünür? Nasıl konuşur?' diye düşünüyorum. Karakterlerim de krizlerinden konuşarak çıkmak zorundalar. Böyle şeyler okumayı sevdiğimden böyle yazıyorum. Konuşmadan meseleler çözülemez." “Büyük Umutlar” öykünün başlığı okuduğum an bana Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anımsattı. İlhamının oradan mı geldiğini soruyorum. “Tanpınar'dan değil Charles Dickens' dan, ' Great Expectations' eserinden. Hatta resim yapmayı bıraktığım bir dönemde filmini izlemiştim, beni çok etkilemişti. Bu öykünün ilhamı oradan. Hayat bazen size yaptığınızı yapmamayı da gösteriyor.” Kitabın kapak çiziminin Vuslat'ın ellerinden çıktığını düşünenler olabilir -benim gibi- ama çizim ona ait değil. Kitabın editörü Emre Bayın ona bu teklifle gelse de Vuslat, kapağı başka bir gözün yapmasını istemiş. Kapak illüstrasyonu İsmail Sertaç Yılmaz'a ait. Sertaç'ın, Vuslat'ın hem erkek arkadaşı hem de iş partneri olduğunu öğrenince de illüstrasyona karar verme sürecinin nasıl ilerlediğini merak ettim. Sertaç, tek bir resim yapmış ve Vuslat da gördüğü an evet bu demiş.🌞 Resimde pek çok öyküden imgeleri görebiliyorsunuz. Vuslat, hem yazar hem de çizer olduğu için zihninde beliren imgeyi ifade etmek için aklına ilk hangisinin geldiğini çok merak ediyor ve soruyorum. "Galiba çizerken tasarlamıyorum, aklımı devre dışı bırakarak elimin götürdüğü yere gidiyorum ama yazarken öyküleri önden kurguluyorum, aklıma gelen imgeye sorular sorarak yazma serüveni başlıyor. Sözcüklerle daha çok hemhâl oluyorum.” Sözcüklerle hemhâl olmak deyince, konu Vuslat'ın çocuklar için felsefe atölyelerine geliyor. Çocuklar sayesinde dilin her alanını keşfetmek mümkün, çocuklarla olmak yazar Vuslat’ı nasıl besliyor? diye soruyorum. “Felsefi olarak sürekli aktif olmak besliyor tabii çünkü dediğim gibi imgeye sorular sormalıyım, bu sorular da iyi sorular olmalı ki iyi yanıtlar getirsin. Çocuklarla çalışırken de onların o esnekliği, renkli dünyaları maceraperest dünyaları okur ve yazar olarak besliyor. Onlar çok bariyersizler, sayelerinde daha sansürsüz olabiliyorum." Vuslat okumayla ilişkisini de üretime dönüştüren isimlerden, "benimle oku" isimli atölyesini düzenlerken ayrıca İsmail Sertaç Yılmaz ile birlikte okuma ve yazma deneyimi üzerine de atölyeler düzenliyor. Atölyelere katılmak isterseniz buraya ışınlanabilirsiniz. Zaman zaman da karşımıza Notos Dergi'de bir yazarın dünyasını bize atmosferik çizimlerle hissettirirken çıkıyor. Biraz da bugünlerin kaydı diyorum ve yeni sezonda kaydı bitirmenden evvel, her konuğa aynı iki soruyu yöneltmeye karar veriyorum. 📌 Son zamanlarda etkilendiğin ya da ilham aldığın, seni üretim üzerine düşündüren konser/kitap/dizi/film/resim var mı? “Ben bir şeyi üretirken, izlediğim okuduğum ve baktığım her yerde zaten onu arıyorum.” 📌 Ü retenler olarak göç kavramını hiç konuşmadığımız kadar konuşuyoruz. İstanbul ve üretmek için neler söylemek istersin? Besliyor mu seni? "Ben hareketliğin verimine inanıyorum, İstanbul bu anlamda hareket edebilmeyi kısıtlamaya başladı, bu da beni zorluyor mesela."

İmgeler hayaletler gibi zihnimizde dolanırken

Kasım 8, 2022

·

Makale

Sahneyle seyirci arasındaki basamak: Sude Bircan

Hayat benim için tercih edilenlerden, şansın kapıyı çalmasından ve fırsatları köpürtecek alanları yaratmaktan ibaret. Sude’nin, “kendine kadar” çekmek dışında fotoğrafı hayatına alışı ve onu müzikle tanıştırışı benim hayat reçetemde ne varsa hepsini içeriyor: Bir tutam "alan açma", bir yemek kaşığı "çizginin yolunu değiştirecek tercihler yapma" ve üzerini süslemek için biraz da "şansın kapıyı çalması". Her şey maNga’nın 2018’de bir video klip çekimiyle başladı. O zamanlar İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde görsel iletişim tasarımı öğrencisi olan Sude, çekimin yönetmenliğini üstlenen kuzeni Müge’ye "Sahne arkası fotoğraflarını çekebilir miyim?" diye sordu. Aldığı yanıtın evet olması ve orada yakaladığı fotoğraflarla maNga’nın radarına girmesi ise Sude’nin çizgisini titreten andı. O çekim, fotoğrafa dair ilk hikâyesi oldu. maNga KüçükÇiftlik Park'ta. | Fotoğraf: Sude Bircan “ Gelip çekeyim mi? ” ile başlayan hikâyeye ilk olarak maNga’nın o dönemki sahne amirinin sihirli değneği değdi: Mick Rock belgeseli SHOT! The Psycho-Spiritual Mantra of Rock . Amirin önerisiyle izlediği belgeselin ruhuna kondurduklarını seve seve kabul eden Sude, hemen sonrasında bir Zenit makine, bir de film aldı. Çünkü hayran olduğu isimlerin yanında, fotoğraf filmlerinin sarıldığı görüntüler de onu cezbetti. Sude, o sıralar KüçükÇiftlik’te gerçekleşecek maNga konserinde fotoğraf çekmek için de şansını deneyerek hayatı için fırsatlar yaratmaya devam etti. O konser, hem o anları 36 poza hem de müzik sahnesini kadrajına ilk defa sığdırışı oldu. Amatörlüğü konusunda Sude’yle hemfikirdik: “Fotoğraflar o kadar bulanık ki… Sahnede Ferman’ı çekeceğim diye güvenlik Ahmet Abi’yi netlemişim. Kamera kullanımı sıfır.” Daha önce kimsenin objektifine takılmayan ama grubun ‘gerçek’ hâllerini bulduğu bulanık fotoğraflar Sude’nin acemiliğini önemsiz bırakmış, gelecek maNga turnesinde tam da görmekten hoşlandıkları grup hâllerini onun yakalaması için teklif almasına neden olmuştu. maNga Mayıs 2018. | Fotoğraf: Sude Bircan Fırsatların dayanılmaz hafifliği maNga 15’inci yılına girerken Sude’ye analog fotoğraflardan oluşacak bir kitap projesi teklifi geldi. Onlarla turneye gelmesi, o anları onun ölümsüzleştirmesi istendi. Titreyen hayat çizgisine, bir dolu yemek kaşığı "yolunu değiştirecek tercihler yapma" da işte o zaman eklendi. İşe 2018’de başladığımda ya maNga’yla turneye çıkacaktım ya da okula gidecektim. O kadar hoşuma gitti ki hemen okulu bıraktım. Bana pek gözü kara gelen bu kararın arkasını öğrenmeliydim. Sohbetimiz esnasında “maNga hayranı mıydın peki?” diye sordum. Cevabı, “Hiç değildim. Dursun Zaman’ı biliyordum bir tek fakat hem fotoğraf çekmeyi hem şarkılarını maNga’yla sahnede öğrendim. Sonrasında çalıştığım kişilerin de öyle. Kendimi o yüzden şanslı hissediyorum.” oldu. Bence de şanslı hissetmeliydi. Evde kapalı kalmak zorunda olduğumuz günlere varmadan o 1,5 yıl boyunca şehir şehir gezdi. Analog kamerasıyla 300’e yakın anı ölümsüzleştirdi. Sonucunda hepsi bir kitapta bir araya gelememiş olsa da artık daha profesyonel bir fotoğrafçıydı. Sırada ruhunu pop’a satmak vardı. Fatih Ürek. | Fotoğraf: Sude Bircan “Ruhumu pop’a sattım” Şeytanla pazarlığı Harbiye Açıkhava konserlerine ayak bastığında gerçekleşti. Havalı bulduğu filmleri sarmakla başlayan rüya, enerjisine alışkın olmasa da o ana kapılmanın bambaşka bir keyif verdiği Yıldız Tilbe konserlerine, hayran kitlesinin “hayranlık seviyesi” karşısında şaşkınlığını gizleyemediği Tan Taşçı sahnelerine ve doğum gününde yanında olan Fatih Ürek akşamlarına evrildi. Pişman veya mutsuz asla değildi. İş yapmaya gidiyorsun ve bir ara kendini mutlaka ‘güzel elbiseleri giyip kuşanacağım’ diyerek mendil sallerken buluyorsun. Böyle bir iş. Tan Taşçı’nın bu yıl Harbiye Açıkhava’da rekor kırdığı konser. | Fotoğraf: Sude Bircan Belki hiç Yıldız Tilbe konserine gitmeyecekti ama orada olanları kaydeden kişi olarak bulunacağı da hiçbir zaman aklından geçmemişti. Tanıdık olmadığı bir sinerjide dalgalansa da gözüne ve kulağına takılanlardan memnundu. Çünkü çektiği fotoğraflar ne olursa olsun evrensel bir hoşnutluk anını bambaşka dışa vurumlarla müziği duyurmadan aktarıyordu. Farklı müzik, aynı coşku. Aramızda en hayran duyulan kim diye konuşurken; “Bugüne kadar yerli, yabancı o kadar sahne çektim, Tan Taşçı’nınki gibi bir kitle yok.” dedi Sude. Bir de dünya rock yıldızlarının yanına nasıl da Yıldız Tilbe’yi kondurduğunu anlattı: “Instagram’da Audiolove adlı bir hesap var. Müzik fotoğrafçılarını tanıtan bir sayfa. Benim orada pek çok fotoğrafım paylaşıldı. Aralarında en güzeli ise Yıldız Tilbe konserine ait olandı.” Yıldız Tilbe. | Fotoğraf: Sude Bircan Bir Sude’nin konser güncesi Kalabalıkların arasına karışan, sahnede köşe kapmaca oynayan Sude’yi biraz daha yakından tanımak istedim. Çünkü o çalışırken ben her zaman izleyen, dinleyendim. Sude’ye, iş için değil de keşke sadece müziğe kapılmak için orada olsaydım dediği bir konser var mı diye sordum. Öyle ki kamerayı bırakıp kendine müzik molası vermenin, Sude’nin konser güncesinde yer aldığını öğrendim: “Kendime bir es verip dinleyenlerin arasında dans ediyorum, geziyorum. Artık neredeyse hangi anda ne yakalayacağımı bildiğim için o esi her konserde veriyorum. Oturup eşlik ettiğim ya da sigaraya çıktığım şarkılar oluyor.” "Mesela?" diye sorduğumda, bana maNga’nın her konserde çalmadığı Alışırım Gözlerimi Kapamaya şarkısının adını verdi. Genelde en güzel fotoğrafların kapanışa uygun görülen bu şarkıda yakalandığını belirtse de en favori şarkısı olduğu için kendine zaman ayırdığını içtenlikle paylaştı. Alışırım Gözlerimi Kapamaya çalarken maNga. | Fotoğraf: Sude Bircan Sonrasında onu heyecanlandıran diyarlara konuk oldum ve ne Tarkan ne Nick Cave ne de King Gizzard & the Lizard Wizard konserlerinde iş için bulunamayacak bir Sude’yle karşılaştım. Ne olursa olsun orada kamerayı hiç düşünmeden dans etmeli, süzülmeli ve anın büyüsüne vücudunu bırakmalıydı. Haklı tabii, kim King Gizzard & the Lizard Wizard Sleep Drifter ’ı çalarken benliğini o andan koparıp kadraj avına çıkarmak isterdi ki? Sahne, seyirci, enerji ve Sude Sude tam rock ’n roll insanı. Tanıştığım an itibarıyla enerjisinde bunu hissettim, gördüm. Enerjiyle işleyen biri olduğunu da kendisi söyledi. Böyle olunca fotoğraflamayı en sevdiği konserlerin rock sahneleri olduğuna pek de şaşırmadım. Alex Turner. | Fotoğraf: Sude Bircan Harbiye’de objektifinden İrem Dericiler, Gökhan Türkmenler, Gökseller, Simgeler ve daha kimler kimler geçti ama kalbi bu yıl aksi istikamete giden konserlerde; Teoman, Al'York - Eskiz, Dream Theatre, Deep Purple, Gogol Bordello ve Arctic Monkeys’de kaldı. Sude, Arctic Monkeys’in İstanbul’u ele geçirişinde Türkiye’den o değerli anları kayıt altına alan tek kişi ünvanına sahip. İşin esprili tarafı ise has bir Arctic Monkeys hayranı olmaması. Kariyeri için elbette kıyaslanamayacak bir dönüm noktası olduğunu paylaşsa da fotoğraf çekerken unutamadığı bir anı sorduğumda yanıtı Deep Purple konserinden geldi. Deep Purple’ı çektikten sonra menajeriyle tanıştım. İyi anlaştık, hatta otele davet ettiler bizi. Ian ve Roger’la saz muhabbeti yaptık. Bu benim için unutulmaz bir anı. Deep Purple. | Fotoğraf: Sude Bircan DJ performansları kayda almaksa hiç Sude’ye göre değil. Sıkıcı buluyor. Bunu duyduğumda biraz üzüldüm çünkü plakçaların arkasında harikalar yaratan pek çok isimle aklımdan silinmeyecek etkileşimlerde bulundum. Ben dans pistinin beni ele geçiren enerjisiyle var olduğumu hissetsem de Sude’nin karesine girmek için fazla neon ve renkli bir kitleye mensuptum. O daha kaba tavırlı, rock ’n roll sahnelerinin siyah pelerinli avcısı. Rock’ın bacayı sardığı konserler favorisi olsa da sahneyle seyirci arasındaki dinamik enerjiye her zaman bayılıyor. Bkz. anahtar kelimeler sahne ve seyirci . O, bu iki bilinenli denklemi bir karenin içinde, fotoğraflarında çözüyor. Bunu anlamam için sohbetimizde beni biraz daha eskilere davet etti. Sude’nin babası müzisyen, aynı zamanda Beyoğlu’nda bir mekân işletiyor. Sude küçük yaşlardan beri sahnenin altı ve üstüyle haşır neşir bu yüzden. Oraları tanıyor ve kendilerine has dinamiklerini biliyor. Bu bilirkişiliğin bugüne yansımasıyla ilk olarak Sude’nin mottosunda karşılaştım: Sahne ve seyirci arasındaki basamak olmak. maNga’yla olan analog fotoğraf projesinde de anlatmaya çalıştığım oydu biraz. Yani, sahnedekiler ne kadar ilah gelse de bize aslında sahne arkasında onlar da ölüp bayılıyor. Aynı birayı, aynı sigarayı içiyoruz. Amacım onları da aslında gerçek olarak herkese göstermekti. The Ringo Jets. | Fotoğraf: Sude Bircan Diğer yansımayı fotoğraflara imzasını bırakan ayna kullanımında gördüm: “Son iki yıldır sahneyle seyirciyi birleştirme konseptim fotoğrafları aynayla yansıtarak çekmek. Seyirciyle sahneyi aynı karede saf bir şekilde yan yana alıyorum. H atta i lk zamanlarda telefonla yansıtıyordum. Tabii bunu photoshop’la yaptığımı sananlar da var.” Sude’nin motivasyonu sahnedeki enerjinin seyircideki yansımasının yok olup gitmesine izin vermemek. Ona göre konseri verenlerin heyecanı ve enerjisi her zaman göz önünde. Öte yandan seyircinin el kol hareketleri de hem o heyecanın bambaşka bir duygusal yansıması hem de müziğin hareketle anlatımı. Bu yüzden sahne ve onun yankısı olan hisli kusmaları ayna tekniğiyle aynı kareye sığdırıyor. maNga. | Fotoğraf: Sude Bircan Ayrıca güvenlikten yakınıyor. Vücutlarının belli bölümleriyle fotoğraflara mecburi engel oldukları ve eğilerek yardımcı olmayı tercih etmedikleri için. Onları seyirciyle sahne arasında kurmak istediği sonik takımyıldızı patikasını bozan çızırtılar gibi gördüğünü bunu söylediğinde fark ettim. Koşul ne olursa olsun durup yeniden bakılmayı hak eden fotoğrafların izcisi Sude. Saatlerce en önde olmak için bekleyenler, koşanlar, üstelik dizlerini de yaranlar veya tuvalete gitmeyi aklından dahi geçirmediği için içmeyi konser güncesinden çıkaranlar… Hepsi Sude’nin kadrajında, hak ettikleri şekilde, yanında yıldızlarıyla. Orada olmalı ama orada olmamalıyım Sude’den kimisinin konser karelerinde olması gereken ama olmamasını dilediği detayları, mesela her yere dağılmış kabloları silmeyi tercih ettiğini öğrendim. Onun içinse her şey en gerçekçi hâliyle kalmalı. Tıpkı maNga’yı tavladığı ilk analog denemelerinde olduğu gibi. Başkalarının kablolara yaklaşımıyla Sude’nin sahnede yer alışıyla ilgili hisleri aynı: Orada olmalı ama orada olmamalı. Buluştuğumuzda üzerindeki simsiyah kombin de bu hisse göz kırpıyordu; sahnede özellikle hep siyah giydiği için o gün de öyle tercih etmişti. Ferman Akgül. | Fotoğraf: Sude Bircan Beni en çok heyecanlandıran şeylerden biri sahneye çıkmak. Bir grupla çalışıyorsan genelde sahneye çıkarsın çünkü seni tanımaları, sana güvenmeleri veya senin ekipmanlara basmaman gibi şeyler gerekiyor. En arkaya geçip oradan seyirciyle sahneyi bir arada aldığım karelerde, sahne üzerinde olmak bana o kadar orada olmamalıyım gibi hissettiriyor ki… Binlerce kişinin izlediği bir sahne ve ben de oradayım. Ama kaydetmek için orada olmam lazım. Çok değişik bir duygu o. Bazen Ferman seyircilerin arasına indiğinde bana da gel derdi. O, seyircilerin arasında yürürken yanından ilerlerdim ben de. Herkes bana bakıyormuş gibi hissederdim ama elbette hayır, o an Ferman’a bakarlardı. Doğru yerde değilim ama doğru yerdeyim gibi bir his yaratırdı.

Sahneyle seyirci arasındaki basamak: Sude Bircan

Ekim 31, 2022

·

Makale

Mükemmel oyun arkadaşı: Barış Gönenen

Barış'ı keşfetmek. " Aslında ilk izlediğim filmin ne olduğunu hatırlamıyorum. " diyor Barış ama 7 yaşındayken Fatih'taki Hakan Sineması'nda kuzeniyle bir filme gittiklerini söylüyor: " Filmden çok kuzenimi izliyordum, o gülünce ben de gülüyordum. Çok etkilenmiştim. Koca bir televizyona bakmak beni çok etkilemişti. " Ergenliğinde izleyip onu çok heyecanlandıran film olarak sinemada birkaç kez izlediği Titanic 'i unutamıyor: " Öyle bir dönem bir daha oldu mu hatırlamıyorum. Herkes Titanic 'ten bahsediyordu. " Barış, Şişhane sokaklarında. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Oyuncunun sanatı. Onu sahnede ilk kez 2010'ların başında Limonata oyununda izlediğimi buluşacağımız günün sabahı rol aldığı film ve oyunların listesini incelerken fark ediyorum. 10 yılı aşkındır sahnelerde Barış. Bir günde iki farklı oyunla sahneye çıktığına bakılırsa hâlâ da en büyük tutkusu tiyatro. " Özünde, temelinde , oyunculuk oyunculuk. " diyor ama ekliyor: " Ona yaklaşman, hazırlık sürecin ve o işi yaparkenki şartlar aradaki farkları belli ediyor. Tiyatro çok oyuncu sanatı. Oyun başlıyor, seyirci yerine oturuyor, ışık yanıyor ve artık her şey sensin. [...] Her şey senin elinde. Sinemada ise o kadar fazla değişken var ki senden gayrı olan. Bir kere çok kalabalık ve kakafonik bir yer set. O gürültü ve o kaosun içerisinde bir anın içinde durmak gerçekten çok zor. " İnsanlık tarihi kadar eski tiyatroyla yüz yıllık sinemayı karşılaştıramayacağımızdan; bir tiyatro oyununun kaçırılmasının, bir daha hiçbir yerde bulunamayacak olmasının hayatın akışıyla olan uyumundan söz ediyor. Çekmeköy Underground. Bir sinema filmi için ilk oyuncu seçimine 2015'te, Aysim Türkmen'in Çekmeköy Undergound filmi için katılmış Barış. Görüntü yönetmeni Vedat Özdemir'den çok şey öğrendiğini söylüyor: " Kamera önü oyunculuğu daha teknik bir şey. Aslında tiyatro öyle algılanıyor, çok fazla tekniğe sahip olman gerekliymiş gibi. Ama kamerayı çok iyi tanıman, kamerayı çok iyi algılaman lazım. O zaman anlamıyordum, sağına git diyorlardı, soluma gidiyordum. Kameranın sağına gitmek demek olduğunu bilmiyordum. Nereye bakmam gerektiğini anlamıyordum, kamerayı kollamanın ne demek olduğunu bilmiyordum. O filmin setinde öğrendim." Bir adım geriden. 28 Haziran 2021. Haziranın, Onur Ayı'nın son salısı. İstanbul Film Festivali'nde kaçırdığıma çok üzüldüğüm Çilingir Sofrası 'nı Kadıköy Sineması'ndaki gösteriminde, bir salon dolusu kuirle birlikte izlemek bana büyük bir mutluluk, büyük bir huzur, büyük bir beraberlik hissi veriyor. Eski sevgililerim, eski dostlarım, eski crush 'larım, eski kolilerim ve belki de gelecektekilerle dolu bir salonla aynı anda gülümsüyor, aynı anda efkârlanıyor, Nazan Öncel'in " Bunu bir ben bilirim, bir Allah " deyişine birlikte gözyaşı döküyoruz. Çilingir sofrası. Yaklaşık iki ay sonra Ayvalık'ta kaynaşıyoruz ekiple; son gece, Ali Kemal, Barış, Rıfat ve Seda'nın olduğu bir masaya elimde bir rakı kadehiyle gidiyorum: " Tüm ekip bir aradayken yanınıza gelip sizinle bir kadeh kaldırmamak olmazdı. " Bunun çok özgün bir fikir olmadığının Rıfat'ın " Bu gece sarhoş olmazsak iyidir. " deyişiyle farkına varıyorum, hep birlikte gülüyoruz. Onlara hissettirdikleri için bir kez daha teşekkür ediyorum. Göz göz, bir anın içinde durmak. Barış'la Çilingir Sofrası 'nın bize em duygusal hem de sinemasal anlamda hissettirdiklerinden konuşuyoruz. " Ben tiyatroda çok iyi partnerlikler yaşamış biriyim. Çok iyi oyun arkadaşlarım oldu. Göz göze yıllarca, kan, ter, gözyaşı döktüğüm; konuşmadan, gözünün ufacık bir hareketinden kafasının içinden ne geçtiğini anlayabildiğim rol arkadaşlarım oldu. Bunun sinemada ya da kamerada çok olabileceğini düşünmüyordum " diyor. " Kafanın dibinde duran sesçisi, ışıkçısı, her şeyi bir kenara bırakıp o oyuncuyla göz göze, bir anın içinde durmayı ilk defa Rıfat'ta yaşadım. O yüzden Çilingir Sofrası'nın benim kariyerimde çok önemli bir yeri var, benim oyunculuğu anlama biçimimde çok büyük bir önemi var. " Emre ve Barış, kuruldukları mini-çilingir-sofrasında sektör dedikodusu yapıyorlar. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Temsiliyet ve mağduriyet. Türkiye'de LGBTİ+ karakterlerin yer aldığı bir film çekmenin otomatik olarak cesur bir şey olarak algılanışından, sinemadaki LGBTİ+ temsiliyetinden ve sinemadaki LGBTİ+ karakterlere layık görülen mağduriyetten konuşuyoruz. " Azınlıklarla, ötekilerle, cinsel azınlıklarla, ırksal azınlıklarla ilgili filmler çekildiğinde otomatik olarak politik bir film oluyor bu. " diyor Barış. Çilingir Sofrası 'nda hissettiklerimi hissetmek içinse kuir olma gerekliliğinin anlamsızlığından yakınıyorum. Katılıyor: " Bu dünya üzerinde yapılmış tüm filmler için geçerli. Bir hikâyeyi anlayıp sevmek, onunla bir ilişki kurmak için onun öznesi olmana gerek yok ki. […] Aşk ile ilgili yapılmış binlerce, milyonlarca film var. Onlardan biri de bu işte, bir aşk hikâyesi. " Barış'la keşfetmek. Kuir sinemadan konuşacağımız bir bölüm olacağı belli, o yüzden kuir bir yönetmen seçmeyi öneriyorum Barış'a. Biraz da içten içe Çilingir Sofrası ve Weekend arasında hissel bir bağ olduğunu düşündüğümden belki Andrew Haigh ismi çıkıyor ağzımdan. Anlaşıyoruz. " Çok iyi partnerlikler ve iki oyuncuyla hep ikilikler yarattığını düşünüyorum tüm filmlerinde ." Barış, Haigh ve onun oyuncularının yerinde olmak istediğini söylüyor: " Çok ilginç anlar yaratıyor ve oyuncularını muhtemelen çok serbest bırakıyor. Onların birbirlerini tanımalarını sağlıyor bence. Ben çok iyi buluyorum oyuncu yönetmeni olarak. O kadar alan veriyor ve yönetmen olarak kendini gizlemeyi o kadar iyi biliyor ki. Sanki kamerayı bir yere gizlemiş ve çekmiş gibi. Laflar da öyle ama muhtemelen değil tabii. Oyuncuları, onlara sonsuz alanlar verdiği için çok şanslılar bence. " Bir hafta sonu ve bir gece. Greek Pete' ten, 45 Years filmindeki çiftten, Looking dizisindeki sıkı dostlardan ve Haigh'in nasıl da " karakterlerin kendini keşfettiği hikâyeler anlatırken, önde duran karakter olarak hep mahçup olanı seçtiğinden" konuşuyoruz. Hem çok iyi bir espri anlayışı olduğunu hem de filmlerinde her şeyin dramatik olduğunu söylüyor onun: " Her şey hep ıskalanmış filmlerinde; herhalde yarım kalan aşklarla ilgili bir meselesi var. " Lafı çıkış noktama, Weekend ve Çilingir Sofrası 'nın hissel benzerliğine getiriyorum: " Çilingir Sofrası’yla benzer bir hissi de var. Kalp kırıklığı var, ondan da bence böyle hissettin. İkisinde de doğru şartlarda çok büyük bir aşk olabilecek bir şeyin olamamasını izliyorsun. " Elimi kalbime götürüyorum; bu cümle bitiriyor beni. İçim parçalanıyor. Kayıttan sonra, eve dönüş yolunda kulaklıklarımdan Nazan Öncel söylüyor yine, yeniden: " Gönlümün tellerine mızrap dayanmaz... " Diyor ki... LGBTİ+’larla ilgili olan tüm işlerde hep bir mağduriyet hikâyesi izleriz biz. Bir filmde bir trans varsa onun başına çok kötü şeyler gelir. Bir filmde bir gey varsa onun başına çok kötü şeyler gelir. Temsiliyet hep bir mağduriyet üzerine kurulu. Bunu ben biraz sorunlu buluyorum ve artık 'old school', çok 90’lara ait buluyorum. […] Ben içki içen, cinselliği olan, hayatın içerisine karışmış kadınların; mutlu, başarılı, hayatta her şeyi yolunda giden [hikâyelerini] izlemek istiyorum. Geylerin de öyle. "Merhaba ben geyim" diyen birinin cezalandırılmadığı, bunu söylediği için acı çekmediği hikâyeler izlemek istiyorum.

Mükemmel oyun arkadaşı: Barış Gönenen

Kasım 9, 2022

·

Makale

Çocuklarla büyüyen Sinemasal

Enes (Kaya)’nın kurucusu olduğu Sinemasal, çocuklar için yaratılmış bir festival, bir sosyal girişim ve bir okul. Biz de bu hafta Balat’ta, Vodina Caddesi’nde oturduk uzun uzun “çocuklar için ne yapılabilir?” i konuştuk. Önce kendi kapısının önünü süpürüyor Sinemasal; dağ köylerinde veya şehirde yaşayan, hayata dair alternatifleri bilmeyen çocuklara 1 gün içerisinde interaktif olarak deneyimleyebilecekleri, müfredat dışı eğitim alabilecekleri ve onlara ilham vererek rol model olacak gençlerle tanışabilecekleri bir sosyal girişim. Bu kapsamda Türkiye’nin farklı bölgelerinde coğrafî, ekonomik ve kültürel anlamda dezavantajlı konumlardaki çocuklar için sanatsal etkinlikler yapıyoruz. Sinemasal da sinemayı bir araç olarak konumlandırıyoruz. Tek bir kahramanın olmadığı, birlikte çalışarak hayal kurarak öğrenilmiş çaresizliklerden zihinleri sıyrılarak geleceğe yönelik hayaller kurabilmelerinin yollarını öğrenebilecekleri etkinlikler düzenliyoruz. Bu kararları tabii ki bir yönetim kurulu ve 34 ülkeden 8 binin üzerinde gönüllüyle birlikte alıyoruz. Ben de bir köyde doğdum ve o rutinin içinde her şeyden habersizdim. Bu dönemde hayatla boğuşurken en yakın arkadaşım sinema oldu. Hüznümü de mutluluğumu da endişemi de o perdeye anlattım, onunla paylaştım. Küçük yaşta izlediğim Casablanca ’dan sonra hayata dair çözüm yolları bulunursa yaşamın daha kolay olacağını öğrendim. İstedim ki bendeki bu değişimi çevremdeki herkes yaşayabilsin. Bu fikir doğrultusunda festivaller gerçekleşirken aslında Balat’ta da çok fazla sayıda sanata ihtiyacı olan insan olduğunu gözlemledim ve böylece önce kendi kapımın önünü süpürmeye karar verdim. İstanbul’da “sanatın kalbi” olarak adlandırabileceğimiz alandan sadece 2-3 km uzakta bir mahalle olarak farkındalığımız çok düşüktü. İstanbul Modern, Salt, İKSV ve daha birçok platforma bu kadar yakınken bilinç olarak bu kadar uzak olmamalıydık. Başta Balat’ta yaşayan çocuklar olmak üzere İstanbul’daki hatta Türkiye’deki tüm çocuklar için mahallede bir festival düzenmeye karar verdik. 6 yıldır 23 Nisan’da 5 binin üzerinde çocukla ve aileleriyle Balat’ta birlikteyiz. Bu festivalle büyüyen çocuklar var. Onların bakış açılarındaki değişimi görebilmek, zihinlerinde yanan ışığa şahit olabilmek çok özel. Bizlerle konuştuklarında artık “nasıl?” sorusunun onlar için gündelik bir sorgulama olduğunu görüyoruz. Birinin bile hayatı bu şekilde sorgulaması doğru yerde doğru şeyi yaptığımızın kanıtı oluyor bizim için.

Çocuklarla büyüyen Sinemasal

Ekim 18, 2022

·

Makale

Evren Haritası #7: Eylül Aytan

🖍 Evren sahibi: Eylül Aytan İlk okuduğunu hatırladığın veya etkilendiğin kitap hangisi? Sende nasıl bir his bıraktı? İlk etkilendiğim kitap gittiğim kreşte bizim adımıza yazdıkları kısa çocuk hikâyelerinden biriydi. Oradaki Eylül, bulunduğu yerde bir türlü mutlu olmayı başaramayan ve sürekli farklı yerlerde olmayı isteyen küçük bir çocuktu. O zamanki benimle aynı yaşlardaydı. Bir gün onun mutsuzluğunu gören sihirli bir varlık ise ona uzakta gördüğü üç ışığa gitme hakkı tanıyordu. Fakat Eylül, bu ışıklarda da mutsuz olursa eve dönmek zorundaydı. Tahmin edebileceğiniz üzere uzaktaki üç ışıkta da mutsuz olan Eylül, en başa yani evine geri dönüyordu ve artık daha mutlu bir çocuktu. Biraz klasik bir hikâye olsa da küçükken kendi adımın geçtiği resimli bir kitap okumak beni büyülemişti. Pencereden dışarıya bakıp hangi ışıkta ne oluyor hayalini kurarken beni de sihirli bir varlığın bulmasını ve bana olağanüstü bir armağan bırakmasını beklemiştim. Komiktir ki bu hikâyedeki küçük kurgusal Eylül, benim hâlâ peşimde. Şu an bir ışıktan diğerine biraz heyecan biraz panikle koşuyorum ve neler olacağını merak ediyorum. Bir yandan da bu ışıktan ışığa koşma hâlinin verdiği aidiyetsizlik hissini de kendi içimde—sihirli varlığın yokluğuna rağmen—çözmeye çalışıyorum. 🐺 Wolf-Walkers İçinde yaşamak istediğin evren neresi? İçinde yaşamak isteyeceğim evren kesinlikle Tomm Moore’un Wolf-Walkers hikâyesi! Kendimi bildim bileli büyülü evrenlerin ve onların vampirlerinin, cadılarının, şekil değiştirenlerinin hayranıyımdır. Bu evrende tabii ki savaşçı bir toplulukla yerleşik bir yaşam sürmenin peşinden gitmiyorum. Doğanın içerisinde dönüşebildiğim, doğayı duyabildiğim bir karakter olmak beni çok heyecanlandırıyor. Bir de bunun yanında en yakın arkadaşımla arada sırada doğanın içinden çıkıp şehre patriarkal düzenle savaşmaya gitmek ve o savaşı kazanmak var. Hâlâ seni beklediğine inandığın dünya nerelerden? Beni beklediğine inandığım dünya, insanların korkmak zorunda kalmadıkları bir yer. Kim olduklarını göstermekten, şiddete uğramaktan, savaşa ve işkenceye maruz kalmaktan, haklarının her seferinde yenileceğini bildikleri için denemekten korkulmadığı bir yer. Bu dünya aslında ne herhangi bir ütopik hikâyeden ne de bir çizgi filmden. Sadece insan haklarına herkesin eşit bir şekilde ulaşabildiği adil bir dünyadan.

Evren Haritası #7: Eylül Aytan

Kasım 7, 2022

·

Makale

Yeraltının ortasında kadrajlar: Bengî Aktar

İlk kadrajlar, kadraja giren ilkler Bengî'nin kamerayı keşfedişi Diyarbakır'da başlayan, İstanbul ve Bursa'ya uzanan şehirlerarası bir hikâye. Diyarbakır Anadolu Lisesi'nde bir fotoğrafçılık kursunun sergisine seçilen fotoğrafları, geri dönüp baktığında estetiğiyle yadırgadığı fotoğraflar olsa da onun için yepyeni bir farkındalığın aralandığı bir dönüm noktası oldu aynı zamanda. Ona, " Fotoğraf çekmek bayağı güzelmiş" dedirten bu başlangıç, yarı profesyonel bir makinayla aile fotoğrafları çekmeye evrildi. Bengî - 17 yaşında İstanbul'a taşınmadan önce - utangaçlığından ötürü önünde varolamadığı kameranın arkasında var olmak istediğinden emindi. Jornada del Muerto, 2021, Woodstock. Fotoğraf: Bengî Aktar Yeni bir şehirde ve kameranın arkasında Bengî, İstanbul'da yeni bir şehre adaptasyon sürecinde kamera arkasında var olmayı bir sığınak olarak keşfetti. İstanbul Üniversitesi çıkışından Kabataş'a uzanan yürüyüşlerde, hatta İstanbul'dan Bursa'ya uzanan ani yolculuklarda yanında yalnızca kamerası vardı. Kamerası arkasında Bengî, kamerasının önüne düşenlerle mahrem bir birliktelik büyüttü. Zamanla şehir ona, o şehre alıştı ve kendini İstanbul'un yeraltı müzik sahnelerinin konserlerinde buldu. Elinde polaroid makinası, bu sahnelerin insanlarını çekmek istedi. Utangaçlığının getirdiği tedirginliği arkadaşlarının desteğiyle aşıp ilk fotoğraflarını çekmeye başladığında insanların hoş karşılayan tepkileriyle motive oldu. " İnsanlar kendilerini görmekten mutlu oldukça ben de mutlu oldum. Çok güzel, çok doğal anlar yakalamıştım. Poz verilmiyor, öyleymiş gibi yapılmıyordu. Örneğin, bir an "gerçekten" sarılan iki sevgiliyi çekiyorsun ve o ana dâhil oluyorsun ." diyor Bengî. Ardından sahnenin aşağısına kadrajlanan kamerası, sahnenin üstüne yöneldi ve İstanbul'un yeraltı sahnelerinin müzikal kahramanları Bengî'yle yeni görünürlükler kazanmaya başladı. Kamerasının önüne düşenler; şehrin hardcore/punk sahnesinin gün geçtikçe genişeleyecek arşiv fotoğraflarına dönüştü. Belki de yitip gidecek bir dolu an, hatıra ve hikâye onun kamerasında İstanbul'un bir zaman dilimini ölümsüzleştirdi. "Keşke daha önce başlasaydım diyorum. Bu sahnenin küçük bir arşivi var şu an bende ve daha fazlasının olmasını çok isterdim." Woodstock'tan bir gece. Fotoğraf: Bengî Aktar Yeraltının sahneleri İstanbul'un daralan gece hayatıyla alternatif komünlerin yeşerdiği yerler çok değil. Kalabalıkların bir aradalığı, tanışıklığın ve bağlantıların hissedilebildiği alanlar şehrin arşivlerde saklanacak zaman dilimleri için çok değerli. Bir zamanlar Seattle'ın grunge komünitesiyle takıntılı bir ilişkiye girmiş biri olarak İstanbul'un "bodrumlarında" aradığım ötekinin sahnelerinin nerelerde deneyimlendiğini hatırlamakta zorlanmamın sebebi belki de bu. Tam da bu yüzden Bengî'nin spot ışıklarının ardında kalan ve fotoğraflarında belgelediği mikro müzik kültürlerinin aktörleri nerede merak ediyorum. Aklına gelen ilk mekânlar arasında Karga, The Wall, Woodstock ve dahası var. Ancak bunları içinde Karga'nın yeri onun için de hardcore/punk sahnesinin kahramanları için de ayrı. " Karga bana da sahnedeki herkese de bayağı ev gibi hissettiriyor. Mesela Karga'ya sesten rahatsız olarak gelindiğinde, Karga okları bize yöneltmemiş; 'Sizin yüzünüzden geldiler, bakın işte işimi bozdunuz.' yerine 'Şundan şundan rahatsızlarmış, ses yalıtımı yapalım ve sonra konserler devam etsin.' demişlerdi." Bengî'nin sanatçıyla seyircinin uzamsal yakınlığı önemli. Dipdibe yaşanan anlar ve yapılandırılmamış alanlar birliktelik deneyimini yükselten çok önemli detaylar. Mevzu Records Teslimiyet Gecesi, Eylül 2021, Karga Kadıköy. Fotoğraf: Bengî Aktar "Profesyonel" deneyimlerle özgür alanlar arasında Bengî'nin Karga'sı, gittiği konserler ve deneyimledikleri anlar ajandasız bir serüven. Yıllara yayılan mekân ziyaretlerinin, çektiği fotoğrafların ve tanıdığı insanların getirdiği; bazen Instagram DM'sine düşen bir mesajla, bazen de fotoğraflarına aşinalıkların getirdiği ayaküstü bir teklifle ilerleyen bir macera. Dayanışmacı birlikteliklerin gitgide nostaljik bir hatırlayışın özneleri olduğuna inandığım şu zamanlarda, alternatif müziğin sahneleri dediğimizde aklıma gelen alanların ötesinde konumlanan bir fotoğrafçının ve komünitesinin paralel öyküsünü dinlemek benim için de bir yenilik. Bu açık: Bengî; yeri, süresi ve teslim edileceği adres(ler)i belli "profesyonel" fotoğrafçılığın dışında konumlanıyor. Diğer taraftan, bu onun tamamen yadırgadığı bir alan da değil. Aksine, çok sevdiğini söylediği bazı fotoğrafçılar "sektörün" direk içinden isimler. " Beğendiğim bir sürü fotoğrafçı var mesela Cem Gültepe gibi. Böyle fotoğrafçılara 'Ben asistan olarak çalışsam yanınızda, büyük yerlerde nasıl çalışılıyormuş öğrensem' yazmak istiyorum bir yandan. Bir sürü incelik öğreneceğimden eminim çünkü." Peki diğer yandan? Bengî'nin profesyonel fotoğrafçılıkla ilişkisinin öteki boyutunun ne olduğuna dair makul bir tahminim var. Zira bağımsız çalışıyor olmanın getirdiği özgürlükle yapılandırılmış bir takvim arasında, idealist tasavvurlarla hayatın maddi gerçeklerinin çarpıştığı noktalar var. "Sana hangi şarkılarda fotoğraf çekebileceğini, nerelerde fotoğraf çekebileceğini söylüyorlar. Ben onların belirlediği bir yerdeyken, öbür tarafta bir an yaşanacak ve onu kaçıracakmış gibi hissetmek istemiyorum. Serbest dolaşabileceğim ve her anı görebileceğim bir yerde, istediğim şeyi çekebileceğim bir rahatlıkta çalışmak istiyorum." Bu; bulunduğu kalabalığa, baktığı sahneye ve kadrajına aldığı isimlere dışarıdan bakmayan, tam da aksine bunun bir parçası olarak var olan bir fotoğrafçıdan öngördüğüm bir cevap. Onun fotoğraflarını özel kılan şeyin kaybetmek istemediği bu özgür dolaşım imkânı olduğunu bir kez daha anlıyorum. Öte taraftan, geleceğin ne getireceğini ne o ne de ben tam kestirebiliyoruz. Bengî, uzun ve ihtimallerle dolu bir yolcuğun başında henüz. "Pembe" grubundan Mutlu Oral, Fotoğraf: Bengî Aktar Kapalı kapılar ardından açık alanlara Bengî'nin zamanla büyüyen dayanışma ağının yanında gelen şeylerden bir tanesi de sahnesinin kahramanlarıyla doğrudan çalışma şansları. Yeraltının sıkış tıkış alanlarında çektikleriyle zenginleştirdiği fotoğraf kütüphanesi, genişlettiği müzisyen tanışıklıklarıyla paralel bir gelişim içinde. Kontrol edilemez anların kıyısında, "yaşanabileceklerin" sonsuz olasılıklarının ortasında çekim yapmaya alışmış birisi için müzisyenlerle bire bir projeler yönetmek Bengî için yeni bir oyun alanı. Bu, Bengî'yi sahneden uzaklaştırsa da çok sevdiği gruplara yakınlaştıran bir şey aynı zamanda. Atıldığı yeni deneyimin onun için ne ifade ettiğini merak ediyorum. " Sadece müzik sahnelerini çekmediğim için grup fotoğrafları çekmek, gece ve sokak fotoğraflarımla müzik sahnelerim arasında bir bağ kuruyor." diyor Bengî. Beyaz bir duvarın önünde "steril" çekimler yapmak yerine, dışarının raslantısallığını arıyor grup çekimlerinde o. Bunun, anların enerjisiyle yaşanıp-biterken onun fotoğraflarında ölümsüzleşen sahne fotoğraflarındaki görsel ve tematik anlatısıyla örtüştüğünü düşünüyorum. Dışarıda özgür alanlar bulmak, olağan akışlar yakalamak, grupların "sesine" uygun üretimler gerçekleştirmek kadar önemli Bengî için. "Grupla konuşalım, yürüyüş yapalım, bir gün boyunca takılalım ve nerelerde çekim yapabiliriz diye düşünelim istiyorum çünkü bu daha doğal oluyor." B12 grup fotoğrafı, Haziran 2022, Sarıyer. Fotoğraf: Bengî Aktar Zamanın çantasında saklı tuttukları Bengî'yle Diyarbakır'daki lise yıllarından İstanbul'a, şehrin yerüstü sokaklarından yeraltı sahnelerine uzanan bir yolculuğa çıktım. Kameranın arkasına konumlanarak kadrajına aldıklarının bir komüniteyi yansıttığı kadar, onun parçası olarak da kullanılabileceğini gördüm. Anların, ihtimallerin ve deneyimselliğin öne çıktığı; dışarının tekinsizliğin dışarıda bırakılarak güvenli bir alan olarak var olduğu Bengî'nin sahnesi, onun varlığıyla bütünleşti. Nihayetinde, çok sonra geri dönülüp ziyaret edilecek, perdeler arkasında birçok bir aradalığı barındıran İstanbul'u farklı bir açıdan görmemize olanak sağlayacak kocaman bir arşivin tohumları atıldı. Bengî, daha yolun başında olduğu fotoğrafçılık kariyeri için ona ilham olacak, bakışını ve etosunu besleyecek bir hikâyenin ilk bölümüyle geleceğe adım attı. Ona eşlik etmek çok keyifliydi. Hoşça kalın. Sails of Serenity, Ekim 2022, The Wall Kadıköy. Fotoğraf: Bengî Aktar

Yeraltının ortasında kadrajlar: Bengî Aktar

Ekim 17, 2022

·

Makale

Okyanusların Indiana Jones’u: Arzucan Aşkın

Arzucan Aşkın yazlarını Ege kıyılarında geçirirken, serbest dalış yaparak denizden kırık camlar, deniz kabukları, hatta amfora bile çıkarıp ahşap hazine kutusuna koyarmış. Keşif ve okyanus merakını kendine ‘ okyanusların bebek Indiana Jones’u ’ unvanını vererek özetliyor. Benimle buluşmasına teknik dalış eğitimi için geldiği Endonezya’dan bağlanıyor. Çok tatlı bir kafede, arkada köpek havlamaları ve hafif bir müzik duyuluyor. Yemek kültürüne olan sevgimiz ile ilgili heyecanlı heyecanlı konuştuktan sonra, asıl konumuza dönüyoruz. Arzucan , Berlin doğumlu bir bilim insanı ( conservation scientist ), teknik dalgıç, okyanus kaşifi ve denizci. Onunla 2021 Avrupa Rolex bursunun sonunda buluşuyoruz. Her yıl üç dalgıça verilen bu burs, bir sene boyunca dalış eğitimlerini ve deniz araştırmalarını karşılamakla kalmıyor, National Geographic ve Manta Trust gibi büyük organizasyonlarla işbirlikleri yapmalarını sağlıyor — hatta önümüzdeki sene bir National Geographic Explorer olarak üç ay köpek balıkları ile çalışacak. “Mümkün olacağını düşünmediğim şeyler yaptım,” diye bana senesini anlatmaya başlıyor. Listesinde köpek balıkları ile çalışmanın yanında 11 metrelik plastik bir yelkenli ile buzullar arasından 80 derece kuzeye gitmek de bulunuyor. Kuzey Kutbu'nda geçirdiği bir ay boyunca mavi balinaların iletişim şekillerini gözlemlemiş. Balinalar da oyuncu ruhlarını, Arzucan ve ekip arkadaşlarına göbeklerini göstererek sergilemişler. Arzucan, okyanus bilimleri için yaşıyormuş. Bu söyleminde bir abartı olmadığını biliyorum çünkü uykuyu saymazsak, bu geçtiğimiz sene suyun altında geçirdiği süre karada geçirdiğinden daha fazlaymış. Yaptığı şeye bu kadar tutkuyla bağlanan insanlarla konuşmak çok ama çok keyifli. Konuşmamızın bitmesini istemediğimi ilk dakikadan anlıyorum. Abartmıyorum . Arzucan ve tiger shark. Fotoğraf: Jono Allen Deniz Aşkına! Arzucan, Türkiye’de geçirdiği yaz aylarının “klasik Almanya’da büyüyen Türk çocuk hikâyesi” olduğunu söylüyor. “Anne-baba türkiye nostaljisi ile yaşıyor ama dönmüyoruz. Her yaz bir nostalji ile Ege’ye gidiyoruz.” Bu yaz aylarının denize olan aşkını başlattığını söyledi. Küçükken hazineler topluyor, Antalya’ya gelen Caretta Caretta’lara yardım ediyormuş. Yürümeyi öğrenmeden önce yüzmeyi öğrenmiş. Birçok insanın değmek istemediği deniz yosunlarının içinde yüzermiş ve onu denizden çıkarmak imkânsızmış. Hatta bir gün Samos adasına yüzme hedefi ile o kadar açılmış ki annesi köyün polisini ve deniz kurtarma gruplarını çağırmış. Deniz ve okyanusların onda özgürlük duygularını çağrıştırdığını söyledi. Her suyun birbirinden farklı olduğunu, onların renklerini, sistemlerini, içlerinde barındırdıkları yaşamı gözlemlemekten ve çoğu kişinin görmediği bir şeyi keşfetmekten çok zevk aldığını paylaştı. Başlarda denize olan aşkını herkes bir hobi olarak görse de Arzucan bunu tam zamanlı yapmak istediğini küçüklüğünden beri biliyormuş. Bu yüzden avukat ve doktor olma öğütlerine kulak asmayarak (ve annesine söylemeyerek), 16 yaşında Birleşik Dünya Kolejleri'ne başvurup bir burs almış. İki senesini Hong Kong’da geçirmiş. Burada bilimsel dalış eğitimleri almış, World Wildlife Fund ile mercanları gözlemlemiş, resiflerden örnekler almış ve araştırma yapmış. Bu süreçte de deniz bilimlerine girmesini destekleyen çok kişi olmuş. Öğrendiği en önemli derslerden biri de okyanusları korumanın biyoloji ile değil politika, ekonomi ve yönetim ile ilintili olduğuymuş . Bu yüzden üniversite için London School of Economics’te Human Geography adında bir programa başvurmuş. Eğitimi boyunca okyanus odağından sapmamış. Arzucan serbest dalış için hazırlanırken. Fotoğraf: Matt Porteus “Bir grup sosyal bilimciyi bir tekneye koyup, Birleşik Krallık etrafında yelken yaparken disiplinlerini kullanarak okyanus problemlerini gözlemlemek gibi çılgın bir fikrim vardı. Hocalarım ilginç bulsa da, yapmak için para bulamayacağımı söylediler,” dedi. Buna rağmen Arzucan bir bursa başvurarak hibe almış ve ilk deniz sosyal bilim seferini gerçekleştirmiş. Tarihçi, avukat, politik bilimci ve ekonomistlerden oluşan bu grup Sail Britain işbirliği ile Birleşik Krallık kıyılarında yelken yapmış ve sosyal bilimlerin okyanus bilimleri için önemi ile ilgili bir rapor yazmışlar. “Değişimi teşvik eden bilgiler bulmak ve sunmak istiyorum.” Arzucan 1970’lerden beri dünyadaki köpek balığı nüfusunun %70’ini kaybetmiş olmanın verdiği aciliyet hissi ile, insanlar ve köpek balıkları arasında bir bağ kurmaya çalışıyor. Okyanus koruma çalışmalarında amacı bilgi ile değişim yaratmak. “Değişimi teşvik eden bilgiler bulmak ve sunmak istiyorum,” dedi. Oxford Üniversitesi’nde mastırını da aynen bunun üzerine yapmış. Maldivler'de tekneler yüzünden yaralanan köpek balıklarını incelemiş ve farklı kültürlerin köpek balıklarına karşı hislerinden, bu hayvanların karizmalarını anlamaya çalışmış; daha köklü ulusların köpek balıkları ile güçlü bir ilişkisi varken, daha yeni ve modern ulusların bu canlılara karşı olduklarını gözlemlemiş. Empati üzerinden, köpek balıkları ile ilgili negatif görüşleri değiştirebileceğine inanıyor. Bu yüzden hikâye anlatıcılığı ile insanlar ve köpek balıkları arasında bir bağ kurmayı önemsiyor. Yaralanmış bir tiger shark. Fotoğraf: Jono Allen Her şeye rağmen, devam! Değişim ve koruma alanlarında çalışan insanlara hep nasıl umutlu ve pozitif kaldıklarını sorarım. Asırlık alışkanlıkların ve politikaların değişimi, uzun ve kalp kırıcı bir süreç olabiliyor. Kimi zaman insanlar kafalarını çeviriyor ya da durumun ciddiyetini anlamıyorlar. Arzucan burada duygularını görmezden gelmemenin ve hissetmeye izin vermenin önemini vurguluyor. “Bence ne kadar kötü şey görürsen, o kadar pozitif oluyorsun çünkü güzel şeylerin değerini daha iyi anlıyorsun. Ağladığım çok gün oluyor. Tabii ki bilim dalında bir kadın olarak senden ‘maskülen’ tavırlar bekleniyor ama kimin umurunda? Ağlıyorum ama yine de bilim alanında çalışıyorum ve veri topluyorum.” Bazen beraber çalıştığı profesyonel sualtı fotoğrafçısı partneri Jono’ya her şeyi bırakıp domates çiftçisi olacağını söylese de, bu tutkusunu bırakamayacağını biliyor — ayrıca hayatı boyunca ona burslar ve maddi, manevi destek verenleri yüzüstü bırakmak istemiyor. Arzucan spesifik coğrafyalarda çalışınca değişimin daha olası olduğunu söylüyor. Küçük çaplı verimli aksiyon, büyük etkilere neden oluyor. Çapı genişlettiğinizde ise durumlar daha umutsuz gözükebiliyor. “Duygularını yaşamaya izin ver. Koruma çalışmalarının iç karartıcı olabileceğini, hatta bazı şeylerin artık geri dönüşü olmadığını, kabul et. Ben pragmatik biriyim, değiştirebileceğimiz şeylere odaklanmalıyız — ve zaten değişebilecek çok şey var.” Arzucan mercanları olta ipinden kurtarırken. Fotoğraf: Jono Allen Arzucan, 15 yaşından beri hareket hâlinde. Yani 11 senedir, temelli bir evi yok. Rolex senesinde bile neredeyse her iki haftada bir ülke değiştirdi — uçmanın çevreye zararını da telafi etmeye çalıştığının altını çizdi. Eşyaları dünyanın çeşitli yerlerinde aile ve arkadaşlarının evlerinde, kutuların içinde duruyor. Araştırmalarda gerekli olan izin belgeleri geciktiği için iki aydır Jono ile Endonezya’da ve yeni yıla kadar orada kalmayı planlıyorlar. Burada hasta bir köpeği iyileştirdiler ve bölgedeki balina köpek balıklarını korumak için bir proje başlattılar. 20’lerin belirsizlikle dolu olduğunu söyledi. “Her şey durmadan değişiyor. Sen değişiyorsun, dünya değişiyor, Hayat planların değişiyor, sanki her sene yeni bir insan oluyorsun.” O zaman değişime, masmavi bir denizmiş gibi, dalmanız dileği ile. *** Arzucan'ın projelerini takip etmek, seferlerine katılmak ve onunla çalışmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Okyanusların Indiana Jones’u: Arzucan Aşkın

Kasım 3, 2022

·

Makale

“Komşularımız ve esnaf dostlarımız müdavimlerimiz arasında.”

Yazı: Lian & Metin Benbasat. Fotoğraflar: Deniz Sabuncu. Dükkân: Coffee Department . Balat bizim için Fener’deki kalabalığı aşıp Vodina Caddesi’nden Ahrida Sinagog’una doğru ilerleyen yolda başlar, Çıfıt Çarşısı’nda sona erer. Balat Turşucusu ve simitçiyi gördük mü; kendi kahve kokumuzu aldık mı anlarız ki vardık. Fener kadar turistik ve kalabalık değildir, Çarşamba kadar da kapalı bir topluluk yoktur Balat'ta… Kendi içinde akışı, insan profili ve her gün gelen geçen müdavimleri vardır. Mahallenin esnafları III ve Lian Balat’taki dükkânı açarken hayalimiz iyi kahve için insanların bize gelmeleriydi. İlk günden beri de böyle oldu. Yavaş yavaş çoğaldık. Bugün komşularımız, bölgede çalışanlar ve esnaf dostlarımız müdavimlerimiz arasında. 8 senedir buradayız. Aslında tesadüf oldu Balat’a yolumuzun düşmesi. Ardından sokakları, binanın ve bölgenin tarihî dokusu, mekânın içi ve eski faytoncu kahvesi olması bizi çok etkiledi. O dönem sokaktan geçen 10 kişinin 7’si yabancıydı. Akın akın Avrupalı ve Amerikalı turist geçerdi yoldan. Hatta dükkânı açtığımızda daha çok İngilizce konuşuyorduk. O zaman sokaktaki tek kafe burasıydı yanılmıyorsak, ardından bir bir komşularımız çoğaldı. Bir taraftan çok iyi oldu çünkü Balat’ta farklı yerler açıldıkça ayak trafiği de arttı. Ancak tabii ki çeşit çeşit kalitede mekânlar açılması belirli bir müşteri kitlesini korumada zorluk yaratsa da Balat tam olarak da bu aslında. Her şey iç içe… Esnaflar arasında dayanışma Komşularımızla birbirimizi destekliyoruz. Biz ilk gelenlerden olduğumuzdan mahalleyle bütünleşmiş vaziyetteyiz. Mesela senelerdir uyguladığımız esnaf indirimimiz var, gelen esnaf bizden özel fiyatla kahve içebilir. Bazı işletmelerle birbirimize ikramlar yapıyoruz. Eskiden dondurmacı vardı ona kahve verirdik, kahveli dondurma yaparlardı. Mahalledeki bir başka komşumuz, aynı zamanda da ajansımız; fotoğraflarımızı çeker biz de onlara kahve veririz. Barter gibi düşünebilirsin. Ayrıca mahallede açılan ve nitelikli kahve servis eden bazı mekânlara da kahve tedariği sağlıyoruz. Tabii ki her mekânla böyle dost olamıyoruz. Bu da mahalle kültürünün parçası çünkü farklı vizyonda ve bakış açısında birçok yerin iç içe olduğu bir bölge burası. Coffee Department Mahallede mutlaka… Genel olarak Balat’taysak Coffee Department ’tayızdır. Yemek için Forno ’dan lahmacun söylemeyi severiz, esnaf lokantalarına uğrarız, Köfteci Namlı ve Arnavut yine sevdiğimiz noktalar. Canımız meze, rakı ve balık isterse soluğu Sahil Balık ’ta alırız. Smelt&Co. , Barba Vasilis, Agora Meyhanesi, Tarihî Balat Turşucusu ve Balat’ın meşhur simitçisi de müdavimi olduğumuz yerler.

“Komşularımız ve esnaf dostlarımız müdavimlerimiz arasında.”

Ekim 16, 2022

·

Makale

Bir "hareketli görüntü" hayranı: Fatma Çolakoğlu

Fatma'yı keşfetmek. Babasının BBC Türkçe servisindeki görevi nedeniyle çocukluğu Londra'da geçmiş Fatma'nın. Sinemaya dair ilk ipuçlarını İngiliz televizyonları izleyerek, orada sinemaya giderek almaya başladığını, kendisine iz bırakan ilk filmlerin E.T. the Extra-Terrestrial, The Sound of Music ve The Wizard of Oz gibi Hollywood klasikleri olduğunu söylüyor: " Dokuz yaşında büyük bir sinema yönetmeni olacağıma kanaat getirerek büyük bir Steven Spielberg hayranlığına yelken açıyorum. " Bu hayranlığı 1987'de annesi ve babasının boşanmasına bağlıyor: " Spielberg'ün de özellikle boşanmış aileleri işliyor olması ve onların böyle sıra dışı maceralar içinde yer alıyor olması bende duygusal bir bağ yarattı. " Avrupa sinemasınıysa ergenlik döneminde keşfetmeye başlamış. Sinema saplantısı. Sinemayla hep saplantılı bir ilişkisi olduğunu söylüyor Fatma. 11-12 yaşındayken, hazırlık sınıfındaki hocası, Fatma'nın tüm ödevlerinin bir şekilde sinemaya bağlanmasıyla bu saplantıyı fark etmiş ve önce Antrakt, sonra da Tempo dergisinde sinema bulmacaları hazırlamasına önayak olmuş. Emerson College'da sinema, Goldsmiths College'da tiyatro eğitimi, ardından film küratörlüğü ve film programlama gelmiş. Fatma, mesleğini " kavramsal çerçevede bir derdi olmak " olarak tanımlıyor ve gülerek eklemeyi de ihmal etmiyor: " şimdi dert de demeyelim ama... " Fatma mesleğinin biraz da hayatı filmler üzerinden anlamlandırmaya çalışmak olduğunu ekliyor. “ Sinemanın en etkili araçlardan olduğunu düşünüyorum hâlâ. Ve dijitale geçiş, streaming platformlarının artması, televizyon dizilerinin ya da dizi formatının artması [söz konusu olsa da] sinemanın geleceğinin çok daha uzun vadede devam edeceğine inanıyorum. Çünkü hep bir hikâye peşindeyiz aslında. Var olduğumuz hayatı bir şekilde anlamlandırmaya çalışıyoruz, ya da ben hâlâ anlamlandırmaya çalışıyorum. " Fatma Çolakoğlu Salt Galata'nın merdivenlerinde | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Birkaç adım geriden. 2014, belki 2013. O güne kadar Pera Müzesi'nin birkaç sergi açılışından yüzüne aşina olduğum Fatma'yla, müze ve çalıştığım yayının ortak bir projesi için ilk kez bir iş toplantısında bir araya geliyor, ilk kez filmlerden konuşuyorum. 2016'nın son günlerinde, bir başka sergi açılışında yanıma geliyor ve birlikte çalışma ihitmalimiz için ağzımı yokluyor. Müzenin film departmanı Pera Film'de bir yıl boyunca programlama asistanı olarak çalışıyorum. Bu işin yaratıcılık kadar yazışma yeteneği de gerektirdiğini, sinema bilgisi kadar pazarlık becerisi de gerektirdiğini öğreniyorum o yıl. Pera Film'de Balkan sinemasından köpek filmlerine, Nordik sinemadan büyüme hikâyelerine sekiz program yapıyoruz birlikte. Sonra ayrılıyor yollarımız; o Salt'a, ben Chicago'ya. İstanbul Modern Sinema, Pera Film, Salt. 2005'te İstanbul Modern Sinema'yı başlattıklarında İstanbul'da alternatif film izlemenin çok az yolu olduğunu, genelde festivallerin beklendiğini hatırlatıyor. Kariyerine baktığımda, bugün İstanbul'da alternatif film izlemeyi yıl boyunca mümkün kılan birçok kuruma elinin ve emeğinin değdiğini görüyorum Fatma'nın: “ Üç kurum bir nevi sinematek anlamında bir programlama yapıyor. Müze statüsünde olan İstanbul Modern ve Pera Müzesi biraz daha farklı ritim ve içeriklerle seyirciye ulaşırken Salt'ta belli birtakım seriler ve ek programlamalarla bu film programını yönetiyoruz ve geliştiriyoruz. ” "Normal dediğin nedir ki?" Şu an Araştırma ve Programlar Direktörü olarak görev aldığı Salt'la ilgili olarak, “ Salt Beyoğlu’ndaki Açık Sinema, sinema anlamındaki bütün beklentilerimizi ters köşe yapan bir mekân olarak hayal edilmiş ." diyor Fatma. " Sinemanın o koltukları rahat ve geniş, o popcorn deneyimi gibi popüler sinemanın getirdiği izleme koşulları burada çok daha komünal ve kolektif bir izleme deneyimi sunuyor. " Göreve geldikten kısa bir süre sonra hayatlarımıza çıkagelen pandemi, bu kolektif ve komünal deneyimi biraz sekteye uğratmış olsa da o koşulların getirdikleri de olmuş. “ Biraz Pandora’nın kutusu gibiydi COVID. Programlamanın çevrimiçi seyirciye ulaşma gayretiyle kafamızın içinden ve hep İstanbul ve mekân odaklı düşünmekten çıkmak gibi pek çok şeyi öğretti ” Salt'ın bu sezon "normalleşerek" fiziksel film gösterimlerine devam ederken hibrit bir formatla çevrimiçi gösterimlerini de sürdüreceğini hatırlatıyor Fatma. Video sanatı. Yıllar içinde yalnızca film gösterim programlarının değil, video sanatı sergilerinde de küratör olarak çalışan Fatma, en son Salt'ın Bilinmeyene Doğru: Varşova Modern Sanat Müzesi Video ve Film Koleksiyonu'ndan Bir Seçki sergisini Sebastian Cichocki’yle programladı. Video sanatı ve sinema arasındaki çizginin kendisi için gittikçe grileştiğini söylüyor. Daha önce Christian Marclay'in The Clock 'unun da adının geçtiği sohbetimiz, bu kez bir sanatçı ve bir sinemacı olarak Steve McQueen'in çok yönlülüğüne uğruyor. Fatma ve Emre, Salt Galata koridorlarında Julia Ducournau hakkında konuşmaya hazırlanıyorlar. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Fatma'yla keşfetmek. Konuşacağımız yönetmeni seçerken Julia Ducournau için bana " Zor mu olur yoksa?" diye sorduğunu hatırlatıyorum Fatma’nın. Tüketim toplumundan objelerle olan saplantılarımıza kadar birçok konuyu işleyen Altın Palmiye ödüllü Julie Ducournau sineması için “ Neden zor, çünkü cinsellik ve şiddet ağırlıklı. Bir süredir görmediğimiz yeni bir korku literatürü alanı açabilecek potansiyelde olduğunu düşünüyorum .” diyor. Korku sinemasıyla ilgili yaklaşımları ters yüz edişinden, dehşet anını göstermeden sana gözünü kapattıran şiddet sahnelerinden, tasvir ettigi beklenmedik insan ilişkilerinden konuşuyoruz: “ Ana karakterlerin motivasyonlarıyla, o gerginlikle, en ürkünç şeyin her daim insan olduğunu bize anlatıyor .” Ergenlik . Ducournau filmlerinden ve body horror alt türünden yola çıkarak değişimin zor ya da korkunç bir şey olup olmadığı üzerine tartışmaya başlıyoruz: “ Cronenberg’in hikâyelerinde o bedensel ve kafadaki değişim kontrol edemediğin bir şey h â line geliyor. Kontrol edemediğimiz her şey zaten ürkünçtür. ” Ducournau’nun da Cronenberg’in izinden gittiğini hatırlatarak, “ İnsanın kendi bedeniyle ilgili birtakım değişimler geçirmesi ve başka bir şeye dönüşme ihtimalinin olması, hayatındaki o değişimleri nasıl ele aldığına dair çok güzel bir gösterge veya araç oluyor .” diyor Fatma. Ergenliğe asla geri dönmek istemeyeceğine dair kararı net ama “ 18 yaşından sonra herkese yetişkin diyoruz ama yetişkinlik bir devinim gibi. ” diye de ekliyor. “ 70 yaşında da ergen olabilirsin.” Diyor ki... “Dünyanın pek çok farklı yerinden, popüler olsun bağımsız olsun deneysel olsun pek çok hikâye başka şeyler tarif edebiliyor, anlatabiliyor, ulaşıyor size. Programlama yaklaşımı da bence biraz buradan çıkıyor. Bir şekilde yaşadığımız bu dünyanın nasıl anlamlandırılabileceğine dair ipuçları arıyoruz ve sinema burada harika bir ilaç bence.”

Bir "hareketli görüntü" hayranı: Fatma Çolakoğlu

Ekim 12, 2022

·

Makale

"Samimi" Bir Girişim...

1- Kendinizden bahseder misiniz? 1982, İzmir doğumluyum. İki çocuk annesiyim. Yaşar Üniversitesi Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü mezunuyum. Ege Üniversitesi’nde Sürdürülebilir Tarım-Gıda Sistemleri alanında yüksek lisans eğitimime devam ediyorum. 2- Candid’in yolculuğunu anlatır mısınız? Candid; üçüncü sınıfta aldığım girişimcilik dersinin final projesiydi. Gerçekleşme yolunda üzerinde bir takım değişiklikler yapmamız gerekti. Hâlâ dondurulmuş ürünlere karşı önyargıları kırmak için emekle insanlara yatırım yaparak, güvenilirliğin zihinlerde oturması için belli bir zaman tanıyoruz. Adlandırdığınız gibi Candid benim için bir yolculuk, işimi doğru şekilde yapmaya çalışırken aynı zamanda akışta olduğumun çok farkındayım. Bu yolculukta kendimizi fazla kaptırmadan güzel anılar ve insanlar biriktirmeyi dilerim. 3- Ne gibi ürünleriniz var? Ürünlerinize nasıl ulaşabiliriz? Türkiye ve dünya mutfaklarından orijinal reçeteler ile dondurulmuş ürünler üretiyoruz, American cheesecake, brownie, scone, keşkek vb. Bu ürünlere gurme mandıra/şarküteri gibi belirli satış noktalarından ulaşabilirsiniz. 4- Geleceğe dair hedefleriniz, planlarınız neler? Kısa vadede büyümekten çok gelişmekle ilgili planlarım var aslında, kendimin ve personelimin eğitimi ile ilgili, yeni ürün Ar-Ge ve hedeflediğimiz yurtiçi satış noktaları ile ilgili çalışmalar yürüteceğiz. Uzun vadede İyi Tarım Uygulamaları ile kendi sürdürülebilir döngümüzü sağlamak, üretim politikamızdan atık yönetimine kadar her alanda örnek bir model oluşturmak istiyorum. Kulağa çok iddialı gelse de dünyada iz bırakmak için bir kişinin bile yeterli olduğuna inanıyorum. 5- Girişimcilik yolculuğunuzda aldığınız en kıymetli ders neydi? Genellikle her sorunun bir çözümü olduğunu ve aslında birçoğunu gözümde büyüttüğümü fark ettim. Bilmediğim sularda yüzerken yeni bir problemle karşılaşmak beni eskisi kadar korkutmuyor. Memur bir babanın çocuğu ve eski bir özel sektör çalışanı olarak aslında daha fazla sorumluluk almayı öğrendim diyebilirim. 6- Başarıyı nasıl tanımlıyorsunuz? Her zaman daha iyi bir versiyona yükselme potansiyelimiz var. Bunun farkında olarak, aynı motivasyon ve yaşam enerjisiyle başladığımız her gün başarılı olduğumuzu düşünürüm. 7- Girişimci adaylarına önerileriniz neler? Bakış açınızı kimsenin daraltmasına izin vermeyin, kendinizin bile. Bunun için içi dolu sevgili arkadaşlarımıza ihtiyacımız var. 8- Yatırım alma konusunda ne düşünüyorsunuz? Yatırımcım ve en büyük destekçim eşim, artık ben de geri dönüşünü sağlamaya çalışıyorum. Markamızı büyüttükten sonra uzmanlığımız olmayan, işletme ve finans gibi alanlarda mutlaka desteğe ihtiyaç duyacağız.

"Samimi" Bir Girişim...

Eylül 25, 2022

·

Makale