Şehir & Seyahat

Türkiye'den ve dünyadan seyahat rotaları, şehirlerden öneriler ve dahası.

10 Hikâye

🎥 Bosna'da Sabah Yürüyüşü

Güneşli, hatta güneşin oldukça yakıcı olduğu bir ilkbahar sabahı başlıyor Saraybosna’da. Gece kapatmayı unuttuğum perde bana erken uyanma ve yeniden uyuyamama olarak geri dönüyor. Oysa ki planım Saraybosna’ya daha önce geldiğim için ve şehrin kabasını aldığım için kendime miskin bir sabah hediye etmekti. Kalkıp ağzıma bir şeyler atıyor, sonra kendimi sakin Saraybosna sokaklarına atıyorum. Sabahın erken saatleri, ortalık bomboş. Rastgele yürümeye başlıyorum. Ara sokaklara girip çıkıyorum. Bir şehir aylağının en büyük iki sermayesine sahibim: zaman ve enerji. Seslere, kokulara, gölgelere göre rotamı belirliyorum. Bazen sabah melteminin esme şiddeti o sokağı sevip girmeme neden oluyor. Saraybosna yamaçlar arasına kurulmuş olduğundan bu rastgele denemeler genelde yokuş çıkmakla sonlanıyor. Başta tembellik yapsam da kaderime razı oluyorum ve yokuşları da bu avareliğin bir parçası olarak görüyorum. Şehrin merkezinde yer alan Avusturalya-Macaristan İmparatorluğu eseri görkemli binalar sona eriyor. Çevremde 1-2 katlı ufak evler belirgin olmaya başlıyor. Aslında başıma bir şey gelsin istiyorum. Biri bir evden çıkıp rakija ikram etsin, geceden bu yana durmadan çalan uykusuz ve sarhoş çalgıcılara beni aralarına alsınlar, macera arayan gençlerin arabasına düşer, kendimi bir anda köyde neşeli ve mütevazi bir ziyafetin ortasında bulurum diye hayal kuruyorum. Bu hayallerin çıkış noktaları ise Gatlif veya Kusturica filmleri. Balkanlar'a yolum her düştüğünde onların bir filmine girecekmişim hissi doluyor içime. İşte bu sabahın bahar güneşi de aynı etkiyi yapıyor üstümde. Bu beyhude umutlarla bayırları çıkmaya devam ediyorum. Tepeden Saraybosna Saatlerce nereye gittiğini bilmeden yürümenin huzurlu rahatsızlığından güç buluyorum. O merak dürtüsü sanki bacaklarıma bir reaktör gibi güç pompalıyor. Bir süre sonra evler de azalıyor. Kırsala doğru ilerliyorum. Saraybosna zaten ufak şehir, ben de onun limitine varıyorum. Tüm şehri tepeden gören bir noktada duruyorum. Çevremde artık pek bir yapı yok. Sadece ileride beyaz, döküntü bir 4x4 var. Uzun uzun şehri izleyip yürüdüğüm rotayı çıkartmaya çalışıyorum. Tepenin ardından ise orman manzarası var. Ona bakmaya giderken yanından geçtiğim beyaz araca takılıyor gözüm. Üstünde mayın ekibine ait olduğu yazıyor. Bir anda şehir aylaklığı yerini hayatın gerçekliğine bırakıyor. Şehrin şehirleşmemiş yamaçlarında savaştan kalan mayınların hâlâ temizlendiğini anımsıyorum. Sonra da bulunduğum noktaya bakınca yürüdüğüm yerin riski aklıma düşüyor. Çevremde kimse yok. Geldiğim yoldan hızlıca geri dönüşe geçiyorum. İçine düşmek istediğim film müzikal bir komediden trajediye dönüşmesin diye nefes nefese çıktığım yokuşları geri iniyorum. Şehir merkezine indikçe kanıksadığım bir şeyi tekrar fark etmeye başlıyorum: Binaların üstündeki kurşun deliklerini. Beni uyandıran güneş zihnimden savaşa dair bilgileri sanki silmişçesine şehrin karanlık yakın tarihini yeniden hatırlıyorum. Mayın aracı Aslında kentte yaşayanların durumu çok umursadığı yok. Acının ve yaşananların kabullenildiği bir yer olmuş Saraybosna. İnsanlar bunlarla yaşamayı öğrenmişler. İnsanın en kuvvetli yanı alışmak ve devam etmek değil mi? Sadece Saraybosna kuşatması değil, şehrin her yanı birer savaş anıtı. Tarihî kente girdiğimde kendimi meşhur köprünün başında buluyorum. 100 yıl önce, biraz ötemde 1. Dünya Savaşı’na bahane olan kurşun Franz Ferdinand’ın ve karısının canını almış. Biraz daha yürüyorum. Zihnimde müthiş bir kaos oluşuyor. Bu kadar farklı his bir şehre nasıl sığabilir diye düşünüyorum. Karşıma bir parka kurulmuş dev bir satranç tahtası çıkıyor. Çevresinde takım elbiseli veya şık giyimli, jilet gibi yaşlılar çetin bir mücadeleye tutulmuş arkadaşlarını izliyorlar. Bazen birbirlerine taktik veriyorlar. Satranç Hayata devam edebilmenin gücünü gösteriyorlar adeta. Sert ve soğuk kışın ardından çıkan güneşin tadını çıkartmayı en çok biz hak ediyoruz der gibi mağrur bir duruş var üstlerinde. Sigaralarından derin nefesler alıp birbirlerine laf atıyorlar, dalga geçiyorlar. Hep beraber gülüyoruz. Muhtemelen birbirlerine karşı alınmak gibi bir dertleri kalmamış geçen yıllarla. Zaten beraber keskin nişancı atışlarından kaçıp, karaborsada yumurta kovalayıp, can korkusundan cenazelerini gece gömen insanlar birbirlerine neden alınsınlar ki? Saraybosna değişik bir memleket. Hüznün, dayanışmanın, ihanetin, coşkunun ve her şeyin vadilerin arasında birbirine karıştığı bir kokteyl adeta. Bazen tadı çok kötü, bazense nefis. İçine eklenenlerin oranı belirliyor bu lezzeti. Onlar birbirleriyle uğraşırken ben de şunu farkediyorum: Başıma bir şey gelsin diye çıktığım yürüyüş zaten başıma gelen şeymiş . O yürüyüşle aslında içine düşmek istediğim şeyin içine kendimi atmışım. Kafamı kaldırıp göz kamaştıran ilkbahar güneşine teşekkür ediyorum.

🎥 Bosna'da Sabah Yürüyüşü

Kasım 16, 2022

·

Makale

Sakin bir telaşı var buranın

Mahalle: Yeşilköy. Mahalleli ve yazı : Ece Manav. Fotoğraflar: Deniz Sabuncu. Yeşilköy’ün sınırları Çiroz diye bildiğimiz Çarşamba Pazarı’ndan başlar, Hava Harp Okulu’nda son bulur. Vardığımı Yeşilyurt trafik ışıklarını gördüğümde, Pelit Pastanesi’nin önünden geçtiğimde anlarım. Çarşısında hareket vardır ama geldiğim yerden daha sakin bir telaştır bu. Arabanın kontağıyla benim de kontağım kapanır. Evdeyim. İç içe geçmiş iki semt: Yeşilköy ve Yeşilyurt. Fiziken sınırları çizilmemiştir. Yeşilyurt buralı olmayan için bilinen bir isim değildir, bilen içinse; upuzun bir caddenin devamıdır aslında. Oturduğum caddede sırasıyla teyzem, az ileride ananem ve Fatoş halam, onların çaprazındaysa annem ve babamın ömürlük dostları Ziya ve Gamze oturur. Yaşam doğrum, varlığıma tanıklık etmiş insanlar, hep buradadır. Mahallenin benim için hatrı sayılır bir kısmı da annemin ve anneannemin Yeşilköy'ü aslında, aktarılmış ve birlikte yaşanılan o mahallecilik kültürü. Yeşilköy; burada doğmuş, büyümüş olan için aile ve yuva demektir, en belirleyici özelliği odur. Ece Geleni gitmeyen mahalle Yeşilköy’ün mahallelisi burada mahalleli olmayı sever. Geleni geçeni tanımak, bakkalın numaranı bilip telefonu isminle açması, balığının pişip eve gelmesi ve taze meyve gelen marketin sana haber vermesi olağan şüphelileridir Yeşilköy sokaklarının. Birbirini sever sayarsın, akşam da muhakkak eve bir selam götürürsün. Genel olarak yaş ortalaması yüksektir, geleni gitmemiştir. Mahallelisi karışıktır Yeşilköy’ün, sayfiye zamanlarından beri herkes bir arada yaşamaya alışmış. Paskalya zamanı ananeme çörekler gelirdi, bizden de aşureler giderdi komşulara. Böyle alışverişler eskisi kadar olmasa da hâlâ var. Bir de yaz başı Adalar’a günde 2 defa vapur seferi konur sahilden. Adalılar yazlıklarına uğurlanır. Bir güzelliği de İstanbul’un başına en çok gelen genişleme durumunun bu semte uğrayamıyor oluşu. Sınırları belli, ötesine gidilemediğinden yeni yapılanmalar gözlenmiyor. Hep kendi içinde devinen, yenilenen bir hâli var mahallenin. Arabaları bile yeşil olan bir mahalle Yeşil bir köy, bir yurt Yeşilköy’ün her yanı apartman ve eski köşklerle, yani düşündüğünde binalarla dolu olsa da deniz, ferahlık sebebidir. Yeşilköy/Yeşilyurt isimleri de hakkını verir, sokakların çoğu bol ağaçlı ve çiçekli burada. Marmaray’a kadar Sirkeci-Halkalı, banliyö tren hattının durağı olarak şehre bağlıydı. Hatta Atatürk Havalimanı’na gelip İstanbul’a ilk ayak basanlar hemen Yeşilköy’le tanışırdı. Evin üzerinden iniş yapacak uçaklar geçerken telefondaysan karşındakine “Bir saniye uçak geçiyor” demen gerekirdi, düşün o kadar yakın. Yeşilköylüler için Atatürk Havalimanı’nın kapanması biraz hüzünlü oldu, bense 21 yaşımdan sonra Sabiha Gökçen yolunu öğrenmek zorunda kaldım. Trafik saatini atlatmayı bekleyen mahallelinin öğle molası Trafik yoksa, merkeze 20 dakika Liseden itibaren yaşamım Taksim, Cihangir ve Teşvikiye ekseninde dönmeye başladı. Taksim - Yeşilköy dolmuşu candı o zamanlar (şimdi taleplerde azalma, fiyat artışı ve Marmaray'ın gelmesiyle tedavülden kalkmış), dolmuş sırasında yapılan sohbetler, yeni tanışıklıklar olurdu. Yine de “çok uzaaaak” der dururdum. Etrafıma da “Trafiksiz gerçekten 20 dakika sürüyor!” diye açıklardım. Şehir yaşantımın daha kolay olması gerektiği konusunda ısrarcı ve umutluydum. Şehir standartlarında A noktasından B noktasına ulaşmak için harcanan zaman ve enerjiye hâlâ biraz takığım, her birimizinkini çok değerli görüyorum çünkü. Gel gelelim büyümenin etkisi, bakılacak farklı pencerelerin var olduğu bilincinin oluşması bir de tüm yılı İstanbul’da geçirememenin getirdiği kısıtlı zaman bilinciyle mahallede geçirdiğim zaman bana git gide bana keyif vermeye başladı. Haziran - Ekim arası güneyde oluyorum, geziciyim. Ekimde dönüp şehre adapte olma hâli, yazı kapama ve kışı selamlama Yeşilköy’de üzerinde battaniye elinde boza ve leblebi tadında geçiyor. Hem senin hem de doğanın içinde mevsim ve renk geçişlerini gözlemleyebiliyorsun. Kendi varoluşum ve mesleğim sosyal olmayı çokça barındırıyor, burayı da onun dengesi olarak görüyorum. Günü bitirdiğimde, çok eğlendiğim bir gecenin ardından veya parçası olduğum işin keyifle sonu geldiğinde bilinmeyen çöplüğüme dönüyorum ve sıfırlanıyorum âdeta. Bu her gün daha kıymetli hâle gelmeye başladı, dönüştüğüm Ece’nin buraya kanı daha çok kaynıyor. Yeşilköy’ün tek başına büyük resme uzaktan baktırabilmek katkısı var bir de. Şehrin dışına çekilip meseleyi buradan, günlük dinamiklerimden aldığım ilhamla ama olayın dışarısında, âdeta yaratılan dünyayı kuşbakışı gözlemleyerek incelemeye alan açıyor. Yeşilköy köşkleri İnsanın kaç mahallesi olabilir? Anlatabildiğim ve aktarabildiğim yer mahalledir benim için, İstanbul’da ve başka şehirlerde de birkaç mahallem olduğunu hissediyorum. Hikâyeme ortaklık ediyorsa ve his dünyamda yeri varsa lokallik de beraberinde geliyor. Sadece uğramam oraya; giderim, vakit geçiririm, dokunurum, solurum ve insanını toplarım. Brüksel ve Berlin'deki deneyimlerimde buralara tek başıma, eğitim veya iş odaklı gitmem sebebiyle iki şehrin de hareketli kısımlarında bulundum/bulunuyorum. Hiç olmadığı kadar şehrin göbeğinde yaşıyorum, evimin hemen köşesindeki sık gittiğim mekânlarda sosyalleşiyorum. Tıpkı geçtiğimiz yıllarda Cihangir’de, Teşvikiye’de geçirdiğim zamanlar gibi. Şimdilerden örnek verirsem Berlin’de 1, İstanbulda’ysa 2 ayrı tarza ait yaşam alışkanlıklarım; biri şehirde olan, görünen, sosyal ve hızlı olan ben - diğeri de şehirle vedalaşıp ailesi, odası ve yeşille buluştuğunda kabuğuna çekilen Ece. Ayrıca çok kıymetli bir güzelliği var buranın, hayır demek biraz daha kolay: “Ya Yeşilköy’deyim bugün biraz zor olacak…”

Sakin bir telaşı var buranın

Kasım 13, 2022

·

Makale

Sivil Sesler'den bir ses: Kırkayak Kültür

Gaziantep'in İncilipınar Mahallesi'nde, ismini 40 antik kentten getirilen 40 sütundan alan bir park var. Şehrin en eski parklarından Kırkayak Parkı 'nda sütunların çoğu yıkılmış da olsa bir kısmı halen ayakta. Ekim başında, ülkenin çeşitli bölgelerinden katılımcıların Ankara'da bir araya geldiği Sivil Sesler Festivali 'nde, ismini kültür sanatın taşıyıcısı olan bu parktan ve parkın hafızasından alan Kırkayak Kültür'den Ayşegül Ateş ile bir araya geldik. Yerel bir ses olarak kentin canlanmasında üstlendikleri rolü, göçmenlerle bir arada yaşamak üzerine çalışmalarını konuştuk. "Kırkayak Kültür 2011 yılında farklı meslek dallarından bir grup insanın kültür sanat alanında Antep’te bir alan oluşturmak ve Antep’in festivalini yaratmak için kurdukları bir merkez. Bu yüzden önce Zeugma Film Festivali adında bir festival yapmak istedik. 9 yıldır ZFF’yi organize ediyor, ayrıca film gösterimleri yapıyoruz." Dernek, oluşumların kendi yerelliklerindeki değişime ayak uydurmaları gerektiği fikriyle dönüşümü kucaklıyor. Kültür sanat yaşamını canlandırmak üzere yola çıkan ekip Kırkayak Sanat Merkezi'nde etkinlikler düzenlerken, kentin göç almasıyla ek bir çalışma alanı daha kazanıyor. Göç Merkezi kuruluyor ve Dom Araştırmaları da bu merkezin içerisinde yer alıyor. Göçmenlerin hak savunuculuğu yapılırken bir yandan da hak temelli raporlar yayımlanıyor. Kırkayak Kültür, web sitesi Dernek, toplumsal uyum sürecinde koşulsuz misafirperverliği savunuyor. "Birlikte yaşam mümkün" sloganıyla, kendi alanlarında bir dayanışma modeli olarak Mutfak/Matbakh kadın atölyesi ni kuruyor. Göçmenler ve yerli halk, birlikte yaşamayı öğrenmeye davet edilirken sanat odağında buluşturularak çeşitli atölyeler, çalıştaylar düzenleniyor; kadın emeğinin görünürlüğünü sağlamak amaçlanıyor. "Bu şekilde kapsayıcı ve şehrin yeni gelen komşularını da içerecek bağımsız kültür alanları yaratmayı hedefliyoruz." Kırkayak Kültür, sınır bölgelerdeki kültürel değişim ve dönüşümü, bir arada yaşama deneyimlerini yakından yaşayan insanların girişimleriyle kurduğu bir dernek olarak kıymetli. Yalnızca ülkenin güneyine değil, geneline de örnek model oluşturacak bir çalışma kapasitesine sahip. Ayrıntılı bilgi için buradan ve buradan .

Sivil Sesler'den bir ses: Kırkayak Kültür

Kasım 13, 2022

·

Makale

Yaşayan En Eski İzmirlilerin Sucul Mahallesi

Sima Özkan Nüfusu dört buçuk milyonu bulan İzmir gibi büyük bir kentin, kalabalıklarından pek de uzak olmayan ama bir o kadar kalbinin en kuytu köşesinde, tek başına gökyüzünü ve yerin mavi örtüsünü kucaklayan bir ekosistem varmış: Gediz Deltası ’ymış adı. Lagünleriyle, tatlı su gölleri, tuzlu çayırları, çamur düzlükleri, sazlıkları ile tuzcul sulak alanlarımızın tacıymış. Oluşumu 2 milyon yıldır devam eden bir jeoloji harikasıymış. Karaburun Yarımadası’nca korunan bir iç körfeze dökülerek oluşan 40.000 hektarlık alanı kaplayan bu deltanın bir eşi benzeri yokmuş. Bu alan hep buradaydı. Biz de bir parçası olduk zamanla. Çünkü flamingolar, Gediz Nehri’nin Ege’ye dökülerek oluşturduğu bu bereketli deltada 2 milyon yıldır yaşarken; bu bölgedeki insan yerleşimi 8.500 yıl öncesiyle tarihleniyor. Tur rehberimiz Yarkın Yaraşlı’nın deyişiyle, yaşayan en eski İzmirliler flamingolar . Öte yandan dünyadaki flamingoların yaklaşık yüzde 10’u burada yaşıyor ve Tuz Gölü’nden sonra Türkiye’de üredikleri ikinci bölge burası. Dünyadaki en büyük yapay kuluçka adası yine Gediz’de. Her yıl 15-20 bin yavru flamingo burada dünyaya gözlerini açıyor. Ancak buranın daha nice sakini var: Ne zaman Bostanlı vapuruna binsem karşılaştığım pelikanlar en sevdiklerimden. Nesli tehlike altına giren bu tepeli pelikanların da dünya nüfusunun yüzde 3 deltada yaşıyor. Kurutulan Marmara Gölü’nden buraya sığınmışlar. İri başlı deniz kaplumbağası ve Akdeniz foku yine burada... Kara gagalı sumrular, karabataklar, gri balıkçıllar, kervançullukları, akbalıkçıllar, kerkenezler, akça cılıbıtlar… Bugüne de 300 farklı kuş türü gözlemlenmiş. Kış aylarında 80 bin kuşun yuvası oluyor delta. Orta ve büyük memelilerden oluşan yaban hayatı da yabana atılmayacak kadar zengin. Tilki, çakal, porsuk, sansar, domuz, tavşan, yılkı atı, susamuru, saz kedisi, sırtlan, IUCN’in Kırmızı Listesi’nde hassas ve soyu küresel ölçekte tehlike altında olan 10’a yakın yarasa türüne da ev sahipliği yapıyor. Gediz Deltası renklerden pembeyle nam salmış elbette. Çilekli patlamış mısır diyarı uzanıyor önümüzde. Her yer flamingo. Boyu 1,5 metreyi bulan, bu denli iri kuşlardan, yanıbaşımızda binlercesi. Mavişehir’in açıklarında ve Kent Ormanı’nda da şehrin daha içlerinde bile onlara rastlamak mümkün. Gediz Deltası’nda onlar kendi dünyalarında gezinirken, beslenirken birden siz beliriveriyorsunuz karşılarında. Turun amacı onları ürkütmeden yaşamlarının kıyısından geçip gitmek, tur boyunca paylaşımlı olarak kullandığımız dürbünlere sarılmak, yaşam alanlarını yaşamak. Dahası bu bereketli alanda yer gök deniz börülcesi. Tuzlu toprak onların en sevdiği yer. Üzücü olansa neredeyse tüm Türkiye’ye burada deniz börülcesi ticareti yapılırken kaçak kökleyenler yüzünden, yumurtlama döneminde flamingoların strese sokulması, bazen yuvalarının yağmalanması. Börülcelerin, börülce adalarında filizlendiği dönemle, kuşların yumurtladığı döneme denk gelince… Biz, deniz börülcelerini meze yapmasak soframıza, sorarım size ne kaybederiz? Çünkü yine o deniz börülceleri flamingoların yediği tuz karideslerine, delta ekosisteminde diğer kuşların dâhil olduğu besin zincirinde önemli bir halka olan böceklere de yaşam alanı oluyor. Peki ya balık tutanların pek sevdiği boru kurtlarını toplamak için yine deltayı işgal edenler… Deltanın girişinde okaliptus ağaçları var. Avustralya’dan gelmiş, yapraklarını koalaların yemesi gereken, yeraltı sularını emen, üzerine tek bir kuşun yuva yapmadığı, konmadığı ağaçlar dikilmiş vakti zamanında. Kurusun diye batalıklar; kimin fikriyse… Onların önünde sazlıklar. Suyu seven sazlıklar, su için kapışıyor tonlarca su çeken okaliptuslarla. O sazlıklar ve ılgınlar ki nice kuşa kucak açmış… Uluslararası Ramsar Sözleşmesi, Dünya Sulak Alanları Koruma Sözleşmesi ile devletin kendi imzasıyla koruduğu bir alan. Türkiye’deki 14 Ramsar Alanı’ndan biri. Az kalsın köprü ve otoban projesine kurban gidecekken, ÇED raporu onaylanmadı ve 2017’de reddedildi. Ama deltayı kuşatan daha sayısız tehdit var. Her birini rehberimizden dinlerken flamingolar narin adımlarıyla geziniyor suda. Sasalı Doğal Yaşam Parkı ’nın girişinden kalkan otobüsler, Flamingo Yolu ’na doğru yola koyulduğu gibi geri dönüyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir oluşum olan İzdoğa ’nın düzenlediği bu seferlerin biletlerini İzdoğa’nın internet sayfasından almak mümkün ve hafta içi bir, hafta sonları iki ayrı tur düzenleniyor. Sırada, deltayı denizden gözlemleme deneyimi sunan özel tekne seferi var. Bunun için flamingoların aşk danslarına, flamenkolarına başlama dönemini, Aralık ayının sonlarını bekleyeceğim. Arkadaşımız dünyayı keşfetmeye, öğrenmeye, korumaya devam… Gediz Deltası ve tüm sakinlerinin en kısa zamanda UNESCO Dünya Mirası listesine girmesi dileğiyle…

Yaşayan En Eski İzmirlilerin Sucul Mahallesi

Kasım 11, 2022

·

Makale

Akaretler’de sanat herakâtı

Anlatıcı ve yazan: Begüm Güney Akaretler; Beşiktaş’ta Deniz Müzesi’nin karşısındaki yokuştan Maçka’ya uzanır. Şair Nedim ve Süleyman Seba Caddeleri’nin çatalağzı biçiminde birleştikleri bölgedir. Bence Şairler Parkı 'nda biter. Bundan 147 yıl önce Mimarı Sarkis Balyan tarafından kira geliri sağlayan toplu konut projesi olarak hayata geçen Sıraevler ’de bugün yenileme çalışmaları tamamlanmış 133 ev var. Önlerinden geçerken insan sesleri yükselir, arka bahçelerinde kuşları duyarsın. Yaş ortalamasının civar mahallelere göre daha genç olması, şehrin merkezinde konumlanması dolayısıyla yapısının çok daha dinamik, hızlı, yaşayan, çok sesli olması Akaretler diyince ilk akla gelenler. Şehrin tam merkezinde bana burada olduğumu hissettiren en güçlü şey belki kulağa çok tezat gelecek ama sessizlik. Akaretler’de 2020 yılına kadar farklı kurumlara ait tekil sergiler ya da sanat etkinlikleri yapılmaktaydı. 2021’de Bilgili Sanat ’ın projesiyle bu evlerin kapılarını yılda 2 kez Artweeks için aralamaya başladık. Amaç; Akaretler’i sanata açık bir alana dönüştürmek. Sıraevler yolu Mahallede yaşanan bu hareket yeni komşuları getiriyor, umuyoruz ki onlara da örnek oluyor ve Akaretler'i sanat özelinde bir buluşma noktasına dönüştürüyor. Sadece mahalleye ne kaldığını değil kalıcı olanın ne olduğunu düşünerek hareket ediyoruz. İstanbul’da sanatla kültürel ve sosyal yapı gelişiyor, sanatla topluma kalıcı bir bağ bırakmak için çalışıyoruz. Akaretler’in stratejik konumu son yıllarda kültür ve sanat merkezine dönüşmesiyle değişti. Artweeks’e hazırlandığımız programda yeni mekânlarımız ve residence dairelerin katılımıyla daha fazla sanat kurumuna ve işbirliğine alan açtık. Gerçekleştirdiğimiz bu buluşmalarla alışılagelmiş ve geleneksel yapının dışında yeni karşılaşmalar ve diyaloglarla Akaretler'de olmayı çok önemsiyoruz.

Akaretler’de sanat herakâtı

Kasım 6, 2022

·

Makale

Şantiye-şehir içinde yaşamak

Anlatıcı ve yazan: Esk Reyn Eskiden mahallelerin isimleri oranın dinamiğine göre verilirmiş. Örneğin doğayla iç içe olduğu için Tarabya Terapia’ymış. Hrisopolis yani Üsküdar "Altın Şehir" demek. Gün batımında Üsküdar’dan bakıldığında çatılara ve denize güneşin, gökyüzünün tüm renkleri yansırmış, adını buradan almış. Kalkedon ( Kadıköy ) körler şehri manasına geliyor, “kentin güzelliğini görmediğiniz için burada yaşıyorsunuz” demek istemişler. Galata , Galat’lar, yani sütçülerin yeri. Bunların hepsi bize insanın etrafına isim verirken gördüklerinden mana çıkardığını gösteriyor. Oysa şu an her şey ve yer iç içe. İstanbul herkesin oldu ve herkesin İstanbul’u bambaşka. Şehir birey üzerinde stres yaratıyor Artık, doğalımız inşaat sesi. Kuş şakıması, ötüşü yerini korna ve buldozerlere, vinçlere terk etti. Max on Duty’nin çiziminde olduğu gibi kuşları ağaç dalında değil, trafik ışıkları üzerinde konumlanmış izlemek normalimiz. İstanbul’un habitatı şantiye. Perpa’da yüksek bir noktadan şehre baktığında silüeti karalama gibi, her şey üst üste. Günlük hayatında sürekli dikkat etmek zorundasın; kafana bir şey düşebilir, sen çukura düşebilirsin veya inşaat aracı sana çarpabilir. Avrupa’da halk şehrin yapısıyla derdini bitirip kendi sorunlarına odaklanabilir ama burada öyle değil. Bizim yaşamalanımız tamamlanamadığı için dönüp kendi hayatımıza bakamıyoruz. Bir yarımlığın içinde bütünleşmeye çabalıyoruz. Kimsenin özel alanı yok, sahiller maç girişi gibi dolu. Ben başkasının sigara dumanını solumak, müziğini dinlemek zorunda kalıyorum çünkü insanlar sahil, park gibi kamusal alanlarda “ucuza” yaşayabiliyor sadece. Eser ismi: Riptide & Bir Nefes Daha Şehri baştan kurgulamak Yarımlık bizim habitatımız, günlük işlerimizi de yarım bırakmamız bence bununla ilişkili. Sürekli yıkıp yaparak bir kültür oluşmasını engelliyoruz. İstanbul’da daimî olarak gözlemlediğim, içinde yaşadığım zıtlığı, eserlerime aktarmayı seviyorum; mavi ve kırmızı renklerini seçmem gibi. Bu şehrin sokaklarında ifade etmeyi öğrendim, burada kendimi buldum. Ürettiklerimde yap-boz parçalama ve tekrar birleştirme hâkim tıpkı İstanbul’un yapısı gibi. Çok kültürlü, ayrı ama birlikte. Tarihi, kendiliğinden rastlantısal olarak yaşayanına göre şekil alan dokusu, zıtlıkları ve bunların bir arada uyumu beni etkiliyor. En çok hayran bırakanlardan bir tanesi de “köprü”. Ayakları farklı faklı kültürlere basan, üzerinden birçok insanın gelip geçtiği bir köprü İstanbul. Geçmişinden günümüze içinde biriktiği birçok durum bence en çok şehir dokusunda kendini belli ediyor. Ben binaları ve bir araya gelerek oluşturdukları kent dokusu üzerinden okuyorum şehri ve bu çok yönlü ilham kaynağım oluyor. Herkes burada barınıp yer sahibi olmak, İstanbul’dan bir parçanın hâkimi olmak istiyor. Bazen bencilce, sonuç olarak İstanbul manzarasından da göründüğü gibi üst üste ve kaotik. Akaretler’de işimin bulunduğu odada camı açtığında şehrin sesi, o üst üste yapısı gözüküyor. Gelenler dışarıdaki bu “tanıdık” dünyayla daha kolay iletişim kurabiliyor. " Urbanscapes" sergisindeki üretimlerim sırasında fark ettiğim, ürettiklerimin bu bahsettiğim şehir dinamikleriyle besleniyor olması, ouroboros (kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş yılan) gibi biraz durumum. Kent kültürünü üretmek Kadıköy’ün merkezinde birçok ana caddenin kesişiminde, ara bir sokakta yaşıyorum. Deniz kenarına (maviye) ve parklara (yeşile) yakın. Durağan bir yer değil, devinimde. Bu duygu olarak birçok farklı biçimde bana yansıyor. Günün saatlerine göre yaşadığım yere ait bir mahalleli ya da yabancı olabiliyorum. Merkezî olması, stresi beraberinde getiriyor. Bazen insanların bazen motorların sıkıştırdığı kaldırımlar, trafik gürültüsü, maç günleri ve haftasonları eğlenmeye, gezmeye, dolaşmaya gelenler, sokağa taşan iş yerleri ve artık kent yaşamımızın parçası olarak inşaatlar. Kentin kendi kültürünün yaşantısının olması ve içinde büyümem, tabii Kadıköy doğumlu olmam buraya ait hissettiriyor. Yaşadığım kenti, mahalleyi resimlerim ve grafitilerimle şekillendiriyorum. 10 yıl önce kurucu-ortağı olduğum Mural İstanbul Sokak Sanatı Festivali kapsamında Kadıköy’ün benim de yaşadığım farklı birçok mahallesinde dünyadan ve ülkemizden birçok sokak sanatçısıyla murallar üreterek kültürel anlamda da farklı ifade biçimlerini gözlemlediğimi söyleyebilirim. Çok kültürlülük beraberinde gelen kalabalık, diğer canlılara özellikle sokak hayvanlarına bir daralma yaşatsa da etrafımda çok fazla ilgi gören sokak hayvanı var. Zaten onları da artık şehirle bütünleştirdik başına sokak koyarak, bir nevi doğal habitatları sokak gibi algılıyoruz. Değiştirmek, iyileştirmek için çabalamaz olduk. Sokak ve kargaşası hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu.

Şantiye-şehir içinde yaşamak

Kasım 6, 2022

·

Makale

Mekân ve mekânsızlıkta arayış

Anlatıcı ve yazan: Gamze Yalçın "Urbanscapes" sergisi için hazırladığım kâğıt işlerde tekrar eden formlar mekân arayışında, mekânsızlığa doğru şiirsel bir arayış. “Mekân” gördüklerimin birebir yansıması “mekânsızlık” da dönüşerek, değişerek başkalaştırdığım, yarı soyut formlar, hikâyeler. İşlerimde; büyük şehir kurgusu, İstanbul’un metropol yapısı, doğaya kaçış temaları hâkim. Sürekli seyahat hâlindeyim. Özellikle doğada geçirdiğim uzun seyahatlerin sonunda, şehre keskin dönüşlerde, aklımda hep aynı sorgulama var: “Doğada geçirdiğim zamanların hissini, şehre nasıl entegre edebilirim?” Moving Places içindeki deniz beni İstanbul’a götürüyor. Yarattıklarımda denizi takip etmem, yer vermem hep İstanbul’un denizlerin buluştuğu nokta oluşundan, buna sevgimden. Sergideki işlerimin bir yapboz formatında oluşu, yine İstanbul’un şehir hayatına bir atıf. Manzara kişiye özel, herkes kendi manzarasını kendi yapabilir, eksiltebilir veya artırabilir. Hepimizin içindeki o başka başka İstanbul’u ortaya çıkarabilir. Eser ismi: Moving Places İki şehir, yeşil, mavi ve gri 2020’den beri gündelik yaşamım Berlin’de 2 ayrı bölge arasında. Atölyem Kreuzberg/ Neukolln’de evimse Mitte’de. İkisi de çok başka dinamiklerde olan bu bölgeler arası bisikletle gelip gidişlerim, düşündüklerim, günün başından sonuna gördüklerim, özlediklerim, hayalini kurduklarım ve kafamda dönüp dolaşan tüm yeni fikirler. Berlin zihnimde yemyeşil ve gri. İstanbul ise masmavi ve gri. Berlin, sokaklarda kocaman yemyeşil ağaçlarıyla oyun alanım ve çoğu zaman gri gökyüzüyle zorlu bir macera gibi. İstanbul masmavi gökyüzü ve deniziyle her zaman başımı döndürüp, gri beton binalarıyla zihnimde bir dev. Berlin şimdilerde sanat pratiğimi geliştirdiğim oyun alanım, Istanbul ise doğup büyüdüğüm içimdeki evim. Bu 2 şehrin doğayı içine aldığı ve dışında bıraktığını hissettiğim yer, anlar ve zamanlar çalışmalarımda şiirsel ve oyuncu bir dille şekilleniyor.

Mekân ve mekânsızlıkta arayış

Kasım 6, 2022

·

Makale

Şehrin yeni normali: Trafik ışıklarına tünemiş kuşlar

Anlatıcı ve yazan: Max on Duty "Urbanscapes" kapsamında bu zamana kadarki tüm kamusal deneyimlerimi kuşların şehirdeki yaşamı üzerinden anlattım. Çevremde gördüğüm, dokunduğum ve duyduğum nesnelerle ilgili ifade oluşturarak yaşadığım coğrafyanın düzeni üzerine üretim yapmayı seviyorum. Gözlemlediğim kuşlar İstanbul’un içinde çeşitli semt ve mahallelerde yaşıyor. Kalamış, Feneryolu, Kızıltoprak ve yakın çevreleri en yoğunlaştığım bölgeler çünkü buralar aynı zamanda benim de yaşam alanım. Dikkat etmeye başladıktan sonra fark ettim ki bu canlılar kamusal çevre kurallarına hem aykırı hem de uyumlu bir yaşam tarzı geliştirmiş. Trafik ışıkları, uyarı tabelaları, pencere pervazları ve benzeri başka işlevlere sahip şehir elemanlarını kendi yaşamlarına entegre etmiş durumdalar. Şehirde yaşayan insanların durumu yadırgamaması bir de katkıda bulunmasıysa uyumlu ve gülünç bir şehir yaşamı harmonisi oluşturuyor. Gündelik hayatımızda ağacın üzerine konmuş kuştan çok trafik ışıklarına konanlara aşinayız. İstanbul'da bu ve türevi manzaraların toplamı aslında. Odamın camları ağaçlara bakıyor, pencereden gelen devamlı kuş sesi ve doğa imajı işimi katmanlaştırıyor. Eserlerimde kullandığım renkleri mahallenin alışkanlıklarına, değerlerine göre şekillendirmeyi çok seviyorum. Akaretler’den önce Beşiktaş’ta sergi yapmıştım. Burası da Beşiktaş’ın geçiş hattı üzerinde dolayısıyla futbol camiasına aşina bir mahalle. Beşiktaş’ta siyah-beyaz ağırlıklı çalışıyor, mavi-sarı renklerinden kaçınıyorum. Bu tarz kısıtlamalar işlerimi besliyor; uyumlu olmayı, mahallenin kültürüne saygı duymayı, mekânın dinamiğinin işlerimle hareket etmesini, birbirlerini tamamlamalarını izlemeyi ve o yolculuğu yaratmayı çok seviyorum. Eser ismi: Trafik Lambası Güvercinleri Nefes alan varlıkların şehre entegre olmuş yaşamları Kuşlarda bizim gibi zaman zaman doğanın, zaman zaman da şehir yaşamının tadını çıkarıyor gibi görünüyor. O kadar da ütopik bir durum değil aslında, istediğin zaman doğaya dönebilirsin. Bir anda tüm imkânlarımız yok olsa ve doğaya dönmemiz gerekse muhtemelen ilk çağlardan çok daha akıllıca hareket ederdik diye düşünüyorum çünkü temelimiz var ve yıllardır herkes bu konulara bir şekilde aşina. Çevremizdeki insanların neredeyse hepsi sürdürülebilirlik üzerinde bir fikre sahip. Bunu alışkanlığı yapabilen de var sadece duyduğuyla yetinip izlemeyi tercih eden de. Öyle ya da böyle günümüzde kendimizi doğaya adapte etmemiz, hayatta kalma dürtümüz en güçlü kaslarımızdan. Çevremi yargı ve eleştiriden uzak deneyimlemeye gayret ediyorum. Bu motivasyon yaşadığım alanda çeşitli canlı türlerinin rutinlerini ve davranış biçimlerini daha iyi anlamama ve analiz etmeme yardımcı oluyor. Şehirde yaşasak da doğanın parçaları rastgele ve sezgisel davranışlar sergilemeye devam ediyor. Her canlı bu çevreyi kendi doğasına uygun eylemleriyle yaşamaya çalışıyor. Tüm canlılar rutinleriyle ister istemez çevresini şekillendiriyor, ben de bu bütünün bir parçası olduğumu unutmadan üretmeye devam ediyorum. Nefes alabildiğimiz her yer doğal habitatın parçası. Görünürde farklı fonksiyonlara sahip yapılar ve ürünlerle çevrelenmiş olsak da fiziksel hayatımız, gezegenimiz ve çevresinin sahip olduğu tüm materyallerin varyasyonlarından ibaret. Bu varyasyonların oluşabildiği her çevrenin doğal habitatın bir parçası olduğuna inanıyorum. Editörün notu: Artweeks Akaretler'i merak ediyorsan 2-13 Kasım, Pazartesi-Cumartesi günleri 11.00-20.00 & Pazar günleri 11.00-17.00 arasında ziyaret edebilirsin. Giriş ücretsiz. Adres: Sinanpaşa, 34353 Beşiktaş

Şehrin yeni normali: Trafik ışıklarına tünemiş kuşlar

Kasım 6, 2022

·

Makale

Pera Müzesi - performistanbul arasında: Tophane rotası

Bienal mekânları Büyükdere35 : 2017’de kurulan galeri, Boğazkesen’in sanat rotası olmayı sürdürmesi için en değerli sebeplerden. Aralarında Cins, Karbon, Ali Kanal, Atilla Galip Pınar ve Gülfem Kessler gibi farklı disiplinlerden güncel sanatçıları ağırlıyor. Bu yıl ilk kez bienal mekânları arasında olacak. performistanbul : Simge Burhanoğlu’nun performans sanatını İstanbul’da ve Türkiye’de geliştirmek üzere 2016’da hayata geçirdiği hayali, performistanbul Türkiye’nin ilk canlı sanat araştırma alanı. Performans sanatının birleştirici ve iyileştirici motivasyonundan güç alan ve arşiviyle bu alandaki eğitimleri de destekleyen merkez, bu yıl bienal mekânları arasında. Dibek Sokak’ta. Pera Müzesi: 1893 yılında mimar Achille Manoussos tarafından Bristol Oteli olarak tasarlanan, bugün Meşrutiyet Caddesi’nin en şahsına münhasır neoklasik yapılandan biri olan bina, 2005 yılında beri Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi. Oryantalist Tablolar, Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri ve Kütahya Çini ve Seramikleri isimli üç kalıcı koleksiyonu sergileyen müze, bu yıl da bienal mekânları arasında. Kültür merkezleri Tütün Deposu : Depo İstanbul olarak da anılan, 1950’lere kadar tütün deposu olarak kullanılan kültür merkezi ve sergi mekânı, ilk kez bir sergi mekânı olarak 2005’te 9. İstanbul Bienali’ne ev sahipliği yaptı. Resmî olarak 2009’dan beri süregelen kültürel işlevinin yanı sıra 2012’den beri Açık Radyo’yu da bünyesinde barındırıyor. 28 Ekim’e kadar Nira Pereg’in The script remains the same , 30 Ekim’e kadar Tanja Ostojić – Mis(s)placed Women? (2009-2022) isimli sergileri görülebilir. Lokantalar ve kafeler Probador Colectiva : Eryılmaz Kardeşler’in komşusu. Yalnızca üçüncü dalga kahveci değil, kahve kavurma evi. Kahvenin laboratuvarı da diyebiliriz. Kahve üzerine eğitim almak, içi kadar şişelerinin de akılları çeldiği El Salvador & El Divisadero Anaerobic cold brew ve Vitruvius hops kombucha için de kapısı aralanır. (Bu arada kapıları havalar soğuyana kadar sonuna kadar açık, içerisi dışarısı bir.) Yeni Lokanta : Şef Civan Er’in restoranına Tophane’den Kumbaracı Yokuşu’nu tırmanarak (evet, tırmanarak) ulaşabilirsiniz. Modernize Türk mutfağından lezzetler denemek ve günün tatlı sonu olarak değerlendirmek için rezervasyon şart. Sosunda kaybolunası mantısı şiddetle önerilir. Yemek ve müzik ikilisinden daha iyisi bizce henüz bulunmadı. Comedus: O kadar acıkmasan da bir şeyler atıştırmak ve yerli şarap-peynir eşlemesi iyi bir fikir gibi geliyor kulağa. En azından bize. Comedus’ta Arzu Hanım ya da Mustafa Bey’den ısrarla tavsiyelerini isteyiniz. Tavern : Pera sokaklarından Galatasaray’a, oradan Çukurcuma’ya doğru yürürken hemen solda. Beyoğluluların haftaiçi iş çıkışı ve haftasonu hava karardıktan hemen sonra bir kokteyl ve biraz sohbet için buluşma noktası. Gizli Bahçe : İstanbul’un sabaha kadar dansa davet eden sayılı kulüplerindne Gizli Bahçe. Tabana kuvvetten yorulmamış ve Beyoğlu buluşmasına dans pistinde devam etmek isteyenlere. Programı her hafta Instagram hesabı üzerinden paylaşılıyor. Sokaklar ve caddeler Defterdar Yokuşu: Defterdar Yokuşu, namıdiğer İtalyan Yokuşu, İstanbul’un inmesi en keyifli, çıkması en sevilmeyen yokuşu. Aynı zamanda Cihangir ve Tophane’yi en kısa yoldan bağlayan hat. Defterdar Yokuşu 1A ’daki İstanbul apartmanlarını sevmek için bir sebep olan binadan başlayan yokuşu tırmanmak için en büyük motivasyon Tophane-i Amire, Galata Kulesi, İtalyan Hastanesi ve en sonda ulaşılacak boğaz manzarası. Dikkat! Her köşebaşında karşına sanat çıkabilir. B oğazkesen Caddesi: İsmi tüyleri diken diken etse de son yıllarda ciddi anlamda turistik dükkânların sayısı artsa da taze meyve suyu sıkan büfeleri, tostçuları, kondurulmuş “tasarım dükkânları” ve eskiden sayısı çok daha fazla olan galerileriyle meşhur cadde. Aynı anda hem döner hem vejetaryen dürüm bulabileceğin bir rota. Gecesi gündüzü de birbirinden epey farklı. Eski binalar, yeni rezidanslar, kışın terlikleriyle gezen Kuzeyli turist, Tophane Tayfun Spor Kulübü fanatikleri ve lokal sanatçılar burada toplanır. Tophane’yi Galatasaray’a, Cihangir’e ve Çukurcuma’ya bağlar. Lüleci Hendek Sokak: Tophane’yi Galata’ya bağlar. Üzerine Urban Bread, Project Cafe’den kahve alıp Galata’ya yürümek ve kültürel bir deneyim yaşamak için en iyi rotadır. Aralardan Dibek Sokak’a Vacilando’ya ya da Kumbaracı Yokuşu’na yol verir. 12.00’ye kadar sol kaldırım, Saint Benoit’nın olduğu taraf gölgedir. Galata surlarından mütevellit “hendek” olarak anılır. Parklar ve yeşil alanlar Tophane Parkı: Tophane’den Galata’ya çıkmadan önce yazın ağaç gölgesinde dinlenmek, kışın yapraklara basarak yürümek için uğranır. Öğlenleri gölgede geçirmek isteyen esnafın dinlence, Tophaneli çoluk çocuğun oyun alanı. Dükkânlar Vitruta : Lokal ve İstanbul’da nadir bulabildiğimiz uluslararası markaların seçilmiş ürünlerini satan konsept dükkân Vitruta, Defterdar Yokuşu’nu çıkmaya başlamadan önce hemen köşede. İçeride Lar’ın fularları, Vatka’nın çizgi dışı tasarımları ve Ceremony’nin mumları uğramak için her daim bir sebep. Tarihî Boğaziçi Simit Fırını: Beyoğlu’nun neredeyse her köşesine simitlerini dağıtan, Boğazkesen’in meşhur simitçisi. Yalnızca simit satılan dükkâna (evet ekmek bile yok) Cihangir ve Tophane ahalisi, erken saatlerde simit almak ya da akşamüstü sahibinin bulmacasına yardımcı olmak üzere uğrar. Duyduk duymadık demeyin fırından sıcak sıcak çatallar çıktııııı Eryılmaz Kardeşler Simit Fırını: Boğazkesen’in fırınlarının meşhur olduğuna dair geçerli bir bilgi elimizde olmasa da iki iddialı simit fırının komşu olması da tesadüf olamaz. Akşam uğrarsan simidini ısıtır, sabah uğrarsan fırından direkt verir. Tuzlu kurabiyeler ve kandil simidinden hâllice lezzetler de her daim var. Hiç Contemporary Crafts : Sanatçı ve zanaatkârların ürünlerinden tatmin edici bir seçkiye yer veren Hiç’e, atölyesi de Tophane’de bulunan seramik sanatçısı Zeynep Severge’nin fonksiyonelliğin ve sadeliğin renklerle kuvvetlendiği tasarımlarını görmek üzere uğramalı. Hiç'in camından yansıyan mahalle Manuk's Workshop : Lüleci Hendek’in yaratıcı mahallelisi. İnsan dev camlarının içinden bakıp "Burada ne yapıyorlar acaba?" diye her seferinde merak ediyor. Vitrindeki mücevher tasarımlarının yanı sıra grafik tasarım ve web design gibi hizmetler de veriyorlar. Frankeştayn Kitabevi: Uzunca bir süredir mahalleye geldiğine en çok sevindiğimiz esnaf. Nadir bulunan kitaplar, toplumsal cinsiyet ve feminizm üzerine seçkisiyle, ismiyle toplumda dışlanan ve ötekileştirileni temsil ediyor Frankeştayn. Bağımsızlığı, özgürlüğünün anahtarı olduğundan politik duruşu, fikri ve hayalleri olan kitabevine kahve içip evinin kütüphanesindeki kitapları karıştırır gibi kitapları karıştırmak ya da kurucusu Ayşe Tümerkan’la sohbet etmek için uğranır. Burada kediler de kendilerine kitap seçiyor Binalar İtalyan Hastanesi: Defterdar Yokuşu’nun en hüzünlü ve aynı zamanda en görkemli yapısıdır İtalyan Hastanesi. Tam adıyla Giovanni Alberto Agnelli İtalyan Hastanesi, 1820’de İtalyan gemicilere hizmet vermek için kurulur. Önce İstanbul’da İtalyanlara daha sonra herkese açılan ve bugünkü hâline 1876 yılında gelen hastanenin kaderi, o mahalledeki ne açılsa kapanan ve terk edilen dükkâna benzer ama büyük bir farkla: İstanbul’un bugün bir işlevi olmayan en güzel binalarından biri olarak. Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi: 15. yüzyılda Bizans’ta kurulan ve İstanbul’un fethinden sonra top döküm merkezi olarak kullanılan Tophane-i Amire, bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne bağlı kültür ve sanat merkezi olarak hizmet veriyor. Binanın kubbelerini ve mimarisini hem dışarıdan hem de içeriden görmek için uğramalı. Biz Tophane-i Amire'de hangi sergiler var diye bakmaya gidiyoruz. Gelir misin? Çeşmeler ve hamamlar Firuzağa Hamamı: İlk olarak 1445 yılında yaptırıldığı söylenen fakat 1822 yılındaki yangında uğradığı hasardan sonra yeniden yaptırılan hamam. Tarihî yapısını koruyanlardan. Komşusu Kılıç Ali Paşa Hamamı’nın yanında ihtişam olarak sönük kalsa da hem İstanbul’da yaşayan hamam kültürüne görece uzak yabancıların hem de İstanbulluların ve aynı zamanda namını duymuş turistlerin uğrak noktalarından. Çukurcuma Caddesi’nin hemen girişinde, turistik ama değil. Girişindeki kırmızı “hamam” yazısından tanınır. İsimsiz Kâgir Çeşmesi: Hostel Neveruna’nın yakınlarında, Boğazkesen bitmeye doğru yüzümüzü yıkayıp serinlemek için. Çeşmenin ismi yok, kâgir ne demek dersen taş ya da tuğladan yapılmış olan anlamına geliyor. Google Maps haritasına buradan ulaşabilirsin.

Pera Müzesi - performistanbul arasında: Tophane rotası

Kasım 1, 2022

·

Makale

Ustadan çırağa: Yorgancılık

Beşir Abi tezgâha oturmuş, elinde bordo parça, üzerinde asetat kağıdına benzeyen bir kağıt iğnelemiş, uzaktan çok net anlaşılmayan ama yaklaşınca kurşun kalemle çizildiğini anladığım ince desenlerle karşılıyor beni. Heyecanla yanına gidiyorum. Kırılıyor, sesi bozuluyor ama çaktırmamaya çalışıyor. “Kızım tezgâha ayakkabıyla çıkılmaz ki ama” diyor. Utanıyorum. Bu sefer uygun bir şekilde yanına çömeliyorum. Beşir Abi Sarı duvarlar, duvarlara asılmış fuşya, fıstık yeşili yorganlar. Dükkân 70 yıllık, kendisi de 50 yıldır buralı. 11 yaşından beri de Tophaneli Beşir Abi. İstanbul Yorgancılar Odası yönetim kurulu üyesi aynı zamanda. Sipariş üzerine çalışıyor. Gözüme bir kupür çarpıyor ve öğreniyorum ki İngiliz kraliçesi başta olmak üzere, Arap şeyhlerine ve ağırlıklı olarak yurtdışına yorgan yapıyormuş. Çayını kendi yapıyor artık Beşir Abi. “Kahveci vardı eskiden oraya giderdik ama Galataport açılınca burayı da yeni nesil kafeler aldı. Esnaf kaçmak zorunda kaldı. Yeni yerlerden bir kere bile çay içmişliğim yok. Ben de baktım gidecek yer kalmadı kendi kendime yetmeye başladım.” diye anlatıyor yaşadığı değişimi. Bir yorganın “olmazsa olmazları” nedir? Hayatında ne önemli senin için? Olmazsa olmazın nedir? Ben sana sorayım. “Sağlıklı ve mutlu bir yaşam” değil mi? Bunun temelinde de yorgan var. Enerjini topladığın, gününün gidişatını belirleyen yer. Günün üçte birini yorgan altında geçiriyosun, giydiğin kıyafetten daha kıymetli yorgan. Bu yüzden çok önemli bizim işçiliğimiz. Elle dikilmeyen yorganlar sentetik ve sağlıksız. Hepsi kanserojen madde içeriyor. İnsanlar ne aldığını göremiyor, bu büyük eksiklik. Yorgan diyorsak makinelerden çıkmış seri üretim değil, saf yün kullanılan, özenle dikilen ürünlerden söz etmeliyiz. Yorgancılığın geleceğini nasıl görüyorsun? Meslek ustalardan bize geldi. Biz de bizden sonrakilere geçsin istiyoruz ama aktaracak kimseyi bulamıyoruz. Bir tane oğlum var ama öğrenmek istemedi. Gerçi babadan oğula geçen ya da geçmesi gereken bir meslek de değil. Aslına bakarsan yorgancılık hayatımızda yaklaşık 7-8 asırdır var. Osmanlı’da kaftanlara yorganlama yaparlardı sıcak tutsun diye. Şimdilerde bu kültür unutulmuş gibi. Hâlbuki bu meslek bilhassa sanat okullarında okutulmalı. Rengârenk yorganlar Ülkemizde gençler üniversiteden mezun olunca iş imkânı bulamıyor. Ne yazık ki onlara sağlam bir gelecek sunamıyoruz. Aslında her çocuk küçüklüğünden itibaren bir meslek kolunda uzmanlaşmalı, Avrupa’daki gibi. Zanaatkârlık yurtdışında buradaki gibi görülmüyor, daha kıymetle yaklaşılıyor. Türkiye’nin aksine orada çocuklar hangi alanda yetenekliyse o bölüm üzerine eğitim alabiliyor. Bu çok büyük bir fark. Bizde yönlendirme eksik. Ben tezgâh köşelerinde yatarak öğrendim bu mesleği, böyle de öğrenilir zaten, yerinde ve yaşayarak. Benim zamanımda annelerimiz bizi ustalara emanet ederken “eti senin kemiği benim” felsefesiyle yaklaşırlardı, şimdi bu bakışaçısında kimse yok, belki de bu yüzden gün geçtikçe zanaatkârlık yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Ayakkabılarım elimde tezgâhtan iniyorum. Gerçekleri konuşmanın ağır huzuruyla Beşir Abi’yle vedalaşıyorum. Tekrar geleceğime, çayını içeceğime eminim.

Ustadan çırağa: Yorgancılık

Kasım 1, 2022

·

Makale