Şehir ve Ekoloji

Soluduğun havanın ya da içtiğin suyun içinde ne var?İstanbul'un ekosistemi, yeşil şehir modelleri ve şehirde doğayla bağlantı kurma yolları

8 Hikâye

Bir ada şehri yaratmanın doğaya maliyeti

Karadeniz ve Marmara arasında yapay bir kanal açma fikri yeni değil; Roma İmparatorluğu dönemine kadar uzanıyor. 16'ncı ve 19'uncu yüzyıllar arasında Osmanlı’da da dönem dönem gündeme geliyor. Günümüzdeyse kanalın Sakarya yerine batıya, Çatalca Yarımadası’na taşındığını görüyoruz. Fikri, dönemin Enerji Bakanlığı müsteşarlarından Yüksel Önem’in kaleminden ilk kez 1985 yılında okuyoruz. Bir dönem Bülent Ecevit tarafından da desteklenen fakat bilim insanlarının uyarılarıyla geri çekilen bu mega proje, 2011 yılında yeniden yankılanmaya başlıyor. Peki neydi bilim insanlarının uyarıları? İnsan eliyle açılacak yeni bir “boğaz”ın İstanbul’un ekosistemine nasıl etkileri olacak? Bardağın boş tarafı: Yeni boğaz hattı, İstanbul’un su ihtiyacının %20’sini karşılayan Terkos Gölü’nün doğusunda kalan bölgeden başlıyor. Durusu Mahallesi’nden geçerek yıllık ortalama verimi 55 hm³ olan Sazlıdere Barajı’na varıyor. Başakşehir’den devam ediyor ve Küçükçekmece Gölü’yle birleşerek Marmara Denizi'yle buluşuyor. Bu güzergâhı sakince takip etmiyor tabii. WWF Türkiye’nin hazırladığı rapora göre , Terkos Gölü koruma alanına 5,4 kilometre boyunca temas etmesiyle göle tuzlu su karışmasına sebep oluyor. Ayrıca Sazlıdere Barajı’nın kullanım dışı kalması ve Küçükçekmece Gölü’nün tamamen kanalla birleşmesi anlamına geliyor. ÇED Raporu’na göre bu durum İstanbul için 32,7 milyon metreküp suyun, yani su rezervlerinin %3’ünün kaybı demek. İBB’nin hesabına göre sayılar daha ciddi. İklim değişikliği sebebiyle hâlihazırda su kaynaklarının azalması riskiyle karşı karşıya olan İstanbul için Kanal İstanbul projesi, her üç İstanbulludan birinin susuz kalmasına eş değer. Tatlı-tuzlu dengesi: Birbirine karışan sular sadece Terkos’la sınırlı değil. WWF Türkiye, raporunda İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e yakın özellikler taşıyan üst akıntısıyla Marmara Denizi’ne benzer alt akıntısında ve genel deniz suyu özelliklerinde hızlı değişimler olacağını öngörüyor. Kanal İstanbul’un açılmasıyla yaklaşık dört Sakarya Nehri büyüklüğünde tatlı suyun Marmara Denizi’ne karışması bekleniyor. Bu durumda Marmara’da oksijen seviyesi düşecek, alt tabandaki hidrojen sülfür oranıysa hızla artacak. BBC’nin haberine göre bu durum, lodos estiğinde İstanbul’u “çürük yumurta” kokusuyla dolduracak. Su dengelerinin bu denli değişmesi, deniz canlıların yaşam alanlarını da etkiliyor kuşkusuz. WWF Türkiye’nin verdiği sayılar gösteriyor ki Karadeniz’in canlılık açısından pek de iç açıcı olmayan suları, Marmara Denizi’nin çeşitliliğinde ciddi bir azalma yaşatacak: Tehdit altındaki üç yunus türü dâhil 86 canlı türü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Ya yaban hayat? Projenin etki alanı içinde kalan tüm sulak alanlar için Trakya’nın önemli doğal habitatları diyebiliriz. Terkos ve Küçükçekmece gölleri özellikle kış aylarında 10 binden fazla kuşa ev sahipliği yapıyor. Küçükçekmece ayrıca deniz canlıları için de bir üreme bölgesi. Alanın dikkat çeken memeli türleri arasındaysa uzun ayaklı yarasa, Akdeniz nalburunlu yarasası, Beyaz kesicidişli körfare, Avrupa gelengisi ve su samuru var. Bu isimleri hiç duymamış olabilirsiniz; ama doğal dengenin içinde kendilerine önemli yer bulan bu canlılar, aynı zamanda Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği’nin kırmızı listesinde nesli tükenme tehlikesi olan hayvanlar arasında Kestane, gürgen, palamut: ÇED Raporu, Kanal’ın yaklaşık 550 hektar orman alanının olumsuz etkileneceğini belirtiyor. Bu, yaklaşık 15 Yıldız Parkı demek. İBB’nin öngörüsü yaklaşık 23 milyon metrekarelik bir ormanlık alanın yok olacağı yönünde. Projede tahrip olan orman alanını telafi etmek adına 34 milyon metrekare yeni yeşil alan çalışması yapılacağı sözü veriliyor; fakat TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu’na göre orman sadece yeni ağaç dikilerek hızlıca yeniden canlandırılabilecek bir organizma değil. Toprağı, mantarı, küfü ve yosunuyla bütüncül bir varlık olan orman alanlarının tahribatı, bu bölgede bulunan toplam 575 bitki ailesini önemli ölçüde etkiliyor. Proje aynı zamanda İstanbul’un ve hatta tüm Trakya’nın tarım alanlarının 4.071 hektarına mal olacak. Bu alan, Kadıköy’ün tamamı kadar geniş ve İstanbul’un özellikle buğday ihtiyacını ciddi ölçüde karşılıyor. Kanal açıldığı takdirde, bu alanların kullanımı mümkün olmayacak. Kaynakça: Kanal İstanbul ÇED Raporu, Aralık 2019. Kanal İstanbul Çalıştay Raporu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 10 Ocak 2020. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kanal İstanbul Projesi Komisyon Raporu, 2020.

Bir ada şehri yaratmanın doğaya maliyeti

Mart 10, 2021

·

Makale

Yapay aydınlatmanın karanlık tarafı

Işık da mı kirletiyor? Yanlış tasarlanırsa, evet. Ekolojik açıdan kirliliği düşündüğümüzde, aklımızda genellikle hava, su, toprak kirliliği gibi kavramlar geliyor. Boğaz’a her baktığımızda köprülerin ışıklarına hayran kalıyoruz; Jack ve Fasülye Sırığı hikâyesindeki gibi göğe uzanan gökdelenlerin ışıklarına aldanıyoruz. Işıl ışıl bir şehrin çevre açısından problem yaratabileceğini aklımıza pek getirmiyoruz. Aslında yapay aydınlatmanın yaklaşık 150 yıllık bir tarihi olmasına rağmen onun için insan hayatının dönüm noktalarından biri diyebiliriz. Evlerimizde çok daha korunaklı yaşayıp güneşin batışıyla kararan sokaklarda, ışıksız zamanlara göre çok daha güvenle dolaşıyoruz. Ufukta beliren kızıllıkla evlerin yolunu tutmuyor, gece perdesi üzerimize çekildikten sonra bile çalışmaya, üretmeye devam edebiliyoruz. Doğrudan amaçlamasa da yapay aydınlatmanın yarattığı ekonomik ve sınıfsal düzen başka bir konu tabii. Ben bugün “aydınlanma”nın ekolojik etkilerinden bahsederek İstanbul’daki boyutlarını aktarmayı deneyeceğim. Öncesinde, kendi şehrimize dönmeden konuya biraz da kültürel bir açıdan bakalım: İnsanlık aslında ekim ve hasat vakitlerini gökyüzüne bakarak tahmin eden atalarının yıldızlar ve gökyüzüyle kurduğu o büyülü bağı kaybetti. Daha da ötesinde, kendilerini doğal ışık seviyelerine göre ayarlayan hormonlarımızı ve fizyolojik süreçleri belirleyen biyolojik döngümüzü baştan aşağı olumsuz etkileyen bir icadı, bulunduğundan bu yana hayatımızın merkezine yerleştirdik. Peki etkileriyle yüzleşmeye hazır mıyız? Işığın kirli yüzü: Işık kirliliğini basitçe yapay ışığın uygunsuz veya aşırı kullanımı şeklinde tanımlayabiliriz. Işık Kirliliğini Engelleme Proje Ekibi’nden Doç. Dr. Bülent Aslan’a göre “ortamın doğal ışık miktarının, yapay ışık; yani insan yapımı aydınlatma kullanılarak değiştirilmesi ve ışığın olmaması gereken yerde bulunması durumu”na ışık kirliği deniyor. NASA’nın Blue Marble verilerine göre , dünya nüfusunun %83 ’ü bu uygunsuz aydınlatmaların içinde yaşıyor. İstanbul aydınlık bir şehir mi? NASA’nın SQM Gökyüzü Kalite Ölçümü sistemine uygun olarak hazırladığı ışık kirliliği haritasının 2016 verilerine göre, İstanbul Türkiye’nin ışık açısından en kirli şehri. Şişli ise en aydınlık ilçe olarak öne çıkıyor. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Meryem Kayan, bunu Şişli-Maslak hattında yer alan plaza ve rezidansların ışıklarına bağlıyor . 2018’de Salt Galata’da düzenlenen "Mimarlık ve Kentlerin Işık Kirliliği" başlıklı konuşmada, şehir ölçeğinde aydınlatma tasarımı üzerine çalışan Şebnem Gemalmaz ise bu soruya şöyle cevap veriyor: “Ben karanlık veya aydınlık diyebileceğimiz bir şehirde olduğumuzu düşünmüyorum. İstanbul’da bazı yerler zifiri karanlık, bazı yerler haddinden fazla aydınlık diye tanımlıyorum. Bu anlamda görsel dengesizliğin ve karmaşanın olduğu bir şehir İstanbul.” Yani, İstanbul’a uçakla gelen herkesin çıplak gözle rahatlıkla gözlemleyebileceği bu durum, aslında ucu bucağı olmayan bir ışık kirliliği . İstanbul olması gerekenden çok daha parlak; bu da onu ışık kirliliği açısından “sorumsuz” bir konuma getiriyor. Yine de bu alanda yapılan bilimsel çalışmaların azlığından dolayı net verilerle konuşmak zorlaşıyor. Doç. Dr. Bülent Aslan’ın Eskişehir’de yürüttüğü araştırmanın sonuçlarından hareketle, İstanbul’daki ışık kirliliğinin yarattığı ekonomik kaybın yıllık 40 milyon liradan fazla olduğunu söyleyebiliyoruz . İnsana zararları: İstanbul’un parıltısından büyülensek de yapay ışıkların melatonin hormonunda yarattığı dengesizlik, bu kirliliğin başka bir boyutu. İstanbul’dan herhangi bir veriye ulaşamasam da küresel çapta yapılan araştırmalara göre, yapay aydınlatmayla sirkadiyen ritmimizin bozulması nın; göğüs ve prostat kanseri vakalarına, kalp rahatsızlıklarına, uyku bozuklularına ve metabolizma hastalıklarına yol açabildiği açık. Ekosisteme zararları: Parlaklık arttıkça bu parıltıdan büyülenen başka canlılar da var. İstanbul gibi kuşların göç yolları üzerinde bulunan bir şehrin böylesine aydınlık olması, kuşların yönlerini şaşırmasına ve aydınlıktan dolayı gece olduğunu anlayamadıklarından uçmaya devam etmelerine; av olmalarına veya yorgunluktan ölmelerine yol açıyor. Tıpkı insanlar gibi balıkların, böceklerin ve yarasaların da sirkadiyen ritimleri bozuluyor; ışığın etrafında toplanan bu canlıların çiftleşme, uyuma ve yiyecek bulma gibi gecenin uzunluğuyla belirlenen davranışlarında değişimler yaşanıyor. Hava kirliliği: Işık kirliliğinin doğaya bir diğer etkisi de hava kirliliği. Tüm dünyada elektrik tüketiminin %19 ’u aydınlatmada kullanılıyor. Bu enerjiyi üretmek için kullanılan fosil yakıtları hesaba kattığımızda 1,9 milyar ton karbondioksit havaya karışıyor diyebiliriz. Ayrıca fazla ışık, akşam serinlemesi gereken yer kabuğunun daha sıcak kalmasına da sebep oluyor. Bu veriler global bir kirliliğe işaret etse de ışık kirliliğinin çözümünün yerelde olduğu düşünülüyor.

Yapay aydınlatmanın karanlık tarafı

Mart 10, 2021

·

Makale

Bir nefesin içinde kaç partikül var?

Hava kirliliğinin neden olduğu hastalıkların, her yıl yaklaşık 8 milyon şehirlinin erken ölümüne sebep olduğu tahmin ediliyor. Bu sayı, dünya çapında yaşanan tüm ölümlerin yaklaşık %16 'sını oluşturuyor. Yani hava kirliliği; trafik kazalarından ortalama dört kat, tüm savaşların ve diğer şiddet yöntemlerinin toplamından ortalama 15 kat daha fazla ölümden sorumlu. Durum böylesine ciddiyken hava kirliliğinden öyle alelade, sanki günlük hayatımızın sıradan bir parçasıymış gibi söz etmek, onu normalleştirmek ya da adını bile anmamak içime sinmiyor. Üstelik bir pandeminin ortasındayken ve tüm bunlar aslında tamamen antropojenik etkilerken… Neye kirli hava diyoruz? Temiz Hava Hakkı Sözlüğü’ne göre, “içinde insan sağlığına ve diğer canlılara zarar verecek seviyede istenmeyen madde bulunan hava”, kirli diye tanımlanabilir . Çoğu zaman fark etmediğimiz partikül maddeler; karbon monoksit , kükürt dioksit , azot oksitler ve kurşun başlıca hava kirleticiler. Bu kirliliğin büyük çoğunluğundan da fosil yakıtlar ve biyokütle yakma sorumlu. Partikül madde (PM10); 10 μm, yani 10 mikrometreden küçük hava kirletici maddelere deniyor. Tek bir kum tanesinin çapının 50 μm, insan saçınınsa 70 μm olduğunu düşünürsek PM10’un ne kadar gözle göremediğimiz bir tehdit olduğu daha net anlaşılabilir. Maliyeti: Bu boyundan büyük işlere kalkışan zehirler, kömür-dizel yakılan süreçlerden, endüstriyel faaliyetlerden, trafikten ve şehirlerde toza neden olan kaynaklardan soluduğumuz havaya karışıyor. PM10; solunum hastalıkları ve kronik bronşit , konjestif kalp yetmezliği , vasküler problemler , astım , akciğer kanseri , felç ve doğurganlık sorunları na kadar varan hastalıkların nedenleri arasında gösteriliyor. Arsenik, asbestos ve benzen gibi diğer hava kirleticiler çok çeşitli toksik kimyalları içeriyor fakat bu grupta yer alan kirleticilerin sebep olabileceği hastalıklar ve etkileri üzerine henüz fazla bilgi sahibi değiliz. İstanbul’un havası: Temiz Hava Hakkı Platformu’nun yayımladığı 2020 Kara Rapor ’a göre İstanbul; 2017 yılından beri Türkiye’de hava kirliliğine bağlı ölüm sayısının en yüksek olduğu şehir. Bu veriye rağmen yaklaşık 15 milyonun içine sığdığı, yaşayan bir dev olarak İstanbul’un en kalabalık ilçelerinde hava kalitesinin yeterli düzeyde izlemeyi sağlayacak verileri maalesef edinemiyoruz. Çünkü toplam 39 ilçede 2018 yılında 23, 2019’daysa 30 adet ölçüm istasyonu bulunuyordu. Her ne kadar bu artış sevindirici olsa da nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu iki ilçe olan Gaziosmanpaşa ve Güngören’de hâlâ hava kalitesi ölçüm istasyonu yok. Ayrıca nüfus yoğunluğu yüksek olan Bayrampaşa ve Bağcılar gibi ilçelerde de hava kalitesi ölçüm verisi mevcut değil. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait ölçüm istasyonlarının bulunduğu Aksaray, Esenler, Göztepe, Kadıköy, Yenibosna gibi geçmiş yıllarda yüksek hava kirliliği yaşanan ilçelerde 2019 yılında hava kalitesi düzelirken Kâğıthane, Alibeyköy ve Sultangazi istasyonlarında ulusal sınır değerlerinin iki katını bulan kirlilik düzeylerine ulaştığı da yine Kara Rapor’un bize verdiği kara haberlerden. İyi haber (?): Yine de rapor bize sadece kara haber vermiyor. 2019 yılında, İstanbul’da PM10 ortalamasının önceki yıllara göre düşerek mevzuat seviyesine yaklaştığı görülüyor. Fakat bu seviyenin bile Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği kılavuz değerlerin iki katı olduğunu unutmamak gerek. İstanbul’da 2019 yılında genel ortalama iyileşmiş olsa da yıl boyunca Sultangazi ve Mecidiyeköy , Alibeyköy , Kâğıthane ’de neredeyse 200 günden fazla kirli hava ölçüldü. Ya karantina sonrası?: İBB hava kalitesi ölçüm istasyonları verilerine göre, 1 Haziran’dan sonra normal akışına geri dönen İstanbul’da azotdioksit (NO2) hava kirliliği oranı ilkbahara kıyasla %38 arttı . Araç trafiğinin eski seyrine dönmesi, fabrikaların yeniden çalışmaya başlaması ve insan hareketliliğinin artmasıyla karantina sürecinin başlarındaki iyileşen hava yeniden kirlenmeye başladı . Kaynak Landrigan, P. J., Fuller, R., Acosta, N. J., Adeyi, O., Arnold, R., Baldé, A. B., ... & Chiles, T. (2018). The Lancet Commission on pollution and health. The Lancet, 391(10119), 462-512.

Bir nefesin içinde kaç partikül var?

Mart 10, 2021

·

Makale

İstanbul’da çöpün hikâyesi

Yaşadığımız şehirdeki ayak izlerimizin ne kadar farkındayız? Attığımız bir çöpün, açtığımız suyun nereden gelip nereye gittiğini ne kadar biliyoruz? Yaklaşık 16 milyon (kayıtlara göre) insanın yaşadığı bir ev, İstanbul. Peki evimize ne kadar iyi bakıyoruz? Maddi olarak karşılamamızın mümkün olmadığı faturalar giderek artarken bu faturaların önüne geçmek için neler yapıyoruz? Bu ve bunun gibi birçok sorunun cevabını burada arıyor, herkesi düşünmeye davet ediyoruz. Çöp... Hikâyesinin nerede başladığını herkes biliyor; peki ya nereye vardığını? Çöp vardığı yere nasıl gider, gittiğinde başına neler gelir? Çöp aslında lineer ekonominin yarattığı bir kavram. Sanayi Devrimi ve sonrasında hızla gelen endüstriyel, teknolojik ve ekonomik büyüme kişilere ve kurumlara ilerlemeyi, hep önümüze bakmayı öğütlüyor ve kimse geride bıraktıklarımıza dönüp bakmıyor. Apartman görevlisi kapının önüne bırakılan poşeti alıyor, belki geceleri apartmanın önüne yanaşan çöp kamyonunu duyuyoruz. Ya sonra? Transfer merkezine doğru: İstanbul’da her gün yaklaşık 18 bin ton evsel atık oluşuyor. Bu atıklar yaşadığınız ilçenin belediyesine bağlı atık nakliyecileri tarafından çöp kamyonlarıyla toplanıyor. Bu kamyonlarla atık aktarma istasyonuna getirilen çöpler nihai duraklarına gitmeden önce bu aktarma istasyonlarında daha büyük araçlara aktarılıyor. Bu transferin amacı hem trafik yükünü ve karbon salınımını azaltmak hem de gerekli iş gücü, yakıt, ekipman ve zamandan tasarruf sağlamak. İstanbul’da şu an aktif çalışan 8 sekiz tane transfer merkezi var. Çöpten elektriğe: Düzenli depolama alanlarının ardındaki prensip, çöpleri mümkün olan en kapsamlı şekilde gömmek. Geri dönüştürülemeyen veya kompostlaştırılamayan tüm atıklar, çöp suyunun yer altı su kaynaklarına karışmaması için sıkıştırılıp toprakla örtülüyor. Buraya kadar aslında bir kaç detay hariç bir çöpün hayatını çöplükte tamamlamasının hikâyesiyle aynı; fakat atık yönetimi burada devreye giriyor: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin girişimleriyle 1994’te kurulan İstanbul Çevre Yönetimi Sanayi ve Ticaret A.Ş. (İSTAÇ)’nin düzenli depolama alanlarına geçmesiyle birlikte, toprakla örtülen bu çöplerin çürümesiyle oluşan metan gazıyla enerji üretilmeye başlanmış. İSTAÇ, atıklardan oluşan metan gazıyla her yıl 250 bin hanenin ihtiyacını karşılayacak kadar elektrik üretiyor. Karbondioksite göre 21 kat fazla sera etkisine sahip metanın elektriğe dönüşmesiyle her yıl 6,5 milyon ton sera gazının İstanbul semalarına karışması da böylece önleniyor . Geri kazanım: Çoğumuzun geri dönüşüm için çöplerimizi ayırma alışkanlığımız yok. Tesise gelen karışık evsel atıklar arasından geri dönüştürülebilecekler önce elleçleme makineleriyle daha sonrasında da eleklerden geçirilerek ayrıştırılıyor, kapalı poşetler eleklerdeki bıçaklar tarafından parçalanıp açılıyor. Eleğin üst kısmında kalan malzemelerse elle tek tek ayıklanıyor. Atık hücrelerinde biriken ambalaj, naylon, kâğıt, karton ve tenekeler preslenerek bu malzemeleri işleyecek kuruluşlara veriliyor. Pet ve plastik şişeler ise tesiste işlenerek geri dönüştürülüyor. Bu kısımda çöpü yaratanlar olarak bize düşen geri dönüştürülebilir malzemeleri organik atıklardan ayırmak ve bu işlemi kolaylaştırmak. Tabii plastik poşetlerin makinelere takılıp zarar verme riski bulunduğundan genelde dönüşüm için tercih edilmediklerini unutmamak gerek. Kompost: En basit hâliyle, bitkilerin büyümesine yardımcı olmak için toprağa eklenen doğal ve organik malzemelere kompost diyoruz. Sebze, meyve kabukları, çay posası, taze otlar... Mutfaktan çıkan çoğu atık, geri dönüştürülebilir malzemelerden ayrıştıktan sonra fermantasyon bölümüne geliyor. Bu bölümünde sıcaklığı ve nemi kontrol edilerek komposta dönüşmek üzere sekiz hafta boyunca bekliyor. Tesiste yılda ortalama 18 bin ton organik değeri yüksek gübre üretiliyor ve bu malzeme İstanbul’daki park ve bahçelerin toprağına karıştırılıyor. Çöpün pürüzsüz ilerleyen bir yolculuğu varmış gibi görünse de tüm bu işlemler hâlâ büyük bir emek ve enerji gerektiriyor. Diğer yandan geri dönüşüm, başlı başına yeni enerji tüketimine sebep olan, zorlu bir işlem. Geri dönüşümü mümkün kılmak için yapılan ayrıştırma işlemi ise başlı başına bir problem. Pandemiyle birlikte kontrolsüz şekilde artan tıbbi atıklar da ev atıklarına karışarak bu ayrıştırma işlemini ve geri dönüşümü imkânsız hâle getiriyor. Bu yüzden çözüm, en başta az tüketmek ve az çöp çıkarmakla başlıyor.

İstanbul’da çöpün hikâyesi

Mart 10, 2021

·

Makale

Yeşil binalar

Bir kavram üretilmesiyle farklı endüstrilere anlamını yansıtır. İstisnalar ise elbette mevcut. Örneğin, sürdürülebilirlik kelimesi, hemen herkesin kendini yakın hissettiği ve kullanmaktan çekinmediği bir kelime. Ekolojik köyler üzerine çalışan Robert Gilman’a göre kelime “toplumun, ekosistemin ya da devam eden herhangi bir sistemin ana kaynakları tüketmeden belirsiz bir geleceğe dek işlevini sürdürmesi” ; sürdürülebilir gelişme ise şehirci Ruşen Keleş’e göre “çevre değerlerinin ve doğal kaynakların savurganlığa yol açamayacak biçimde akılcı yöntemlerle, bugünkü ve gelecek kuşakların hak ve yararları da göz önünde bulundurularak kullanılması ilkesinden özveride bulunmaksızın, ekonomik gelişmenin sağlanmasını amaçlayan çevreci dünya görüşü” demek. Sıklıkla kullandığımız, hatta kullanırken yıprattığımız bir kelime olarak olarak sürdürülebilirlik, dilimize henüz geçmedi; yani sözlükte yer almıyor. Fakat uygulamalarına aşinayız. Sürdürülebilirlikten yeşil binaya: İklim değişikliği ve etkileri ülkeler arasında ilk defa 1972’de konu olmuş, 1983 yılında Birleşmiş Milletler’in Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu kurulmuştu. Hazırlanan ilk rapor olan Bruntland Raporu’nu, 1994’te yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’yle 1997’de imzalanan Kyoto Protokolü takip etti. Elbette, bunlar yeterli olmadı ama insanlığın geleceğini düşünürken fikirlerini hayata geçirmesini teşvik etti. 1990’da Birleşik Krallık’ta sera gazı emisyonları ve doğal kaynak kullanımlarına dikkat etmek için yeşil bina uygulamaları başladı. Aynı yıllarda ekonomi alanında sürdürülebilirliği ölçmek adına kimi kıstaslar belirlendi. Üçlü Kâr Hanesi: John Elkington, Triple Bottom Line (Üçlü Kâr Hanesi) adında bir kuram ortaya atarak ölçümün kâr, insan ve gezegen üzerinden yapılabileceğini iddia etti. Bütün uygulamaların ve gelişmelerin sonucunda da onay mekanizmasına ihtiyaç duyan kurum ve kişiler için de sertifika sistemi geliştirildi. Amerikan Yeşil Bina Konseyi (USGBC) tarafından oluşturulan Enerji ve Çevresel Tasarımda Liderlik (LEED) sertifikası en çok duyduklarımızdan. LEED: Çevre Koruma Ajansı (EPA) yeşil binaları “Bir binanın tasarım aşamasından başlayarak; inşaat, işletme, bakım, yenileme ve yıkım aşamalarına kadar tüm yaşam döngüsü boyunca çevreye karşı sorumlu ve kaynak verimli olması” olarak tanımlıyor. 1998’den beri kimi zaman değişen LEED kriterleri ise bunun için yapının en az 40 puan toplaması gerektiğini gösteriyor . İstanbul'da yeşil binaların sayılarının artması, “sürdürülebilirlik” kelimesinin anlamının sorgulanması ve öğrenilmesi dileğiyle…

Yeşil binalar

Mart 10, 2021

·

Makale

İstanbul’da temiz gıdaya ulaşılabilir mi?

Yemek zorunlu bir ihtiyaç . Aynı zamanda topraktan tabağımıza gelene kadar izlediği süreçlerin kapitalist üretim pratikleriyle belirlendiği bir meta . Çoğu zaman yaşam tarzımızı ve kişiliğimizi ifade biçimimiz ve en önemlisi sosyal bir etkileşim aracı. Bu kadar sorumluluğa sahip olması onu daha da değerli yapıyor. Yaşamımız için gerekli olan bir ihtiyacın metalaşması, gıdanın üretim süreçlerinde ve gıdaya erişim meselesinde kârı, kamu yararına yeğliyor. Peki temiz gıdaya erişim şehirde giderek zorlaşırken yediğimiz sebze ve meyvelerin doğallığından nasıl emin olacağız? Hem tabakla hem de üreticiyle daha samimi olmanın yolu belki de kolektif bir çabayla hayat bulan yerel gıda inisiyatiflerinden ve kolektiflerden geçiyordur. Dayanışma temelli gıda ağları ve kooperatifler, İstanbul’da üreticiyle tüketici arasındaki ilişkiyi demokratikleştirmek; sürdürülebilir ve adil yöntemlerle üretilmiş gıdalar için hem doğaya hem de insana saygılı dağıtım mekanizmaları yaratmak için kuruluyor. Pestisit olmadan üretilmiş, “zehirsiz” ve emek kavramını odağına alan gıdaya nereden ulaşabileceğimizle ilgili konuşmak da bizim sorumluluğumuz. Beşiktaş Kooperatifi Sağlıklı, yerel, adil gıdaya aracısız ulaşmak isteyen Beşiktaşlılar için Muradiye Mahallesi, Deryadil Sokak’ta. Gönüllülük esasına dayanarak çalışan kooperatif, pandemi sürecinde dükkânın açık olduğu saatleri azaltmış olsa da sosyal medya üzerinden epey aktifler. Dükkâna gelen haftalık güncel gıda listesini ve açık oldukları saatleri takip ederek uğrayabilirsiniz. Tabii bez çantanız ve alışveriş filenizle. Kadıköy Kooperatifi Şehirdeki tüketim alışkanlıklarını dönüştürme hedefleriyle altı yıldır çalışan Kadıköy Kooperatifi de Beşiktaş’a benzer bir sistemle işliyor. Kooperatif gönüllüleri, hafta içi 12.00-21.00; hafta sonları ise 10.00-18.00 saatleri arasında olacak şekilde dükkânı açıyor. Her ne kadar karşılıklı çay içip sohbet edilen günleri özleseler de kapıya monte edilen “kedi kapısı”yla temassız alışverişte bir çığır açılmış. Yeryüzü Kooperatifi Yeryüzü Derneği’nin gıda topluluğu olarak Bostancı ’da bir dükkân açan oluşum, üreticilerden aracısız ve temiz gıda dağıtımı yaparak hem küçük üreticileri destekliyor hem de şehrin temiz gıda ihtiyacını karşılıyor. Her hafta paylaşılan ürün listelerinden WhatsApp veya e-posta yoluyla sipariş verebiliyorsunuz. Hatta Anadolu Yakası’na salı, çarşamba ve perşembe günleri; Avrupa Yakası’na ise iki haftada bir dağıtım yapıyorlar. Yaşadığınız semtte veya çok yakındaki gıda kooperatiflerini araştırarak temiz ve adil gıdaya ulaşmak mümkün!

İstanbul’da temiz gıdaya ulaşılabilir mi?

Mart 10, 2021

·

Makale

İstanbul’un suyu

İçtiğimiz su, yüzdüğümüz su, yaşamın ilk nefes aldığı yer su… Medeniyetlerin hep etrafında ortaya çıktığı, onunla büyüyebildiği ve özgürleşebildiği suyla İstanbulluların nasıl bir ilişkisi var? Su, hepimizin yaşamı için gereken en temel şey, malum. Bu yüzden çok nüfuslu şehirlerin de yüzleştiği en büyük problemlerden. Anlayacağınız, İstanbul’un surları kadar eski burada su sorunu. Kalabalık nüfusa temiz içme suyu sağlamak için onlarca su kemeri ve sarnıç yapılmış; suyun tüm Galata ve Beyoğlu’na "taksim edildiği" maksem, sonraları Taksim’e adını vermiş. İstanbul’un nüfusu o günden bugüne hâlâ hız kesmeden artıyor. Nüfus artışıyla barınma ihtiyacı arasındaki paralellik hâliyle çarpık yapılaşmayı da beraberinde getiriyor. Bunun üzerine iklim krizi ve pandemiyi de ekleyince size pek de mutlu bir pazar okuması vadedemiyorum. Göç ve çarpık şehir: 1950’lerde kırdan İstanbul’a doğru başlayan göç dalgası, şehrin plansız yapılaşmasının, çıkmaz ve dar sokaklı bu kadim şehrin daha da kaotik bir hâl almasının ilk adımıydı. 90’lara gelindiğinde su sorunu artık herkesin günlük hayatının bir parçası oldu. Sürekli su kesintileri, musluk suyunun kötü kokusu ve dolmayan barajlar… Istrancalar, Kazandere ve Pabuçdere barajları içme suyu sorununa birer çözüm olarak kurulsa da bu şehrin insanı ağzını musluğa dayayıp su içmemeye, özel şirketlerin damacana sularıysa evlerin birer demirbaşı hâline gelmeye başlamıştı bile. Dereler ve denizlerin kirliliği: Musluk suyu içme alışkanlığının kaybolması aslında önlenemeyen kirliliğin bir tezahürü. Riva Deresi, Küçükçekmece Gölü, İstanbul’un içme suyu kaynaklarından Elmalı Barajı ve Haliç’se kirlilik temasının başlıca aktörleri. Tabii Boğaz’ı ve Marmara’yı da unutmamak gerek. Hidrobiyolog Levent Artüz’e göre, Marmara’nın oksijen seviyesi 1983 yılından bu yana hız kesmeden azalmış. Marmara Denizi ve çevre sularında neredeyse yaşamın sonunu getirecek bu kirliliğin esas sebebiyse “derin deniz deşarjları” adı verilen bir uygulama. Sanayi ve evsel tüm atıkların sahillerden belirli uzaklıklarda deniz dibine boşaltılması anlamına gelen bu uygulamanın amacı, denizlerin doğal arıtma sürecinden faydalanmak. Zamanında yüzmek için epey popüler olan Haliç’in sanayi atıklı sularının da Marmara’ya deşarj edildiği biliniyor. "Yüzen sarı bardak 1" Videodan Su kalitesi: İstanbul’un en büyük su kaynağı Ömerli Baraj Gölü’nü oluşturan Riva Deresi, toplu balık ölümlerinin yaşandığı Küçükçekmece Gölü ve Sazlıdere Barajı da bu endüstriyel faaliyetler ve aşırı yapılaşmadan payına düşeni alıyor. İstanbul Su Kalitesi kayıtları, Ömerli Barajı’nda çevre kirletici ve kanserojen trihalometan maddelerin 2008 Haziran ayındaki miktarını mikrogram/litrede 83,4 olarak belirledi. 2020 Haziran’ında bu miktar 73,28’e düşse de Avrupa Birliği’nin trihalometanlar için belirlediği sınır mikrogram/litrede 48. "Yüzen sarı bardak 2" Videodan Ya içmediğimiz su? İBB’nin açık veri kaynağı bize pek çok konuda olduğu gibi su kirliliği konusunda da açıklayıcı veriler sunuyor. Ama İstanbul’daki temiz su verileri, Aralık 2019’dan bu yana yön değiştirmeden aşağı doğru hareket etmiş. Barajlardaki doluluk oranıysa kirlilik verilerinden daha umut vadedici olsa da burada iklim krizinin rolünü unutmamak gerek. İSKİ’nin verileri, 24 Aralık 2020 itibarıyla İstanbul’un baraj doluluk oranını %21,53 olarak gösteriyor ama giderek ısınan hava, buzulların erimesi, yağış azlığı ve kuraklık bu orana pozitif bir katkı sağlamayacak . "Yüzen sarı bardak 3" Videodan İstanbul İklim Değişikliği Eylem Planı bizi gelecekte ne gibi su felaketlerinin beklediğine dair bazı öngörüler sunuyor: Zaten az olan yaz yağışlarının %30 oranında düşmesi, kentleşme kaynaklı 1-2 °C sıcaklık artışı, 2050 yılına kadar Trakya’nın kuzeyinde yıllık ortalama yağışların günde 0,17 mm azalması… Üçüncü köprü ve havalimanı gibi mega projelerin de ormansızlaşmaya olan katkısı düşünüldüğünde durumun ciddiyetini kavramak daha kolay oluyor . Yani uzun lafın kısası; İstanbul ısınıyor, kuruyor, nefesi kesiliyor.

İstanbul’un suyu

Mart 10, 2021

·

Makale

İstanbul'un taşı, toprağı ve bostanları

Bastığımız her yerin betonla kaplandığı bir zamanda, tarımın şehir yaşamındaki yerini bir bağlama oturtmak zor. Marketten satın aldığımız sebzenin ne kadar zamanda, hangi koşullarda yetiştiğini düşünmeyince, bastığımız betonun altında bir toprak katmanının varlığını da unutuyoruz. Ama İstanbul sadece Suriçi’yken bile kalabalık bir şehir. O hâlde gıda ürünleri lojistiği henüz bu kadar gelişmemişken İstanbul’un karnı nasıl doyuyordu? Şehirde tarım gerçekten mümkün olabilir mi? Mesela Çengelköy’ün badem salatalığı meşhur, Yedikule’ninse marulu. Yedikule Bostanları’nın Theodosius Surları’yla yaşıt olduğunu biliyoruz. Üstelik tek bostan Yedikule de değil, eski haritalarda karşımıza İstanbul’u uçtan uca saran bahçe ve bostanlar çıkıyor. Bu bana belki de “kent bostanları” son zamanlarda gelişen iklim bilincinin bir sonucu değil de yüzyıllardır çok temel bir ihtiyaçtan doğan, verimli ve sürdürülebilir bir çözümdür diye düşündürüyor. Kadir Has Üniversitesi Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi Aslıhan Demirtaş: “İstanbul’un 1600 yıllık biricik bir kentsel tarım geleneği var.” diyor. Şu an yerinde Yenikapı Metro İstasyonu'nun olduğu alan, geçmişte Langa Bostanları olarak anılıyormuş. 1883 tarihli bir harita bize İstanbul’da tam 102 bostanın varlığını gösteriyor. Bazı semtler, orada yetiştirilen ürünlerle ünleniyor bile. Bakırköy’ün üzümü, Göksu’nun patlıcanı, Anadolukavağı’nın Kavak inciri, Gümüşsuyu’nun baklası, Bayrampaşa’nın enginarı, Arnavutköy’ün çileği, Mecidiyeköy'ün dutu, Beykoz'un cevizi, Alibeyköy'ün mısırı… Bu hafta Not Defteri, bugün hâlâ İstanbul’un neresinde bu gelenek sürüyor, bunu anlatıyor. • Yedikule Bostanları: İstanbul’un en meşhur bostanı Yedikule. Tarihi ve kadim pratikleriyle bir kültürel miras sayılan alan, yüzyıllardır İstanbul’u doyuruyor. Ağırlıklı olarak yeşil yapraklı sebzelerin yetiştiği bostan aynı zamanda bir mücadele alanı da. Direnişlere rağmen ansızın dökülen molozlara maruz kaldı; verimli toprağı şantiye, otopark ya da piknik alanı olarak dönüşme tehlikeleri atlattı. Bir yandan da şehirde ekolojik yaşamın, yerel gıdaya erişim mücadelesinin sembolü oldu. • Roma Bostanı: Cihangir’in ortasında bir bostan. Zamanının Roma Bahçesi, önce çöplerle dolan, sonrasında çeşitli aktörlerin farklı projelerle imara açmaya çalıştığı, yaşayan ve direnen bir alan. Boğaz’ı gören saray manzaralı bu toprak, aslında semtin bugüne kalan yegâne yeşil alanı. Bir avuç gönüllünün permakültür uygulamalarına uygun şekilde ekmeye çalıştığı, atalık tohumlarla büyüttüğü bostanda hem çeşitli sebzeler hem de meyve ağaçları yetişiyor. • Kuzguncuk Bostanı: 30 yılı aşkın süredir diğer bostanlar gibi yapılaşma tehdidiyle karşı karşıya kalan bostan, uzun süre boyunca mahallelinin çabalarıyla hayatta kalmış. İlia’nın Bostanı olarak da anılan bu toprak; bir bostandan daha fazlası; Kuzguncuk sakinlerinin vakit geçirdiği, önemli günleri kutladığı, paylaştığı bir kamusal alan. • Tarlataban: “ Şehirde tarım mümkün mü?” sorusunu bir de üniversite için sorduran, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin, mezunlarının, eğitmenlerinin ve her ne kadar kampüse odaklansa da dışarıdan gönüllülerin kolektif emeğiyle işlenen bir kent bostanı. Rumelihisarüstü’nden Bebek’e kıvrıla kıvrıla inerken yol üzerinde rastladığınız bu alanda adil, doğaya ve doğanın bize verdiklerine saygılı bir üretim biçimiyle erişilebilir ürünler yetiştiriliyor. Farklı bölgelerden toplayarak oluşturdukları tohum kütüphanesiyle atalık tohumlara dikkat çekiyor, tarla gönüllülerinin tüketebileceğinden fazla ürünleriyse BUKOOP’ta satışa sunuyorlar. Not: Bostanları bir de sakinlerinden dinlemek için 66 Kolektif üyelerinin başlattığı “Bostan Hikâyeleri” videolarına buradan ulaşabilirsiniz.

İstanbul'un taşı, toprağı ve bostanları

Mart 10, 2021

·

Makale