Bilim

Bilim alanından son hikâyeler.

12 Hikâye

Boğaziçi çöküyor: İstanbul’a büyük göç

1920’lerin İstanbul'unda her sene mevsim değişikliğinde Boğaziçi ile şehir merkezi arasında göç yaşanırdı. Bu göç zaman içerisinde Boğaziçi’ne gidenlerin azaldığı, Boğaziçi’nden gelenlerin arttığı bir şekilde değişmeye başladı. Boğaziçi gitgide terk ediliyordu. 1930’ların ortalarından itibaren gazetelerde bu konuyla ilgili birçok yazı dizisi kaleme alındı: Boğaziçi ölüyor… Boğaziçi sizlere ömür.. Çöken Boğaziçi… İstanbul tarihinin bir yanı, yükselen semtler, eski itibarını kaybeden mahalleler arasındaki insan sirkülasyonudur. Bu değişim sırasında Adalar her daim rağbet gören yerler olarak kendini sabitlerken 1930’larda insan kalabalığı Boğaziçi’nden Çamlıca’ya, ardından Haydarpaşa hattına kaydı. Son olarak Suadiye’ye kadar uzandı. Kısa bir süre Bakırköy ve Yeşilköy de İstanbul’un en fazla ilgi gören sayfiye yerleri arasında yerini aldı. Genel olarak bu değişimde eğlence anlayışındaki yenilikler ve ulaşımın etkisi oldu. Yine de coğrafyasıyla, doğasıyla, ihtişamlı yalılarıyla dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Boğaz’ın ölmeye yüz tutması pek tuhaf… Göç edenlerin iskele fotoğrafı, 1931 1930 ile 40 arasında yayımlanan haberlerde Boğaziçi’nin çöküşünün nedenleri şu şekilde açıklanıyor: Küresel boyutta siyasi etkenler Meşrutiyetin ilanı (23 Aralık 1876). 1880’lerin sonunda Padişah komşular arasındaki toplantıları yasaklıyor. Padişah bu toplantılardan siyasi olarak kuşkulanıyor. Balkan Savaşları (8 Ekim 1912 – 10 Ağustos 1913). I. Dünya Savaşı (28 Temmuz 1914 – 11 Kasım 1918). Savaşa giden birçok genç ve çocuk hayatını kaybediyor. Boğaziçi’ndeki kimi köylerden yüz genç savaşa gidiyorsa ancak biri sağlıklı olarak dönüyor. Cumhuriyetin ilanı sonrası Boğaziçi’nde yaşayan birçok Rum, Yunanistan’a gidiyor. Özellikle zengin Hıristiyanlar Boğaziçi’ni ve ülkeyi terk ediyorlar. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı. Yönetim ve anlayış sıkıntıları Ortaokul ve lise yok. Otobüs ve tramvay yok. Kumpanya suyu yok. Belediye bakım yapmıyor. Sokaklarda hâlâ gaz lambası var. Elektrikle aydınlanan sokak yok denecek kadar az. Yatırım yok. Değişen eğlence anlayışlarına yönelik modern işletmeler kurulmuyor. Yalı sahipleri, tamir yerine özellikle ahşap binaları enkazcıya satıyor. Vapur seferleri düzenleyen Şirket-i Hayriye’nin etkisi Şirket-i Hayriye seferlerinin düzensizliği ve pahalılığı. Vapur seferlerinin düzensizliği ve şehir merkezindeki mesai saatlerine göre ayarlanmaması çalışanlar için Boğaziçi’ni terk sebebi oluyor. Şirket, Boğaziçi’ne taşınan eşya ve erzaktan çok ciddi paralar istiyor. Bu sebeple Boğaziçi’ne taşınmak çok pahalı, bakkal fiyatları da çok yüksek. Boğaziçi’nin terk edilmesini Suat Derviş , 25 sayılık yazı dizisinde çok güzel anlatıyor. Boğaziçi’nde sayfiye yerlerini dolaşan Suat Derviş, vapurdan iner inmez bu güzelim coğrafyanın neden eskisi kadar rağbet görmediğini anlamak için yerel halkla röportaj yapmaya çalışıyor. Kapı kapı dolaşmasına rağmen karşısına kemikleri sayılacak kadar cılız bir köpek dışında hiçbir canlıyı bulamıyor. Bir köşkün aylık kirası Adalar'da 400 lirayken Boğaziçi'nde 15 liraya kadar düşüyor. Kimi sayfiye yerlerindeki yalılar, tarım ve fabrika işçileri için oda oda kiralanmış. İstinye’deki yalıların her bir odasında başka bir balıkçı kalıyor. Ahşap yalılar yakacak odun karşılığı yıktırılıyor. Kimi köşkler tütün ya da kömür deposu olmuş. Terk edilmişlik Boğaziçi’ndeki bülbül seslerinin arasına karışıyor. Umutsuzluk, çalıların, ağaçların türlü otların işgal ettiği yalı ve köşklerin arasından göze çarpıyor. Tarihin bir döneminde Boğaziçi bile insansızlığa kurban oluyor. Suat Derviş’in bir röportajında yerel halkın ağzından dökülen şu sözler, durumu en güzel şekilde ifade ediyor: “Boğaz’ın katili en güzeli anlamayan bizleriz.” Ahmet Kutsi Tecer 1930'lu yıllarda yazdığı şiirler ile ünlenmiş bir şair, bir siyasetçidir. En çok bilinen eseri "Orada bir köy var uzakta" şiiridir. "Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür" diye devam eder dizeler ne tesadüftür ki Boğaziçi'nin çöktüğü yıllarda kaleme alınmış. Bu şiirden öte bir ideoloji; sahip olmanın, onunla yaşamaktan onu paylaşmaktan çok daha mühim olduğunu anlatan dönemin ruhudur.

Eylül 13, 2022

·

Makale

Yapay Zekâ Depresyona Girebilir mi?

İzliyor, gözlemliyor, öğreniyor, uyguluyor. Öğrenme süreçlerinin her aşamasında bizi taklit ediyor. Peki merak ediyorum, yağmur öncesi gökyüzünü kaplayan gri bulutlar yapay zekânın içini sıkıyor mu? Ya da bir akşam üzeri mutfaktan geçerken ansızın tüyleri ürperiyor mu? Öyle olmaz kardeşim, insan olmaya bu kadar hevesliysen yeri geldiğinde o depresyona da gireceksin. Bir gün yenilmez diktatörler olarak karşımıza dikilmelerinden korktuğumuz robotların iç dünyasını hiç ama hiç önemsemiyoruz. Belki malum bilim kurgu senaryoları asla gerçekleşmeyecek ama illa bir gün insani duyguları taklit edebilen robotların çağı gelecek. Asıl soru, o gün geldiğinde robotlar ve insanlar bir Xanax’ın iki yarısı olabilecek mi? Nörobilim ve yapay zekâ sempozyumunda sıradan bir gün İnsan beyni büyüleyici bir yapı ve bugün yapay zekâ üzerine yürütülen çalışmaların büyük bir kısmı, bu büyüleyici yapının dinamiklerinin modellenmesine dayanıyor. Araba kullanmak, yazı yazmak, eşya taşımak; aklımıza gelebilecek fiziksel ve düşünsel işlerin bir çoğu nitelikli eğitim tedrisatından geçen sinir ağları sayesinde gerçekleştirilebiliyor. Bir gün robotların kendilerini geliştirmeyi öğrenip bağımsızlıklarını ilan etmesinden çok korkuyoruz fakat belki de bundan önce onları hayatımızda nasıl konumlandırdığımıza odaklanmamız gerekiyor. Biz robotları ve yapay zekâyı bir gelecek tasvirinde aynı dünyayı paylaştığımız yeni bir tür olarak mı görüyoruz? Yoksa tüm bu yıkıcı teknoloji harikaları bizim için işimizi kolaylaştıran ve bir nevi “angaryalarımıza” koşan makinelerden mi ibaret? Tükenme noktalarının olmaması ve insani duyguları deneyimleyememeleri bir gün bunu yapamayacakları anlamına gelmez. Birazdan bahsedeceklerimizden sonra, bir sabah uyandığında ve robot süpürgenin koridorun başında öylece durduğunu gördüğünde halini hatrını sormak isteyeceksin. Yapay zekâ ve depresyon, 2018 yılında New York’ta düzenlenen Beyin ve Makinelerde Kanonik Hesaplamalar (Canonical Computation in Brains And Machines) adlı bir sempozyumun konu başlıklarından biriydi. Gittikçe iç içe geçen nörobilim ve yapay zekâ ilişkisinin dinamiklerine eğilen araştırmacılar birbirimize ne kadar benzediğimiz ve ne kadar benzeyebileceğimiz üzerine tezlerini savundular. Sempozyumun bir katılımcısı olan sinirbilimci Zachary Mainen’ın ise yıkıcı bir iddiası vardı: İnsan gibi düşünen yapay zekâ günü geldiğinde depresyona girebilirdi. Gereğinden fazla düşünen robotlar Tanınmış bir sinirbilimci olan Zachary Mainen, halüsinasyonlar ve depresyon yaşayan hastaları gözlemlediği ve pekiştirmeli öğrenme gibi yapay zekâ algoritmaları kullanarak tedavi yöntemleri geliştirdiği hesaplamalı psikiyatri alanında çalışıyor. Yapay zekânın insan gibi depresyona girebileceğini belirten Mainen, bu düşüncesini yaptığı çalışmalardaki okun tersine dönebileceğine ve yapay zekâ bilgisayarlarının hastaların yaşadığı aynı sorunlara maruz kalabileceğine dayandırıyor. Serotonin seviyemiz düştüğünde mutsuz, huzursuz ve keyifsiz hissederiz. Hatta açığı kapatmak için muz, çikolata gibi serotonin hormonu seviyemizi yükseltecek yiyecekleri tüketmeye daha eğilimli oluruz. Çoğu insan serotoninin direkt olarak mutlulukla ilgili olduğunu sansa da, aslında serotonin nöronları şaşkınlık yaratan durumlarda mesajlar gönderiyor. Beyin değişime hızla adapte olamadığında ise depresyon süreci başlamış oluyor. Mainen’ın da içinde bulunduğu bir grup bilim insanı yapay zekâya serotonin hormonu benzeri bir sistem dahil etmenin sağduyu ve insan gibi düşünme yeteneklerini sağlayabileceğini savunuyor. Araştırmalara göre olası bir robotik hormon sistemi, makinelere belirli düzeyde bir duygusal bilinç kazandırabilir ve makineler yeni durumlara hızla adapte olmayı öğrenebilir. Ancak belirli kalıplara alışma ve akabinde depresyon gibi süreçler de bu hızlı adaptasyon sürecinin promosyonu olacaktır. Bir Xanax’ın iki yarısı: Robotlar ve İnsanlar "Hesaplamalı psikiyatri, pekiştirmeli öğrenme gibi yapay zekâ algoritmalarını inceleyerek depresif veya halüsinasyon gören bir hastayı öğrenebileceğimizi varsayıyor. Oku tersine çevirdiğimizde, bir yapay zekâ neden hastalarda ters giden şeye maruz kalmasın?" - Zachary Mainen Makinelerde depresyon mümkün olsa da tam olarak insanlarda yaşanan duygusal yıkım süreci gibi olması öngörülmüyor. Şöyle açıklayabiliriz, araştırmacılara göre makinelerin beyninde de serotonin benzeri bir bileşen var olabilir. Ve bu serotonin benzeri bileşen muhtemelen makinelerde depresyondan sorumlu olacaktır. Ancak henüz duygusal bilinç kazanmayan makinelerin insanlar gibi depresyona girmesini bekleyemeyiz. Makinelerde yaşanan depresyon sürecinin en büyük belirtisi insan depresyonuna benzer şekilde belirli görevlerin yerine getirilememesine dayanıyor. Yukarıda serotoninin şaşırtmalı durumlar ile ilgisi olduğundan bahsetmiştik. Hormon, insan beynine iyi veya kötü nitelikli bir mesajdan çok bir sürpriz unsuru iletiyor. Daha önce deneyimlemediği bir şey. Örneğin bir kaza sonrası uzuv kaybı yaşamak gibi. Fiziksel bir bozulma duygusu vücudun daha önce deneyimlemediği bir durum olduğu için insan bünyesinde şaşkınlık yaratıyor. Eğer kişi kendisine bakış açısını değiştirerek yeni hayat tarzını benimseyemezse depresyona giriyor. Araştırmacılar makinelerin üstesinden gelemeyecekleri bir durum ya da görevle karşılaştığında aynı davranışı sergileyeceklerini savunuyor. Depresif yapay zekâ fikri gerçekten biraz garip. Ancak donanım arızası olan bir robotu ele alalım, belki de bilgiyi kavramanın yeni bir yolunu öğrenmesi gerekiyor. Eğer robotun öğrenme hızı yeterince yüksek değilse, algoritmalarını değiştirme esnekliğinden yoksun olabilir. Yeni hedefler benimsemesi gerekebilir ve eğer sürece uyum sağlayamazsa denemeyi bırakıp pes edebilir. Aynısı zorluklarla karşılaştığımızda bizim de başımıza gelmiyor mu? Sonuçta depresyona yatkınlık, sürekli değişen çevre koşullarına uyum sağlama yeteneğinin bir faturası. Bir robot için depresyon hiçbir şekilde acı çekmeyi içermeyebilir ancak öğrenmeyle ilgili bir sorun yaşamak muhtemelen yapay zekânın en büyük kabusudur.

Yapay Zekâ Depresyona Girebilir mi?

Eylül 11, 2022

·

Makale

Deniz Seviyesi Beklenenden Hızlı Yükseliyor

Ortalama yüksekliği deniz seviyesinden oldukça yukarıda olan bir ülkede yaşıyoruz. Yoksa iklim krizi nedeniyle deniz seviyesindeki yükselmeden dolayı gözümüze uyku girmezdi. Düşünsenize; ortalama yüksekliği 2 metre olan bir Pasifik adasında yaşıyorsunuz, sık olmasa da arada gelen tayfunlar sizi varınızı yoğunuzu alıp götürmekle tehdit ediyor, fırtınasız bir zamanda bile deniz seviyesi bir karış yükseliyor. Herhalde, geri kalan her şeyi bırakıp iklim krizi sorununa ve deniz seviyesindeki yükselmeye odaklanırdık. Ne yazık ki yeryüzünde bu korku ile yaşayan milyonlarca insan var. Deniz seviyesindeki bir yükselme bizi aşırı etkilemese de bir karışlık bir artış bu insanlar açısından yaşam alanlarını kaybetmeye karşılık gelebiliyor. Bilim insanları Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) çatısı altında toplanarak iklim krizine dair çeşitli konuları içeren raporlar yayımlıyorlar. Bu raporlar, internet üzerinde duyabileceğiniz çok sayıda garip ya da uydurma bilginin karşısında bilimin kararlı duruşunu yansıtıyorlar. İklim krizi konusunda doğruları öğrenmek istiyorsanız, temel bilgi kaynağınız IPCC olmalı. IPCC’nin en son yayımladığı iklim değişikliği raporu, bu yüzyılın sonuna dek deniz seviyesinde beklenen artışın bir metre civarında olacağını ortaya koydu. Pasifik’teki ada ülkelerinde yaşayan insanlar için bir karış artış bile felaket anlamına geliyorsa bir metrenin nasıl bir sonuç doğuracağını düşünmek bile istemeyiz. Ülkemizde deniz seviyesinin bir karış yükselmesi uykumuzu fazla kaçırmayabilir ama bir metre artış hepimizi rahatsız edecek bir durum yaratır. En basit şekilde anlatmak gerekirse, Kadıköy Metrosu’nun sol taraftaki çıkışı deniz seviyesinden yaklaşık üç karış yukarıdadır. Deniz seviyesi bir karış yükselecek olsa kötü lodos fırtınaları sırasında bu çıkışı kum torbalarıyla korumak gerekir. Ama deniz seviyesi bir metre yükselecek olursa tüm Kadıköy sahili sular altında kalacak demektir. Bu durumda da yapmamız gereken İstanbul’un ve deniz seviyesine yakında yer alan diğer şehirleri duvarlarla korumak olacaktır. Bunu yapmak için de metroyu su basmasını beklemesek iyi olur. Şehirleri yüksek duvarlarla denizden ve dalgalardan korumak oldukça büyük bir yatırım gerektirir. Bu nedenle de deniz seviyesinin gerçekten bir metre yükseleceğine emin olmamız iyi olur. Yani, bilim insanları bu bir metre konusunda ne kadar eminler? Geçen hafta bu alandaki en saygın bilimsel yayınlardan biri olan Nature Climate Change 'de çıkan bir makale, deniz seviyesindeki artış beklentilerine eleştirel bir bakış getirdi. Bu bakış hiç de bizim umduğumuz yönde değil. Bilim insanları bilimsel bilgilere dayanarak deniz seviyesindeki artışı ortaya koyan modeller üretirler. Bu modeller için kullanılan bilgiler daima tutucudur. Bunu şu şekilde anlamalıyız: Modellerin içine koyduğumuz bilgiler ve veriler kesinlikle emin olduklarımızdır. Kesinlikle emin olmadığımız bilgiler ise büyük çoğunlukla durumu daha kötüye taşıyacak olgulardır. Mesela, Grönland ve Antarktika’nın buzlarla kaplı olduğunu biliyoruz. Bu buzun üzerine güneş ışığı düştüğünde ne kadarının eriyeceğini biliyoruz. Yeryüzünün ortalama sıcaklığı artacak olursa bu erimenin ne denli hızlanacağını biliyoruz. Okyanuslardaki su ısındıkça genleşecek ve ne kadar ısınacağını tahmin edebiliyoruz. Tüm bunları toplayarak, deniz seviyesinin yüzyılın sonunda bir metre kadar artacağını hesaplayabiliyoruz. Sözü edilen makalede Grönland’a giden bilim insanları buradaki erimenin hesaplanandan çok daha fazla olduğunu ölçmüşler. Vardıkları sonuç oldukça ürkütücü: Bugün kömür, petrol ve doğal gaz yakmayı bırakacak olsak bile Grönland erimeye devam edecek ve bu erime deniz seviyesinin kısa zamanda 30 santim artmasına neden olacak. Enerji ihtiyacımız nedeniyle fosil yakıtları yakıp atmosfere salmaya devam ettiğimiz sürece bu yüzyılın sonuna varmadan deniz seviyesinde sadece Grönland’ın erimesinden kaynaklanan artış bir metreyi bulacak. Kısacası, her şey bugün olduğu gibi devam edecek diye düşünme lüksüne sahip olduğumuz zamanlar artık sona eriyor. Bundan sonra şimdiye kadar sebep olduğumuz değişikliklerin sonucunu görmeye başlama zamanı. Artık kafamızı kuma gömüp bu fırtınanın da geçeceğini düşünmeyi bırakıp eyleme geçmemiz gerekiyor. Kadıköy metrosunu su basacak ama bu 2100 yılında değil belki de 2030 yılında olacak. O nedenle kendimizi ve altyapılarımızı korumak için çalışmaya başlamamız gerekiyor. Testi kırıldıktan sonra ağıtlar yakmak için çok geç olacak.

Deniz Seviyesi Beklenenden Hızlı Yükseliyor

Eylül 9, 2022

·

Makale

Elektrikli araçların gelişimini sekteye uğratan sorunlar

Gelişmiş sürücü destek sistemlerinden bilgi ve eğlence sistemlerine, araçlarda yer alan çeşitli teknolojiler için çiplere ihtiyaç duyuluyor ve araca eklenen her yeni teknoloji için bu sayı artıyor. Günümüzde içten yanmalı motorlu bir araçta 1000’in üzerinde çip varken elektrikli araçlarda (EV) bu sayı 3 bine kadar çıkabiliyor. Ekstrem bir örnek olan Porsche Taycan’da ise yaklaşık 8 bin adet çip bulunuyor. Volkswagen'de yarı iletken yönetimi alanında kıdemli müdür olarak görev yapan Berthold Hellentha, 2030'a kadar bu sayının iki, hatta üç katına çıkabileceğini belirtiyor. EV'lerin gelişimini ve yaygınlaşmasını önleyen en önemli sorunlardan biri, bu nedenle dünyada yaşanan çip kıtlığı olarak öne çıkıyor. Arka plan Pandeminin başlarında otomobil satışları, bozulan tedarik zincirleri ve kapanmaların etkisiyle azalan talep nedeniyle küresel ölçekte düştü. McKinsey'in raporuna göre araç satışları Avrupa'da %80, Çin'de %70 ve ABD'de yaklaşık %50 oranında azaldı ve pek çok otomobil üreticisi gidişatın belirsizliği ve kısıtlamaların da etkisiyle fabrikalarını kapattı. Aynı zamanda evlerde kalan tüketicilerin elektronik cihazlara ilgisinin artmasıyla çiplere olan talebin yönü değişiyordu. 2021'deyse evlerden çıkmaya başlayan tüketicilerin EV'lere ilgisi artmaya başladı. Çip üreticilerinin üretim kapasitesi son 20 yılda yaklaşık %180 yükselse de artan tüketici talebinin öngörülmemesi ve kapasite artırımının kendine has zorlukları nedeniyle dünyada çip krizi baş göstermeye başladı. Üretimde aksaklıklar Sektörün önemli oyuncularından Tesla, Ağustos 2021'de küresel yarı iletken sıkıntısı nedeniyle Şanghay'daki fabrikasında üretimi dört gün boyunca durdurdu. CEO Elon Musk, "Yılın geri kalanında büyüme oranlarımızı, çeşitli zamanlarda tedarik zincirindeki en yavaş parçalar olan çipler belirleyecek" açıklamasında bulundu. General Motors (GM) benzer zamanlarda çip sıkıntısı nedeniyle Michigan'daki EV fabrikasını kapattı. Çip krizinin etkisi kapanan veya askıya alınan tesisler ile sınırlı değildi. Nitekim Kasım 2021'de Tesla'nın Model 3 ve Model Y araçlarının orta konsolunda veya arka oturma alanlarında USB-C bağlantı noktaları olmadan teslim edildiği ortaya çıktı. Çip krizini derinleştiren diğer gelişmeler ise Çin'de yakın zamanda tekrar uygulanan pandemi önlemleri ve çip üretiminde kullanılan neon gazının önemli tedarikçilerinden Rusya'nın Ukrayna'yı işgali oldu. Örneğin Volkswagen, Ukrayna'da üretilen elektrik kablo sistemlerinin teslimatlarındaki aksaklıklar nedeniyle mart ayında Almanya'daki iki fabrikasında üretimi durduracağını açıklamıştı. Çin'deki kısıtlamalardan etkilenen Tesla ise bir süre üretim hızını düşürdükten sonra çiplerin daha verimli ve işlevsel kullanımına yönelik geliştirmeler yaparak krizin etkilerini hafifletme yoluna gitti. Öngörüler: Avrupa'nın en büyük otomobil parça tedarikçisi Bosch, çip sıkıntısının 2023'te de devam edeceğini ve küresel darboğazlara yol açacağını söylüyor. Mercedes-Benz'in CEO'su Ola Kaellenius, "Yarı iletken sorunu bu yıl ve gelecek yıl boyunca sektör için bir zorluk olacak" diyor. Ancak araştırmalara göre çip arzı, ekonomik krizin etkisiyle tüketici elektroniğinde düşen talep ve satışların sonucunda yavaş da olsa dengelenmeye başladı. Almanya merkezli Berenberg bankasının temmuz ayında yayımladığı araştırma, şubat ayından bu yana çip arzının arttığını ortaya koyarken JPMorgan'ın ağustos tarihli araştırmasında çip krizinin 2022'nin ikinci yarısında hafifleyeceği öngörülüyor. Batarya sorunu EV üreticisi Rivian'ın kurucusu ve CEO'su RJ Scaringe ise "önümüzdeki 20 yıl içinde batarya hücrelerinde yaşanacak kıtlığın yanında çip krizinin ana yemek öncesi servis edilen başlangıç gibi görüneceğini" ifade ediyor. Bunun nedeniyse, tüm dünyadaki batarya hücresi üretiminin 10 yıl içinde ihtiyaç duyulacak miktarın %10'unun da altında bir oranı temsil etmesi, yani tedarik zincirinin %90 ila %95'inin şu anda hazır olmaması. Bunun bir nedeni, batarya üretiminde kritik rol oynayan kobalt, lityum ve nikel gibi hammadde kaynakları oldukça sınırlı olması. Örneğin IEA'in raporuna göre, Çin tüm lityum iyon bataryaların dörtte üçünü üretiyor ve kritik bileşenlerden katotlar için üretim kapasitesinin %70'ine ve anotlar için %85'ine sahip. Avrupa ise bataryalarda kullanılan kobaltın %20'sini işlerken ABD'nin batarya üretimindeki payı %7'de kalıyor. EV satışlarının artmasıyla batarya talebi de yükseliyor. Örneğin lityum-iyon bataryalara talep 2021'de 340 gigawatt-saat (GWh) olarak hesaplandı ve bu 2020'deki seviyenin iki katından fazlaydı. Benchmark Mineral Intelligence, 2022'de bu oranın %50 artacağını öngörüyor . Fiyat artışları: Pandeminin yol açtığı tedarik sıkıntıları, Rusya'nın küresel ölçekte %20'sini karşıladığı birinci sınıf bataryalarda kullanılan nikel tedarikine dair endişeler gibi sorunlar, bu kritik metallerin fiyatlarında ciddi artışlara neden oldu. 2021'in ilk beş ayında lityum fiyatları yedi kattan, kobalt fiyatları iki kattan fazla artarken nikel fiyatları aynı dönemde neredeyse iki katına çıkarak 10 yılın zirvesine yaklaştı. Tesla'nın CEO’su Elon Musk, nisan ayında Twitter'da 1 ton lityumun fiyatının 78 bin dolar olduğunu belirten tweet’e verdiği yanıtta, maliyetler daha iyi duruma gelmezse Tesla'nın lityum çıkarma alanına girebileceğini, sorunun lityum arzı değil lityumun çıkarılması olduğunu paylaştı. Öte yandan: IEA, lityum arzının coğrafi açıdan belirli noktalarda yoğunlaştığını, örneğin dünyadaki lityumun yarısından fazlasının Avustralya'da, kobaltın ise %70'inin Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde üretildiğini ortaya koyuyor. Bununla birlikte, Avustralya ve Endonezya dünyadaki arzın %22'sini bulundurmasına rağmen küresel üretimden %6 pay alıyor. IEA, batarya sorununa çözüm olarak kritik metallerin çıkarılmasına dair süreçlerde çeşitliliğe gidilmesini öneriyor. Sektörde başvurulan çözümlerden olan batarya üretim tesisi kurma çabaları ise, batarya geliştirici Nanograf'tan Dr Francis Wang'e göre metallerin çıkarılmasına dair mevcut kapasite ile uyumlu değil. Şarj istasyonları yeterli mi? Electric Vehicle Database 'e göre, EV'lerin tek şarjla katedebileceği ortalama mesafe şu anda 332 km. Artan EV satışlarını düşündüğümüze bu, şarj istasyonlarına ihtiyacı gözler önüne seriyor. Dünya genelinde şarj istasyonlarının sayısı artsa da bazı bölgelerde oluşan yoğunluklar pek iyimser bir tablo çizmiyor. IEA verilerine göre, 2021’de dünya çapındaki şarj istasyonu sayısı %40’a yakın arttı ve mayıs itibarıyla dünyada yaklaşık 1,8 milyon şarj noktası bulunuyor. En büyük pay yine, dünyadaki hızlı şarj cihazlarının yaklaşık %85'ini ve yavaş şarj cihazlarının %55'ini bulunduran Çin'e aitken toplamda 300 bin şarj istasyonunun bulunduğu Avrupa'da tüm şarj noktalarının neredeyse yarısı üç ülkede yoğunlaşıyor: Hollanda, 80 binden fazla yavaş şarj istasyonu ile ilk, Fransa 50 bin adet ile ikinci ve Almanya 40 bin adet ile üçüncü sırada yer alıyor. ABD'de ihtiyaç mevcudun 20 katı: Toplamda 2 milyon elektrikli aracın ve yaklaşık 50 bin şarj noktasının bulunduğu ABD’de ise kasım ayında imzalanan Bipartisan Infrastructure Law (BIL) ise bu duruma çözüm getirmeyi amaçlıyor. Yasa, herkesin erişebileceği 500 bin adet elektrikli araç şarj altyapısını geliştirmek için 7,5 milyar dolar fon sağlanmasını içeriyor. McKinsey ise 2030'da ABD'de şu anda bulunan şarj istasyonlarına göre yaklaşık 20 kat daha fazla şarj istasyonuna, yani 1,2 milyon istasyona ihtiyaç duyulacağını belirtiyor. Ülke çapında EV şarj altyapısı ağları oluşturan ChargePoint, EVGo, Electrify America ve Tesla gibi oyuncular daha fazla istasyon kurma, ortaklıklar ve istasyonlarını diğer araçlara açma gibi, sorunun çözümüne yönelik adımlar atıyor olsa da EV şarjı konusundaki tek sorun altyapı yetersizliği değil. ABD merkezli araştırma şirketi J.D. Power'ın 11 bin 550 EV sahibi ile yaptığı çalışmasına göre, sürücülerin beşte biri araçlarını şarj edemiyor ve %72'si, bu durumun nedeninin ekipmanlardaki sorunlar olduğunu söylüyor. California Air Resources Board tarafından 1.290 elektrikli araç sürücüsüyle yapılan bir anket ise araç sahiplerinin %44'ünün araçlarını şarj ederken ekipmanların çalışmadığını veya ödeme sorunları ile karşılaştığını söylüyor.

Elektrikli araçların gelişimini sekteye uğratan sorunlar

Eylül 9, 2022

·

Makale

Seçtiğimiz Video Oyunları Kişiliğimizi Yansıtıyor Olabilir Mi?

Hem çocuklar hem ergenler hem de yetişkinler için oldukça çekici olan video oyunları ile geçirilen süre her geçen gün artıyor. Neredeyse her yaş grubuna ve her ilgi alanına hitap eden oyunlar üretiliyor. Bazıları için oyun oynamak hayatlarının en önemli parçası. Saatlerin nasıl geçtiğinin anlaşılmadığı, birçok duygunun kısa sürede yaşandığı oyun oynama süreci bazen uzadıkça uzayabiliyor. Bu noktada da insanlar oyunla kurdukları ilişkiyi sorgulayarak oyun oynamaya bağımlı olup olmadıklarını düşünebiliyorlar. Her gün uzun saatler oyun başında durmak, oynayamadığında yoksunluk hissetmek, oynarken kontrolü kaybetmek ve aşırı oyun oynamanın olumsuz etkilerini deneyimlemeye başlamak bağımlılığın ilk göstergelerinden olabiliyor. Araştırmalar, oyun oynamaya bağımlı olma meylinin bazı kişilik özellikleriyle ilişkili olduğunu buluyor. Düşük öz saygı ve öz yeterlilik, yüksek kaygı ve agresyon bu özelliklerden bazıları. Peki aşırı kullanımında böyle zararları olan bir davranışı neden sergiliyor, oyun oynamayı neden istiyoruz? Yapılan araştırmalara göre kişiler günlük hayattaki olumsuz deneyimlerinden kaçınmak ya da sanal dünyadaki sosyal hayatlarında keyifli vakit geçirmek için oyun oynamak istiyorlar. Oyun türü tercihlerinde ise farklı durumlar etkili oluyor. Örneğin, erkekler daha çok aksiyon ve strateji oyunlarını tercih ederken kadınlar beceri oyunlarını tercih ediyorlar. Daha genç kişiler strateji oyunlarını tercih ederken daha yaşlı kişiler beceri oyunları oynamayı tercih ediyorlar. Farklı sebeplerle tercih ettiğimiz oyunları oynama seviyemiz zararlı bir düzeye ulaştığında psikolojik işlevselliğimizi olumsuz yönde etkiliyor. Uzun vadede daha utangaç ve daha yalnız hissedebiliyoruz. Üstelik aşırı seviyede oyun oynama, düşük okul performansı ile de ilişkilendiriliyor. Özellikle konu şiddet içeren oyunlar olduğunda endişe ediyoruz. Zihnimizde çocukların bu oyunlardan olumsuz etkilenip şiddete yönelebilme ihtimalleri canlanıyor. Ya da oyunların yetişkinlerin öfke düzeyini ve şiddet eğilimini artırıp artırmayacağını sorguluyoruz. Benzer bir düşünceyle bilişsel becerilerimizin zayıflamasından da endişe edebiliyoruz. Bu konuda yapılan birçok araştırmaya göre oyun oynamanın oyun bağımlılığı, depresyon, agresyon gibi olumsuz etkileri olabiliyor. Öte yandan bazı araştırmalar ise video oyunlarının uzamsal algı, sebep- sonuç ilişkisi kurma ve hafıza gibi bilişsel becerilerimizin gelişimini desteklediğini gösteriyor. Yani video oyunu oynamanın zararlı yanları bulunsa da olumlu yanlarının da var olduğunu biliyoruz. Hatta ruh sağlığı açısından şaşırtıcı sonuçları olabiliyor. “Angry Birds” gibi erişilmesi ve oynaması kolay olan bazı oyunlar kişilerin modunu yükseltebiliyor, rahatlamalarını sağlayabiliyor ve kaygı seviyelerini düşürebiliyor. Oyunlarda başarısızlıklarla karşılaşmak ve onlarla mücadele etmek de psikolojik dayanıklılık geliştirilmesine katkı sağlayabiliyor. Oyun Avatarları Kişiliğimizi Yansıtıyor Olabilir mi? Toplumsal olaylarla ve deneyimlerimizle şekillenen benliğimiz artık dijital dünyada da kendisine yer buluyor. Dijital oyunlar kimlik edinim sürecimizin bir parçası oluyor. Oyunumuzdaki avatar da, oyun dünyasındaki bir temsilimizi oluşturuyor. Karakterleri kendi imaj ve beklentilerimize göre şekillendiriyoruz. Örneğin, vücut kitle indeksi yüksek olan birinin fiziksel olarak idealize edilmiş boyutlara sahip bir karakteri daha çok tercih ettiğini görüyoruz. Benzer şekilde öz saygısı düşük olan ve daha depresif olan kişiler daha sevecen, sıcakkanlı ve çalışkan karakterleri tercih ediyorlar. Ne kadar ideal benliğimize benzeyen bir karakter yaratırsak oyundan o kadar keyif alıyor, oyuna o kadar bağlı hissediyoruz. Zamanla o karakter ile duygusal bir bağ da oluşturuyoruz. Oyunlarda kurabildiğimiz avatarların gerçek hayatta olmayan birçok özelliğini oyun sırasında seçebiliyoruz. Böylece sanal dünyada istediğimiz her türlü benliği çizebiliyor ve farklı kimlikleri görebiliyoruz. Peki kişisel özelliklerimiz sanal kimliğimize nasıl yansıyor? Yapılan araştırmalara göre sanal dünyada kendimizi daha özgür ve güçlü tanımlamak istiyoruz. Bunun sebebi, sanal dünyada gerçek dünyada olduğu gibi yaptırımların bulunmaması oluyor. Genellikle gerçek dünyada sahip olmadığımız özelliklere sahip karakterler oluşturuyoruz. Bu karakterler çoklu kimliklere sahip oluyor ve bu durum bizi çok heyecanlandırıyor. Zamanla sanal dünyada var olmak o kadar çekici geliyor ki bu dünyayı gerçekliğimiz hâline getirmek istiyoruz. Hem oyunlardan zevk alıyor hem de sanal dünyayı çok ciddiye alıyoruz. Espor Oyuncularının Kişilik Özellikleri Klasik Oyunculardan Farklı mıdır? Video oyunları son dönemlerde öyle yaygınlaştı ki artık bu alanda profesyonelleşen bazı kişiler kariyer seçeneklerine sahip olabiliyor. Oluşan bu yeni kariyer alanına ise espor deniyor. Espor oyuncularının klasik oyunculardan belli farkları bulunuyor. Espor oyuncuları eğlenmek ya da rahatlamak için oynamıyor. Rekabet için oynuyorlar ve oyun dünyasında kendilerini geliştirmeyi amaçlıyorlar. Yaptıkları aktivite gerçek dünyadaki spora alternatif bir spor türü olarak ortaya çıkıyor. Bu kişilerin oyun oynama motivasyonları 3 farklı boyut ile şekilleniyor. İlki başarı elde etme oluyor. Kazanmayı ve rekabeti deneyimlemeyi istiyorlar. İkincisi sosyal motivasyon oluyor. Oyun ile sosyalleşmek, takım çalışması yapmak ve ilişkiler kurmak istiyorlar. Üçüncüsü ise bu dünyanın içine girme ve derinleşme isteği oluyor. Oyun dünyasını keşfetmek, gerçek dünyadan kaçmak ve orayı bireyselleştirmek istiyorlar. Peki espor oyuncularının nasıl kişilik özellikleri oluyor? Bu kişiler genellikle bu alanda çok fazla bilgiye sahip olan, stratejik düşünebilen, hızlı ve akıllıca kararlar alabilen, geçmişi düşünmeden gelecek için motive olabilen, günlük hayatı sanal dünyadan kolaylıkla ayırabilen ve uzun süre odaklanabilen kişiler oluyor. Kendi becerilerine güvenen ve takım arkadaşlarıyla iyi iletişim kurabilen kişiler bu alanda daha başarılı oluyorlar. Fakat elbette başarılarının önünde duran bazı engeller de bulunuyor. Kişinin kendine az güvenmesi, kaygıyla baş etme becerilerinin düşük olması, oyunda yapmış olduğu geçmiş hataların varlığıyla baş edememesi ve takım arkadaşlarıyla olan iletişimdeki eksiklik, başarının önündeki bariyerler olarak ortaya çıkıyor. Gökçenay Kaplan

Seçtiğimiz Video Oyunları Kişiliğimizi Yansıtıyor Olabilir Mi?

Eylül 8, 2022

·

Makale

Sürdürülebilir nükleer enerji mi?!

Nükleer enerjiler ile ilgili tartışmalar uzun yıllardır devam ediyor. Mevcut nükleer enerji santralleri kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtlardan çok daha fazla enerji üretiyor olsa da oluşturdukları nükleer atıklar ve facia boyutuna ulaşan kazalar dolayısıyla her zaman olumsuz karşılandı. Nükleer enerjilerin fosil yakıtlardan daha sürdürülebilir olduğuna dair tartışmalar 2022 Şubat ayında alevlendi. Çünkü Avrupa Füzyon Programı (European Fusion Programme) kapsamında İngiltere’de çalışmalarına devam eden JET (Joint European Torus) füzyon enerji araştırmalarını yürüten bilim insanları bu yönde açıklamalar yaptı. Nükleer enerji konusu hâlâ teknik bir konu olsa da bu yazımızda füzyon enerjisini en sade şekilde ele alarak gerçekten de hem sürdürülebilir hem de çevreye zararı olmayan bir enerji kaynağı olup olmadığını tartışmaya açıyoruz. ☢️ Fizyon x Füzyon Mevcut nükleer enerji teknolojileri fizyon veya füzyon olarak ikiye ayrılıyor. Fizyon enerji şu anda nükleer enerji santrallerinde kullanılan yöntem. En basit hâli ile ağır kütleye sahip bir atomun parçalanarak daha fazla sayıda ama daha az kütlede atoma dönüşmesi sırasında elde edilen enerji. Fizyon enerjisi zincirleme bir reaksiyon ile oluşuyor ve bu da dengesiz ve radyoaktif atık oluşumuna neden olan bir süreç. Günümüzde nükleer enerji santrallerinin eleştirilerin odağında olmasının temel sebebi elbette bu radyoaktif atıkların oluşumu ile atom bombasının aynı şekilde çalışıyor olmasından kaynaklanıyor. Zincirleme reaksiyonun kontrolünün zor olması, sızıntı ihtimalinin çok fazla olması ve oluşan radyoaktiflerin doğru şekilde saklanmaması hâlinde oluşabilecek facialar bu eleştirileri haklı çıkartıyor denebilir. Füzyon enerjisi ise daha hafif kütledeki iki atomun çarpışması ile tek bir ağır kütleli atom hâline gelmesinden elde edilen enerji. Güneş patlamaları füzyon enerjisine örnek olarak gösterilebilir. Mevcut fosil yakıtlar kimyasal tepkimeler ile elde edildiği için iklim krizinin de temel sebebi olan CO2 salımına neden oluyor. Füzyon enerjide ise reaksiyona girmeyen ve zehirli olmayan helyum, sürecin “atık” maddesi olarak ortaya çıkıyor. Hızlandırılmış fizik ve kimya dersinden sonra gelelim füzyon enerjisi ile ilgili gelişmelere. https://www.iter.org/mach 🍀Füzyon enerjisi gerçekten sürdürülebilir mi? İngiltere’de yer alan JET füzyon enerjisi araştırma alanında geçtiğimiz şubat ayında yapılan son testlerde yaklaşık beş saniyelik bir süreçte 59 megajul (MJ) değerinde füzyon enerjisi üretildiği açıklandı. Bu teknik bilgiyi şu şekilde sadeleştirmek mümkün: 59 megajul değerindeki enerji ortalama 11 megavat (MW) değerinde enerjiye denk geliyor. Ortaya çıkan bu 11 MW’lık enerjinin yakalanması ve tüketim için kullanılması halinde yaklaşık 4 MW değerinde bir enerji kalıyor. Bir kömür santralinde üretilen 1 MW enerji ile 400 ila 1000 hanenin bir yıllık enerji ihtiyacı karşılanabiliyor. Basit bir hesaplama ile beş saniyede üretilen 4 MW ’lık füzyon enerjisi ile ortalama 1600 ila 4000 hanenin bir yıllık enerji ihtiyacı karşılanabilir . Bu oranlar bilim insanları olması tarafından gerekenden çok daha az bir miktar olarak görülse de füzyon enerjisinin ne kadar verimli olabileceğine dair teorileri kanıtladığı için kritik öneme sahip. Yine de 40 yıldan uzun süredir devam eden füzyon enerjisi ile ilgili çalışmalarda hâlâ emekleme aşamasındayız. 🔎 Döngüsel ekonomide füzyon Döngüsel ekonomi dendiğinde akla gelen ilk konu atık oluşumu. Fakat daha önceki yazılarımızda da bahsettiğimiz gibi döngüsel ekonomi sadece yenilikçi ve teknolojik atık yönetim stratejilerinden ibaret değil. Küresel iklim krizinin temel sebebi olan karbon salımının %55 ’i mevcut kullanılan fosil yakıtların enerji kaynağı olarak kullanılması dolayısıyla oluşsa da geri kalan %45’lik karbon salımı ürünler ve materyallerin üretimi sırasında açığa çıkan atıklardan, gıda atıklarından, kaynakların verimsiz kullanılmasından ve doğal kaynakların yok edilmesinden kaynaklanıyor. Tam da bu nedenle döngüsel ekonomi küresel gündemde de çok fazla ele alınmasa da enerji kaynaklarının doğru kullanımı ile de direkt olarak ilgilidir. Fosil yakıtların kullanımının temel sorunu ortaya çıkan CO2’nin aslında enerji üretim sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan “atık” olması. Yani bir diğer deyişle döngüsel ekonomi konsepti içerisinde atık oluşumunu önlemek ilk adım ise bu adım sadece ürün ve materyallerin atık olmasını önlemekle kısıtlı değil. 🟩 Yeşil enerji Enerji sektöründe özellikle iklim krizi ile mücadele kapsamında son yıllarda artan “yeşil enerji” tanımı, güneş, hidro (su) ve rüzgâr enerjisi gibi doğal kaynaklardan enerji üretilmesine odaklanıyor. Doğal kaynaklardan elde edilen enerji CO2 salımına neden olmadığı için sürdürülebilir enerji kaynağının geleceği olarak görülüyor. Fakat göz ardı edilen nokta, bu doğal kaynaklardan elde edilecek enerji için kurulması gereken tesislerin fazlasıyla materyal kullanımına neden olduğu. Mevcut tasarım ve teknolojiler nedeniyle bir rüzgâr gülünün inşası için, rüzgâr gülünün ömrünü tamamlaması sonrasında yeniden kullanılamayan, yeniden üretim sürecine dahil edilemeyen ve hatta en son tercih olarak geri dönüştürülemeyen malzemeler gerekli. Bu örneği rüzgâr enerjisi gibi güneş veya hidro-elektrik santrallerinin inşası için de düşünmek mümkün. Bu durum elbette tasarımın baştan yenilenmesi ile önlenebilir ve kaynakların döngü içinde kalması veya değerini en uzun süre koruyacak şekilde kullanması mümkün. Fakat mevcut durum bu "yenilenebilir enerji" üretimi için devamlı daha önce hiç kullanılmamış materyaller kullanılmasını gerektiriyor. Nükleer füzyon reaktörü © Marharyta Marko/iStock/Getty Images Yazının girişinde de bahsettiğimiz gibi eğer füzyon enerjisi hem süreç sonunda helyum gibi zararlı olmayan bir kaynak açığa çıkmasına neden oluyor hem de bu işlem için sadece hidrojen molekülünden elde edilen doğal bir izotop olan trityum gerekiyor ise yenilenebilir enerji kaynaklarından çok daha sürdürülebilir bir enerji kaynağı alternatifi olabilir. Bu durumda ortaya çıkan helyumun farklı şekillerde kullanılmasına ve enerji üretimi dolayısıyla açığa çıkan çevreye zararlı atıkların oluşumunun önüne geçilmesine olanak tanıyabilir. Sonuç olarak, mevcut nükleer santrallerde kullanılan fizyon enerjisi yerine çevresel zararı olmadığı öne sürülen füzyon enerjisi, bilim insanlarının açıkladığı şekilde geleceğin enerji kaynağı olabilir. Yine de nükleer santrallerin sızıntı ve kaza risklerinin çok büyük olması nükleer enerji santrallerine karşı olan tepkilerin giderilmesinin önündeki en büyük engel. Teknoloji her gün gelişiyor ve bugün yanlış bildiklerimiz yarın doğru olabiliyor. Yine de bireyler olarak görevimiz araştırmak, sorgulamak ve her zaman bilimsel temele dayanan tartışmalar yürütmek olmalı. Ne dersiniz, füzyon enerjisi gerçekten de geleceğin enerji kaynağı olup nükleer enerjilerin güvenilmezlik algısını tek başına değiştirebilir mi?

Sürdürülebilir nükleer enerji mi?!

Temmuz 21, 2022

·

Makale

Video oyunları hakkında bildiklerimiz ne kadar doğru?

1 - Şiddet öğeleri içeren video oyunları oynamak şiddete eğilimi artırıyor. Yaygın olarak benimsenen bu düşünce, aslında video oyunlarına olan ön yargımızı da artırıyor. Ancak araştırmalar , agresyon ile video oyunları arasında anlamlı bir ilişki olmadığını gösteriyor. Hatta diğer oyuncularla işbirliği yapmayı gerektiren bazı oyunların başkalarına yardım etmek gibi olumlu sosyal davranışları artırdığı biliniyor . 2 - Video oyunu oynamak toplumdan soyutlanmaya ve yalnızlaşmaya yol açıyor . Artık video oyunları, başkalarıyla da iletişim kurabildiğimiz platformlara dönüştü. Sanal ortamda edindiğimiz arkadaşlarımızla oyun aralarında sohbet edebiliyoruz. Beraber veya karşılıklı oyun oynayabiliyoruz. Bu da bize gösteriyor ki video oyunları insanları yalnızlaştırmaktan ziyade başkalarıyla iletişim kurabilmemize imkan sağlıyor. 3 - Sadece erkekler, çocuklar ve gençler video oyunları oynar . Video oyunu oynayan birini düşündüğümüzde yüksek ihtimalle ilk aklımıza gelen bilgisayar veya televizyon karşısında oturmuş, odasından dışarı çıkmayı reddeden bir genç erkek veya çocuk oluyor. Akla ilk gelen bu imgelemenin sebebi , video oyunları piyasasının aslında genç erkekleri hedef alması ve çoğu oyun karakterinin erkek olması. Buna rağmen, son dönemlerde kadınların ve erişkinlerin de video oyunları oynayışında bir artış gözlemleniyor. 4 - Video oyunları oynamak sağlığa zararlı. Uzun süre video oyunu oynamanın zararları bulunuyor. Ancak uygun zaman aralığında olduğu zaman video oyunları oynamanın zararından çok faydası bulunuyor. Araştırmalar , video oyunları oynayan kişilerin karar verme gibi bilişsel süreçlerinin, görsel-uzamsal becerilerinin ve yaratıcılığının geliştiğini gösteriyor. Bu gibi bulgular, aslında video oyunlarına karşı ön yargılı olduğumuzu gösteriyor.

Video oyunları hakkında bildiklerimiz ne kadar doğru?

Eylül 8, 2022

·

Makale

Sanat ve Teknoloji İç İçe

Bu sayımızda öncekilerde olduğu gibi bir hukuk teknolojisi girişimini değil, hukuki boyutunu tartışacağımız bir yapay zekâ teknolojisini ele alacağız. OpenAI şirketi tarafından yaratılan DALL-E , yazılı tasvirlerden görsel oluşturan bir yapay zekâ programı. Temmuzda beta aşamasına geçerken bekleme listesinden 1 milyon kişiyi davet edeceğini belirten şirket, kullanıcılarına her ay belli sayıda görüntü yaratma imkânı sunuyor. İsmini bir Pixar animasyonu olan robot WALL-E ve ünlü ressam Salvador Dali’den alan DALL-E ile farklı stillerde görselleri hızlı bir şekilde oluşturabiliyorsunuz. Peki, DALL-E veya benzeri yapay zekâ destekli programlar tarafından üretilen görüntülerin sahibi kim? Modeli eğiten yapay zekânın sahibi mi, yoksa kelimeler kullanarak yaratılmasını istediği görseli tasvir eden kullanıcı mı? OpenAI, şimdilik orijinal görüntünün sahipliğini elinde tutsa da bu soru, önümüzdeki yıllarda oldukça tartışılan bir konu hâline gelecek gibi görünüyor. Hukuki boyutundan baktığımızda ise yapay zekâ tarafından oluşturulan eserler için telif hakkı almanın aynı hayvanlarda söz konusu olduğu gibi ABD özelinde henüz mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Bu sayımızda hayvanların ve yapay zekânın sanatın öznesi olması durumunu ele aldık. Bir sonraki sayımızın konusunu öğrenmek için Instagram sayfamızı takip etmeyi ve yeni sayımızdan anında haberdar olmak için bültenimize abone olmayı unutmayın!

Sanat ve Teknoloji İç İçe

Eylül 4, 2022

·

Makale

Toksik Liderler

Toksik lider, başında olduğu kurum ve çalışanlar üzerinde zehirli etkisi olan kişi olarak tanımlanıyor. Yıkıcı davranışları ve işlevsiz karakter özellikleri ile kişi, grup ve kurumlar üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaratıyor. Peki toksik lideri dikkatsiz, kayıtsız ya da başarısız liderden ayıran şey nedir? Niyet ya da kasıt. Dikkatsiz, kayıtsız ya da başarısız lider kuruma ve çalışanlara aslında öyle bir niyeti olmadan zarar verir. Toksik lider ise kendi çıkarları için, kasten yaptıklarıyla zarar vermekten kaçınmaz. Bir kararı verirken ya da uygularken bunu, insanların zarar görmesi pahasına yapar. Toksik liderlerin diğer özellikleri ise dürüst ve güvenilir olmamaları, alaycılık, ikiyüzlülük, açgözlülük, kibir ve çürüme olarak sıralanıyor. Doyumsuz bir hırsa sahipler. Kişisel iyiliklerini, güç ve zaferi kendilerine tabi olan kişilerin ve kurumun iyiliğinin üstünde tutuyorlar. Kibirleri kendi hatalarını anlamalarına ve fark etmelerine, dolayısıyla da düzeltmelerine engel oluyor. Toksik liderlerin kendilerine dair farkındalıklarının oldukça düşük olduğunu da söyleyebiliriz. Kendi kusurlarına, hatalarına körler. Kendilerini doğru ve olduğu gibi görebilme kapasiteleri neredeyse yok. Bir başka büyük problem de ahlak anlayışları, ya da ahlak anlayışlarının olmaması. Pek çok toksik lider iyiyle kötüyü ayırt etmekten aciz. Bu da kişilere, kurumlara ve topluma büyük zararlar vermelerine sebep oluyor. En çok önem ve değer verdikleri şeylerin başında ise para ve güç geliyor. Çünkü paranın büyük güç sağladığının farkındalar ve pozisyonlarını korumak için güce ihtiyaçları var. Kararlarının ve hareketlerinin diğer insanlar için yarattığı sonuçlar ve bedeller onları ilgilendirmiyor, bu konuda son derece umursamazlar. Kendi amaçları her şeyden önemli. Aslına bakarsanız, bu umursamazlık kendilerine verdikleri zararları da görmelerini engelliyor. Çünkü kişi, kurum ya da toplumlara verdikleri zararların uzun vadede onları da etkileyen sonuçları oluyor. Bu sonuçların onlar için her zaman “mutlu son” getirdiğini söylemek mümkün değil. Sizin anlayacağınız, sıklıkla kendi hırs ve doyumsuzluklarıyla kendi sonlarını hazırlıyorlar. Akademiye göre toksik liderler Akademik yazın toksik liderlerin aslında “korkak” olduğunu da söylüyor. Korkuları, olaylarla ve gerçeklerle yüzleşmelerine ve gerekeni yapmalarına engel oluyor. Bunun yanı sıra eleştiriyi ve eleştirenleri bastırmak, problemleri yanlış tanımlamak ve yanlış teşhis etmek, çıkarı doğrultusunda yalan söylemek de diğer ortak özellikleri. Gerçeği ortaya koymak ve adaleti sağlamak için kurulmuş yapıları, bu amaçla koyulmuş kuralları ve süreçleri yıkmaları da sıkça rastlanan bir durum. Kendilerine hizmet etmeyen kişi, sistem ya da yapıları devre dışı bırakıyorlar. Kurum içinde günah keçileri belirliyor ve herkesi bu günah keçilerini suçlamak ve cezalandırmak yönünde kışkırtıp teşvik ediyorlar. Toksik liderlerin ahlak dışı, yasa dışı ve suç oluşturan işler yapmaları da kimse için sürpriz olmuyor. Toksik liderlerin en temel isteği itaat. İtaat etmeyen, sorgulayan ve eleştiren kişileri istemiyor ve üst kadrolara ya da kilit pozisyonlara çıkmalarını engelliyorlar. Takipçilerini ve kurumdaki diğer kişileri sıkı kontrol mekanizmalarına tabi tutuyor ve bu yolla çevreye korku yayıyorlar. Bu korku insanları sindirmelerine sebep oluyor. Toksik lider sürekli onay istiyor. Yaptığı her şeyin onaylanması ve eleştiri yokluğu da kurum için ciddi zararlar doğuruyor. Flynn, toksik liderlerin sıklıkla kaba ve zorba olduklarını söylüyor. Güçlerini kişisel amaçlı kullanıyorlar, ideolojik düşmanlık güdüyor ve yaratıyorlar. Astlarını ve kurumdaki kişileri asla düşünmüyor ve kurumda olumsuz bir iklim yaratıyorlar. Whicker da bu liderlerin huzursuz ve kötü niyetli oldukları düşüncesinde. Toksik liderleri tanımakta zorluk çekiyorsanız size bir ipucu daha verelim: kendilerini bulundukları pozisyondan indirmenin, görevden almanın tüm kurumu çökerteceği inancını yaratıyor ve böyle de olması için ellerinden geleni yapıyorlar. Yarattıkları bu algı sayesinde kimse onları görevden almaya cesaret edemiyor. Krasikova diyor ki, toksik liderler (ister kurumların, ister devletlerin, ister devletler üstü kurumların başında olsunlar) insanlığın iyilik hali için yıkıcılar. Ama toksik liderler varlar. Onlara her gün rastlıyoruz. Peki insanların toksik liderleri takip etmelerinin, onların peşinden gitmelerinin nedeni ne? Şimdi bu sorunun yanıtına beraber bakalım. Şeytan Marka Giyer (2006), IMDB Toksik liderleri neden takip ediyoruz? Kaynaklar insanların toksik liderlerin peşinden gitmesinin beş nedeni olduğunu ileri sürüyor. İlki ebeveynlerin yerine koyulacak bir otorite figürüne duyulan psikolojik ihtiyaç. Kültürel özelikler nedeniyle birey olamamış, birey olmasına, kendi seçimlerini yapıp, kararlarını almasına izin verilmemiş insanlar hangi yaşta olursa olsun ergen kalıyorlar. Bu ebedi ergenlik de bir otorite figürüne ihtiyaç duymalarına neden oluyor. Toksik liderler de sadece kendilerini ve kendi amaçlarını önemsediklerinden otorite kurmakta zorlanmıyorlar. Ergen kalmış toplumların toksik liderlerin peşinden gitmesinde şaşılacak bir durum yok anlayacağınız. Gelelim ikinci nedene: insanların kendilerini özel hissetme, “elit” bir gruba ait olma ihtiyaçları var. Toksik lider, peşinden gelenlere bu “özel hissetme” ayrıcalığını ve “elit bir gruba ait olma” duygusunu sağlıyor. Kendisini takip edenlere çeşitli ayrıcalıklar ve avantajlar sağladığı için o elit grup kendiliğinden oluşuyor. Üçüncü neden de bununla bağlantılı. İlk çağlardan beri insanın hayatta kalması bir gruba ait olmasına bağlı olduğundan, dışlanma ve sosyal izolasyon evrimsel olarak kaçındığımız durumlar. Toksik lider dışlanma ve sosyal izolasyondan da korunma sağlıyor. Avantajlı grubun bir parçası olarak hayatta kalma ve iyi bir yaşam sürme ihtimalinizi arttırıyorsunuz. Dördüncü neden ise insanın ölüm korkusuna dayanıyor. İnsan ölümden korkuyor ama ölümden kaçış yok. O halde tek çare ölümsüzlük. İnsan ölümsüzlüğü unutulmamakta, yani kahramanlıkta buluyor. İçinde yaşadığımız modern dünya sıradan insanı müthiş önemsizleştiriyor. Düzen insana sürekli ne kadar da önemsiz olduğunu, aslında bir hiç olduğunu söylüyor. İnsan çevresinde olan biten karşısında çaresiz, küçük ve zayıf hissediyor. Bu güçsüzlük ve zayıflık hissi kolay baş edilir bir şey değil. İşte toksik lider yarattığı ya da ortaya koyduğu düşmanlar ya da tehlikeli durumlarla takipçilerine kahraman olma fırsatı sunuyor. Kahramanlık da ölüm korkusuyla baş etmemizi sağlıyor. Son nedenimiz ise aslında basit ve net olanı, kişi tek başına toksik liderle başa çıkamayacağını, durumu değiştirmek için hiçbir şey yapamayacağını düşünüyor. Tüm bu nedenler toksik liderlerin takipçilerini anlamamızı sağlayabilir. Anlam veremediğimiz davranışların altında yatan sebepleri bilmek bize iyi gelebilir. Bilgi her zaman iyidir, sadece anlamamıza neden olduğunda bile.

Toksik Liderler

Ağustos 27, 2022

·

Makale

FinTech'in doğuşu

Uzun yıllardır hayatımızda olmasına rağmen, özellikle de son zamanlarda sık sık karşımıza çıkan bir terim FinTech. “Finansal teknoloji”nin kısaltması olan FinTech, müşterilerin finansal ihtiyaçlarına daha hızlı, daha güvenli ve daha kolay çözümler sunmasıyla kendisine oldukça sağlam bir sektör yaratarak günümüzün yükselen trendlerinden biri hâline geldi. Özünde kişilerin finansal hizmetlere ulaşımını ve bu hizmetler ile olan deneyimini otomatikleştirerek iyileştirmek yatan FinTech sektörü; bilgisayar ve akıllı telefonlarda kullanılan birtakım yazılım ve algoritmalarla tüketicilerin, şirketlerin ve işletme sahiplerinin finansal durumları üzerinde daha kolay bir şekilde kontrol kurmalarını sağlıyor. Ve hayatımıza girdiği ilk andan beri gündelik hayatı ağır ağır; ancak kararlı ve geri dönülmez biçimde değiştirmeye devam ediyor. Mesela, küçüklüğümüzden beri gittiğimiz restoranların kasaları yıllar içinde yerini süslü ödeme işleme panellerine bırakırken; çevrimiçi platformlar sayesinde kredi başvurusu yapmak artık akıllı bir telefondan yapacağımız birkaç basit “tıklamaya” bakıyor. Günümüzde norm hâlini almış tüm bu değişikliklerin ardında ise, teknoloji ile daha erişilebilir hizmetler sunarak finansal hizmetler endüstrisinde devrim yaratan FinTech’in yükselişi yatıyor. Her ne kadar tüm bunlardan yola çıktığımızda kulağa çok yeni bir terim gibi gelse de, aslında FinTech’in kökleri tahmin edilenden çok daha eskiye dayanıyor. Finans ve teknoloji kelimelerini duyduğumuzda çoğumuz bu teknolojiyi 21. yüzyılın bir ürünü sanıyoruz; ancak FinTech’in doğuşu bundan daha da eskiye, ATM ve kredi kartlarının insanlık sahnesine giriş yaptığı 1950’lere; hatta kimilerine göre 19. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu noktada karşımıza FinTech’in adeta sıçrama yaşadığı birkaç dönem çıkıyor. Tüketicilerin piyasada paralarıyla etkileşim biçiminde büyük değişikliklere yol açması bakımında FinTech’in başlıca beş dönemi bulunuyor: 1886 ila 1967 yıllarını kapsayan FinTech 1.0; 1967’den 2008’e kadar olan dönemi kapsayan FinTech 2.0, 2008’den 2014’e kadar uzanan FinTech 3.0, 2014 ile 2017 arasında yükselişte olan FinTech 3.5 ve son olarak, 2018’den günümüze uzanan FinTech 4.0. Gelin bu beş ana dönemin FinTech dünyasında yarattığı etkiler neler, göz atalım. FinTech'in kısa tarihi FinTech 1.0 (1886-1967) Durup düşündüğümüzde bizlere oldukça uzak gelen bu ilk aşama, aslında günümüzün küreselleşmiş finansal hizmetlerinin var olması için gerekli olan altyapının oluşturulmasını içeriyor. 1866’da inşa edilen ilk transatlantik kablo ve bunu takiben 1918’de Amerikan Merkez Bankası (Fed) tarafından kullanılmaya başlanan ilk elektronik ödeme sistemi “Fedwire”, telgraf ve Mors kodu gibi teknolojilerden faydalanan ilk elektronik fon transfer sistemini mümkün kıldı. Günümüz standartlarına göre son derece “temel” bir hizmet olan ve finansal işlemlerin uzak mesafelerden gerçekleştirilmesini sağlayan bu teknoloji, altyapı ve ulaşımın günümüzde olandan çok, çok farklı ve hâlâ gelişmekte olduğu o yıllar için adeta devrim niteliğindeydi. Nakit para taşımanın yükünü ortadan kaldıran kredi ve banka kartlarının gelişi ise ilk olarak 1950 yılında, Diner’s Club’ın kartıyla gerçekleşirken, bunu 1958 yılında American Express Company takip etti. Apic/Getty Images FinTech 2.0 (1967-2008) Başlangıcı, 1967 yılında Kuzey Londra’da bulunan Enfield’da Barclays tarafından tarihin ilk ATM’sinin kurulması olarak işaretlenebilecek olan bu dönem, finansın analog bir hâlden dijital bir hâle geçişi şeklinde de karakterize edilebilir. Bu dönüm noktasını ise çok kısa bir süre sonra, 1970’lerin başında dünyanın ilk dijital borsası olan NASDAQ’ın ve finansal kurumlar arasında büyük hacimli sınır ötesi ödemelerin gerçekleştirilmesini kolaylaştıran SWIFT’in (Dünya Çapında Bankalararası Finansal Telekomünikasyon Derneği) kurulması takip ediyor. Hemen ardından, 1980’lerde ise bankalarda milyonlarca kullanıcıya aynı anda hizmet verebilen ana bilgisayar sistemleri yükselişe geçti ve bu on yıl boyunca e-ticaret iş modelleriyle gelişen çevrimiçi bankacılıkta meydana gelen büyüme, finansal kurumlara ve paraya olan genel algıyı dönüştürerek insanların iş yapma şeklini değiştirip bir çevrimiçi devrime neden oldu. 1990’lar, müşterilerin paralarını farklı şekillerde yönetmeye başlamasıyla birlikte dijital bankacılığa yönelik ilk hareketlere tanık oldu. Yaşamın her alanının giderek daha fazla çevrimiçi bir hâle gelmesiyle ise 1998’de, geleceğin yeni ödeme sistemlerine gebe olduğuna işaret eden PayPal hayatımıza giriş yaptı. Bu sırada ekonomide her şey oldukça yolunda görünüyordu; ancak 2008’de yaşanan küresel finansal kriz, bu tarihten sonra FinTech sektöründe görülecek köklü değişikliklerin fitilini ateşledi. FinTech 3.0 (2008-2014) Yaşanan bu büyük krizden sonraki dönemde bankalara olan güvenin derinden sarsılması, yeni sağlayıcıların piyasaya giriş yapması ve varlıklarını sağlamlaştırması için gereken uygun ortamı sağladı. 2009 yılında Bitcoin v0.1’in doğmasıyla dünya “kripto para” gerçeğiyle tanıştı ve Bitcoin’in açtığı yolu, blok zinciri teknolojisini kullanan sayısız kripto para birimi izledi. Akıllı telefonların giderek daha fazla benimsenmesiyle ise mobil cihazlar, insanların internete ve diğer finansal hizmetlere erişim sağlamasının birincil yolu hâline geldi. Bu dönem, yatırımcılar ve tüketiciler arasındaki yeni ürün ve hizmet tsunamisini harekete geçiren yeniliğe duyulan açlık ile birlikte, “start-up çağı” hâline geldi. Bu dönemde yerleşik bankalar bile start-up’lar gibi aksiyon almaya; markalaşmaya başladı ve bu FinTech 2.0 döneminin yerleşik banka anlayışından uzaklaşma trendi, FinTech 3.0 döneminin en belirleyici unsuru oldu. Bunu desteklemek adına, üçüncü taraf şirketlerin finansal verilere erişimini sağlayan Açık Bankacılık’dan (Open Banking) yararlanan dijital bankacılık ürünleri yaratmayı kolaylaştırmak için yeni teknolojilere giden yol açılmış oldu. Treezor ve SolarisBank dâhil olmak üzere, Banking as a Service (BaaS) platformları, bankaların ve diğer finansal kurumların karmaşık eski sistemlerden uzaklaşmasını kolaylaştırarak, müşteri deneyimini iyileştirmeye dayalı olarak ortaya çıkan dijital bankalar “neo-bankaların” önünü açtı. FinTech 3.5 (2014-2017) Bu dönemin, finans dünyasının batı hakimiyetinden uzaklaşarak dijital bankacılığın dünya çapında yükselişe geçtiği bir küreselleşme dönemini temsil ettiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. FinTech 3.5, bütün odağı tüketici davranışına ve tüketicilerin gelişmekte olan dünyada internete nasıl erişim sağladığına odaklanıyor. Mesela, Batı seviyesinde bir dijital bankacılık altyapısı geliştirme imkânı olmayan Çin ve Hindistan gibi ülkeler, bu dönemde yeni çözümlere daha açık olan pazarlar olarak öne çıktı. FinTech 4.0 (2018-günümüz) Blok zinciri teknolojileri ve Açık Bankacılık , günümüzde finansal hizmetlerin geleceğinin inovasyonunu yönlendirmeye devam ediyor. Buradaki oyunun kurallarını değiştirenler ise, FinTech 3.0’da da bahsetmiş olduğumuz, geleneksel bankaların fiyatlandırmasına ve karmaşıklığına meydan okurken neredeyse hiç ücret talep etmeden basitleştirilmiş dijital deneyimler sunarak müşterilerin güvenini kazanan neo-bankalar oldu. Makine Öğrenimi (ML) ise insanların bankalar ve sigorta şirketleriyle etkileşim şeklini dönüştürdü. Örnek vermek gerekirse, Almanya merkezli N26, ortak çalışma alanlarında ve çevrimiçi seyahat rezervasyon sitelerinde indirimler gibi abonelerinin özel ihtiyaç ve zevklerini karşılamak için premium hesabını 2019'da yeniden başlattı. Bununla birlikte ML, insanların duyduğu güvensizliğe karşı çözüm oluşturabilecek yenilikçi güvenlik uygulamalarına da sahipti. Mesela British Revoult, kart sahtekarlığı ve kara para aklama ile mücadele etmek amacıyla 2018 yılında, insan müdahalesi olmadan yeni kart sahtekarlığı modellerini dinamik olarak belirlemek için müşteri davranışları hakkında derin öngörüler ve tahminler sunan yeni bir yapay zekâ (AI) teknolojisini duyurdu. Bu dönemde meydana gelen bir diğer önemli olay da, kapsamlı bir iş yönetim sistemine ek bir kol olarak ödeme sunabilen platformlara sahip yeni entegre ödeme sağlayıcıları oldu. FinTech endüstrisi nereye gidiyor? Elena Noviello/Getty Images Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda FinTech endüstrisinin 1950’lerden bu yana çok yol kat ettiği doğru. Peki, FinTech endüstrisi nereye gidiyor? Kripto para birimlerinin yükselişi, büyük veri ve kitle fonlamasının yaygınlaşması ile birlikte, finansal hizmetler ile AI, ML ve veri analitiği gibi her geçen gün gelişmeye devam eden teknolojiler arasında giderek daha yakın bir bağlantıya tanık oluyoruz. Teknoloji ve finansal hizmetlerin giderek daha iç içe geçmesiyle ise, yükselen pazar ihtiyacını karşılamaya çalışan girişimlerde de doğru orantılı bir şekilde gözle görülür bir artış yaşanıyor. Bu noktada ise sektördeki büyümenin en belirgin özelliklerinden biri, 2000 yılından bu yana ortaya çıkan FinTech girişimleri ve bu girişimlerin aldığı büyük miktarlardaki finansmanlar olarak öne çıkıyor. FinTech Global’a göre, küresel ölçekteki toplam FinTech yatırımın 2014 ile 2017 yılları arasında istikrarlı bir şekilde yıllık %18,5 büyüme oranıyla 19.9 milyar dolardan 39.4 milyar dolara yükseldiği belirtiliyor. Crunchbase ise girişim dünyasında ABD merkezli FinTech girişimlerine tohum, erken ve geç aşama da 15.6 milyar dolardan fazla yatırım yapıldığı ve 2016’dan 2017’ye kadar dolar değerinde %25’lik bir büyüme olduğunu ifade ediyor. Statista verilerine göreyse küresel FinTech gelirlerinin 2018’de 92 milyar avro, 2019’da 108 milyar avro, 2020’de 126 milyar avro ve 2021’de de 143 milyar avro olarak gerçekleştiği belirtiliyor. Yine aynı grafikte sunulan verilere göre küresel FinTech gelirinin 2022’de 159 milyar avroya ulaşması beklenirken, bu miktarın 2023’de 174 milyar avro, 2024’de ise 188 milyar avroya ulaşacağı tahmin ediliyor. Riskler neler? FinTech endüstrisinin önlenemez yükselişiyle gündelik yaşama kattığı kolaylıkların yanında bir de bu gelişmekte olan endüstrinin getirebileceği potansiyel risklere dikkat çekiliyor. Bu konudaki en büyük endişelerden biri ise, bireysel ve kurumsal veri gizliliğinin olası ihlali olarak öne çıkıyor. Çoğu FinTech şirketi için, kaydedilen devasa işlem verileri ve bu finansal verilerin yüksek derecede sınıflandırılmış doğası göz önünde bulundurulduğunda, her türlü ihlal hem kullanıcılar hem de şirketler üzerinde olumsuz etkilere yol açacağı belirtiliyor. Kullanıcıların finansal verilerinin sızdırılması, kredi kartı dolandırıcılığı ve kimlik hırsızlığına yol açabileceği gibi, bu durumun yaşanması hâlinde şirketlerin de yüklü miktarda para cezasına ve hatta daha ağır cezalara maruz kalması muhtemel. Mesela, dijital ödeme şirketi Dwolla, 2016 yılında "müşterinin verilerini nasıl koruduğunu yanlış beyan ettiği" için 100 bin dolar cezaya tâbi tutuldu ve kullanıcı verilerinin korunmasını artırmak için uygulamalarını iyileştirmek zorunda kaldı. Teknoloji ve finansal hizmetlerin birleşimi daha uygun yaşam tarzlarına izin verdiğinden ve yenilikçi iş modelleri diğer sektörleri etkilemeye devam ettiğinden, finansal teknoloji endüstrisinin dünyamızı değiştiren büyük bir güç olduğu yadsınamaz bir gerçek. Veri gizliliği ihlali gibi, sektörün büyümesiyle ortaya çıkacak risklere karşı önlem alınması gerekiyor; ancak her şeye rağmen FinTech, günlük hayatımızı iyileştiren, devrim yaratan bir endüstri olmaya devam ediyor. 1 , 2 , 3 , 4 , 5

FinTech'in doğuşu

Eylül 5, 2022

·

Makale

Reddedilmekten Ne Kadar Korkuyorsun?

Birçoğumuz reddedilmekten ya da çevremiz tarafından dışlandığımızı hissetmekten hoşlanmıyoruz. Ancak bazılarımız bu durumu çok daha yoğun bir şekilde tecrübe edebiliyor. Reddedilme hassasiyeti yüksek olan kişiler reddedildiklerini işaret edebilecek herhangi bir sinyale karşı aşırı derecede duyarlı oluyorlar. Bunun sonucunda yaşadıkları kaygı ise günlük hayatlarını olumsuz yönde etkileyebiliyor. Öyle ki reddedilme hassasiyeti yüksek olan kişiler ilişkilerinde reddedilme beklentisi içinde oldukları için bunu gösteren işaretleri arayabiliyorlar. Örneğin, kendileri bir konu hakkında konuşurken telefonuna bakan insanları ya da birisinin göz devirme hareketini daha hızlı bir şekilde fark edebiliyorlar çünkü bu sinyallere karşı daha duyarlı oluyorlar. Sonrasında ise bu sinyallere karşı yoğun tepkiler verebiliyor ve bu sebeple de insanları kendilerinden uzaklaştırabiliyorlar . Bu durum kendi içinde bir döngü oluşturabiliyor. Reddedilme hassasiyeti yüksek olan kişiler genellikle gerçekleri daha farklı algılayabiliyor ya da yanlış yorumlayabiliyorlar. Örneğin, bir konu hakkında konuşurken telefonuna gözü kayan bir arkadaşının karşısında “Beni artık sevmiyor, onun ilgisini o kadar çekemiyorum ki gözü hep telefonda” diye düşünebiliyorlar. Oysa reddedilme hassasiyeti o kadar yüksek olmayan bir kişi, bu durumu kendi değeri üzerinden değerlendirmek yerine arkadaşının önemli bir haber beklemesi ya da zihninin başka bir konuda olması gibi ihtimalleri de göz önünde bulundurabiliyor. Bu durum romantik ilişkileri de olumsuz etkiliyor. Çünkü reddedilme hassasiyeti yüksek olan kişiler partnerlerinin kendileriyle bir önceki güne kıyasla daha az ilgilendiğini hissettiklerinde, mesajlarına geç cevap geldiğinde ya da partnerlerinin ses tonlarında bir soğukluk sezdiklerinde saldırgan bir tutum içine girebiliyorlar. Bu durum aslında kendilerinden bağımsız sebepleri olabilecek bu davranışları, partnerlerinin azalan sevgisine bağlamalarından kaynaklanıyor. Yapılan bir araştırmada katılımcılar; partnerin soğuk ve mesafeli olması ya da partner ile eskisinden daha az zaman geçirmek gibi durumlar karşısında ne düşündüklerini ifade ediyorlar. Sonuçlara göre, reddedilme hassasiyeti yüksek olan kişiler bu durumları kendileri üzerinden değerlendirmeye ve partnerin kendilerini incitmeye çalıştığını düşünmeye daha eğilimli oluyorlar . Bu yorumlama şekli ilişkiye büyük zarar veriyor çünkü partnerler ilişki içinde anlaşılmak istiyor. Ancak en ufak bir mesafeli tavırda karşı tarafın ilişkiye bağlı olmadığını ya da değer vermediğini iddia etmek, partnerlerin anlaşılmamış hissetmesine ve gerçekten de zamanla ilişkiden uzaklaşmasına yol açabiliyor. Reddedilme hassasiyetinin, kendimizi değersiz ve başarısız görme durumumuzla yüksek oranda ilişkili olduğu biliniyor. Kendisini değersiz gören bir kişi, ya sevilebilmek için olduğundan farklı davranmak zorunda hissediyor ya da karşısındaki insanın her an onu sevmekten vazgeçebileceği beklentisiyle ilişkilerini sürdürüyor. Durum böyle olunca gerçekten reddedileceklerini bekleyerek gelen bütün işaretleri buna yoruyor, bu yorumlama ile de zaten reddedildiğini hissederek büyük tepkiler veriyorlar. O yüzden de reddedilme hassasiyeti yüksek olan kişilerin daha agresif oldukları düşünülüyor. Buna ek olarak, reddedilmekten çok endişelendikleri için sırf reddedilmemek için yalnız kalmayı tercih ettikleri de oluyor. Reddedilme hassasiyeti devamlı olarak beğenilme ve anlamlı ilişkiler kurma konusunda zorlanmayı beraberinde getiriyor. Devamlı beğenilme ihtiyacı bu kişilerin hem maddi hem manevi birçok fedakarlık yapmasına yol açabiliyor. Örneğin, kendilerini beğendirmek ve bir gruptan ya da partnerlerinden kabul almak için yüklü miktarda para harcayabiliyorlar. Bunun yanı sıra, reddedilme hassasiyeti sosyal kaygı ve güvensiz bağlanma stilleri ile de ilişkili bulunuyor . Peki neden bazılarımız reddedilmeye karşı daha hassas? Bu durumun bazı sebeplerini sizin için listeledik! 1 – Erken çocukluk dönemi deneyimleri: Erken çocukluk döneminde yaşanan reddedilme, ihmal ya da istismar deneyimleri reddedilme hassasiyetini besleyebiliyor. Özellikle ebeveynler tarafından duygusal ya da fiziksel olarak reddedildiğini hissetmek yetişkinlik döneminde reddedilmeye karşı aşırı duyarlı olmaya yol açabiliyor. Bunu hissetmek için ise ebeveynin direkt ve açık bir şekilde reddettiğini göstermesine gerek olmuyor. Örneğin, ebeveynin duygusal olarak erişilemez olması çocuğun kendisini reddedilmiş hissetmesine sebep olabiliyor. Bu durum ebeveynin mizacından, kendi geçmiş deneyimlerinden ya da psikolojik rahatsızlıklarından kaynaklanabiliyor. Bunun yanı sıra aşırı eleştirel bir ebeveyne sahip olmak da reddedilme hassasiyeti ile ilişkili bulunuyor. Çünkü eleştirel ebeveynlerin karşısında kişinin kendisini kabul edilmiş hissetmesi pek mümkün olmuyor, tam tersine ne yapsa reddedilecekmiş gibi hissedebiliyor. Kardeşlik ilişkileri de reddedilme hassasiyetine zemin hazırlayabiliyor. Evin içinde kardeş tarafından dışlandığını, ebeveynlerin kardeşi daha fazla sevdiğini ya da önemsediğini hissetmek reddedilme hassasiyetinin artmasına sebep olabiliyor. Bunun dışında, ebeveynlerin birbirleriyle kurdukları ilişki ve çocuğa oluşturdukları model de önemli bir yer tutuyor. Bir ebeveynin diğeri tarafından dışlandığını ya da reddedildiğini gözlemlemek bu konuda hassasiyet yaratabiliyor . Bunun yanı sıra, erken çocukluk döneminde akran zorbalığına ya da dışlanmaya maruz kalma gibi deneyimler de reddedilmeye karşı hassas olmaya yol açabiliyor. Özetle, erken çocuklukta maruz kalınan farklı reddedilme deneyimleri ileride bu konuda daha hassas olunmasına neden olabiliyor. Çünkü bu gibi deneyimler kişinin benlik algısını olumsuz etkileyerek öz saygının düşmesine yol açabiliyor . 2 – Biyolojik Eğilimler: Hepimiz aynı mizaç ile dünyaya gelmiyoruz. Bazılarımız daha hassas bir kişilikle hayata başlıyoruz. Hassas ve duyarlı bir mizaçla dünyaya gelen çocuklar çevrelerindeki sözlü ya da sözsüz sinyalleri daha fazla algılayabiliyorlar. Bu durum bazı sinyallerin kendilerine ağır gelmesine yol açabiliyor ve kendilerini kontrol etmelerini engelleyebiliyor. Örneğin, biyolojik olarak hassas bir mizaca sahip bir çocuk birçok sinyal gibi reddedilme ile ilişkili sinyalleri daha fazla algılayabiliyor ve bu sinyaller ağır geldiğinde kontrolsüz davranışlar sergileyebiliyor. Biyolojik sebepler ve erken çocukluk dönemi deneyimleri birbiri ile etkileşime geçerek reddedilme hassasiyeti geliştirip geliştirmeyeceğimiz üzerinde büyük bir etkiye sahip oluyor. Hassas bir mizaçla dünyaya gelsek de ebeveynlerimizle güvenli bir bağlanma oluşturarak reddedilmeye karşı hassas olmamamız da mümkün!

Reddedilmekten Ne Kadar Korkuyorsun?

Ağustos 18, 2022

·

Makale

Deniz kızının bizdeki birkaç hikâyesi

Mehmet Selahattin’in yazısında deniz kızının bahsi geçince Osmanlı ve deniz kızı ilişkisini düşündüm. Hemen hemen hepimiz deniz kızının hikâyesini biliriz. Benim merak ettiğim ise Osmanlı topraklarına deniz kızının hikâyesinin ilk kez ne zaman girmiş olabileceği kısmıydı. Bu efsane kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösteriyor aslında. Bazı kültürlerde doğurganlığı ve yaşamı, bazılarında ise ölümü simgeliyor mesela. Geçmişi milattan öncesine dayanan deniz kızının Anadolu ve Mezapotamya’daki varlığının da eskiye dayandığı aşikâr. Roma, Antik Yunan (Yunan mitolojisinde Siren adıyla bilinir), Babil derken hikâye Asur tanrıçası Atargatis ’in aşık olduğu çobanı yanlışlıkla öldürmesi sonucu kendini denize atması ve güzelliği nedeniyle denizin onu bir deniz kızına çevirmesine kadar gidiyor. Uzakdoğu kültüründe gözyaşını inciye dönüştürebildiğine inanılan bir deniz kızı resmi Deniz kızının efsanesi anlatmakla bitmez! Deniz kızının Osmanlı'daki ilk izlerini bulamadım. (Daha derinlemesine bir araştırma yapmak gerekiyor belli ki.) O yüzden biz Osmanlı'dan birkaç anekdot anlatarak deniz kızını efsanelerde bırakmaya devam edelim. Bu hikâyelerden biri 1500’lerde Selanik’te yaşamış olan Alexander Alexandro isimli bir Rum gencine ait. Hikâye odur ki bu Rum genci deniz kızına aşık olmuş, hatta onunla evlenmiş. Ancak aşklarını sadece geceleri deniz kıyısında yaşayabiliyorlarmış. Bir süre sonra Alexander her gece denize girmekten romatizma olmuş. Bu aşkı bir tür hastalık ve delilik olarak gören de az değilmiş. Tedavisini olmayan bu hastalığın sonucunda kişinin boğularak öldüğüne inanılırmış. Kayıtlara göre Alexander da bir gece denizde boğularak ölmüş. İkinci hikâye ise Beyazıt’taki Beyazıt (Beyezid) Camii ile alakalı. Bir gün Sultan II. Bayezid deniz kenarında dolaşmaya çıkar. Balık tutan ahaliyi görünce Sultan da ağ atmak ister. Hemen bir ağ bulunur, denize atılır. Bir de ne görülsün? Bir süre sonra ağa bir deniz kızı takılmıştır. Padişah deniz kızına kim olduğunu sorar ama bir cevap alamaz. Bunun üzerine çarşı pazar gezdirilerek ne yapacağına bakılmasını ister. Deniz kızı Beyazıt Meydanı’ndaki pazara götürülür. Burada bir soğan satıcısı görür ve güler. Bir sarımsakçı görünce yine güler. Nihayet bir falcı görür ve yine güler. Durum Padişah’a iletilir. Deniz kızı Padişah’ın huzuruna çıkarılır. Padişah neden o üçüne güldüğünü sorar. Deniz kızı der ki: “Soğancıya güldüm çünkü insanlara zararlı olan nesneyi kiloyla satıyordu. Sarmısakçıya gülmemin nedeni insanlara faydalı olan nesneyi taneyle satmasındandı. Falcıya gelince en çok ona güldüm. Zavallı adam oturduğu yerin altında üç küp altın olduğunu bilmez de halkı gelecekten haber veriyorum diyerek aldatır. Siz olsanız bütün bu saçmalıklara gülmez misiniz?” Bu cevabı duyan Padişah adamlarını pazara göndererek falcının oturduğu yeri kazdırır ve tam da deniz kızının dediği gibi üç küp altın bulunur. Bunun üzerine deniz kızı geldiği yere, denize bırakılarak azat edilir. Bulunan üç küp altınla da Beyazıt Camii yaptırılır. Evliya Çelebi ’nin Seyahatnâmesi’ne göre ise bir zamanlar Kağıthane Deresi’nde deniz kızının yaşadığına inanılırdı. Hatta halk Kağıthane Deresi’nde deniz kızına yakalanmaktan korkarak yüzüyordu. Ha bir de bir zamanlar müzik denilince ilk akla gelen isimlerden biri olan meşhur ses sanatçısı ve kantocu Denizkızı Eftalya var tabi! Onu da unutmamak lazım. “Denizkızı” lakabını nereden aldığı da belki başka bir yazının konusu olur.

Ağustos 30, 2022

·

Makale