Berrak zihinler için yalın, zengin, bağımsız bir Türkçe dijital medya üyeliği.
Ücretsiz Kaydol →Duende Seçilmiş Yazılar
Aposto!'nun sanat odaklı yayını Duende'den öne çıkan hikâyeler.
11 Hikâye
Anahtarlar
Bir çeşit huzur ve huzursuzluk 29 Şubat 2020. Saat 9.12. Hava dışarıda 6 derece. İçeride biraz gürültü var; çatal bıçak sesleri, tonlamalardan anlamaya çalıştığım konuşmalar, bilmediğim bir dil kulaklarımda. Camdan dışarı bakıyorum; kaldırımda yavaş adımlarla yürüyen yaşlı bir çift görüyorum. Tarçınla karışık kahve kokusunu, yumurta kokusu bastırmak üzere. Huysuzlanıyorum. Biraz asabım bozuk; doğruya doğru. Dikkatimi dağıtmak için kitabıma dönüyorum: “Tragedyayı doğuran şey, dünyanın bizi değişime maruz bırakmasına izin vermektense onu katletmeyi yeğlememizdir.” Bugünkü planım yoğun. Bu yolculukta, şehirde son iki günüm. Hava soğuk, içimden tam anlamıyla hiçbir şey yapmak gelmiyor. Bazen olur öyle ve “içten” geleni dinlemem. Yine öyle yaptım. Günün sonunda hatırladığım “anlam veremediğim” bir kalp çarpıntısı ve nefes darlığı. O gün “kontrolü kaybettiğim” hissi (bugün biliyorum ki düşüncesi) damarlarımda ve bütün bedenimi ele geçirmiş gibiydi. Sanırım adı “hüsran”dı. 29 Kasım 2020. Saat sabah 6 civarı. Sessizliğin sesi, nefesimin sesi ve her şeyin bir bütünün parçası olduğunu anlatan o şarkı kulaklarımda. Hareketten ısınmış olduğumu hissedebiliyorum. Bedenim, şarkıda rüzgâra benzettiğim uğultuyla birlikte salınıyor sanki bir söğüt ağacı gibi. Bu defa içimi gözlemliyorum; ufak dalgalanmalar var nefesimde. Beklentisiz olmanın, arkadaşça çıkan her hissi görmenin ve kabul etmenin içimde yarattığı özgürleşme, “bir çeşit huzur ve huzursuzluk”. Dirençsizim. Sadece o an var. Ana ve onun sürekli değişimine kendimi teslim ediyorum. 18 Aralık 2020. Saat 22.18. Ólafur Arnalds’ın some kind of peace albümü çalıyor. Dışarıdakileri bırakıp içeriye olan yolculuğum üzerine düşünüyorum. Şu sıra üzerine düşündüğüm tek yolculuk bu. Plansızım; dönüşüme direnmek ne de yormuş beni; fark ediyorum. Duruyorum; ama hislerim o kadar canlı ve özgürce oradan oraya gidiyor ki hiç olmadığım kadar dinamiğim. Mutlu ya da neşeli değilim; üzgün ya da öfkeli de. Huzurluyum da diyemem, huzursuzum da… Hepsi sürekli birbirini doğuruyor sanki. Her birini fark ediyorum, dönüşüme izin veriyorum. Bu yıl okuduğum bir kitaptan bir cümleyi arıyorum, bölümün adı “Hüsran”dı: “Kökeni çok eskilere dayanan bir hüsran sahnesi, bir dönüşüm sahnesidir. Her şey değişmemek adına neleri göze alacağımıza bağlıdır.” Elif Bayram “Tekrar çal” Elif’in hislerinin bir yöne doğru ağırlık göstermemesi, hepsinin birbirini doğurduğu benzetmesi bana Gorillaz’ın Clint Eastwood ’unu hatırlatıyor. “Mutlu değilim, ama memnunum” ... Ben de uzun zamandır hangi duygulara kapıldığımı tanımlayamıyorum. Çoğu zaman hepsini birlikte yaşadığımı fark ediyorum. Karşıma çıkan tüm ani hislerimi kabullenip çantama ekliyor ve yoluma devam ediyorum. Her gün yeni benle heyecanla tanışıyorum. Bu denge kuramadığım duygu geçişlerinde bana en iyi gelenin filmler olduğunu fark ettim. Çoğu zaman film izleme anı kendinden kaçış mı yoksa kendini buluş hâli mi emin olamıyorum. Etkilendiğim filmleri izledikten sonra heyecanla ilk yaptığım şeylerden biri soundtrack ’ine sarılmak oluyor. Güzel filmlerin müziklerinin de iz bırakması bir tesadüf olmamalı. Buruk bir şarap tadıyla biten bir filmin ardından kapanış müziği eşliğinde akan yazıları izlemeyi çok seviyorum. Bu, benim için bir nevi filmi sindirme hâli hatta bir ritüel, uğurlama. Yanımdaki biri alelacele kapat tuşuna bastığında istemsizce sinirleniyorum. Bunun bir filmi yarıda bırakmaktan farkı yok benim için. Bu dönemde yolumun kesiştiği Fish Tank , geç rastladığım ama birkaç kez izleyeceğime emin olduğum filmlerden biri. Filmleri tekrar izlemekten büyük haz aldığımı söylemiş miydim? Şimdilik California Dreamin 'i tekrar tekrar dinlemekle yetiniyorum. İtiraf ediyorum, filmin benim için en etkili bölümlerinden olan, bu şarkının çaldığı dans sahnesini de özledikçe izliyorum. Bu satırları yazarken de hangi şarkının “tekrar çal”da takılı kaldığını söylememe gerek yok sanırım. Burcu Dimili Yarıda bırakılmış bir film hissi “Yanımdaki biri alelacele kapat tuşuna bastığında istemsizce sinirleniyorum.” diyor Burcu, “bunun bir filmi yarıda bırakmaktan farkı yok benim için.” Geride kalan bu tuhaf ve saçma yıl tam da bu tadı bırakıyor bende. 2020, çok güzel başlamış bir filmdi çünkü. 10 Şubat 2020. Saat sabahın beşi. Bir Oscar partisinde televizyon karşısında sabahlamış, sinemaya da Parasite ’a da benim kadar âşık bir grup insanla el ele vermiş, tarihe tanıklık edeceğimize inandırmışız kendimizi. Tanık oluyoruz da… 19 Şubat 2020. Saatin önemi yok. Milano’da bir dilim pizza var elimde, kalbimse bir farklı çarpıyor. Ertesi gün o çok sevdiğim şehirden Berlin’e doğru yola çıkacak, bu diğer çok sevdiğim şehirde dünyanın en önemli film festivallerinden birinde art arda filmlere bırakacağım kendimi çünkü. Bugünlerde yılın en iyi filmleri listelerinde tekrar tekrar karşıma çıkacak First Cow ’la gülümseyecek, Never Rarely Sometimes Always ’le gerilecek , Undine ’yle fantastik sulara dalacağım çünkü. Sadece filmler değil; parklar, heykeller, sokaklar, kulüpler ya da kafeler bile iz bırakacak çünkü. 4 Mart 2020. Saat dilimleri karışmış. Yaklaşık bir ay uzak kaldıktan sonra, Şikago’daki evime dönüyorum. Çok, çok uzun bir süre dışarı çıkamayacağımdan habersizim. Biri alelacele kapat tuşuna basıyor sanki. Aylar boyunca, hayatımın hiçbir döneminde izlemediğim kadar film izleyeceğim belki ama asıl film yarıda kalıyor bir kere. Emre Eminoğlu Naif midir değişmek? Emre'nin çok sevdiği Berlin'i beni de 2015 yılına götürdü. 24 Aralık 2015, Berlin Alexanderplatz'da bir Noel pazarındayım. Berlin'e ilk gelişim ve içten içe tahmin ediyorum ki bu asla son olmayacak. Ne şanslıyım ki Berlin ile ilk tanışmam Noel’e denk gelmiş. Keşke şimdi orada olabilsem... Son zamanlarda fotoğraf ve videolarıma bakınca kendimde alışık olmadığım mimikler fark ediyorum. Kimi yaş aldıkça yüzünde kırışıklık arar, bense bana ait olmadığını düşündüğüm mimiklerimi bir başkasında görür ve anlamını merak eder gibi izlemeye başladım. Anı yaşarken birden uzaklaşıp yabancılaşır, bir film sahnesini izler gibi olursun ya, işte öyle bir his sanırım. Bu kendine yabancılaşma hâli Sinem Keskinel'in Yaz'dan Sonra adlı kitabını getiriyor aklıma. Bu yıl içinde en heyecanla okuduğum kitaplardan biri. Anne olduktan sonra hayatı değişen bir kadını anlatıyor. Sinem, kitabın arka kapağında şöyle diyor: "Aklımı ele geçiren, dilimden düşüremediğim duamın kabul olduğu gün geldi çattı nihayet. Anne olduktan sonra hayatım değişti; eski ben yitip gitti; yerine yepyeni bir kadın geldi gibisinden edebî ya da metaforik falan da değil, bildiğiniz öldüm. Üstelik pisi pisine, kendime pek yakıştıramadığım bir şekilde." Anne olmaktan mı yoksa kendime yabancılaşmaktan mı korktuğum için kitabı bu denli içselleştirdim bilemiyorum. Belki de o kadar korkmamalıyım. Belki de Joe Dassin'in Salut şarkısındaki gibi naiftir değişmek. Ya da yine bu şarkının yer aldığı, bu yıl İstanbul Film Festivali seçkisinde karşımıza çıkan Martin Eden ’deki gibi sancılı. Bilemiyorum. Burcu Dimili Döngüler başlamalı ve bitmeli İstanbul, Milano, Şikago, Berlin… Başkalarının farklı şehirlerdeki adımlarını takip etmek, beni sonunda kendi adımlarıma getiriyor. 26 Şubat 2020, In Hoodies’in ilk Fransa konseri için ekipçe Paris’e varmışız. Nantes’a giden trene binmeden önce birkaç saatimiz var. Buraya 11 yıl önce Erasmus için geldiğimde zor bir kış geçirmiş, bir daha geri dönmemeyi düşünerek ayrılmıştım. Aradan geçen zaman, beni Paris için yeniden heyecanlanacak kadar değiştirmiş. 20’li yaşlarımın kafa karışıklığından sıyrılmış, 30’lu yaşların kafa karışıklığı içinde, buz gibi çiseleyen yağmurun altında birkaç saatte hızlı bir şehir turu atmaktan mutluyum. Bir döngü sonlanıyor gibi hissediyorum. Galiba 2020’de en mutlu olduğum gün bu. Fransa’da Covid-19 vakalarının görülmeye başladığı, ertesi gün otelin kahvaltı salonundaki televizyondan kulağıma çalınan, konser gününün hengâmesi içinde çabuk unutulan bir haber. In Hoodies, CASP ve Jakuzi art arda sahne alıyor, salon dolu. Bir salon dolusu insan, daha önce hiç izlemedikleri müzisyenlerle tanışmak için kalkıp gelmiş. Havada merak var. Hayatımızdaki birçok eksikliğin sebebi, bu merakın yokluğu diye düşünüyorum. Ne bunun 2020’de vereceğimiz son fiziksel konser olacağından haberim var ne de müzikle nefes alıp veren insanlar olarak, önümüzdeki aylarda dünyanın her yanındaki müzik sektörü çalışanları gibi darmadağın olacağımızdan. İstanbul’a dönüşümüzden kısa süre sonra yeni bir döngü başlıyor, hâlâ içinde olduğumuz. Bu da bizi zorlayarak, değiştirerek sonlanacak günün birinde. Dar günlerde aklıma Angel Olsen’ın Not Gonna Kill You şarkısı geliyor. “Bu seni parçalamayacak, sadece sarsacak” deyişine inanıyorum. Artemis Günebakanlı İstasyonlarda geçen zaman Mart 2020’de tren istasyonundayız. Kısa bir yolculuğa çıkıyoruz arkadaşımla. Sanki bu yolculukta belirsizliği ve ani hisleri çantamıza alıp dönmüşüz. Eve kapanma dönemi başladığında, “Bildiğimiz tek şey yalnızlık / O bile şimdi ne oldu” diyen Ester’in söyledikleri çınlıyor kulaklarımda. Oysa bu yıla, onca zaman okumadığım (bir nevi kaçış oyununa dönen) Benim Adım Kırmızı ’yı okuyarak başlamıştım. Bir süre sonra Elif’in bahsettiği “dönüşüme direnmek ne de yormuş beni” anını fark ettiğimde “Balkona çıkıyorum sürekli / Yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece / bir semtin ilk rengini alıyorum ” . Sonra zaman geçiyor, kaybolan sözcüklerimi ararken yine kaçtığım bir kitabı, Yanık Saraylar ’ı okuyorum. İçimdeki tüm sözcükleri yakıyor. Aylar geçiyor, bu sefer başka bir istasyonda başka bir arkadaşımla buluştuğumuzda Sevgili Arsız Ölüm ’den, İşe Yarar Bir Şey ’den konuşuyoruz. Başka bir gün, yolculuğa çıktığım arkadaşımla Frances Ha ’yı izlerken ona unutulmaz filmlerini soruyorum. Bense cevapsız kalıyorum. Zaman yine geçiyor ve yine ertelediğim Call Me By Your Name ’i izliyorum. İstasyonların bu yıl hayatımda bu kadar önemli yer tutacağını bilmeksizin unutamayacağım filmlerimden birini bulduğumu yüzümdeki tebessümle fark ediyorum. Aralık 2020. Şimdi masamda başka bir İstasyon var. “OLUR, DEDİM, gelirim.” diyorum; artık yolculukların beni nereye götüreceğini planlamaksızın. Muhammed Atalay Ufak bir değişiklik Uzun bir süre “Ben şimdi ne dinleyeceğim?” diye sordum kendime. Tüm o net cevapların önce güvenini kaybettiği sonra da en baştan hissederek geri döndüğü bir yıl geride kaldı. Ben yazarken kalmadı ama siz okurken 2021 gelmiş olmalı. Şu anda aradayım. Araftan iletiyorum bu sözleri. Yine ne dinleyeceğimi bilemedim. Neyse ki bir süre sonra nereden dinleyeceğimi öğrendim. Bazen soruları biraz değiştirince aynı amacı gören cevapları bulmak daha kolay hâle geliyor. Uzattım. Arkada NTS Radio’da Simon Raymonde’in babası Ivor Raymonde anısına kaydettiği özel bir programın kaydı çalıyor. Tam da biz Duende konukları olarak peşi sıra dizilmişken ve anılar iç içe geçmişken bu karmaşıklığa başka bir hikâye boşluğu açıyor. Tam içeri girmesem de kapıdan bakmak bile keyifli… Elif’in Ólafur Arnalds ile dışarıdan içeriye doğru yaşadığı yolculuğa gidiyorum. Zihnim 15 Mayıs’a dönüyor. Bir yıl önce Ólafur Arnalds, Zorlu PSM sahnesinde. O günkü konsere dair hatırladığım pek çok detay var; fakat iki şeyden bahsetmek istiyorum. İlki; bu zamana kadar içinde yer aldığım en sessiz kalabalık olması. Konser sonrası yazdığım iki satır yazıda da bundan bahsetmiştim. Bir yıl sonra aynı tarihlerde eve kapanmış bir şekilde en sessiz yalnızlığım başladı. Bir yerlerde buluşuyor bu hisler. Nerede olduğu pek de önemli değil. Sadece buluştuğunu biliyorum. İkinci detay da konserin sonunda Ólafur Arnalds’ın hep yanında olan anneannesi anısına sahnesinin en köşesinde yer alan piyanosuyla yanı başındaki tek bir monitörden gelen cılız sesler eşliğinde gerçekleştirdiği performans. Koca bir yıl, içeriden dışarıya taşımaya çalıştığım, çoğu zaman bağırsam da sesimi duyuramadığım fakat ne olursa olsun bir sonraki güne ayak bastığım çabamı hatırlattı bana. Geride kalmadı tüm bunlar, sadece yanıma yaklaştı. Geçen gün evde hiç oturmadığım bir yer buldum. Salonda daha önce çokça kez oturarak baktığım açının tam tersi. Fırsatı yakalamışken hemen oturdum. Minderle buluşmam sanki düğmeye basmak gibiydi. O açıdan çektiğim bir fotoğraf anında zihnime düştü. Kalabalığız. Ev halkı orada. İki kişi ve bir köpek var. Hava aydınlık ve sıcak. Işığın eve doluşmaya çalıştığı en güzel saatler. Gözümü kırptım. Şimdiyle karşılaştım. Ufak bir gülümsemeyle yerimden kalktım. Bu sefer ne dinleyeceğimi biliyordum. Keeley Forsyth’den Start Again ’i açtım. 2020’nin son cumartesisi bugün. Ben bitsin istediklerime, başına son koyarak seslenirim. İlklerimi ise sevdiklerime saklarım. 2021’in ilk cumasından herkese selamlar. Taner Turna Yürümeye özlem 60 gün boyunca evimden çıkmadığım bir yıl geride kaldı. Baştan böyle olacağını söyleselerdi, dünyayı kurtaran bir Hollywood yıldızı edasıyla her şeyi değiştirmek için elimden geleni yapardım. Olan hiç dışarıya çıkamadığm bu 60 güne oldu. Yürümeyi, geçtiğim sokaklarda bir yenilik var mı diye meraklı gözlerle baktığım günleri bol bol özlerken rafta bir süredir bekleyen iki kitaba ilişti gözüm. Jean Jacques Rousseau’nun kaleme aldığı son kitap olan Yalnız Gezerin Hayalleri ve Henry Thoreau’nun Doğa ve Yürüyüş Üzerine bir nispet yaparcasına gözümün önüne geldi. Doğayla baş başa kalabileceğim bir ormana gidebilmek şöyle dursun; mahallemdeki parka dahi çıkamadığım bu bitmek bilmeyen günlerde yukarıda saydığım kitaplar o an hayatıma dokundu. Her ne kadar Umberto Eco, o an okumayacağımız kitabı almamamız gerektiğini savunsa da “Nasılsa günün birinde ruhuma dokunacak” düşüncesiyle bu şekilde pek çok kitabımı edinmiştim. Eco, bir miktar haklı olabilirdi. Evet, bir kitabı hemen okumayacak olup onu edinmeyi arzulamak bir nevi metalaştırma olsa da geçirdiğim o zorlu 60 günlük karantinada Eco’nun dediğini yapmamak faydama oldu. Tıpkı 2020 gibi bol bol hayal kırıklığıyla geçen ömrünün son günlerini Yalnız Gezerin Hayalleri kitabında sayfalara döken Jean Jacques Rousseau’nun naifliği ve bir o kadar da öfkesi beni derinden etkiledi. Koca bir yıla ve elimden kayıp giden, telafisi olmayan zamana dair hissiyatım da hemen hemen Rousseau’nunki gibi naif ve bir o kadar da öfkeli oldu. Her uzun yürüyüşümün marşı olan I Still Haven’t Found What I’m Looking For ’u daha fazla dinleyebileceğim bir yıl ol 2021… İhsan Dindar Bir kavuşma meselesi “Bir şehre, bir sevgiliye, bir ağaca, bir renge… Hep bir kavuşma endişesi. Bilmem niye, hep bir özlem meselesi.” yazmışım 2017’de bir yaz akşamı defterime. İhsan yürümeye özlem deyince o yaz akşamına, “özlem meselesi"ni düşündüğüm ana gittim. Hatırlıyorum; Bolonya’da evimin yanındaki koca parkta bir söğüt ağacının altında gün batımını kaçırdığım ve sevdiklerimi özlediğimi en derinden hissettiğim anlardan biriydi. Özgürce salınmasına hayran kaldığımdan, tanıdığım üç-beş ağaçtan biri söğüt ağacı.Yakınında bir de manolya ağacı; kokusundan ve ihtişamlı parlak yapraklarından nerede görsem tanıdığım. Hayatımın en şen şakrak ve aynı zamanda özlemle dolu günlerinden hafızama kazınan ağaçlar. 2020, bir yaz günü. Maçka Parkı’ndayım. Hiç oturmadığım bir yere oturdum, kitap okuyorum: “Her şey beklemede, her şey hazırlık içinde, her şey ince ince, şefkatle dürten bir oluş heyecanıyla düş kurmakta. (...)” Hemen karşımda bir manolya ağacı var. Taner’in mindere oturduğu an bastığı o düğme gibi; sadece bende görüntüler değil, hisler canlanıyor. İçim özlemle doluyor. Biraz da heyecan. Kalbimin sağ köşesinden başlayan ve mideme kadar uzanan, gıdıklayıcı bir his. Sonra kitabımı okurken art arda anılar geliyor aklıma; özlediğim insanlar, özlediğim şehirler, özlediğim renkler, manolya ağaçları… Oturduğum yerde yine hem tanıdık hem yabancı bir hisle karşılaşıyorum. Bu yıl, uzak kaldığım onca şeye duyduğum özlem bir yana, kendime en çok kavuştuğumu hissettiğim dönemlerden biriydi zannediyorum. Üstelik, “bir yerlerden uzaklaştıkça” kendine kavuştuğunu düşünen biri olarak pek de beklemediğim bir kavuşmaydı; kendimi çok özlemiş olmalıyım. Şimdi kendimi o şehirlerle, o insanlarla, o renklerle birlikte özlüyorum. Dedim ya, “hep bir özlem meselesi.” Bir eksikle; o da “kavuşma endişesi”. Çünkü sanıyorum, özlemek zaten bir kavuşma meselesi. Özlemenin, uzaktan bakmanın ve uzak kalmanın nice ödülleri var; görüyorum ve yaşıyorum. Hermann Hesse’nin ağaçlara olan ilgisi, bilgisi ve kurduğu bağlantılardan büyülendiğim o kitap: Ağaçlar geliyor aklıma. “Bir süre yaşadığımız her yer, ancak orayla vedalaştıktan epey sonra belleğimizde biçim kazanır ve hiç değişmeyen bir imgeye dönüşür. Orada bulunduğumuz ve her şey gözümüzün önünde olduğu sürece, tesadüfi ya da kalıcı şeylere hemen hemen aynı önemi atfederiz, gereksiz ayrıntılar ancak çok sonra silinir gider. Belleğimizde sadece hatırlamaya değer olanlar kalır; öyle olmasaydı, hayatımızın tek yılına bile korkmadan, gözümüzü karartmadan bakamazdık!” Sadece yerler değil; insanlar, renkler, ağaçlar, anılar ve belki de her şey için geçerli Hesse’nin bu sözü. Yoksa o buz gibi Paris gününü, o özlemle dolu yaz akşamını, o uykusuz ve yorgun film gecelerini, o büyük yüzleşmeleri, o tren istasyonlarını böyle anabilir miydik? Bilmiyorum. Belki yakınlaşmadan önce, biraz uzaklaşmak gerekiyordur. Belki özlem, kavuşmanın kendisidir. Elif Bayram

Mart 10, 2021
·
Makale
Kurmaca mı gerçek mi?
Herhangi bir eve rahatça girebilir misiniz? Elinizde yazı yazabilecek herhangi bir araç varsa, neden olmasın! Hikâye anlatımının gücü, edebiyatta ve sinemada gerçeklerden kaçış işlevi gören fantastik dünyaların kapılarını açıyor. Fakat asıl ilginç olan, hiçbir fantastik unsura yer vermeden, farklı bir boyuta ya da evrene geçmeden de kurmaca ve gerçeği karıştırabilmesi, okuyucu ya da izleyici rolündeki bizleri herhangi bir evin kapısından içeri rahatlıkla sokabilmesi. Gerçeklerden kaçış: Fantastik edebiyatın sıkça başvurduğu kaçış akımı (eskapizm), yüzyıllardır özellikle çocukların merkezde olduğu hikâyelerde alternatif bir gerçeklik yaratmış, kahramanlarının zihnin içinde hayatın acı gerçeklerinden uzak, farklı bir dünyanın kapılarını açmış. Birçok peri masalının yarattığı bu kaçış dünyasını, çocuk edebiyatında Alice Harikalar Diyarında ve Peter Pan gibi oldukça popüler örneklerin sürdürdüğünü söylemek mümkün. Bu tür kaçışlara sinemada rastlamak da öyle - kimi zaman fantastik edebiyatın klasik ya da modern bir örneğinin uyarlaması olarak, kimi zaman özgün bir senaryoyla... Aklıma son yıllarda benim için de kaçış kapıları açmış filmler geliyor hemen: El laberinto del fauno / Pan’s Labyrinth ’in (2006, Guillermo del Toro) Franco rejiminin ve üvey babasının zulmünden fantastik bir dünyaya kaçan küçük Ofelia’sını, Big Fish ’in (2003, Tim Burton) oğlundan uzak kalışının bahanesi olarak rengârenk maceralar kurgulayan babasını, Life of Pi ’ın (2012, Ang Lee) hayatta kalmak için göğüs gerdiği inanılmaz zorlukları hayvanlarla süsleyen Pi’ını ve A Monster Calls ’un (2016, J.A. Bayona) annesinin hastalığı sırasında bir ağaç canavarıyla konuşmaya başlayan Conor’ını düşünüyorum. Bu fantastik hikâyeler ve bıraktıkları tatlı hatıraların yeri çok ayrı, evet. Fakat benim için asıl büyüleyici olan, hiçbir fantastik öğeye yer vermeden yazmanın gücünü hayatın içine yediren, okuyucusuna ya da izleyicisine neyin kurmaca neyin gerçek olduğunu (hatta belki kendi akıl sağlığını) sorgulatmaya başlayan hikâye ya da filmler. Evde: François Ozon’un Dans la maison / In the House (2012) filmi, son yıllarda kurmaca ve gerçek arasındaki sınırları güpegündüz sarsan filmlerin belki de en iyisi. Bir lisede edebiyat öğretmenliği yapan Germain, öğrencilerinden hafta sonunu nasıl geçirdiklerini birer denemeyle anlatmalarını istediğinde, onlarca başarısız ödev arasında biri ilgisini çeker ve Germain, öğrencisi Claude ile özel olarak çalışmaya karar verir. Hikâye anlatımı ve yazma derslerinde Claude arkadaşının evinde yaşadıklarını anlattıkça yaşanmış olanlar kurmacaya, öğrencinin deneyimleri öğretmenin fantezilerine karışmaya başlar. Hikâyenin gücü: Ozon’un bir diğer filmi Swimming Pool (2002) inzivaya çekilen bir yazarın yaşadıklarının gerçekliğini, yazlık bir evde bir araya getirdiği iki zıt karakter üzerinden sorgulatır. Ünlü senarist Charlie Kaufman, Adaptation. ’da (2002) sinemaya uyarlaması için kendisine teslim edilen bir romanı; kendisinin, hayalî ikiz kardeşinin, yazarın ve roman karakterlerinin başrollerde olduğu bir karmaşaya dönüştürür. Joachim Trier, başarılı birer yazar olma hayali kuran ve roman taslaklarını aynı anda postaya veren iki yakın arkadaştan birinin ünlü bir yazara, diğerinin hayal kırıklığına dönüştüğü Reprise (2006) ile sadece olanı anlatmakla yetinmez, olmayanlarla, olabilecek olanlarla ve olması hayal edilenlerle iç içe geçirir. Laurent Cantet’in L’atelier / The Workshop ’u (2017) benzer bir gerilimi Güney Fransa’daki bir yazarlık atölyesinde, tasvir ettiği şiddet sahneleri fazla gerçek, katile duyduğu empati fazla inandırıcı olan bir genç yazarla atölyenin eğitmeni arasında yaratır. Avrupa sinemasından çıkan ve hikâye anlatımının gücünü vurgulayan bu birbirinden oyunbaz filmlerin hepsinin merkezinde birer yazarın olması tabii ki tesadüf değil. Bu yazı 22 Ocak 2021 tarihinde Duende'de yayımlanmıştır.

Mart 10, 2021
·
Makale
Avustralya’dan bir kendiyle barışma hikâyesi: Please Like Me
“Neden kendime hayattan zevk almak için izin vermiyorum, neden anı yaşayamıyorum? Bugün ışıl ışıl, güneşli bir gün, bir birinci dünya ülkesindeyiz, daha şimdi 19 dolarlık bir dondurma siparişi verdik… Ama benim tek düşünebildiğim, suratımın çöpe benzediği.” diye başlayan monoloğun sahibi Josh, kız arkadaşıyla olan buluşmasının hiç de ummadığı bir yöne gideceğinin farkında değil. O günün yeni hayatının ilk günü olduğunun da… Çünkü Claire, susmak bilmeyen Josh’ın sözcükleri arasında bulduğu ilk boşlukta araya girecek, uzaklaşmaya başladıklarını, ayrılmak istediğini söyleyerek ekleyecektir: “Bir de şey, sen eşcinselsin.” Josh Thomas, Please Like Me Her bir karakteri farklı kusurlara sahip, hatta kusurlu özelliklerini uçlarda yaşayan karakterlerin uyum içinde yaşadığı, birbirine destek olduğu ve birbirlerini katlanılır hâle getirdiği bir dizi düşünün: Onaylanma ve kabul görme bağımlısı bir ana karakter, intihara meyilli bir anne, kendine güvensiz bir baba, ayrılmaktan korktuğu için ilişkisine devam eden bir yakın arkadaş… Diğer yandan karakterlerinin yaşadığı buhranlara ve mücadele ettikleri kişisel zorluklara rağmen daima pozitif mesajlar veren, gözünüzden bir damla yaş döktüğü an onun önünü gülümsemenizle kestiren bir dizi. 2013’te Avustralya televizyonu ABC2 'de yayın hayatına başlayan ve başrolünü de üstlenen yaratıcısı Josh Thomas ’ın planladığı gibi dört kısacık sezonun ardından ekranlara veda eden Please Like Me tam da böyle bir dizi. Mevzu nedir? 20’li yaşların henüz başındaki Josh’ın yıllardır görmezden geldiği ve kaçtığı, dizinin ilk dakikalarında (eski) kız arkadaşının yüzüne vurduğu gerçeğin şoku, Please Like Me ’de bir kendini kabullenme, özgürleşme ve büyüme hikâyesine evriliyor. Fakat yeni hayatının daha ilk gününde büyük bir zorlukla karşılaşıyor Josh; annesinin intihara teşebbüsü, onu sadece kendi psikolojisi, kendisiyle barışma süreci ve kişisel gelişimiyle değil, annesininkiyle de ilgilenmek zorunda bırakıyor. Dört sezon boyunca suratının çöpe benzediğini düşünmeye devam etse de birbirinden güzel erkeklerle yaşadığı ilişkiler kendiyle barışmasını sağlıyor. Ailesinin ve arkadaşlarının yaşadığı, başta kendi gelişimi önünde birer zorluk ya da engel olarak gördüğü sorunlar, Josh’ı da geliştiriyor. Please Like Me Josh Thomas’la gastronomik ve müzikal anlar: İzleyebileceğiniz en doğal ve içten dizilerden biri olan Please Like Me , bunu en çok birbiriyle mükemmel bir uyum içinde çalışan oyuncu kadrosuna borçlu - komedyen Hannah Gadsby 'nin de ikinci sezondan itibaren kadroda yer aldığını ekleyeyim. Dizi duygusal ve psikolojik iyileşme sürecini tetiklemenin yanı sıra, iştah açıcı ve dans ettirici bir etkiye de sahip. French Toast, Parmigiana, Babaganoush, Souvlaki … Bunlar bir Akdeniz restoranının menüsünden değil, Please Like Me ’nin bölüm başlıkları listesinden birer alıntı. Her bölüm için farklı mutfaklardan bir isim seçen Josh Thomas ’ı, sıklıkla bu yemekleri hazırlarken ya da yerken görüyoruz. Her daim enerji veren, yüz güldüren, Clairy Browne & the Bangin' Rackettes 'in I'll Be Fine şarkısıyla renklenen açılış jeneriği de çoğunlukla mutfakta geçiyor. Sadece mutfakta değil, dizinin bütününde duyacağınız eğlenceli ve hareketli şarkılarla dolu soundtrack listesini ve Bryony Marks imzalı oyunbaz müzikleri bu çalma listesinden dinleyebilirsiniz. Please Like Me ’ye Netflix Türkiye kataloğundan erişebilirsiniz. Bu yazı 30 Ekim 2020 tarihinde Duende 'de yayımlanmıştır.

Mart 10, 2021
·
Makale
22 yıllık acı tatlı hikâye
The Verve’ün 1997’de yayımladığı Bitter Sweet Symphony , son 30 yılın en başarılı şarkılarından biri şüphesiz. Richard Ashcroft’un konserlerinde “millî marşımız” diye anons ettiği, Birleşik Krallık televizyon kanallarının İngiltere maçlarından önce çaldığı, sokakta yürürken zaman zaman o ünlü videosunun içindeymiş gibi hissettiğimiz, melodisini duyduğumuz anda eşlik etmeye başladığımız Bitter Sweet Symphony , aynı zamanda popüler müzik tarihinin en belalı şarkılarından. Bunun sebebi, The Verve’ün şarkıda kullandığı birkaç saniyelik yaylı sample ’ı (evet, o yaylılar). 60’ların ortalarında The Rolling Stones’un menajerliğini ve yapımcılığını üstlenen Andrew Loog Oldham, 1966’da The Andrew Oldham Orchestra adıyla Stones’un parçalarının orkestra yorumlarına yer verdiği bir albüm çıkarıyor: The Rolling Stones Songbook . Mick Jagger ve Keith Richards’ın The Last Time şarkısının bu albümde yer alan versiyonu (ki şarkının orijinalinden neredeyse tanınmayacak kadar uzak olduğunu söyleyebiliriz), The Verve tarafından Bitter Sweet Symphony 'de sample ’lanıyor, yani şarkıdan bir bölüm alınarak yeni şarkıda kullanılıyor. Bu kullanım için, The Rolling Stones Songbook albümünü yayımlayan Decca Records’dan gerekli izinler alınıyor. Ancak gözden kaçan bir şey var; şarkının orijinalinin hakları, müzik endüstrisinin en korkulan karakterlerinden biri olan Allen Klein’ın şirketi ABKCO’nun elinde. Menajer Brian Epstein’in ölümünün ardından The Beatles’ın menajerliğini alan, birkaç yıl içinde grubun dağılma noktasına gelmesinde etkisi olduğu söylenen, grup kendisiyle sözleşmesini yenilemeyince onlara dava üstüne dava açan Klein. The Verve’ün plak şirketi EMI, Bitter Sweet Symphony 'nin esas single olacağı Urban Hymns albümü çıkmadan önce, bu son izni almak için ABKCO’nun kapısını çalıyor. Klein’ın cevabı, net bir “Hayır”. Uzun pazarlıklar sonucu, şarkının gelirlerinin yarı yarıya paylaşılması şartıyla, The Rolling Stones parçası The Last Time ile ilgili izin de alınıyor. Ama hikâye burada bitmiyor. Şarkı yayımlandıktan bir süre sonra Klein, The Verve’ün belirlenenden daha uzun bir sample kullandığını öne sürerek grubu telif hakkı ihlal davası açmakla tehdit ediyor. Bu hamlenin arkasında, şarkının patlama yapmasının etkisi var. Klein’ın grupları parçalayan vahşi yöntemlerine aşina olan ekip, onunla bir hukuk savaşına girmek istemiyor ve şarkının tüm haklarını The Rolling Stones’a devrediyor. Richard Ashcroft, bu devir karşılığında bin dolar kazanıyor! Bitter Sweet Symphony 90’ların mihenk taşlarından biri olurken, şarkının tüm geliri Jagger ve Richards ikilisine gidiyor. Şarkı Grammy adayı olduğunda, üzerinde ikisinin adı var. Klein’ın şirketi ABKCO, elde edebileceği maksimum kârın peşinde şarkıyı dünyanın her yerinde reklamlara, filmlere, televizyon programlarına satıyor. Peki, The Last Time 'ın orkestra versiyonunu kaydeden Andrew Oldham? Jagger ve Richards’ın kazancıyla kıyaslandığında “Kendime güzel bir saat kayışı alacak kadar param oldu.” diyor. Bu hikâyede The Last Time 'ın orkestra versiyonunun düzenlemesini yapan, Bitter Sweet Symphony 'de sample ’lanan yaylı partisyonunu yazan besteci David Whitaker’ın adı hiç geçmiyor. Bir diğer ilginç nokta da Stones’un şarkıyı aslında This May Be The Last Time adlı, anonimleşmiş bir gospel eseri üzerine kurmuş olması. Keith Richards, The Staple Singers’ın 1954’te kaydettiği şarkıyı adapte ettiklerini söylüyor. Allen Klein 2009’da öldü. 2019’da Richard Ashcroft’un menajerleri, Klein’ın ABKCO’nun başına geçen oğluna ulaşarak şarkının haklarını geri almak istedi. Birkaç ay içinde Mick Jagger ve Keith Richards, şarkının haklarının tamamını Ashcroft’a devretti ve adları şarkı yazarlarından çıkarıldı. Bu yazı 15 Ocak 2021 tarihinde Duende'de yayımlanmıştır.

Mart 10, 2021
·
Makale
Sub Pop: 1988’den beri batıyor
10 Nisan 1988 gecesi, Seattle’ın en eski barlarından Central Tavern’de dört kişi var. Kapı görevlisi, barmen, Bruce Pavitt ve Jonathan Poneman . Bu dört kişilik mütevazı kitlenin karşısında, şehirdeki ilk konserini veren grup ise Nirvana . Sahnedeki gerginliklerine rağmen Shocking Blue’nun Love Buzz şarkısının harika bir cover ’ını çalıyorlar. Bir fanzin, bir kaset serisi, bir plak şirketi: Bandı biraz geri saralım. Evergreen State College öğrencisi Bruce Pavitt, yerel müzik gruplarına dair ilgisi ve bilgisini başkalarıyla paylaşmak için Subterranean Pop fanzinini çıkarıyor. Yıl 1980. Subterranean Pop adı, ikinci sayıda yerini Sub Pop 'a bırakıyor. Fanzinin beşinci sayısı için hazırlanan toplama kaset, yaklaşık 2.000 adet satılıyor. Pavitt’in 20 dolarlık bir yatırımla hayata geçirdiği Sub Pop, yerel indie sahnesinden sanatçıları kasetlerde bir araya getiren bir çeşit gayriresmî plak şirketine dönüşüyor. 1986’da yayımladığı ilk plak Sub Pop 100 'da Sonic Youth, U-Men, Steve Albini, Wipers, Skinny Puppy gibi önemli isimler var. Aynı zamanda Pavitt’in yerel gazete The Rocket’taki köşesinin de adı olan Sub Pop’un gerçek bir plak şirketi olması, radyo programcısı Jonathan Poneman’ın sağladığı sermayeyle gerçekleşiyor. Green River’ın 1987’de yayımlanan Dry As A Bone EP’sinin tanıtım metninde, Pavitt ilk defa “grunge” kelimesini kullanıyor. Bu kelime rock , heavy metal, punk , hatta pop ’tan izler taşıyan, müzikleri birbirinden oldukça farklı olan ama Seattle ve Olympia çevresinden çıkan gruplar için bir çatıya dönüşüyor. Seattle sound ’u yaratmak: Sub Pop’un en başarılı olduğu konulardan biri, belirli bir bölgeden çıkan müziği, o şehirle birlikte pazarlaması ve kendi adını daha ilk günden “ grunge ” ve Seattle kelimelerine iliştirmesi. Her etkili müzik hareketinin bölgesel bir tabanı olduğunu düşünen Pavitt ve Poneman’ın “Seattle sound ”u yaratma isteği, prodüktör Jack Endino’nun kaydettiği albümlerle stüdyoda bir karşılık buluyor. Endino’nun hızlı ve ucuz kayıt teknikleri, Sub Pop’tan çıkan albümlere ortak bir his veriyor. ABD müzik basınına ulaşmakta zorlanan şirket, Birleşik Krallık merkezli müzik dergisi Melody Maker’dan Everett True’yu Seattle’da ağırlıyor. True’nun çizdiği grunge manzarası, Avrupa’da alıcı buluyor ve henüz ABD içinde turne yapamamış gruplar, Avrupa turnelerine çıkmaya başlıyor. (Kurt Cobain’i müstakbel eşi Courtney Love ile tanıştıran da Everett True.) “Paramız yok’un nesini anlamıyorsunuz?” Mali çıkmazlar, ilk günden beri Sub Pop hikâyesinin bir parçası. Şirketin mottosunun “1988’den beri batıyor” olması; 1991’de iflasın eşiğindeyken bastırdıkları “Paramız yok’un nesini anlamıyorsunuz?” tişörtleri boşuna değil. Prodüksiyonu karşılanan her işi maddi sıkıntılar izliyor. 1988’de hayata geçirilen “ Sub Pop Singles Club ” programı şirketin ayakta durmasını sağlıyor. Yıllık abonelikle çalışan Singles Club, her ay üyelere sınırlı sayıda üretilen bir 45’lik gönderiyor. Serinin ilk single ’ı Nirvana’nın Love Buzz yorumu. Bu yazının yazıldığı gün, sadece 1.200 adet üretilen Love Buzz single ’ının fiyatı 2.000-3.000 dolar arasında değişiyor. Bir elin parmaklarını geçmeyen test baskılarının fiyatı ise 15.000 doları buluyor. Nirvana Love Buzz İlk albümlerini Sub Pop’tan yayımlayan ve şirketin ekonomik çalkantıları içinde yorulan Mudhoney ve Nirvana, büyük plak şirketlerinin Seattle sahnesine olan yırtıcı ilgisini değerlendirerek şirketten ayrılıyor. Nirvana’nın sonraki albümlerinden yüzde almak üzere anlaşan Sub Pop için grubun 1991 tarihli Nevermind albümü kurtarıcı oluyor. “1991’de telefon faturamızı ödeyemezken yıl sonunda yarım milyon dolarlık bir çek aldık,” diyor Bruce Pavitt. Nirvana etkisi: Nirvana’nın etkisi bir yandan şirketi darboğazdan çıkarırken diğer yandan tüm büyük aktörlerin gözlerini Seattle’a çevirmesine ve yeni grupları büyük bütçelerle bünyelerine katmasına neden oluyor. Artık bağımsız plak şirketleriyle değil, ana akımla yarışmak durumunda olan Sub Pop’un sanatçılarını elinde tutabilmek için çok daha fazla para harcaması gerekiyor. 1995’te şirketin %49 hissesi, 20 milyon dolar karşılığında Warner Bros.’a satılıyor. Şirket içindeki değişimden rahatsız olan Bruce Pavitt, 1997’de Sub Pop’tan ayrılıyor ve sonraki yedi yıl boyunca Jonathan Poneman ile konuşmuyor. Grunge ’ın gölgesinden çıkmak: 2000’lerde kendisine daha sürdürülebilir bir yol çizen Sub Pop; The Shins, The Postal Service ve Fleet Foxes’ın başarısıyla üzerindeki grunge tozunu atıyor. Pavitt yönetim kuruluna dönüyor, Singles Club yeniden canlanıyor. Bir dönem bastıkları albümlerden daha çok satılan Sub Pop tişörtleri, gururla giyilmek üzere çekmecelerden çıkıyor. Sub Pop’un formülü bağımsız müziğe duyulan tutku, pazarlama yeteneği, alaycı bir mizah anlayışı ve şansın az bulunur bir karışımından oluşuyor. İlk günlerinden beri şakayla karışık “dünya hâkimiyeti”nden bahseden şirket, hâlâ heyecan verici isimlere ev sahipliği yapıyor. İlk single ’ın peşinde: Yazıyı hazırlarken Sub Pop Singles Club’dan yayımlanan Nirvana - Love Buzz single ’ının kopyalarının dünyanın nerelerinde olduğunu takip eden bir projeye rastladım. Sitedeki bilgilere göre Türkiye’de de bir kopya bulunuyor. Kaynaklar Yarm, Mark, Everybody Loves Our Town: A History of Grunge, Faber and Faber, 2011

Mart 10, 2021
·
Makale
Aynı beyin aynı ses, bir tat alamıyorum
“Kulağa hoş gelen her tür müziği dinlerim" klişesiyle çok karşılaşmışızdır ama “Hiçbir şey kulağıma hoş gelmiyor” diyen biriyle karşılaşmamız zor. Müzikle kurduğumuz derin bağ, onu algılayışımız ve anlamlandırışımız üzerine düşündüğümüz "Müziğin Etkisinde"de bu hafta müzikten hoşlanmayanlar; müziğin evrensel dilini konuşmayanlar var. Amüziya: “Bir İtalyan operası seyretmeye çalışmıştım da en sonunda acıyla ve ıstırap içinde kalabalık sokakların en gürültülü yerlerine koşmuştum. Takip etmek zorunda kalmadığım seslerle çevreliyorum kendimi… Gündelik hayatın dürüst, kendinden başka bir şey olmaya çalışmayan sıradan seslerine sığınıyorum. Sözcükler başka, sonu gelmez bir ses saldırısına maruz bırakılmak başka…” Charles Lamb, 1823 tarihli Essays of Elia kitabında, yaşadığı amüziyayı böyle anlatıyor. Farklı çeşitleri olan amüziya; ses perdelerini, ritimleri ayırt edememe ve müziği “müzik” olarak deneyimleyememe anlamına geliyor. Amüziya yaşayan kişiler için melodiler artık müzik olmaktan çıkar; rahatsız edici, düzensiz seslere dönüşür. Bu durum doğuştan gelen bir anomali olabileceği gibi, beyindeki lezyonlar gibi hasarlar sonucu sonradan da edinilebilir. Müziği algılamak, beyinde sesin ve zamanın algılanışı, çözümü ve bileşimiyle ilgili olduğu için beynin birçok alanından kaynaklanabilecek amüziya biçimleri var. Bunu kültürel ritim duyarsızlığıyla karıştırmamak gerek. Psikologlar Erin Hannon ve Sandra Trehub’ın bebeklerin ritim algısı üzerine yaptığı araştırmada; altı aylıkken farklı ritim çeşitlemelerini ayırt edebilirken 12 aylık olduğumuzda algı kapsamımızın daraldığı ve kültürümüzle bağlantılı, daha önce duyduğumuz ritimleri daha kolay fark ettiğimiz ortaya çıkıyor. Kültürümüz ve tercih ettiğimiz müzikler, belirli dizilimleri diğerlerine göre daha uyumlu bulmamıza yol açıyor. Amüziyaya geri dönelim. Julie Ayotte, Isabelle Peretz ve Krista Hyde’ın 2002 tarihli makalesinde , amüziyanın sadece müziği işlemekle ilgili bir nörogenetik bozukluk olduğu, konuşma ve çevresel sesleri algılama üzerinde bir etkisi olmadığı belirtiliyor. Fakat yine Peretz, Yun Nan ve Yanan Sun’un 2010 tarihli araştırmasında , kelimelerin farklı tonlarda okunduğunda anlam değiştirdiği Mandarin gibi tonal dilleri konuşanlarda, amüziyanın dil yeterliğine de olumsuz etki ettiği bulunmuş. Dünya nüfusunun %4 ’ünde görülen amüziyanın bir tedavisi de yok. Müzikal anhedoni (müzikten keyif almama): Müzikal anhedoni yaşayan bireyler, amüziyadaki gibi müziği algılamaya dair bir sorun yaşamıyor; sadece müzik onlarda olumlu bir duygusal tepki oluşturmuyor. Dopamin meselesi: Müzik dinlediğimizde, beynimizdeki ödül merkezi çalışıyor ve dopamin salgılıyor. Dopamin sayesinde kendimizi iyi hissediyoruz ve müzik dinleme eylemini hayatımız boyunca tekrar tekrar gerçekleştiriyoruz. Yani beynimiz, müzikten keyif almak üzere evrilmiş. Müzikal anhedoni yaşayanlarda ise, beynin işitme ve ödül merkezleri arasında böyle bir ilişki kurulmuyor. Aynı kulaklığı paylaşamayanlar: Dünya nüfusunun %3 ile %5’inde görülen müzikal anhedoni, amüziya gibi bir bozukluk değil. Ömür boyu da sürebiliyor, travma sonucu ya da depresyonun bir belirtisi olarak da ortaya çıkabiliyor. Müzikal anhedoninin en büyük olumsuz etkisi, sosyal bağlar kurmayı zorlaştırması. Arkadaşlarınızla, sevgililerinizle birbirinize gönderdiğiniz şarkıları, birlikte gidilen konser ve festivalleri, kulaklıklarınızı takıp zihninizde klipler çekerek yürüdüğünüz yolları, doğum günlerini, partileri, maçları, kutlamaları düşünün… Müzikten hiçbir keyif almayan biri için buralarda bulunmak zor ve yabancılaştırıcı olsa gerek. En azından artık müziği sevmediğini söylediğinde tuhaf karşılananların elinde bilimsel bir açıklama var. Kaynakça: Sacks, Oliver, Müzikofili - Müzik ve Beyin Öyküleri, Yapı Kredi Yayınları, 2014 Please do not stop the music or do stop the music I do not really mind , The Atlantic, 2017 What it feels like to get no enjoyment from music , Vice, 2019

Mart 10, 2021
·
Makale
Haziran 6, 2025
·
Hikaye
Orkney Adaları’ndan evrene sesli kartpostallar: Erland Cooper
Erland Cooper ’in bir röportajında “Tam bir döngü oluşturmuş gibi hissediyorum.” cümlesini okuduğumda aklıma Hermann Hesse geldi. Onun hikâye anlatıcılığındaki temel öğelerden biridir döngüsellik. Hermann Hesse için hayat, tam bir tur atıp geri dönerek doldurduğun zaman dilimidir. Eğreti otlarından yaptığın kolyeleri; sonsuz ırmakların, güneşe açılan yaprakların ve ufuk çizgisinde kanat çırpanların boynuna asmaktır bir bakıma. Hermann Hesse ’nin “Mükemmel müzik dengeden doğar. Denge doğru olandan, doğru da dünyanın anlamından doğar. Bu yüzdendir ki ancak dünyanın anlamını bilip kavramış biriyle müzik üzerinde konuşulabilir… Müzik gökle yer arasındaki ahenge, karanlıkla aydınlık arasındaki uyuma dayanır.” sözünü şimdilik buraya bıraktım. Yoluma doğup büyüdüğü Orkney Adaları’ndan tüm dünyaya sesli kartpostallar gönderen Erland Cooper ile devam etme niyetindeyim. Şarkıcı, söz-yazarı ve multi-enstrümantalist etiketlerinin sahibi olan Erland Cooper , çağdaş klasik, ambient ve elektronika seslerin birleşiminden oluşan müziğiyle karşımda. Daha doğrusu kulaklarımda. Amacı, yer kapmaca oynadığı büyük şehir hayatında, Londra’da, kendisini geçmişe ve bir bakıma da geleceğe taşımanın bir yöntemini ararken bulan Erland Cooper , şimdiye kadar solo projesiyle hep zihnindeki manzaraları dinleyiciye sundu. Onun hayatına giriş yapmadan önce Google’a “Orkney Adaları” yazarak çıkan fotoğraflara bir süre bakmanızı tavsiye ederim. Erland Cooper Gizlice girilen müzik odası: 20’li yaşlarında Orkney Adaları’na taşınma kararı alan, bir yandan öğretmenlik yaparak diğer yandan altı çocuğunu büyüten ve şimdilerde aynı yerde emekliliğinin tadını çıkaran bir ebeveyne sahip olan Erland Cooper ’ın o günlere dair hatırladıklarının içinde hep adalara dair bir şeyler var. Müzikle olan ilk anılarını okuduğu okulda müdür yardımcısı olan babasının cebinden aldığı anahtarla gizlice girdiği müziği odasında piyona çalarak oluşturan Cooper’ın o zamanlar dinlediği isimler arasında büyüdüğü sokaklarda şarkılarına yüksek sesle eşlik edilen Bert Jansch ’ten, okyanusun karşı kıyısında fırtına etkisi yaratan Bright Eyes 'a kadar uzanan geniş bir yelpaze var. 18 yaşına geldiğinde Cooper, tıpkı pilot, akademisyen ve beyin cerrahı olan kardeşleri gibi meslek edinmek için yanına sadece babasıyla birlikte yaptığı yürüyüşlerde çevredeki kuş türlerine ve adanın ev sahipliği yaptığı mitolojik hikâyelere dair anıları alarak Orkney’den ayrıldı. Bir gün elbet dönecekti. Fakat ne zaman ve nasıl olacağı belirsizdi. Daha az notayla daha fazlası: Sabahları yazarak doldurduğum boş sayfalarda parçalardan bütüne doğru yol aldığım bir döngü var. Erland Cooper ’ın müzik etrafında oluşturdukları için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bulunduğu zamanda ve mekânda oluşan hislerin özünü zahmetsizce yakalamayı başaran sanatçılardan ilham aldığını dile getiren Cooper’ın üretim motivasyonunu "Her zaman en basit şeyi yazmaya, daha az notayla daha fazlasını anlatmaya çalışıyorum.” cümlesinde görmek mümkün. Yaşadığı şehirdeki çatışmalardan uzaklaşmak için Orkney Adaları’nın ev sahipliği yaptığı çocukluk anılarına sığınan Cooper, bir süre sonra doğa seslerinin müziğindeki karmaşık anlatımı yalınlaştırdığını fark etti. Zamanla Orkney Adaları’nı daha sık ziyaret etmeye başlayan Cooper, burada yaptığı yürüyüşler sırasında gerçekleştirdiği alan kayıtlarını Londra’daki penceresiz stüdyosunda, kendini dünyada olan bitenlerden uzaklaştırarak müziğiyle birleştirdi. Orkney Adaları Orkney Adaları’na dönüş: Bu yazıda José Saramago ’nun “Yolculuğun sonu yalnızca bir başkasının başlangıcıdır. Görülmeyeni görmek, görülmüş olanı tekrar görmek, yazın görülmüş olanı baharda görmek, gece görülmüş olanı gündüz görmek, daha önce yağmur yağan yeri güneş altında, yeşil buğdayı, olgun meyveyi, yer değiştirmiş taşı, orada olmayan gölgeyi görmek gerek. Atılmış adımları tekrarlamak için onlara basa basa ve yanında yeni yollar açmak için geri dönmek gerek.” sözüne yer vermezsem olmazdı. Orkney’in büyüsünün denizin ve toprağın, karanlığın ve ışığın derin ve muhteşem ritminde olduğuna inanan Erland Cooper , adaların doğasında yer alan aşırılığı karşıt melodilerle destekledi. Adalarla kurduğu bağ sayesinde özgün bir müzikal ifade yaratan Cooper, bir dönem kaçmak için sabırsızlandığı Orkney’in kendisi için ne ifade ettiğini "Şimdi tek yapmak istediğim insanlara Orkney'den bahsetmek ve oraya dönüp insanları yanıma almak. Doğa ve özellikle Orkney benim için tek gerçek sıfırlama. Dokuz yıldır farklı türlerde müzik yapıyorum, sürekli geri döndüğüm tek gerçek bu.” sözlerinden anlamak mümkün. Erland Cooper - Hether Blether Çocukluk anılarına yolculuk: Müzik kariyerine folk-pop grubu Erland & The Carnival ile başlayan Erland Cooper , üç albümlük serüvenin ardından yoluna Game of Thrones için yaptığı bestelerle Emmy Ödülü kazanan Hannah Peel ve The Verve 'den Simon Tong ’un da yer aldığı The Magnetic North projesiyle devam etti. Erland Cooper , her ne kadar The Magnetic North için heyecanlı olsa da grup arkadaşlarının başka projelerdeki yoğunluğu yüzünden zamanla solo çalışmalara yöneldi. Londra’daki meşgul zihnini rahatlatmak, belirsizlik karşısında sakinleşmek ve çocukluk anılarına yolculuk etmek için yarattığı şarkılar, yolu Orkney Adaları’ndan geçen kuşların seslerini ve adlarını alarak Cooper’ın ilk solo albümüne, Solan Goose ’ye dönüştü. Oluşturduğu bu temayı, An Orkney Triptych adını verdiği bir üçleme albümle tamamlaya karar veren Cooper, havanın ardından sırasıyla denizi konuk ettiği Sule Skerry ’i ve adalarda geçen mitolojik bir hikâyeden ismini alan toprak konulu Hether Blether ’i yayımladı. Böylelikle Erland Cooper , doğaya olan saygısını, bir başka deyişle döngüsünü tamamladı. Geriye sadece onun sesli kartpostallarında sunduğu eşsiz manzalarda dolaşmak kaldı. Bu zamana kadar Keşif Sahnesi’ne konuk olan sanatçıların yer aldığı Spotify çalma listemize buradan ulaşabilirsiniz.

Mart 10, 2021
·
Makale
İklim krizinin sanat üzerindeki yansımaları
Doğa, çok eski zamanlardan beri sanatçılar için bir ilham kaynağı oldu. Ancak son yıllarda, dünya çapında orman yangınları alevlenirken, okyanus seviyeleri yükselirken ve tüm ekosistemler çökerken, her birimiz; dolayısıyla sanatçılar da iklim krizi nin giderek artan ve kaçınılmaz etkileriyle daha çok karşı karşıya kaldı. Bu ekolojik tehlikeleri yansıtan birçok çağdaş sanatçı, çalışmalarını farkındalık yaratmak ve daha sürdürülebilir bir gelecek hayal etmek için bir platform olarak kullanarak iklim aktivisti hâline geldi. Covid-19 salgını da bize varoluşsal tehdide karşı küresel, kolektif bir eylemin mümkün olduğunu gösterdi. Sanatçıların gözünden iklim krizi Olafur Eliasson: Kavramsal sanatçı Olafur Eliasson, bu yılki Dünya Günü'nü kutlamak için bizi gezegenimiz hakkındaki dar, insan merkezli bakış açımızdan uzaklaştıracak yeni bir sanat eseri tasarladı. Earth Perspectives başlıklı katılımcı çalışma, bitkiler, hayvanlar ve diğer doğal unsurların perspektiflerini dâhil ederek haritalar, dünya ve uzay gibi yapıları yeniden tasavvur etti. Earth Perspectives , Eliasson’un iklim krizi hakkındaki ilk çalışması değil. 2019 Birleşmiş Milletler İklim Eylemi Zirvesi'ndeki sunumu, sanatın iklim değişikliğine karşı duygusal ve içgüdüsel tepkiler oluşturma yeteneğini güçlü bir şekilde göstermişti. Sanatçı geçtiğimiz yıl, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından iklim eylemi için İyi Niyet Elçisi olarak atandı. Yeni görevinde Eliasson, acil iklim eylemi için savunuculuğunu sürdürmeye kararlı görünüyor. Olafur Eliasson, Earth Perspectives Mary Mattingly: Mary Mattingly , 2016'da New York'ta başlattığı mavnaya dönüşmüş yüzen yenilebilir bir manzara olan Swale adlı çalışmasıyla tanınıyor. Halka açık sanat eseri ve kanunsuz bahçe, toplulukları kendi ürünlerini seçmeye, yerel ekolojilerle yeniden buluşturmaya davet ediyor. Mattingly, Swale 'i suya yerleştirerek, kamu arazisinde yiyecek yetiştirmeyi veya toplamayı yasa dışı kılan New York yasasını ustaca atlatmayı başardı. Proje, o kadar büyük bir ivme kazandı ki lansmanın üzerinden bir yıl geçmeden, bir New York City Parks komiseri Bronx'taki Concrete Plant Park'ta kendi halka açık yenilebilir bahçesini açtı. Mary Mattingly, Swale Edward Burtynsky: Fotoğrafçı Edward Burtynsky , 1980'lerden beri endüstrinin dünya manzaraları üzerindeki etkisinin havadan fotoğraflarını çekiyor. Sanatçı, 2010 yılındaki tarımın Kuzey İspanya üzerindeki etkisini belgeleyen keşif gezisinde, yukarıdan görülen soyutlanmış topografyanın ona Pablo Picasso’nun Guernica 'sını (1937) hatırlattığını söylüyor. “Dünya hakkında düşünme şeklimizi ve oradaki yerimizi güçlü bir şekilde değiştiren” işler üretmesiyle tanınan Burtynsky, 2005 yılında TED Ödülü'ne layık görülmüştü. Edward Burtynsky, Rice Terraces Cai Guo-Qiang: İnsan yapımı yıkımdan etkilenen sanatçı Cai Guo-Qiang , 2014'ün tamamını Şanghay'daki Power Station of Art'ta Çin'in çevresel yıkımına ışık tutmaya adadı. Cai, o yıl The Guardian'a verdiği röportajda “Eski zamanlarda insanlar çevreye daha saygılıydı." demişti. Sanatçı The Ninth Wave sergisinde tersine çevrilmiş bir güç dinamiğiyle bu yüzyılda doğanın insanlığın kaprislerinden nasıl etkilendiğini anlatıyor. Serginin açılışını başlatmak için Cai, memleketi Quanzhou'dan Şanghay'a kadar, tehlike altındaki hayvan türlerinin heykelleriyle dolu, harap olmuş bir balıkçı gemisine yelken açtı. Nuh'un Gemisi’nin bu hastalıklı canlandırması, 2013 yılında gerçekleşen, kısmen Şanghay'ın Huangpu Nehri'nde yüzen 16 bin ölü domuzun bulunduğu şok edici olaydan esinlendi. Cai Guo-Qiang, The Ninth Wave Allison Janae Hamilton: Allison Janae Hamilton , manzaralarımıza dâhil edilmiş sosyal tarihlerden yararlanarak, doğal afet söz konusu olduğunda, beyaz olmayan insanların her zaman ön saflarda olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Sanatçının The peo-ple cried mer-cy in the storm (2018) başlıklı unutulmaz çalışması, iki tarihî fırtına nedeniyle ölen ve işaretsiz toplu mezarlara gömülen binlerce siyah göçmen işçiyi anıyor: 1926 Büyük Miami Kasırgası ve 1928 Okeechobee Kasırgası. Hamilton, iklimle ilgili bu felaketlerin önceden var olan sosyal eşitsizlikleri nasıl ortaya çıkardığına ışık tutuyor. Allison Janae Hamilton, The peo-ple cried mer-cy in the storm Bu yazı 18 Aralık 2020 tarihinde Duende 'de yayımlanmıştır.

Mart 10, 2021
·
Makale
Nil Ormanlı Balpınar ile "Başka Bir Gezegen Yok" üzerine
NilKiyisi hesabından ekolojik yaşama dair paylaşımlar yaparken birden Başka Bir Gezen Yok kitabının çıkacağını öğrendik. Hem bu hesabı açma sürecinden hem de kitap yazma fikrinden bahseder misin? Hesabı yaklaşık iki yıl önce açtım. Konuya ilgi duymamla birlikte aslında kendi kişisel hesabımdan birtakım paylaşımlar yapmaya, öğrendiklerimi diğer insanlar da paylaşmaya başlamıştım ama kitle çok farklı olduğu için istediğim tepkiyi alamayınca ayrı bir hesap açmaya karar verdim. Kitap fikri aslında hiç aklımda yoktu, editörüm teklif etti. İyi ki de etmiş. Ekolojik yaşama başlayanlar/başlamak isteyenler için bir rehber niteliği taşıyor Başka Bir Gezegen Yok. Kitabı tasarlama sürecini anlatır mısın? Aslında deneyimlerimin, yaşam tarzımın basılı bir hâle gelmesiydi kitap. Özellikle gençlere yönelik olması beni çok heyecanlandırdı. Eğitime çocuk ve gençlerden başlamak gerektiğini düşünüyorum. Doğayla bağı kopmuş bir yetişkini ikna etmek gerçekten çok zor. Başka Bir Gezegen Yok kitabından “Doğaya her gün şükran duyuyorum ve giderek daha fazla insana da bu hakikati öğretmeye çalışıyorum.” Küresel iklim krizi çağındayız. Çok iyimser olmak gerekir mi, emin değilim ama şunu merak ediyorum, senin doğayla nasıl bir bağın var? Doğa, her yerde. Şu an bu soruları cevaplarken dokunduğum tuşlar bile aslında doğanın bir parçası. Etrafımızdaki her şey ama her şey aslında onun bize cömertçe sunduğu kaynakların eşyalara dönüşmüş hâli. Sorun şu ki biz bunun farkında değiliz ve bu kaynaklar sınırsızmışçasına tüketmeye devam ediyoruz. Doğadan her gün daha da uzaklaşıyoruz. Ben bunun farkındayım, bu yüzden tüm günlük pratiklerimi ona göre değiştiriyorum. Doğaya her gün şükran duyuyorum ve giderek daha fazla insana da bu hakikati öğretmeye çalışıyorum. Kitaptan sonra neler yaptın, nasıl tepkiler aldın? Gelen tepkiler gerçekten çok güzeldi, inanılmaz mutlu oldum. İki ay içinde zaten ilk baskı bitti. Ama kitap ilk çıktığında ve takip eden aylarda okullar kapalı olduğu için öğrencilere pek ulaşamadı sanıyorum, genellikle ekolojik yaşama giriş yapmak isteyen yetişkinler kitabı aldı. Şimdi de resimli çocuk kitabı projeleri üzerinde çalışıyoruz.

Mart 10, 2021
·
Makale
Ana adanmış hayat: John Berger
Bir kitaba sadece adına bakarak, henüz içeriğiyle hiç ilgilenmeden vurulmak bazısına tuhaf gelebilir ama John Berger 'in O Ana Adanmış isimli kitabı beni böyle tavlamayı başarmıştı. Üniversite yıllarında bir nevi ders kitabı olarak okuduğumuz Görme Biçimleri ile aşina olduğumuz John Berger’in bu derinlikli dünyasına dair aralanan kapılar elbette yalnızca yukarıda bahsi geçen iki kitap olmadı. Bir süredir spontane bir şekilde gelişip bu noktaya evrilen yazarlar ve eserleri serisinde, anlaşılacağı üzere bu haftaki ismimiz 20. ve hatta 21. yüzyılın en önemli sanat eleştirmenlerinden biri olarak nitelendirebileceğimiz John Berger. John Berger, 1966 Fotoğraf: Jean Mohr 2 Ocak 2017’de aramızdan ayrılan John Berger, 91 yıllık ömrüne çok sayıda sanat eleştirisi çalışmasının yanında romanlar da sığdırmış bir isim. Çağın en etkili sanat eleştirmenlerinden biri olarak da kabul edilen John Berger, kadrajın içindeki bütünü yorumlarken her seferinde biraz daha ufuk açtı. Bu kadraj kimi zaman bir fotoğraf karesi kimi zaman bir sinema filmiydi. Ancak bizim bu hafta değineceğimiz John Berger’in doğrudan resim sanatı üzerine yazılarının yer aldığı iki derleme çalışması: Portreler ve Manzaralar . Berger'in gözünden: 2018 yılında yayımlanan Portreler ve 2019 yılında Türkiye’deki okurla buluşan bir diğer çalışması olan Manzaralar , 2017’de hayatını kaybeden John Berger’in bu alanda kaleme aldığı yazılardan oluşan derlemeler olarak karşımıza çıkıyor. John Berger’in tıpkı diğer kitapları gibi bu iki çalışma da Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Portreler , Tom Overton’ın yazara dair derlediği yazılardan oluşuyor. İngilizcedeki ilk baskısı 2015 yılında yapılan Portreler , mağara resimlerinden günümüze kadar uzanan 30 bin yıllık bir zaman dilimi içinde resmedilmiş portrelere dair John Berger’in kendine has görme biçimi çerçevesindeki eleştirilerden oluşuyor. Portreler: Fransa’nın güneyinde bulunan ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Chauvet Mağarası’ndaki duvar resimleriyle başlayan anlatı Bellini, Dürer, Michelangelo, Brueghel, Caravaggio, Turner, Géricault, Turner, Cézanne, Degas, Monet, van Gogh, Rothko, Abidin Dino, Jean-Michel Basquiat ve Randa Mdah’a kadar uzanan çok geniş ve farklı türde eserler ortaya koyan sanatçıların portre çalışmalarına odaklanıyor. Kitabın önsözünde kendisinin bir sanat eleştirmeni olarak anılmasından ne denli nefret ettiğini ifade eden John Berger, “Uzun ömrümde bir yazar olarak zaman zaman sanat hakkında yazılar yazmam sanatçılardan aldığım ilham sayesindedir.” sözleriyle esasında durduğu yeri de özetliyor. Kitaptaki her satır kendini bu alanda geliştirmek ve ufkunu genişletmek isteyenler için çok önemli bir kaynak. Hacimli bir çalışma olan kitabın ciltli baskısı da elbette kitaba bir albeni katıyor. Ancak keşke çok sayıda tablonun yer aldığı kitapta görsellerin siyah beyaz kullanımı tercih edilmeseydi. Manzaralar: Bu seçim, John Berger’in yazıda değineceğimiz bir diğer derleme çalışması olan Manzaralar kitabında da aynı yönde gerçekleşmiş. Yine Tom Overton’ın yayına hazırladığı kitap, Mayıs 2019’da Metis Yayınları tarafından Beril Eyüboğlu, Özlem Dalkıran ve Oğuz Tecimen’in çevirisiyle raflardaki yerini aldı. Resim sanatının yanı sıra genel bir çerçevede kendi sanat anlayışına dair yazılardan oluşan Manzaralar adlı kitapta okur; Ernst Fischer, Roland Barthes, Marquez, Walter Benjamin hakkında yazıların yanı sıra Rönesans sanatı, Sovyet estetiği, kübizm, Victoria dönemi ve Romantik dönem manzaraları gibi farklı konularda John Berger’in kaleminden sayfalara geçenleri okuma fırsatı bulabiliyor.

Mart 10, 2021
·
Makale