Duende Keşif Sineması

Henüz filmografilerinin başında oldukları için adını duymamış olabileceğiniz yönetmenler ve sinemaya güçlü başlangıçlar yapmalarını sağlayan filmlerine yer verdiğim bu köşe, adını sevgili Taner Turna'nın her hafta çalma listelerimize yeni keşifler armağan ettiği köşesinden ilhamla aldı.

8 Hikâye

Pamuk ipliğine bağlı ruh hâlleri üzerine: Antonio Campos

Henüz filmografilerinin başında oldukları için adını duymamış olabileceğiniz yönetmenler ve sinemaya güçlü başlangıçlar yapmalarını sağlayan filmlerine yer vereceğimiz bu köşeye, Taner’in her hafta çalma listelerimize yeni keşifler armağan ettiği köşesinden ilhamla “Keşif Sineması” adını verdik. Hazırsanız, Antonio Campos ile başlayalım. Afterschool: Şubat 2009. Emek Sineması’nın kapısının sokağa açıldığı, !f İstanbul’un tutkuyla yapıldığı günler. Bağımsız sinemayla tanışalı, film festivallerinin bilet kuyruklarında beklemeye başlayalı henüz birkaç yıl olmuş. Emek’in perdesinde Afterschool var. Ezra Miller’ın bakışları 16 yaşındayken de şu an olduğu kadar tedirgin edici. Yıllar sonra evimde bir kez daha izleyeceğim filmin etkisiyse büyük: Her geçen gün daha fazlasına, daha kolayca maruz kaldığım videolar, hayatlar, gerçekler beni hissizleştiriyor mu? İnternetin ve teknolojinin etkisi altında geçen hayatımda, yoğun bir şekilde yaşadığım duyguları gerçekten hissediyor muyum? Yoksa her şey, izlediğim videolarda, filmlerde gördüklerimin zorunlu ve başarısız bir taklidi mi? Afterschool Sıfır noktası: Antonio Campos’un ilk uzun metrajlı filmi Afterschool (2008) , yatılı bir lisenin koridorlarına, yatak odalarına götürüyor izleyenleri. Gus Van Sant’ın Elephant ’ının lise koridorlarında yaşattığı tekinsizliği ve gerilimi, Michael Haneke’nin Benny’s Video ’sunun şiddete karşı hissizleştiren videolarıyla birleştiriyor. Sosyal medyanın var olmadığı yakın geçmişte, her gün yüzlercesini izlediği YouTube videolarına bağlı ve bağımlı olarak hissizleşmiş 16 yaşındaki bir lise öğrencisinin, okulun koridorlarında tanık olduğu trajik ölüm sonrasındaki hâlini konu alıyor. “Değişimini” demeyişim bilinçli. Yönetmeni ilk kez Bağımsız Ruh Ödülleri ve Gotham Ödülleri listelerine sokan Afterschool ’un aday gösterildiği bir kategorinin adı, gizli hazinelik mertebesini tescilliyor: Yakınınızdaki Bir Sinemada Gösterilmemiş En İyi Film . Simon ve Christine: İlk filminin başarısının ardından Simon Killer ’da (2012 ) uzun ilişkisini henüz sonlandırmış New Yorklu bir genç adamın peşinden Paris’e gidiyor yönetmen. Simon, kendini toparlamak için geldiği şehirde niyetinden fazla kaldıkça, kendi karanlığının ipuçlarını ve felaketin sinyallerini vermeye başlıyor. Campos bir kez daha şiddetin eylemine değil, öncesindeki ve sonrasındaki psikolojik hâllere odaklanıyor. Bunu sadece kendi filmleriyle yapmıyor üstelik; yapımcılığını üstlendiği Martha Marcy May Marlene, James White ve The Eyes of My Mother ’da da etkisini hissettiriyor. Christine (2016), 1974’te canlı yayındaki şok edici eylemiyle televizyon tarihine geçen muhabir Christine Chubbuck’ın gerçek hikâyesini anlatıyor. Yine eylemin kendisi değil, Christine’i ağır ağır felakete sürükleyen psikolojik çöküşü başrolde yer alıyor. Antonio Campos Kaynak: USA Network Sırada ne var? Bir süre televizyona odaklanan ve beş bölümünü yönettiği The Sinner ’ın yapımcılığını da üstlenen Campos’un ismini, geçtiğimiz günlerde yayımlanan Netflix orijinal filmi The Devil All the Time ’ ın jeneriğinde göreceksiniz. Görece büyük bütçeli ve ana akıma göz kırpan bu ilk işinde, kısık ateşte pişen gerilimi ve karakterlerinin pamuk ipliğine bağlı ruh sağlığını aynı başarıyla yansıtıp yansıtmadığına siz karar verin. Diyor ki … “Korkunç karakterleri keşfetmek ilginçtir; sizden çok uzaklardır, ama yine de insanlardır.”

Pamuk ipliğine bağlı ruh hâlleri üzerine: Antonio Campos

Mart 10, 2021

·

Makale

Fırtınalar koparsa kopsun: Eliza Hittman

2018 kışı. İki izleyişimde de beni gözyaşlarına boğan, 2017 yılının en iyisi ilan ettiğim Call Me by Your Name ’in etkisi hâlâ üzerimde. Derken dijital platformun kataloğunda gezinirken yılın en iyi queer bağımsızları arasında adını sıkça duyduğum bir filme rastlıyorum: Beach Rats (2017) . Brooklyn’de bir sahil kasabası; suça eğilimli, maddeye bağımlı, evinde kavgalar, içinde fırtınalar kopan bir grup genç erkek. Cinsel kimliğini sorgulamak ve keşfetmek, her zaman aşkla ya da mutlu sonla mı biter? O mutlu sona giden yol her zaman açılmaktan mı geçer? Eliza Hittman ’ın filminin cevabı “hayır”a daha yakın. Beach Rats , arzuyu ve tensel uyarılmayı zirveye çıkaran cinsel gerilimine rağmen kimliğiyle barışmak üzerine bir mutlu sona ulaşmayı hedeflemiyor. Ama saptığı yollar ve anlattığı hayatlarla kendini aramak (ve bulamamak) üzerine bir hayli gerçekçi. Beach Rats Sıfır noktası: Eliza Hittman’ın ilk uzun metrajlı filmi It Felt Like Love (2013) , bu kendini arama ve cinselliği keşif temasını liseli Lila üzerinden ele alıyor. Mekân yine New York şehrinin kalabalığından ve imkânlarından uzak bir Brooklyn sahil kasabası. On dört yaşındaki Lila, bedensel ve cinsel keşiflerine imrendiği arkadaşı gibi olma arzusuyla, “önüne gelenle yatan” bir üniversiteliye gözünü dikiyor ve olmayı istediği kişi olabilmek için olmadığı birileri gibi davranmaya, Sammy’i elde edebilmek için farklı yollar denemeye başlıyor. “Seni her gördüğümde” diyor yakışıklı Sammy, “başka biri oluyorsun.” Eliza Hittman Kaynak: Berlinale Lila, Frankie , Autumn: Lila’dan birkaç yaş büyük olan, Beach Rats ’in Frankie’si ise yaşadığı iki farklı hayatın hangisinin gerçek hayatı olduğunu sorguluyor. Suça eğilimli arkadaşları, gittikçe yakınlaştığı bir genç kadın ve internetten tanıştığı yaşça büyük erkekler arasında gidip geldikçe sorgulamaları bir kişilik krizine dönüşüyor. Hittman, son filmi Never Rarely Sometimes Always ’te (2020) Lila ve Frankie’nin kimlik arayışlarını ve bu iki filmin görselliğini, renklerini bir yana bırakıyor. Gerçekleri soğuk ve çıplak hâliyle izleyicisinin suratına çarpıyor. 17 yaşındaki Autumn, yaşadığı kasabanın bağnaz kliniklerinde aradığı yardımı bulamayınca kuzeninin yardımıyla kürtaj için New York’taki bir kliniğe doğru yola çıkıyor. Film, tıpkı öncülleri gibi belgesel sinemadan ilham alan bir kurmaca diliyle hareket ediyor, didaktik mesajlar veren sembolik bir broşüre dönüşme hatasına düşmüyor. Cinsel şiddet ve kürtajla alakalı akla ilk gelen soruları sormak ya da cevaplamayı amaç edinmek yerine, karakterinin yaşadığı gerçekle ilgileniyor. Sırada ne var? 2020 yılı umulmadık bir virajı dönmeden önce Never Rarely Sometimes Always 70. Berlin Film Festivali’nde gösterilmiş, festivalin en prestijli ikinci ödülü olan Gümüş Ayı - Jüri Büyük Ödülü ’ne layık görülmüştü. Filmin Mart 2020’de gösterime girmesi planlanırken sinema salonlarının kapanmasıyla Focus Features, filmi doğrudan dijital platformlarda yayımlamayı seçmişti. Eliza Hittman ’ın bir sonraki projesine dair bir bilgim yok. Fakat filmin henüz 2020-2021 ödül sezonu açılmadan elde ettiği başarılar gösteriyor ki sırada daha fazla ödül var. D iyor ki… “ Başta (Beach Rats hakkında) şüphelerim vardı, "Bu hikâyeyi anlatabilir miyim?" diye merak ediyordum. Sonra düşündüm ki kadın cinselliğini konu alan birçok sevdiğim film, hep erkekler tarafından yazılmıştı. Ben de kendime izin verdim.”

Fırtınalar koparsa kopsun: Eliza Hittman

Mart 10, 2021

·

Makale

İnsandan büyük doğa var: Rúnar Rúnarsson

2012’nin Ocak ayı. Yılın heyecanla beklediğim üç döneminden biri gelip çatmış. Bilgisayar ekranımda yine bir film festivalinin seçkisi, masamda cetvelle çizerek hazırladığım boş bir çizelge, festival programı yapmaya çalışıyorum. Nordik sinemaya duyduğum özel ilgi, seçkideki filmlerin hangi ülkeden olduğuna bakmamı özellikle gerektiriyor. Eldfjall . İzlandik bir isme, hatta şu iki yıl önce patlayıp hayatı felç eden yanardağın ( Eyjafjallajökull ) adına benziyor. Gerçekten İzlanda filmi, hem de bir ilk film, üstelik yanardağ demekmiş. Listeme ekliyorum ve Rúnar Rúnarsson ile böyle tanışıyorum. İzlerken, izlediğim tüm İzlandik filmlerde olduğu, ülkenin doğasının sineması için ne kadar büyük bir nimet olduğunu düşünüyorum. Ve insanların da doğa kadar değişken olduğunu. Ama doğanın aksine ne kadar güçsüz, ne kadar kısa ömürlü olduğunu. Aylar sonra Haneke’nin benzer temadaki Amour ’u çıkageldiğinde, Rúnarsson’un filminin değerini daha iyi anlıyorum. Volcano Sıfır noktası: 1977, İzlanda doğumlu Rúnar Rúnarsson ’un ilk uzun metrajlı filmi Eldfjall / Volcano (2011) olsa da bu kez bir istisna yapıp, sıfır noktasını daha geriden, bir kısa filminden almak isterim. Yönetmenin ikinci kurmaca kısa filmi olan Síðasti bærinn / The Last Farm (2004), tıpkı Volcano gibi, yaşlı bir çift ve aralarındaki bağ uğruna göze aldıklarıyla ilgili. Dokunaklı ve sürprizli film, İzlanda kırsalındaki bir çiftlikte yaşayan Hrafn’ın, çocuklarının ısrarı üzerine eşi Gróa ile bir bakımevine emanet edilmeden önce, çiftlikteki son görevlerini yerine getirmesini anlatıyor. Akademi Ödülleri'nde En İyi Kısa Film kategorisinde aday gösterilen bu filmin, uzun metrajlı filmleri için yönetmenin kariyerine iyi bir ivme kazandırdığını söylemeye bile gerek yok. Rúnar Rúnarsson Fotoğraf: Karlovy Vary IFF Hannes, Ari ve tüm İzlanda: Rúnarsson, kısa filmlerinin başarısının ardından gelen ilk uzun metrajlı filmi Eldfjall / Volcano ’da emekliliğinin ardından büyük bir değişim geçiren ve hayatı boyunca kötü davrandığı çocuklarını şaşırtarak hasta eşinin bakımını üstlenen, aralarındaki aşkı yeniden keşfeden Hannes’e çeviriyor kamerasını. Büyüme hikâyesi Þrestir / Sparrows (2015), annesi tarafından şehirden koparılıp küçük bir balıkçı kasabasına, babasının yanına yollanan Ari'nin sancılarıyla ilgileniyor. İzlanda’nın muhteşem doğası, her ikisinin de duygularını yansıtmakta büyük işlev görüyor, bir yandan da doğanın insan karşısındaki büyüklüğünü hatırlatıyor. Son olarak 56 kesitten oluşan Bergmál / Echo (2019) ile İzlanda halkının kısa ya da uzun, gerçek ya da kurmaca anlarını birbiri altına sıralıyor yönetmen. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma seçkisinde yer alan film, Noel sonrası dönemde başlayıp yeni yılın ilk günlerine kadar bir hikâyeden diğerine atlıyor. Tam 56 kere... Echo Sırada ne var? Rúnarsson, sıradaki projesinin ne olduğunu bilmediğini fakat büyük ihtimalle bir sonraki filminde geleneksel anlatım biçimlerine geri döneceğini söylüyor. " Bu film " diyor Echo için, " tedavi ediciydi. " Diyor ki… “Doğa, İzlanda'da yaşamanın bir parçası: Pencereden dışarı bakın, dağlar orada! Doğa güzeldir. Ancak yalnızca dekorasyon veya üretim değeri için kullanılmamalıdır. Bunu bir anlatım aracı olarak kullanmalısınız. Kusursuz bir filmde, gördüğünüz ya da duyduğunuz her şeyin bir işlevi olmalıdır.”

İnsandan büyük doğa var: Rúnar Rúnarsson

Mart 10, 2021

·

Makale

Hayalet şehirlerde hayatta kalma dersleri: Ana Lily Amirpour

Önce bir haber: İlk haftasından itibaren Keşif Sineması'nda yer alan yönetmenlerin, yazılarda adı geçen filmlerini Letterboxd ’daki listede bir arada bulacaksınız. Keşif Sineması’nın her yeni yazısıyla güncellenecek listeyi, buradan takip edebilirsiniz. A Girl Walks Home Alone at Night (2014, Ana Lily Amirpour) 2015 kışı: İstanbul’da yine bir film festivali zamanı… Fitaş’ın yüksek tavanlı, dört numaralı salonunda, kızartma yağı ve patlamış mısır kokusu sinmiş kırmızı koltuklara gömülmüş, siyah-beyaz ve fantastik bir dünyaya hazırlıyorum kendimi. Film hakkında bildiklerim siyah-beyazlığından ve fantastikliğinden ibaret zaten; bir de birçok şey söyleyen adı var ama: Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız . Filmin geçtiği İran, çekildiği ABD ya da izlendiği Türkiye… “Gece yarısı sokakta tek başına bir kız” olmanın, dünyanın herhangi bir yerinde ne demek olduğunu tam olarak bilmeme imkân olmasa da empati kurabiliyor, tahmin edebiliyorum. Filmin fantastik dünyasındaki bu genç kadın, geceleri ve sokakları en azından kendisi için birer korku unsuru olmaktan çıkarabilecek mi? Film bitiyor. Çıkışta, Fitaş’ın merdivenlerini inerken üç kadın arkadaşımla karşılaşıyorum. Yüzleri gülüyor. Ana Lily Amirpour Fotoğraf: Alessandra Benedetti Sıfır noktası: İran kökenli bir ailenin çocuğu olarak Birleşik Krallık'ta dünyaya gelmiş Ana Lily Amirpour’un gençliği Kaliforniya’da geçmiş. 12 yaşından beri kısa filmler çeken yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan A Girl Walks Home Alone at Night (2014) da 2011’de çektiği bir kısa filmle aynı adı taşıyor. Amirpour’un filmi, geceleri çarşafıyla sokaklarda dolaşan ve erkeklerin kanını emen, İranlı bir kadın vampirin hikâyesini anlatıyor. İran Yeni Dalgası ve kara film öğeleri bir araya geliyor ve fazlasıyla özgün bir alt tür yakıştırılıyor filme: Vampirli- spaghetti-western . İlhamını David Lynch, Francis Ford Coppola ve Sergio Leone'den aldığını söyleyen yönetmen, İran’da çölü andıran, karanlık bir hayalet şehirle, gotik bir atmosfer yaratıyor. Cinselliği, uyuşturucusu ve cinsiyet queer 'i karakterleriyle ve hatta belki de sadece gücü bir kadın karakterin ellerine verişiyle, Kaliforniya’da çektiği filminin, en azından yasal yollarla hiçbir zaman İran’da gösterilmeyeceğini bildiğini söylüyor. İki genç kadın, iki hayalet şehir: Amirpour, ikinci filmi The Bad Batch (2016) ile İran'daki hayalet şehirden, ABD'deki bir hayalet bölgeye gidiyor. ABD tarafından toplumdan dışlanmış ve çölün ortasına salınmış insanların kendi düzenini kurduğu post-apokaliptik bir ortamda, bir yanda yeni gelenleri avlayarak hayatta kalan yamyam bir topluluk, bir yanda da sağladığı güvenli sınırlar karşılığında insanları müziğiyle ve sağladığı uyuşturucuyla kendine bağlayan bir tiran var. Bu dünyaya salındığı anda bir kolunu ve bir bacağını kaybeden Arlen, hayatta kalma mücadelesi ve intikam savaşı veriyor. Ana karakterimiz bu kez bir vampir değil, üstelik yamyamlara karşı savaşıyor. The Bad Batch (2016, Ana Lily Amirpour) Sırada ne var? 2016'da Venedik Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü kazanan The Bad Batch 'in ardından Castle Rock ve The Twilight Zone gibi korku dizilerinin de aralarında bulunduğu birkaç yapımda yönetmenlik yapan Ana Lily Amirpour 'un yeni filmi Mona Lisa and the Blood Moon 'un çekimleri tamamlandı. Akıl hastanesinden kaçan, doğaüstü güçlere sahip bir genç kadının neon ışıklar altındaki New Orleans’te geçen hikâyesini anlatacak filmi, 1993 yapımı The Cliffhanger ’ın bir kadın başrolle yeniden çevrimi izleyecek. Diyor ki… “İnsan türüne dair gözlemim, açlıktan çok daha anlaşılması zor nedenlerle birbirimize daima kötü davrandığımız. İnsanlar birbirini parçalara ayırabiliyor. Anlatmaya çalıştığım bu.” Ana Lily Amirpour’un A Girl Walks Home Alone at Night filmini, 17 Aralık’tan itibaren bir ay süresince MUBI’de izleyebilirsiniz. Ayrıca Duende okurlarına özel bu bağlantı üzerinden 30 gün boyunca MUBI'yi ücretsiz deneyebilirsiniz. Bu serüvende ilk filminiz A Girl Walks Home Alone at Night ya da Taner'in önerisi; Agnès Varda'nın Toplayıcılar (The Gleaners and I)'ı olabilir mi?

Hayalet şehirlerde hayatta kalma dersleri: Ana Lily Amirpour

Mart 10, 2021

·

Makale

Aile boyu travma: Trey Edward Shults

2019’un kasım ayı. İstanbul’u özlemişim. Birkaç haftalık ziyaretime iki gün kala, ABD vizyon takvimindeki eksiklerimi kapatma çabasındayım hâlâ. Döndüğümde vizyonda olmayacak, perdede izlemek istediğim filmlerden ikisini art arda izlemek üzere sinemaya doğru yola çıkıyorum. Şikago’da kar yok ama kar soğuğu var, soğuk yüzüme yüzüme vuruyor duraktan sinemaya yürüyene kadar. Telluride ve Toronto’daki gösterimlerinin ardından yılın en büyük sürprizlerinden biri olarak adı geçmeye başlamış Waves (2019) önceliğim. 360 derece dönen bir kamerayla, muhteşem müzikler ve görüntüler eşliğinde başlıyor film. Büyüme sancıları, çocukluk travmaları, ailenin beklentilerini karşılama baskısı, en iyi olma çabası... Tüm bunlar dalgalara dönüşüyor; büyüdükçe büyüyen dalgalara. Filmin “kötü bir şey olacak” hissiyle geçen ilk yarısı, olan kötü şeylere rağmen hayata tutunma çabasıyla devam ediyor. İki film arasında vakit geçireceğim kahveciye doğru yürürken yüzüme yüzüme vuran bu kez soğuk değil, Waves ’in dalgaları oluyor. Filmin boğazıma yerleştirdiği düğüm çözülmeden yazıyorum: “ Biraz önce Waves'i izledim ve tek istediğim bu ödül sezonunda tahmin ettiğimizden daha fazla ilgi görmesi. En iyisi değildi belki ama bu yıl izlediğim en güzel filmdi. Kelvin Harrison Jr. ve Taylor Russell olağanüstü; görüntü yönetimi, soundtrack ve Trey Edward Shults'un mesajlaşmayı bir araca dönüştürüşü aklımı aldı. İyi görüntü yönetmenliği beni ağlatıyor. Bu Lubezki ya da Deakins'in çektiği çoğu filmde olan bir şey - ve bugün bir kez daha oldu.” O gün ikinci bir film izlemekten vazgeçiyorum. Kahve de soğuyor zaten. Waves (2019, Trey Edward Shults) Sıfır noktası: Kariyerine Terrence Malick filmlerinin prodüksiyon ekibinde çalışarak başlayan Trey Edward Shults ’un ilk filmi, maddi ve teknik imkânsızlıklardan dolayı bir kısa filme dönüşmüş; ardından aynı isim ve kadroyla hayata geçmiş Krisha (2015) . Yönetmenin öz teyzesi Krisha Fairchild’ın başrolünde yer aldığı film, alkolizmle mücadele ettiği yıllarda başta oğlu olmak üzere tüm ailesiyle ilişkilerini altüst etmiş Krisha’nın yıllar sonra bir Şükran Günü yemeğine davet edilmesiyle başlıyor ve tek günde, tek mekânda geçiyor. Trey Edward Shults Fotoğraf: Phil Velasquez/Chicago Tribune Üç hane, üç aile. İlk uzun metrajlı filminin ardından Shults , bilinmeyen bir tehditin tüm dünyayı dehşete boğduğu bir gelecekte geçen bilim kurgu - korku It Comes at Night (2017) ile bambaşka türlere atlamış olsa da bunu aile travmalarını yanına alarak yaptı. İzole yaşamlarını süren bir çekirdek aile ve onların yanına sığınmak isteyen bir diğer aileyle, iç ve dış tehditlerin birbirine karıştığı nefes kesen bir gerilim yarattı. 2019’da Waves için Florida’ya yola çıkıp Z kuşağını en iyi anlatan filmlerden birine imza atacak olan yönetmen, bu kez yanına sadece aile travmalarını değil, genç oyuncu Kelvin Harrison Jr.’ı da almıştı. Sırada ne var? Shults, Waves ’in ardından, bir sanatçı ve bir insan olarak sahip olduğu her şeyi bu filme koyduğunu ve bu yüzden birkaç yıl sadece yaşamaya ihtiyacı olduğunu söylüyor: “ Yani sırada ne var, inanın bilmiyorum. ” Diyor ki… “Bir sahneden sonra paramparça oldum. Her şeyi tüketen, dehşet verici bir korku hissettim. Nihayetinde bir katarsis gibiydi. Böyle olduğuna sevindim ama işin içindeyken bunun sağlıklı olup olmadığını düşünüyordum. Belki de işleri çok ileri götürüyorum…” Keşif Sineması Letterboxd’da. İlk haftasından itibaren Keşif Sineması'nda yer alan yönetmenlerin, yazılarda adı geçen filmlerini bulabileceğiniz, serinin her yeni yazısıyla güncellenen listeyi, buradan takip edebilirsiniz.

Aile boyu travma: Trey Edward Shults

Mart 10, 2021

·

Makale

Ergenlik Sancılarına Güzelleme: Fernando Eimbcke

2014’ün nisan ayı. İstanbul Film Festivali, bulutların gölgesindeki İstanbul sokaklarına baharı getirmeye çalışıyor. Kapısı sokağa açılan sinemaların bir bir kapandığı, karanlığın yavaş yavaş çöktüğü günlerde, Feriye Sineması’nın yenilenip açılmasına sevinmemizin üzerinden bir yıl geçmiş. Hafta içi, öğle seansında programımda, ilk filmlerinin adını sıkça duysam da henüz izlemediğim yönetmen Fernando Eimbcke ’nin yenisi var. Beşiktaş’ta vapurdan iniyorum ve otobüs beklerken, beş dakikadır trafiğin bir milim bile ilerlemediğini fark ederek Ortaköy’e yürümeye karar veriyorum. Yolun ortasında yağmur başlıyor. Şemsiyem yok, sırılsıklam olmamı engelleyip tatlı tatlı ıslatan ağaçlar var. Erken bile varıyor, salondaki yerimi alıyorum. Club Sándwich , tam da bu mevsimde, sezonun dışında, tenha bir otelde geçiyor - havuza atlamanın biraz cesaret ya da sadece çocuk olmayı gerektirdiği havalarda… İçimi ısıtıyor, yüzümü güldürüyor film. Dışarı çıkıyorum; güneş açmış. Fernando Eimbcke Kaynak: Berlinale Sıfır noktası: Kariyerine müzik videoları ve kısa filmlerle başlayan yönetmen Fernando Eimbcke 'nin ilk filmi, tek günde ve tek mekânda geçen, siyah-beyaz bir büyüme hikâyesi: Temporada de patos / Duck Season (2004). Film, ailelerinin evde olmayacağını bilen, her ikisi de 14 yaşındaki Flama ve Moko’nun planladığı muhteşem pazar gününün nasıl da hiç planlamadığı yönde geliştiği üzerine. Elektrik idaresinin sürprizi, bir pizzacı ve yan komşularının uzatmalı ziyaretleri ve göründüğü gibi olmayan birkaç parça brownie ’nin etkisiyle; bilgisayar oyunları, pizza siparişi ve porno dergilerinin yerini, ergenliğin saflığının büyüme sancılarıyla birleştiği bir hikâye alıyor. Yönetmen, sıradan bir pazar gününde, yapacak hiçbir şeyi olmayan dört kişinin bir apartman dairesinde ne yapabileceği üzerine düşündüğünü söylüyor ve ekliyor: “ Hiçbir şey olmadığında, bir şeyler olacağına emindim. ” Meksika sinemasına yeni bir soluk katan ve bu ilk filminin dağıtımcılığını Alfonso Cuarón’un üstlendiği Eimbcke, bu ve sonraki filmleri için ilham kaynakları arasında Jarmusch, Kaurismäki ve Ozu gibi yönetmenleri gösteriyor. Temporada de patos / Duck Season (2004, Fernando Eimbcke) Ergenlik sancıları: Eimbcke’nin ilk filmi de sonraki filmleri Lake Tahoe (2008) ve Club Sándwich ( 2013) de büyüme sancılarına dokunuyor ve hem kendi çocukluğu ve ergenliğinden hem de ilk ikisinin senaryosunu birlikte yazdığı Paula Markovitch ’in geçmişinden besleniyor. İlk filmdeki saflığın ve dostluğun yerini, yönetmenin sonraki filmlerinde daha derin mevzular alıyor. Lake Tahoe ’nin Juan’ı, bir gün boyunca sokaklarda yürüyüp bozulan otomobilini tamir ettirmeye çalışırken aslında bir kaybı kabullenmekten kaçıyor, Club Sándwich ’in Héctor'u bir erken yaz aşkıyla büyüdüğünü anlıyor. (Üstelik sadece Héctor’un değil, genç annesi Paloma’nın da büyüme, daha doğrusu oğlunun büyüdüğünü kabullenme hikâyesi bu.) Eimbcke’nin filmlerindeki en tatlı detaysa başlıklarında saklı; her biri adını, filmlerdeki oldukça ilgisiz, ufak detaylardan alıyor. Sırada ne var? Fernando Eimbcke , üç uzun metrajlı filmin ardından iki kolektif projede, kısa filmleriyle yer aldı: Otuza yakın yönetmeni bir araya getirerek futbolun onlar için ne ifade ettiğini işleyen Short Plays (2014), 2014'te Meksika'da 43 erkek öğrencinin kaçırıldığı ve kaybolduğu bir trajediyi Meksika'dan 26 yönetmenin kısa filmleriyle anlatan belgesel film Ayotzinapa 26 (2016) ve Paris, New York ve Rio'nun ardından şehirlere adanmış kısa film antolojisi formatını Berlin'e taşıyan Berlin, I Love You (2019) yönetmenleri arasında yer aldı. Eimbcke'nin bir sonraki solo projesi ise henüz belli değil. Diyor ki… “Senaryoyu, çekimleri ya da kurguyu, film yapımının her bir aşamasını bitirdiğimde ‘Daha da basitleştirebilir miyim? Karakterin ihtiyacı olanı tek cümlede ya da diyalogsuz ifade edebilir miyim?' diye düşünmeyi seviyorum. En basit olanı bulma konusunda takıntılıyım.” Keşif Sineması Letterboxd’da. İlk haftasından itibaren Keşif Sineması'nda yer alan yönetmenlerin, yazılarda adı geçen filmlerini bulabileceğiniz, serinin her yeni yazısıyla güncellenen listeyi, buradan takip edebilirsiniz.

Ergenlik Sancılarına Güzelleme: Fernando Eimbcke

Mart 10, 2021

·

Makale

Aşırıları belgelemek: Lauren Greenfield

2014 kışı. Yine bir festival programı yapma çabası... Çizelgemin ortasında bir gün gözüme batıyor. İlk seans ve son seans arasındaki programım bomboş, bu ya çok fazla kahve içmek ve çok fazla kafede priz aramak demek ya da saatlerce aynı mekânda oturmak. İlgimi çekmediğini zannettiğim filmler arasından bir seçim yapıp dolduruyorum boşluğu. İlgimi çekiyor. The Queen of Versailles (2012), ABD’nin devremülk imparatoru ve eski güzellik kraliçesi eşinin Florida’nın ortasına Versailles Sarayı’nın bir kopyasını inşa ettirme hayallerinden çok daha fazlasını işliyor çünkü. Yönetmen para akıtılan bu inşaatın aşamalarını ve lüks bağımlısı çiftin her anlamda aşırıya kaçan hayatlarını belgelerken, tesadüfen 2008 krizi çıkageliyor. Her şeylerini kaybediyorlar, inşaat duruyor. Film bir anda dümen kırıyor ve bir çöküşe, iki insanın ekonomik dönüşümüne anbean tanık oluyor. Bir tesadüf sayesinde tanışıyorum Lauren Greenfield’ın sinemasıyla ve tıpkı izlediğim filmindeki tesadüf gibi, bu benim ve belgesel sinemayla olan ilişkim için oldukça yararlı oluyor. Sıfır noktası: Aşırılık. Greenfield’in bir belgesel sinemacı olarak sıfır noktası Thin adlı, anoreksiya ve blumia gibi yeme bozukluklarıyla mücadele eden dört Güney Floridalı genç kadına kamerasını çevirdiği belgeseli olsa da yönetmenin izlemediğim tek filmi olduğundan üzerine fazla konuşmak istemiyorum. Üstelik sıfır noktasını bir film değil, bir tema olarak almak daha çok içime siniyor. Bir foto-muhabir ve fotoğraf sanatçısı olarak başlayan kariyeri, bir belgesel sinemacı olarak da tek bir tema etrafında dönüyor: Aşırılık . Bu çoğunlukla aşırı tüketimi, savurganlığı, lüksü beraberinde getiren aşırı zenginlik oluyor; bazen de insanların kendi bedenleri üzerindeki aşırı müdahaleleri. Yönetmenin üçüncü uzun metrajlı belgeseli Generation Wealth (2018), bu temadaki her şeyi bir araya toplayarak kendi söylemini zayıflatma ve yönetmenin kişisel hikâyesini fazlaca kapsayarak kişiselleşme hatasına düşen zayıf bir film olsa da aşırı uçlardaki farklı özneleriyle Greenfield’ın ilgilendiği dünyayı, üslubunu ve fotoğraf/sinema dilini gayet iyi yansıtıyor. Yönetmen, kendi kariyerini tek bir cümleyle özetliyor sanki bu filmde: “ Ana akımı anlamak için aşırı olanlara bakıyorum. ” Lauren Greenfield Kaynak: girlculture.com Öznellik belgesel sinemaya karşı: Öznellik belgesel sinemacılığın en büyük günahlarından biri gibi gelse de kulağa, Greenfield’ın muhtemelen öznesini seçtiği andan itibaren yargılamaya ve taraf tutmaya başlayan sinema dili, filmlerini hem eğlenceli ve oyunbaz hem de hayatın sürprizlerinin de katkılarıyla etkileyici kılıyor. Foto-muhabirlik geleneğinden gelen yönetmenin filmlerinde bu öznellik ve gerçekleri gösterme idealinin daimi bir savaş hâlinde olduğunu görmek mümkün. Bu durum en açık olduğu filmi ise Filipinler’in first-lady ’si Imelda Marcos’un portresini çizen filmi The Kingmaker (2019). Filmin ilk sahnelerinde sempatik ve iyi yürekli bir lider olarak tanıdığımız Marcos’a dair düşüncelerimizin 100 dakikada 180 derece döneceğinin sinyallerini esprili kurgu hareketleri ve öznesi konuşurken farklı bir yere odaklanan kamerasıyla veren Greenfield, bir yandan da söylemini gerçeklere, belgelere dayandırmayı ihmal etmiyor. Aslında The Queen of Versailles ’da gerçek hayatın yaptığı müdaheleyi, bir sinemacı olarak kendisi yaratmaya çalışıyor. Sırada ne var? Reklam filmi çekimleri ve fotoğraf sergileri süren Lauren Greenfield bu aralar, Better Call Saul dizisiyle tanıdığımız senarist Ann Cherkis'in senaryosunu yazdığı Man Under ile ilk kez bir kurmaca film yönetmeye hazırlanıyor. Diyor ki… " Tüm filmlerimde, gidişatı ve yönetmenliğimi tamamen değiştirecek, en başta beklentilerim arasında yer alması mümkün dahi olmayan gelişmeler oldu. ” Keşif Sineması Letterboxd’da: İlk haftasından itibaren Keşif Sineması'nda yer alan yönetmenlerin, yazılarda adı geçen filmlerini bulabileceğiniz, serinin her yeni yazısıyla güncellenen listeyi, buradan takip edebilirsiniz.

Aşırıları belgelemek: Lauren Greenfield

Mart 26, 2021

·

Makale

Berlin’de yalnız kalpler: Jan-Ole Gerster

2019 güzü. Uzatmalı İstanbul ziyaretim nedeniyle, takip ettiğim ikinci yılında Chicago Film Festivali’ne ortasından yetişebilmişim. İzlenecek çok film, izleyecek az günüm var. Son gün, iki film arasında kalıyorum ve bir gün önce açıklanan ödüllerden birini kazanan bir Uzak Doğu filmini tercih ediyorum. İşler planlandığı gibi gitmiyor, film gösterilmiyor ve ben hemen yarım saat sonraki diğer filmi yakalıyorum. Perdede Lara (2019) var. İlk sahnede, filme adını verdiğini tahmin ettiğim orta yaşlı kadın, sıkıcı apartman dairesindeki sandalyelerden birini alıp pencerenin önüne koyuyor. Pencereyi açıyor, sandalyeye çıkıyor, aşağıya bakıyor... Son sahnesini ilk sahneye taşıyan filmlerden mi bu? Yoksa henüz tanımaya fırsat bulamadan veda etmeye hazırlanan bu kadın, ana karakter değil mi? Ben anlamlandırmaya çalışırken, kapı çalıyor. Lara sandalyeden iniyor ve o günü yaşamaya karar veriyor. Kapıyı açıyor; altmışıncı yaş gününde, Lara’yı tanımaya başlıyoruz. Lara’nın doğum günü, yıllar geçtikçe uzaklaştığı oğluyla olan sorunlarıyla yüzleşme gününe dönüşüyor. Yetenekli bir konser piyanisti olan oğlu, çok özel konseri için annesinin doğum gününü seçmiş. Kalan tüm biletleri satın alıyor Lara, o biletleri hediye edecek tek bir kimsesi olmamasıysa, bize bu yapayalnız kadın hakkında çok şey söylüyor. Oh Boy (2012, Jan-Ole Gerster) Kaynak: Music Box Films Sıfır noktası: Jan-Ole Gerster ’in sıfır noktası Oh Boy (2012) ya da filmin esprisini biraz lekelediğini düşündüğüm İngilizce adıyla A Coffee in Berlin . Onunla tanıştığım filminden yedi yıl önce, yönetmenin Berlin Film ve Televizyon Akademisi’nden mezuniyet projesi olan bu ilk uzun metrajlı filmi, kariyerine çıtayı oldukça yükselterek başlamasına neden olmuş. Siyah-beyaz çektiği ve Run Lola Run ya da Victoria ’dan bile daha iyi bir Berlin filmi olan bu film, bir gün boyunca Niko’yu Berlin’in bir köşesinden diğerine koşar, hayatının anlamını arar ve bir lanet olası fincan kahve içmeye çalışırken takip ediyor. Niko’nun çevresinde insanlar var olmasına ama hayatta bir amacı, bir yaşama sebebi olmaması, onu hüzünlü ve yalnız bir karakter yapıyor. Her sahnede kahve içme fırsatını şu ya da bu sebeple kaçırıyor ama her defasında biraz daha büyüyor, biraz daha olgunlaşıyor sanki. Jan-Ole Gerster Fotoğraf: Karlovy Vary IFF, 2019 Bir fincan kahve ve bir deste konser bileti: Gerster, sinemasını tanımlarken Martin Scorsese'nin bir anekdotuna referans veriyor: Usta yönetmen Alice Doesn't Live Here Anymore filminin çekimleri sırasında, filmin bir kadın olan ana karakteri hakkında ne bildiğini soran başrol oyuncusu Ellen Burstyn'e " Hiçbir şey... " diye cevap vermiş, " ama öğrenmeyi çok isterim. " Gerster ve Lara’nın ilişkisi, Scorsese ve Alice’in ilişkisine benziyor. O da filmini bir yolculuk olarak ele almış, esas karakterini tanımak için bir fırsat olarak görmüş ve izleyicisiyle birlikte bu karakteri keşfetmeyi seçmiş. Üstelik bu keşif yolculuğunu Oh Boy ’da da görmek mümkün; her iki film de bir yan karakterden diğerine, mekândan mekâna sürüklerken bizi, esas karakteri hakkında daha fazlasını öğreniyor, bu yalnız karakterlerin geçmişi ya da geleceği hakkındaki eksik parçaları birer birer tamamlıyoruz. Birinde içilemeyen bir kahvenin peşinden, ötekinde tüketilmeye çalışılan bir deste biletin peşinden… Sanki o kahve içilirse her şey çok güzel olacak, sanki o koltuklar dolarsa o ilişki düzelecekmişçesine… Sırada ne var? İlk filminin ardından yedi yıllık bir sessizliğe bürünen Jan-Ole Gerster , üçüncü filmi için çok beklememiz gerekmeyeceği sözünü vermiş. Yönetmen şu sıralar, Lara ’nın senaristi Blaž Kutin ’le, yazar Christian Kracht ’ın tropik bir taşlama denilebilecek Imperium adlı romanının bir uyarlaması üzerine çalışıyor. Diyor ki… " Sinema benim için kutsal bir araç olsa da ben sadece başarısız olmaktan çok korkan bir adamım. ” Keşif Sineması Letterboxd’da: İlk haftasından itibaren Keşif Sineması'nda yer alan yönetmenlerin, yazılarda adı geçen filmlerini bulabileceğiniz, serinin her yeni yazısıyla güncellenen listeyi, buradan takip edebilirsiniz.

Berlin’de yalnız kalpler: Jan-Ole Gerster

Nisan 30, 2021

·

Makale