2021 - Editörlerin Seçtikleri

2021'de Aposto! Gündem ekibinin yayımladığı özel içerikler.

15 Hikâye

"İşime, aşıma, geleceğime, çekçekime dokunmayın."

Janset Atacan İlkim Emirler "Yaptığımız iş kirli ama alın teridir. Alnımızın teriyle kazanıyoruz, haklı kazançtır. Haksız bir kazanç değil." Ekrem Yaşar , 40 yaşında bir geri dönüşüm işçisi. Bu işi zevkten değil, mecburiyetten yaptığını, gece gündüz bilmeden çalıştığını söylüyor. İlkokul mezunu, sosyal hayatı yok. Çocuklarının nasıl dünyaya geldiğini hiç görmediğini, ağzından çıkan ilk kelimenin heyecanını yaşamadığını ifade ediyor. Yaşar'a göre yaptığı iş kente fayda sağlıyor. İşe çıkmadıkları takdirde görüntü kirliliği oluşacağını, etrafa saçılanların doğayı tahrip edeceğini ve sokak hayvanlarının sağlığının zarar göreceğini savunuyor. Aydın Sımaklı' nın da benzer bir hikâyesi var. 10 yıldır haftanın her günü geri dönüşüm işçisi olarak çalışıyor. Bir çekçek 30-40 kilo civarında. Sokak sokak dolaşıyor Sımaklı. Yokuşu çıkmanın zorluğundan bahsediyor. Topladığı metal, kâğıt, plastik gibi geri dönüştürülebilir maddeler 100 kiloya kadar çıkabiliyor. Konteynerler arasında bir mücadele veren Sımaklı, hayatını kazanmaya çalıştığının altını çiziyor. Günlük kazancı 100 ila 140 lira arasında değişiyor. Araştırmayı, okumayı sevdiğini, dünya klasiklerini de bitirdiğini dile getiriyor. Ekim ayının başında Ümraniye'de, Kadosan Sanayi Sitesi 'nin arkasında bulunan atık toplama alanında geri dönüşüm işçileriyle polis ve zabıta arasında arbede yaşanmıştı. Baskın sırasında işçiler atıkların bulunduğu barakaları ateşe vermiş, çevik kuvvet işçilere müdahalede bulunmuştu. Sımaklı da Ümraniye'deki olayların ardından "O akşam biz çok korkuyorduk." diyor. Ümraniye'deki işçilerin mallarını polise vermek istemedikleri için yaktıklarını söyleyen Sımaklı, geleceklerini tahmin ettiklerini ve sabah 6'ya kadar uyumadıklarını belirtiyor. "Saat 2-3'te buraya çıkardılar hepimizi. Polis, çevik kuvvet, bekçi, kepçe, kamyon. Yani nahoş görüntüler. Biraz mal aldılar, sonra yıktılar. 12-13 kişiydik hepimizin GBT’sine bakıldı, hiçbirimizde bir şey çıkmadı." Fotoğraf: Mehmet Şimşek Bazı işçilerin de gözaltına alındığı biliniyor; nitekim geri dönüşüm işçilerinin mücadelesi yeni değil. Bu sebeple hikâyenin arka planını Geri Dönüşüm İşçileri Derneği Kurucu Üyesi Dinçer Mendillioğlu 'ndan da dinliyoruz. Dernekleşme sürecinin Gezi Direnişi dönemine denk geldiğini ve tarihsel bir değeri olduğunu belirten Mendillioğlu; bu ihtiyacın ekonomik, politik, kontrolsüz göçlerle ilişkili olduğunu düşünüyor. Mendillioğlu'na göre 90'lı yılların hemen başında terör ve diğer iç problemlerle büyük kentlere göç edenler "kendilerini en rahat sokakta hayata tutunarak tarif etmeye"; büyük kentlerde hurdacılık, bakırcılık, karton kâğıt toplama, inşaat gibi işlerle yaşamlarını sürdürmeye başlıyor. Bu hareketlilik 2000'li yıllarda dikkat çekiyor. Derneğin kurucuları da bu yıllarda Ankara'da düzenli ve devamlılığı sağlanan toplantılara başlıyor. Hedefleri kâğıt, karton, pet, plastik toplamanın kanunlara karşı olmadığını anlatabilmek, yasal güvence ve statü kazanabilmek. Kentleri, kentlerin emekçilerinin dilinden anlatan Katık isimli dergi de bu çalışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Geri dönüşüm meselesinin gündem olmaya başladığı dönemde hem geri dönüşüm işçisi sayısının hem de baskıların arttığını vurgulayan Mendillioğlu; zamanla zabıtayla, polisle, çevre müdürlükleriyle, belediyelerle, valiliklerle karşı karşıya kalındığını söylüyor. Dernek de kâğıt toplayıcılarının ve geri dönüşüm işçilerinin "kanunlarca kayıt dışı görünseler de var olduklarını" söyleyebilmek için 6 Haziran 2013'te kuruluyor. Bu sayede Türkiye'nin her büyük şehrinde bu işle uğraşanlara erişmek ve ortak bir söylem geliştirmek mümkün oluyor. Türkiye'de 1 kilo atığın bile alıcısı olduğunu ifade eden Mendillioğlu yaptıklarının kimseye ait olmayan, sokağa bırakılmış atıklardan dönüştürülebilir olanları toplamak olduğunu söylüyor. Mendillioğlu, "Bir kara düzen çöp sistemi gelişiyor." diyor ve kendi istihdamlarını kendileri oluşturan, devlete tek bir kuruş yük olmadan bunu yapan insanlara baskı yapıldığını belirtiyor. Mendillioğlu'na göre Türkiye Çevre Ajansı 'nın kurulması bu süreçlere bir tekelleşme getirme potansiyeli taşıyor. Orta ölçek Atık Toplama Ayırma (TAT) fabrikalarının bertaraf edilmesi ve orada çalışanların süreç dışı kalması olasılığı bulunuyor. Mendillioğlu, TAT'ların da doğru bir toplama sistemi ortaya koyma konusunda eksik kaldığını düşünüyor. Talepler ortak, çözümler basit Geri dönüşüm işçilerinin kanunlarca tanınmak istediğini ve en büyük sorunlarının sosyal güvence olduğunu belirten Mendillioğlu, Türkiye'de atık toplama lokomotifinin geri dönüşüm işçileri olduğuna dikkat çekiyor. Mendillioğlu, konuya ilişkin önerilerini " Kanun yapıcılar da biliyor aslında, artık bu gözden kaçmamalı. Bir biçimde toplama sisteminde atık toplayıcıların topladığı hem belgelendirilmeli hem artık kayıt altına alınmalı hem de toplayıcının kendisinin artık kanunen varlığı kabul edilmeli. Depoları ya da pres yerleri, getirme merkezi lisansları verilmeli, belediyelerin altında getirme merkezi olarak kabul edilip belediyenin toplama alanıymış gibi gösterilebilir." şeklinde sunuyor. Geri dönüşüm işçileri temelde kendilerine dair kararlara dâhil olmak istiyor. Pandemi döneminde Ankara'da atık toplama faaliyetinin yasaklanmasını sorduğumuzda "Geri dönüşüm işçileri çok sokakta oldukları için virüs tehdidine de çok açıklardı. Bizim de onayladığımız bir şeydi. Hıfzısıhhası, zabıtası, belediyesi, sosyal hizmetleri; hep birlikte aldık bu kararı, bu insani iletişim bakımından çok güzel bir davranıştı." diyor Mendillioğlu. "O masada yerimizin olması ve bizimle ilgili kararlarda söz sahibi olabilmek çok güzeldi." Son durum: İstenilen tablo Operasyonların ardından CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu 'nun kâğıt toplama merkezlerini ziyaret etmesini "çok değerli" olarak nitelendiren Mendillioğlu, bu ziyaretin kanun yapıcılarda yaptırımlar için "doğru mu yoksa yanlış mı?" sorusunu uyandırdığını düşünüyor. İşçilerin mücadelesi baskınlardan önce olduğu gibi sonra da sürüyor. Farklı hikâyelerle ve başka planlarla hem çalışmaya hem de kazanmaya çalışan işçilerin ortak yönleri, hâlihazırda zor olan koşullarının birtakım yaptırımlarla daha da zor hâle gelmemesi. " 'İşime, aşıma, geleceğime, çekçekime dokunmayın’ diyorum. İşe sosyoloji gözüyle bakarsak; çalışmak sanattır 'sanatıma dokunma' diyorum. 'Çalışmak ibadettir', 'ibadetime dokunma' diyorum."

"İşime, aşıma, geleceğime, çekçekime dokunmayın."

Ekim 16, 2021

·

Makale

Filmekimi kimin için?

"Liste hazır da bütçe değil. 10 film izlemek istesek 300 lira… Burada hobisi olan öğrenci olmak çok zor." "Bilet fiyatları da sınıfsal mı? Hayır ev satıp film izleyeceksek kültür fukarası kalmayı tercih ederim de o bakımdan." "Öğrencileri sadece KYK binası değil sinema salonlarının da dışında bırakacak fiyatlandırmalar. Böyle devam edin, bravo." 2002'den bu yana sinemaseverlerin iple çektiği bir etkinlik olan Filmekimi , bu yıl 8-17 Ekim arasında "Ne İzlediğim Önemli" sloganıyla gerçekleşiyor. Festival seçkisinde Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan Titane , Venedik'in Altın Ayı ödüllü filmi Kürtaj , Altın Lale'nin sahibi Madalen a 'nın yanı sıra Ahed'in Dizi , 6 Numaralı Kompartıman , Annette , Bergman Adası ve Büyük Özgürlük gibi çok sayıda film yer alıyor. Festival her yıl olduğu gibi çok zengin bir akış vaat ediyor; ancak bu akışı takip etmek herkes için mümkün görünmüyor. Filmekimi internet sitesinde yer alan bilgilere göre festivali İstanbul'da hafta içi gündüz takip etmek isteyen kişilerin 35 ya da 25 lirayı gözden çıkarması gerekiyor. Hafta içi 19.00 ve hafta sonu seansları ise tam 45 lira, indirimli 30 lira olarak fiyatlanıyor. 21.30 seansları İstanbul'da 45 liraya izlenebiliyor. Ankara ve İzmir'de de 21.30 harici tüm seanslar tam bilet için 32 lira, öğrenci bileti için 22 liraya karşılık geliyor. Bilet fiyatları konusunda Aposto!’ya bilgi veren İstanbul Film Festivali Direktörü Kerem Ayan "Filmekimi programına dâhil edilen filmlerin gösterim hakları yurtdışından, euro ve dolar üzerinden karşılanıyor. Bu şartlar altında ve her zamanki gibi sinemalar ve dağıtımcılarla da gelir paylaşımı yaptığımız için başka fiyat uygulaması yapamıyoruz." ifadelerini kullanıyor. Neler olmuştu? Ankara’da faaliyet gösteren Büyülü Fener sineması, Temmuz 2019’da İstanbul Kültür Sanat Vakfı’na ilettiği mektupta Filmekimi’ne katılmama sebeplerini "Tüm dünyada hasılat paylaşımlarının %50/50 olmasına karşın Filmekimi’nin ısrarla %73 hisse alması ve sinema salonuna %27 hisse vermesi baştan beri haksız bulduğumuz bir uygulamaydı. %27 hisse sinema salonlarının ölümü demektir." sözleriyle açıklamıştı . Film festivalleri neden önemli? Festivallerin sinema kültürü yaratma ve bu kültürü devam ettirme gibi bir misyonu olduğuna dair inancımızı, Filmekimi bilet fiyatlarına yönelik eleştirilerin haklılık düzeyini, söz konusu pahalılığın güncel ekonomik koşullarla ilişkisini ve kültür sanat etkinliklerini daha erişilebilir kılmanın nasıl mümkün olduğunu İKSV’ye, sinema eleştirmenlerine ve sinefillere danışıyoruz. Film eleştirmeni ve düzenli festival takipçisi Gizem Çalışır festivale katılmayı “kutsal bir deneyim” olarak tanımlıyor. Çalışır, "Film festivali de 7'den 70'e; işçisinden öğrencisine, mühendisinden öğretmenine her statüden, her yaştan seyirciyi bir araya getiren bir film izleme şenliğidir. Ben festivalde film izlemeyi hep bu yüzden sevmişimdir mesela. Sinemadan en az benim kadar büyülenmiş insanlarla yaptığım toplu bir ayin gibi." diyor. Sinemaseverlerin Filmekimi’ni heyecanla beklemesi, listelerini aylar önceden oluşturması, zaman ve mekân bilmeden filmler arasında koşturması geride kalmış gibi görünüyor. Bilet fiyatlarının festival seyircisine dayatıldığını düşünen Çalışır, film festivallerinin ticari bir araca dönüştüğünü savunuyor. Çalışır "Bilet fiyatlarının bu denli yükselmesini enflasyona bağlamazlar diye umuyorum çünkü bu ülkede ne enflasyonlar, devalüasyonlar oldu da bilet fiyatları böylesi bir banda gelmedi." şeklinde konuşuyor. Festival heyecanı kalmadı mı? Sinefil Kafası’nın kurucusu ve sinema yazarı Halil İbrahim Sağlam da bilet fiyatlarındaki artıştan memnun olmadığını, İKSV’nin "pandemiyi bahane edip İstanbul Film Festivali’nin ve Filmekimi’nin biletlerini şişirdiğini" söylüyor. Sağlam "İKSV'nin festivalleri, yıllardır filmleri yerinde takip eden, günde üç, beş film izleyen gerçek sinefil kitlenin sinema tutkusu ve festival heyecanı hiçe sayılarak son iki senede daha çok elit bir kitlenin kendi arasında eğlendiği bir şeye dönüştü." diyor. Sağlam’ın "Artık çevremden kiminle konuşsam bu yıl 2-3 filme ancak gidebileceğini, fiyatların bütçesini zorladığını, zaten festival heyecanının da kalmadığını dile getiriyor." ifadeleri festival ruhunun artık yerinde olmadığına işaret ediyor. Festival seyircilerinin gittikleri filmlerde aşina yüzler aradığı döneme atıfta bulunan Sağlam, bilet fiyatlarının 45 liraya yükselmesinin insanları festivalden uzaklaştırdığına inanıyor. Asghar Farhadi imzalı A Hero ’nun Adana Film Festivali’nde ücretsiz izlendiğini, Happening ve Drive My Car ’ın da Antalya Film Festivali’nde 5 liraya seyirciyle buluştuğunu anlatan Sağlam, "aynı filmleri Filmekimi'nde 45 liraya izlemek durumundasınız." diyor. Ulaşılabilir bir lüks Film eleştirmeni Öykü Sofuoğlu , yedi yıl önce üniversiteye başladığı dönemde günde beş film izlediğini belirtiyor; ancak o zaman bile "büyük çaplı kültür sanat etkinliklerinin İstanbul’da gerçekleşmesi ayrıcalığı " nedeniyle bunun "ulaşılabilir bir lüks" olduğunu dile getiriyor. İKSV'yi kastederek "bu kurumun sanata erişim için sunduğu rengârenk kartlı kast sistemine, festival duyurusu yapan insanlara, sponsorlarına, sektörde bu duruma sessiz kalan tüm yazarlara, oluşumlara, medyalara bakınca bu monopolün aslında hedef kitlesi olması gereken zümreyi çoktan kapı dışarı ettiğini fark ediyorum" diyen Sofuoğlu film festivali kavramını sahiplenmenin önemine dikkat çekiyor. Sofuoğlu; sinema kulüplerini ve film kooperatiflerini yaygınlaştırmanın kültür sanat merkeziyetçiliğini ortadan kaldıracağını düşünüyor.

Filmekimi kimin için?

Ekim 2, 2021

·

Makale

Beyoğlu Kültür Yolu kent suçlarını unutturur mu?

Galataport İstanbul'da gerçekleşen tanıtım toplantısıyla 29 Ekim'de başlayan "Türkiye'nin en büyük kültür ve sanat etkinliği" Beyoğlu Kültür Yolu Festivali, dün sona erdi. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un tanıtım toplantısında "İstanbul'un ve Türkiye'nin uluslararası markası hâline geleceğini" dile getirdiği festivale 1.000'den fazla sanatçı katıldı; 64 farklı noktada 40 sergi ve özel proje, 75 konser, 45 atölye çalışması, 25 sanat ve edebiyat söyleşisi ve video haritalama gösterileri düzenlendi. Bu kapsamda yeni Atatürk Kültür Merkezi’nin açılışı da gerçekleşti. BirGün'den Filiz Gazi'nin "acıklı bir telaşla çizilen kültür rotası" olarak tanımladığı Beyoğlu Kültür Yolu'nda yer alan AKM, Narmanlı, Emek Sineması gibi mekânlar, tartışmalı geçmişleriyle anımsanıyor ve mücadelenin simgeleri olarak anılıyor. TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi 2. Başkanı Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu ve şehir plancısı Ahmet Onur Altun, Beyoğlu Kültür Yolu Festivali’ne ilişkin görüşlerini Aposto! Gündem’le paylaştı. "Kültür soslu kent suçları" Giritlioğlu'na göre AK Parti iktidarının göreve geldiği günden bu yana teorik arka planında iktidar - ideoloji - mekân ilişkisi yatan, şimdiye dek tüm iktidarların yaptığından daha güçlü ve yıkıcı bir anlayışla yerine getirilen "kent mekânı üzerinde güçlü bir tahakküm kurma çabasında" artış görülüyor. Giritlioğlu, ulusal ve uluslararası sermayeyi de arkasına alan iktidarın Cumhuriyet kazanımlarıyla mücadelesini 2013 sonrasında Ankara’da yaşananlarla örnekliyor. Melih Gökçek’in İller Bankası yıkıntıları üzerindeki zafer pozu bu anlayışın en iyi fotoğrafıdır. Halka armağan edilmiş Atatürk Orman Çiftliği’nin parça parça Saray projesine ve yapılaşmaya açılması Marmara Köşkü’nün, endüstri mirası Su Süzgeci’nin, Ankara Maltepe Havagazı Fabrikası’nın, Çubuk Barajı Göl Gazinosu’nun yıkılması gibi örneklerle Cumhuriyet Ankarası adım adım yıkılırken İstanbul’da da paralel süreçler yaşanıyordu. Emek Sineması’nın yıkımı, Beyoğlu’nun hafıza mekânı işletmelerinin bir bir kapanması, "çatlayın, patlayın, inadına yıkacağız" söylemleriyle yıkılan Atatürk Kültür Merkezi'nin karşısında Taksim Camii'nin yükselmesi; 2013 sonrası yaşanan sürecin İstanbul’daki örnekleri arasında yer alıyor. Şehir plancısı Ahmet Onur Altun da bu yaşananları “Beyoğlu’nun bir kültür sanat merkezinden bir alışveriş merkezine dönüşümü” olarak niteliyor. Bu kapsamda Beyoğlu Kültür Yolu Festivali’nin gerçekleştiği mekânlara bakıldığında “iktidarın buradaki hafızayı ve yaşam kültürünü değiştirmeyi, burayı sahiplenmeyi amaçladığı” görülüyor. Giritlioğlu'na göre Beyoğlu Kültür Yolu Festivali'nin rotası; iktidarın 2000'li yılların en başından itibaren gerçekleştirdiği kent suçlarını özellikle muhalif kanat için meşrulaştırma, kültürle soslayıp üzerine kapatma niyetini açıkça ortaya koyuyor. Kültür mekânları üzerinde bir hesaplaşma süreci yaşanan Beyoğlu’nda şu an gerçekleşenler iktidarın "en iyi kültür bizim kültürümüz" mesajıyla yıktıklarının üzerine yeni bir kültür "inşa etmesi" anlamına geliyor. Böylece 20 yıl içinde hafıza mekânlarına, kültürel yaşama, Cumhuriyet kazanımlarına hiç dokunulmamış; kentin eski sakinleri yerinden edilmemiş ve mekânlar inşaat sektörüne hiç pazarlanmamışçasına olup biteni toplum nezdinde olumlulaştırma stratejisi izleniyor. Altun da Deveaux Apartmanları’nın Demirören AVM’ye dönüşümünün bu iktidar zamanında gerçekleştiğine, festivalin önemli etkinlik noktalarından biri olan ve Tünel Sahne’ye ev sahipliği yapan, uzun süredir polis ablukasında bulunan Galatasaray Meydanı’nın ironik olarak yalnızca iktidarın izin verdiği ölçüde kamusal olduğuna, İstanbul’daki sayılı Cumhuriyet dönemi modern mimarisi miraslarından biri olan Karaköy Yolcu Salonu’nun kıyı şeridini özelleştiren Galataport’a dönüşmesine dikkat çekiyor ve ekliyor: "Beyoğlu'nun kültürel kimliğinin vurgulandığı ve Beyoğlu'nun kültürel olarak yeniden canlandırılmasının amaçlandığı festivaldeki başat mekânlara baktığımızda adeta bir hafızasızlık rotası çizildiğini görüyoruz. Kimliğinden arındırılmış, değiştirilmiş kültür mekânlarıyla hazırlanan rota ile burası kültürel olarak yeniden inşa edilmeye çalışılırken çok yakın zamanda yapılan müdahaleleri görmezden geliyor olmamız, daha da kötüsü bu müdahaleleri unutmuş olmamız umuluyor gibi görünüyor." Londra Filarmoni, Chris Botti; Simge, Murat Kekilli Bir köşede Londra Filarmoni'nin, Chris Botti'nin, Hindi Zahra'nın sahne aldığı festivalde diğer yanda Simge, Eypio, Mehmet Erdem, Murat Kekilli gibi isimler seyirciyle buluştu. Bu durumun bir "kapsayıcılık" çabası olup olmadığına ilişkin sorumuza Giritlioğlu’nun yanıtı şöyle oluyor: Biraz ondan, biraz bundan anlayışı, iktidarın kapsayıcılık kavramının henüz çok uzağında olduğunu ve sadece bir kolaj ortaya koyduğunu gösteriyor. Kapsayıcı bir anlayış, bir bireyin ve/veya grubun kendini toplumun parçası hissetmesiyle, değer verilme ve saygı görülmeyle açığa çıkan bir yaklaşımı içerir. Kaynakların ve hizmetlerin bu yönde ve adil bir biçimde paylaşımını esas alır. Tarlabaşı’nda yaptığı gibi, toplumun bir grubunu yerinden etmiş, Galataport’ta yaptığı gibi kamusal alanları özelleştirerek sermayeye altın tepsi içinde sunmuş, Emek ve AKM gibi toplumun kültürel yaşamını biçimlendirmede büyük rolü olan iki “değer”i yok ederek, entelektüel çevreyi AVM içi kültür merkezlerine muhtaç etmiş bir zihniyetin, iki farklı kültürel yapıya hitap eden şarkıcıyı yan yana getirerek kapsayıcı olma hedefi, ancak nafile bir çaba olabilir. "Beyoğlu Kültür Yolu Festivali'yle her ne kadar kentin kültürel potansiyeli vurgulanmaya ve Beyoğlu'ndaki kültürel iktidar ele alınmaya çalışılmış olsa da" Altun, festivalin "kentin kültürüne vurulan darbeleri hatırlatan, neredeyse toplumsal bellekle alay eden seviyede bir girişim olduğunu söylemenin abartılı olmayacağını" düşünüyor. Giritlioğlu ise Osmanlı'dan bu yana İstanbul halkının modern sosyokültürel yaşamının inşası açısından büyük öneme sahip bir bölgesi olan Beyoğlu'nda yirmi yıldır olup bitenlerin son derece üzücü olduğunu belirterek sözlerini şu cümlelerle noktalıyor: "Bu kent suçlarını bizler hep hatırlayacağız ve affetmeyeceğiz."

Beyoğlu Kültür Yolu kent suçlarını unutturur mu?

Kasım 15, 2021

·

Makale

Kaldırımların yeni işgalcisi scooter’lar mı?

Geçtiğimiz günlerde Bilgi Üniversitesi Mimarlık bölümünden Emrah Altınok, bir kaldırımda yaya geçişini büyük ölçüde engelleyecek şekilde park edilmiş 7 adet paylaşımlı scooter'ın fotoğrafını "Bu bir istila değilse nedir? Engelsiz kaldırım talep ediyoruz. Bebek arabasıyla şehirde hareket edebilmek istiyoruz." notuyla paylaştı. Altınok'un tweet'i binin üzerinde retweet, 7 bin 300'den fazla da beğeni aldı. Verilen yanıtlarda birçok kullanıcı dağınık park edilmiş ve kaldırımları işgal eden elektrikli scooter'lardan şikâyet etti. Temel tartışmalar Genellikle elektrikli scooter'lar nerede sürülecek ve nereye park edilecek soruları etrafında şekillenen tartışmalar, Türkiye'de ve dünyada yeni değil. İlk tartışma şurada başlıyor: Scooter sürücüleri sürüş için taşıt yollarını güvenlik endişeleriyle tercih etmekten çekinirken kaldırımlar da olası kazalar sebebiyle yaya güvenliğini tehlikeye atabiliyor. Birleşik Krallık'ın Nottingham şehrinde güvenlik endişelerine rağmen paylaşımlı scooter hizmetinin bir yıl daha uzatılması kararı, konuyla ilgili en güncel gelişmelerden biri olarak öne çıkıyor. BBC'nin ilgili haberinde Leicester'da bir çocuğun scooter çarpması sonucunda kafatasının kırıldığı, 50'li yaşlarında bir kişinin bir scooter kazasında öldüğü belirtiliyor. Küçük bir not: Burada, elektrikli scooter gibi mikromobilite çözümlerinin zararlı olduğunu savunmadığımıza dair küçük bir not eklemek istedik. Tıpkı elektrikli araç yangınlarında olduğu gibi bu konuda da medya, "yeni hikâyelere" yakından ilgi gösteriyor. Otomobillerin kaza riskleri artık haber değeri taşımazken elektrikli scooter'ların riskleri haber değeri taşıyor. İkinci tartışma ki Altınok’un şikâyet ettiği durum bu kapsamda yer alıyor, paylaşımlı scooter'ların nasıl park edileceği konusunda çıkıyor. Zira kaldırımlara gelişigüzel bırakılmış paylaşımlı scooter'ların yoğunlaştığı bölgelerde erişilebilirlik azalıyor ve yaya hareketliliği bu durumdan olumsuz etkileniyor. Örneğin 2019 ortasında 20 bin elektrikli scooter'ın var olduğu bilinen Paris'te o dönemde alınan bir karar, scooter'ların bu gerekçelerle kaldırımlara park edilmesini yasaklıyor; arabalar ve motorlu iki tekerlekli araçlar için ayrılmış park yerlerine bırakılması mecburiyetini getiriyor. Kaldırıma park edenlere 135 avroluk ceza da öngörülüyor. Türkiye'deki düzenlemeler Nisan 2021'de Resmî Gazete'de yayımlanan Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı yönetmeliği scooter'ların otoyollarda, şehirler arası kara yollarında ve azami hız sınırı 50 kilometre üzerinde olan bölgelerde kullanılamayacağını söylüyor. Ayrıca bisiklet yolu ya da bisiklet şeridi olması durumunda taşıt yolunda sürülemeyeceği belirtiliyor. 15 yaşından küçüklerin kullanımının yasaklandığı scooter'larda far, reflektör, zil ya da korna bulunması şartının yanı sıra bu araçların yayalar, engelliler ya da hareket kısıtlılığı olan kişilerin güvenli ve bağımsız hareketlerini, araç ve yaya trafiğini engelleyecek şekilde park edilmesinin yasak olduğu belirtiliyor. UKOME ya da il trafik komisyonu başkanlıklarından paylaşımlı e-scooter yetki belgesi alan işletmelerin 7 gün 24 saat hizmet verebilecek çağrı merkezine ya da mobil uygulamaya sahip olması gerekiyor ve yetki belgesi sahipleri araç - yaya trafiğini engelleyecek şekilde park edilen scooter'larını iki saat içinde toplamakla yükümlü kılınıyor. Diğer yandan Ankara'da UKOME, bu ayın başında hayata geçen düzenlemeyle üsttekilere ek olarak 8 ilçede 5 bin 169 olmak üzere paylaşımlı scooter sayısını kısıtlıyor ve işleticilere, kullanıcılar için ferdi kaza ve üçüncü şahıs kaza sigortası yapılmasını öngörüyor. Türkiye'de şehirler mikromobilite çözümlerine hazır mı? Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi, şehir plancısı Prof. Dr. Savaş Zafer Şahin mikromobiliteyi sağlıklı değerlendirebilmek için öncelikle ulaşım planlamasının ve yatırımlarının yapısal olarak nasıl düzenlenmesi gerektiğininin ortaya konması gerektiğini düşünüyor. Bu da ulaşım konusunda iyi planlama ve iyi yatırımlar gerektiriyor. Şahin, aşağıdaki ifadeleri kullanıyor: “Bunun sağlanamadığı bir kentte mikromobiliteye ilişkin ölçek ve ayar kaçıyor, işin doğrusu. Çok da maliyetli bir ulaşım biçimi hâline geliyor. Esasen kamu tarafından karşılanması gereken ulaşım maliyeti özel sektörün verdiği bir hizmete dönüşmeye başlıyor. Fiyatlarına baktığımda Türkiye’deki mikromobiliteye dâhil olan araçların maliyetinin yüksek olduğunu düşünüyorum." Ulaşım yatırımlarının tamamlandığı ve kitlesel ulaşım ihtiyaçlarının karşılandığı durumda mikromobilitenin kurallarının belirlenebileceğini söyleyen Şahin, "Bir otobanın ya da çok yüksek kapasiteli bir metro hattının bulunduğu yerde, istasyonlara ulaşım sağlamak için mikromobilite anlamlı olabilir ama bu hattın üzerinde ona alternatif bir mikromobilite dünyanın hiçbir yerinde anlamlı ve akılcı değildir." örneğini veriyor. Buradaki toplam kaynak kullanımını ve mikromobilite olanaklarının nasıl düzenleneceği yönündeki kararların da ulaşım yatırımlarını yapan kuruluşlarca, yani büyükşehir belediyeleri ve belediyelerce verileceğini belirten Şahin, " Bu kuruluşların da yapısal önlemler almadıklarını biliyoruz." ifadelerini kullanıyor. Erişilebilir Her Şey'den Erişilebilirlik Danışmanı Utku Demiryakan, daha çok "kör bireylerden ve tekerlekli sandalye kullanıcılarından şikâyet aldıklarını" belirtiyor. Hâlihazırda dar olan kaldırımlarda park edilen scooter'ların yürümeyi zorlaştırabildiğine, takılıp düşmelere yol açabildiğine dikkat çekiyor. Demiryakan bunun çözümünü park yerlerinin standart olmasında ya da bu araçların geniş kaldırımlı yerlerde park edilmesinde görüyor. Scooter'ların sessiz çalışmasının da riskler yarattığını söyleyen Demiryakan, "Bu yeni bir alan ve henüz erişilebilirliği için bir standardı yok. Bu nedenle yapılacak düzenlemelerde engelli bireylerden de görüş almak önemli." diyor. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde araştırma görevlisi Erenalp Büyüktopçu ise "Türkiye'de birçok meselede olduğu gibi kamu idarelerinin ve servis sağlayıcılarının inisiyatif almak, düzenlemeler getirmek yerine özellikle elektrikli scooter konusunu spontane biçimde gelişimine bırakıp bir şekilde bu konunun kendi yolunu bulmasını beklediklerini" düşünüyor. Büyüktopçu, çözüm adımlarını şöyle sıralıyor: “Yayanın, aracın ve bisiklet dâhil hafif taşıtların ayrımını net biçimde ortaya koymak, yayanın kaldırım hakkını koşulsuz, şartsız kazandırmak, sonra hafif taşıtları mümkün olduğunca toplu taşımalarla entegre ve kısa mesafelerde kullanmak üzere regülasyonlar belirlemek.” Büyüktopçu’ya göre servis sağlayıcılar; şarj olanakları, toplu taşımaya transfer, belirli alanlarda park cepleri sağlamak konusunda da yerel yönetimlere katkı sunmak zorunda. Paylaşımlı scooter'ları şehir içi ulaşımın geleceğinde giderek yükselecek bir alternatif olarak konumladığımızda şehir yönetimleri, sivil toplum ve işleticiler arasında nasıl bir görev paylaşımı olması gerektiği bir soru olarak karşımıza çıkıyor. İnovasyonu engellemeden erişilebilirliği mümkün kılmak, en verimli ulaşım altyapılarını yaratmak ve mikromobilitenin mikro tahakküme dönüşmesini engellemek için tüm paydaşların ortak ihtiyaçlarını bir arada değerlendirmek gerekiyor.

Kaldırımların yeni işgalcisi scooter’lar mı?

Kasım 12, 2021

·

Makale

Zincirin son halkası: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Zeynep Uysal, geçtiğimiz hafta Twitter hesabından Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi 'nin yayıncılıktan çekildiğini duyurmuştu. Üniversite öğrencilerinin kurduğu Boğaziçi TV de yayınevine fiilen son verildiğini açıklamış; ancak Boğaziçi Üniversitesi iddiaları reddetmişti. Yayınevinin çatısı olan Boğaziçi Üniversitesi Vakfı iştiraki BÜTEK A.Ş. yetkilileri, Medyascope'a "iddiaların doğru olmadığını, salgın nedeniyle girilen sürecin devam ettiğini" söylemişti. Arka plan: 1 Ocak 2021'de Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Melih Bulu getirilmiş; rektörün seçimle belirlenmesi gerektiğini savunan öğrenci ve akademisyenler kararı protesto etmişti. O dönemde Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi Yayın Kurulu Başkanı Murat Gülsoy da istifasını duyurmuştu. Öğrencilerin bazıları gözaltına alınırken bazılarına ev hapsi verilmişti. Eylemler başladıktan altı ay sonra Bulu'nun yerine Prof. Dr. Naci İnci gelmiş; ancak "direniş" sürmüştü. Boğaziçi Üniversitesi protestoları 300'ü aşkın gündür devam ederken Aposto! Gündem olarak yayınevinin faaliyetlerinin durdurulmasına ilişkin söylemleri, yayınevinin tarihini ve Türkiye'de bilim yayıncılığının önemini yayınevinin eski yayın kurulu başkanı Murat Gülsoy 'a sorduk. 24 yıl, 458 kitap 1995 yılında kurulan Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, geniş akademik yelpazeye seslenen bir merkez olma hedefiyle yola çıkıyor. 10 yıl boyunca dergi yayımlayan Gülsoy'un tecrübesi, yayınevinde kurul başkanı olmasını da beraberinde getiriyor. Gülsoy, kurulda daha önce bilim yayıncılığı yapmış profesörlerin de yer aldığını ifade ediyor. 1996-2020 yılları arasında 458 başlıkta kitap yayımlayan Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, en yüksek verimi seçilmiş son rektör Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu 'nun döneminde yaşıyor. O zamanlarda en az 30 başlıkta kitap yayımlandığını belirten Gülsoy; tarih, güncel bilim, psikoloji, iktisat, teknoloji gibi pek çok alanda kitap yayımlayan yayınevinin liyakata önem verdiğini de hatırlatıyor. Gülsoy, okulda çalışan bir akademisyenin ya da bir yöneticinin kitap basılmasına yönelik önerisinin öncelikle yayın kurulundan geçmesi gerektiğinin altını çiziyor. Halkla temas: Yayınevinin her zaman sübvanse edilmesi gereken bir yapı olduğuna dikkat çeken Gülsoy, her yeni rektörle maddi zorlukları aşmak için çaba verdiklerini de söylüyor. Bu kapsamda "Boğaziçi Üniversitesi'nin halkla temas ettiği en önemli ara yüzlerden biri" olan ve pandemi döneminde maddi sıkıntılarla karşılaşan yayınevi için sponsor arayışına da giriliyor. Gerçekliğin çarpıtılması: Yayınevinin deposundaki kitapların sayısının azalmasının bir süredir devam ettiğini belirten Gülsoy, konunun son editörün işinden ayrılmasıyla gündeme geldiğini söylüyor. Yetkililerin yayıncılık yapmama yönünde karar aldığını öğrendiğini dile getiren Gülsoy, üniversitenin "Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi faaliyetine devam etmektedir. Kamuoyuna gösterdiği ilgi için teşekkür ederiz." açıklamasını garip bulduğunu ifade ediyor. Gülsoy, "Çalışanının olmadığı, kitap basmadığı ve uzunca bir süre de basmayacağı belli olan bir yayınevi için 'Yayınevi sürüyor' demek biraz gerçekliği çarpıtmak anlamına geliyor sanırım." diyor. Ortak akıl ihtiyacı Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi'nin Türkiye'deki üniversite yayıncılığında önemli bir yere sahip olduğunu ve herkes tarafından örnek alındığını vurgulayan Gülsoy, üniversitelerde neden "seçilmiş rektör" olması gerektiğine ilişkin görüşünü de paylaşıyor. Gülsoy'a göre bütün birimlerin seçilmiş insanlar tarafından yönetilmesi ve istişareler yapılması "işlerin layıkıyla yürümesini" sağlıyor ve üniversitelerde ortak akla ihtiyaç duyuluyor. Bir toplum meselesi: Gülsoy, yayınevinin faaliyetlerinin durmasının geri dönülemez bir kapanmayı da beraberinde getirebileceğini savunuyor. Mevcut yayınların kaybedilmesine dikkat çeken Gülsoy, "Yeni bir irade gelip hadi basalım dese bile o kaybettiklerimizi tekrar yerine koyamayız. O anlamda önemli, bu bir dersin açılması açılmaması gibi değil." şeklinde konuşuyor. Gelecekte sistemin tekrar işler hâle gelmesinin "Boğaziçi Üniversitesi'nin akademik ilkelerine uygun şekilde hareket eden bir yönetim kurulduğunda" mümkün olacağı değerlendirmesini yapan Gülsoy, bu durumun yalnızca üniversiteyi değil; bütün toplumu ilgilendirdiğini düşünüyor. "Kurumun bugüne kadar gösterdiği direnç ve performansa güvenerek şunu söyleyebilirim: Yakın bir gelecekte, bu da onarılmaya çalışılacaktır. Karamsar olmanın bir faydası yok."

Zincirin son halkası: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

Kasım 8, 2021

·

Makale

Ya bir gün hiç kitap basılmazsa?

Türk lirası, 2021’in başından bu yana %50’nin üzerinde değer kaybetti. Kur şokları ithal girdisi fazla olan sektörleri yoğun bir biçimde etkiledi. Bu sektörlerin önde gelenlerinden biri de şüphesiz, yayıncılık. Yayınevleri son dönemde keskin artışlar yaşayan maliyetlerden, okurlar da kitap fiyatlarından şikâyet ediyor. Heretik Yayıncılık 24 Kasım'da kur artışı, kâğıt maliyetlerindeki artış, üretim süreçlerinin peşin olarak işlemeye başlaması, kapak kâğıdının olmaması gibi gerekçelerle Okuryazarlığın Kullanımları kitabını ve baskısı biten kitapları yayımlamayacaklarını duyurmuştu. Yayınevinin editörü Levent Ünsaldı 30 Kasım'da "Heretik'ten almayı düşündüğünüz bir kitap varsa çok gecikmeyiniz. Çünkü yarın yeni baskısı olmayacak." paylaşımında bulunmuştu. Yort Kitap 15 Aralık'ta "Başlarken "muhteris yayınevi" demiştik, başına "kifayetsiz" sıfatını da ekleyebiliriz artık." ifadeleriyle yeni baskı yapmayacağını duyurdu. Neden? Bianet'in konuştuğu Ünsaldı, en büyük meselenin kâ ğıt krizi olduğunu ifade ediyor. Kâğıt fiyatlarındaki artışın ve matbaaların nakitle çalışmaya başlamasının dayanılmaz hâle geldiğinden, üretim yapmanın anlamını yitirdiğinden söz ediyor. Notos Kitap'ın yayın yönetmeni Semih Gümüş de 40 yıllık meslek hayatında bugünkü kadar büyük bir kriz görmediğini belirtiyor. Döviz kurlarındaki son artışın maliyetlere %70 artış olarak yansıdığını söyleyen Gümüş; Avrupa'daki kâğıt üreticilerinin üretimi kısmasını, konteynerlerdeki fiyat artışlarını ve Türkiye'ye verilen kâğıt miktarındaki kısıtlama gibi nedenleri de krizin sebepleri arasında sıralıyor. Bağımsız yayınevleri nasıl etkileniyor? Aposto!'nun sorularına yanıt veren Umami'nin kurucu ortağı ve editörü Seçil Epik, hem bağımsız hem de bir alana yönelmeyi hedefleyen bir yayınevi olan Umami 'nin bu krizden "belirsizlik"le etkilendiğini söylüyor. "İlk kitabımızı henüz iki ay önce çıkardık, Yakut Orman ikinci baskıya girmek üzere. İlk baskı tükeniyor ama ikinci baskının maliyetinin iki ay öncekinin neredeyse iki katı olacağını biliyoruz. Bu faaliyet artışını kitabın fiyatına yansıtamayacağımızı da." Dağıtımcılarla 5-6 ay vadeli çalıştıklarını belirten Epik, internet sitesi üzerinden yaptıkları satışlar dışında henüz ilk kitaptan bir kazanç elde etmediklerini de ekliyor. Bir şeyler düzelir ümidiyle ikinci baskı için ocak ayını beklemeyi planladıklarını söyleyen Epik, muhtemelen bir şeylerin düzelmeyeceğini ve "kendi kâğıdını üretemeyen bir ülkede tamamen buna dayalı bir sektör olan yayıncılığın dolar kurundan en çok etkilenen alanlardan biri olmaya devam edeceğini" öngörüyor. Başka tam zamanlı işleri olan üç kişilik bir ekip olduklarını ve üzücü olsa da yayın programlarındaki kitapları erteleyebileceklerini belirten Epik; problemin yayınevi sahiplerinin yanı sıra editörlerin, çevirmenlerin de işlerini kaybetme riski doğuracağını düşünüyor. Asıl krizi yayınevi sahipleriyle birlikte orada çalışan editörler işini kaybetme ihtimaliyle yaşayacaktır. Hayatını çeviri yaparak kazanma gayretindeki çevirmenler içinse işler zorlaşacak. Yurt dışından aldığımız kitapları avro ya da dolar üzerinden alıyoruz. Onlar için aslında makul paralar sayılabilecek 750 dolar, 1.000 dolar gibi meblağların ödenmesi, artık Türkiye'deki yayıncılar için imkânsız hâle geldi. Umami, şimdiye dek telif haklarını aldıkları dört kitabı 2022'de yayımlamayı planlıyor fakat Epik, yeni bir kitabın yayın haklarını almanın pek mümkün olmayacağını öngörüyor. Çözüm var mı? Yayıncılar Kooperatifi, kasım ayının sonundan bu yana bazı çözüm önerileri sıralıyor. Kooperatif; kur artışlarına sebep olan ekonomi politikalarından geri dönülmesini, kâğıt ithalatının devlet eliyle yapılması dâhil sübvanse kanalları oluşturulmasını, kitap kâğıdında %8 ve Bristol'de %18 KDV uygulamasının sıfırlanmasını, Gümrük Birliği'nden kaynaklanan imtiyazların AB dışındaki ülkelerden yapılan ithalatlarda da uygulanması gerektiğini savunuyor. Ayrıca kooperatif ham maddenin yeniden Türkiye'de üretimi konusunda adımlar atılması çağrısında bulunuyor. Kâğıt, mürekkep, tutkal gibi neredeyse tüm girdilerin ithal olduğuna dikkat çeken Yayıncılar Meslek Birliği, altı ay içinde önlem alınmaması durumunda önüne geçilemeyecek bir "kültürel çölleşmeye" adım atılacağını ifade ediyor.

Ya bir gün hiç kitap basılmazsa?

Aralık 18, 2021

·

Makale

Yılbaşı sepetleri nasıl değişti?

Son günlerde Twitter'da bir hızlı teslimat uygulamasında satışa sunulan; kek, gofret, atıştırmalık, dondurma, enerji içeceği, cips ve su içeren "Yılbaşı Parti Paketi" dolaşıyor. Diğer yandan bazı kullanıcılar ve arşiv sayfaları 2010'lu yıllarda satılan ve viski, rakı, şarap, bira gibi alkollü içkileri içeren yılbaşı paketlerinin görsellerini paylaşıyor. Her yıl yılbaşı öncesi çoğunlukla zincir marketlerin sunduğu yılbaşı sepetleri hem içerikleri hem de fiyatları bakımından farklılaşıyor. Konuya dair 2019’da BirGün’de Ozan Gündoğdu tarafından kaleme alınan Önce marjinalleşti sonra lüks hâle geldi başlıklı yazıda yılbaşı sepetlerinin yıllar içinde değişimine odaklanılıyor. Yazıda, 2015’ten 2016’ya geçilirken zincir marketlerin yılbaşı paketlerinde içki bulundurulmasının yasaklandığı belirtiliyor. Arka plan 5 Kasım 2015 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkilerin Satışına ve Sunumuna İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 19’uncu ve 20’nci Maddelerinin Uygulanmasıyla İlgili Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurul Kararı’nda "perakende tütün mamulü ve/veya alkollü içki satış belgesine haiz perakende satış yerlerinde satışa sunulan yılbaşı sepetlerinin içerisinde tütün mamullerinin ve alkollü içkilerin yer almamasının karar altına alındığı" belirtiliyor. 5 Kasım tarihli bir habere göre bu karar iki başlıkla gerekçelendiriliyor. "Alkollü içkilerin kullanılmasını ve satışını özendiren veya teşvik eden kampanya, promosyon ve etkinlik yapılamayacağını" öngören 2011 tarihli Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkilerin Satışına ve Sunumuna İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik’in 20'nci Maddesine atıfla yılbaşında hazırlanan paketlerin promosyon niteliği taşıdığı belirtiliyor. Haber ayrıca sepete alkollü içki konulduğunda i çkinin fiyatının belirlenemediğini, alkollü içkilerin mevzuat gereği gerçek fiyatının altında satılamayacağını söylüyor. "Yaşam tarzına müdahale" mi? Ankara Barosu'nun Kasım 2015'te kararın iptaline ilişkin bir dava açtığı biliniyor. Dava kapsamında kararın iptali yönünde görüş bildiren Danıştay Savcısı, “Devlete, alkolle mücadele üzerinden bireysel ve toplumsal hayat tarzlarına müdahale etmek değil, gençleri alkol düşkünlüğünden korumak görevi verilmiştir. İdarenin böyle bir yetkiyi kendisinde görmesi ve kişileri alkollü içki kullanımına teşvik etmemek adı altında ucu açık idari düzenlemeler yapması, hukuka aykırı bulunmaktadır." ifadelerine yer veriliyor. Savcı, "yılbaşı sepeti" kavramının hukuki bir tanımının olmaması nedeniyle uygulamanın "ucu açık, belirsiz ve tartışmalı uygulamalara yol açabileceğini" söylüyor. Görüşe göre karar; rekabete, yetişkin bireylerin de alkollü içecek satın alma şekline ve özgürlüğüne açık bir müdahale niteliği taşıyor. Dönemin Ankara Barosu Hakan Canduran da TAPDK'nin böyle bir karar alamayacağını; marketlerin dönem dönem sundukları paketlerin devlet müdahalesine konu olmasının "temel hak ve özgürlükler çerçevesinde kabul edilemez bir kısıtlama" olduğunu belirtiyor. Fiyatlar nasıl değişti? Bu ayın başında yayımlanan bir haberde 2020'de 175,70 liraya dolan bir yılbaşı sepetinin bu yıl 243,6 liraya dolduğu belirtiliyor. 2014'e tarihlenen bir promosyon görselinde viski, rakı, votka, şarap, bira, kahve ve kuruyemiş, cips gibi atıştırmalıklar içeren bir paket 159 lira olarak görünürken bugün muadil bir rakı tek başına 196 lira gibi bir fiyata alıcı buluyor. Bu yıl zincir bir marketin 16 Aralık tarihli aktüel kataloğunda yer alan ve içeceklerde kola, fanta, soğuk çay, soda, meyve suyu, kahve içeren bir sepet 154,90 lira olarak fiyatlanıyor. Yorum Aposto! Gündem olarak bu konuda görüşlerine başvurduğumuz Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Prof. Dr. Zafer Yenal, yılbaşı sepetlerinden alkolün çıkarılmasına ilişkin kararı değerlendirirken hem uzun erimli hem de güncel gelişmelere odaklanılabileceğini söylüyor. " Tarihimizde içki genellikle netameli bir konu olmuş ve özellikle toplumsal değişimin hızlandığı dönemlerde içki yasakları, içki düzenlemeleri artmış." diyen Yenal, bu durumun Osmanlı’da da Cumhuriyet Türkiyesi’nde de böyle olduğunu söylüyor. Türkiye son yıllarda da ciddi bir toplumsal dönüşüm yaşıyor. Sınıfsal, kültürel, siyasi altüst oluşları birlikte görüyoruz. Bu sürecin kuşaklarla, teknolojik dönüşümlerle, toplumsal cinsiyetle ilgili birçok yönü var. Yani tarihte daha önce de olduğu gibi, Türkiye kendisine layık görülen kaba sığamadığı bir dönemden geçiyor, siyasi anlamda, kültürel anlamda. İktidar da bu süreçte iyiden iyiye kendi siyasi tabanı olarak gördüğü gruplara dair ahlaki, kültürel, siyasi mesajlarını yoğunlaştırmış durumda. Naslar, kurtuluş savaşları, sayıları giderek artan düşmanlar, vs… 2010’lu yılların başından bu yana alkollü içkilerin toplumsal yaşamdaki yeriyle ilgili nelerin değiştiğine ilişkin sorumuza yanıt veren Yenal'a göre alkollü içkilerin toplumdaki yeri değişmiyor; içki içmek her zaman olduğu gibi pek çokları için sosyalleşmek, özel anları kutlamak, anları özelleştirmek için iyi bir eşlikçi olarak konumlanıyor. Değişen, Türkiye; ve gördüğümüz de bu değişime muhafazak â rca şekil verme çabası. Ama yasaklarla, kısıtlamalarla, dayatmalarla, kurnazlıklarla toplumsal değişimin engellendiği tarihte görülmüş bir şey değil.

Yılbaşı sepetleri nasıl değişti?

Aralık 25, 2021

·

Makale

"Ruhsatlı olması şiddeti engellemiyor"

"Ateşli Silahlar Ve Bıçaklar İle Diğer Aletler Hakkında Yönetmelik"te geçtiğimiz ay yapılan değişiklikle silah taşıyabilecek meslek grupları genişletildi. Cumhurbaşkanlığına bağlı kurum ve kuruluşların en üst yöneticileri, OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu Başkanı, üyeleri ve bu görevde bulunmuş olan kişiler, büyükşehir belediyesi genel sekreteri, il özel idaresi genel sekreteri ve yine bu görevde bulunmuş kişiler silah ruhsatı alabilecek. Ayrıntılar: Bunun yanı sıra yapım işlemlerinin büyüklüğüne göre müteahhitlere de silah taşıma ruhsatı verilebilecek, özel güvenlik teşkilatı bulunmayan kurum ve kuruluşlarda görevli bekçiler görev yerinin dışına çıkarmamak şartıyla görev sırasında silah taşıyabilecek. Çalışma alanına göre mühendis, mimar hatta şoför ve posta dağıtıcılarına kadar silah taşıyabilme imkânı tanındı. Silah ruhsatı verilmesini engelleyen hallerle ilgili maddede de değişiklik yapıldı. Buna göre; yeniden silah verilmesi "sakıncalı" olanlardan uygun bulunanlara da taşıma veya bulundurma ruhsatı verilecek. Suç işleyen kişilerin silahları yalnızca 5 yıllığına emanet alınabilecek, daha sonra kişilere teslim edilecek. Silahlı şiddette %73 artış Umut Vakfı'nın 28 Eylül Bireysel Silahsızlanma Günü'nde yaptığı açıklamaya göre; basına yansıyan silahlı şiddet olayları yıl başından 24 Eylül’e kadar, bir önceki yıla göre %6 artış gösterdi. Bu süre boyunca basına 2 bin 592 silahlı şiddet olayı yansıdı. 2014 yılıyla kıyaslandığında ise son 8 yılda silahlı şiddet %73 arttı. Türkiye’de silah sayıları Emniyet Genel Müdürlüğü’nün temmuz ayında yaptığı açıklamaya göre, silah bulundurma ve silah taşıma ruhsatı sayısı 1 milyonu geçti. Yani Türkiye’de her 65 kişiden 1’i silah taşıyor. Tabii ülkede ruhsatsız da çok sayıda silah bulunuyor; yetkililer ruhsatsız silah sayısının 500 binin üzerinde olduğunu tahmin ediyor. Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Ayhan Akcan da silah sayısındaki artışla silahlı şiddet olaylarında da artış yaşandığını vurgulayarak, “Bireysel silahlanma 25 milyon gibi görünüyor. Bunların %10 ruhsatlı %90 ruhsatsız, her yıl suç oranları %3 %4 artıyor, her ne kadar resmî makamlar azalıyor dese de silahla ilgili suçlarda %3-%5 artış var. 2014 yılıyla 2021 yılı karşılaştırıldığında%70’lik bir artış görüyoruz. Bu ciddi bir şey. 10 yıl önce Türkiye’deki cinayetlerin %50’sinde silah kullanılıyordu, şu anda cinayetlerin %70’inde silah kullanılıyor.” diye konuşuyor. Bireysel silahlanma “hak” mıdır? Bireysel silahlanmanın bir “hak” olup olmadığı dünyada farklı topluluklar arasında hâlâ bir tartışma konusu. ABD’den Avrupa ülkelerine, Türkiye ve Orta Doğu ülkelerine kadar uzanan bu tartışma belki de silahın icadından bu yana devam etmekte. Birçok ülkede hâlihazırda anayasal bir hak olarak görülse de silahın en temel insan haklarından biri olan yaşama hakkını elden alabilme ihtimali bu tartışmayı hiçbir zaman bitirmeyecek bir boyuta taşıyor. Silahlanmanın hak olduğunu savunan kişiler genellikle, bir şiddet aracı değil “hobi” olarak görenler, savunma için kullanılabileceğini savunanlar ve silaha erişimin yasaklanmasının ulaşılmasını engellemeyeceğini savunanlardan oluşuyor. Silahın hobi olarak kullanılabileceğini ve insandan ziyade canlılara zarar vermeden bu hobinin devam ettirilebileceğini savunanlar, birçok farklı platformda ateşli silahların kullanılabileceğini yineliyor. Bunun yanında şiddet olaylarının son günlerde artık göstermesi nedeniyle olası bir duruma karşı savunma amacıyla silah bulundurma düşüncesi de artış göstermiş durumda. Bunun yanı sıra silaha erişimin engellenmesinin suçlunun suç işlemesini durdurmayacağını düşünen bir kişiyse durumu şu ifadelerle anlatıyor: “Silaha erişimin engellenmesinin kötü niyetli kişileri suç işlemekten alıkoyacağını düşünmüyorum. Satışı tamamen yasaklanan ne varsa mutlaka bir karaborsa oluşuyor. Bir ürün için karaborsa oluştuğunda adalet ve güvenlikten sorumlu devlet de kayıt tutamıyor, piyasada olanları kontrol edemiyor. Yasağın hayatını tehdit altında hisseden mağdur kimselerin silaha erişimini engelleyeceğine, cinayet işlemeyi kafasına koymuş bir insanın kayıt dışı şekilde silaha ulaşabileceğine inanıyorum.” “Yaşama hakkını elden alan unsur hak olmamalı” Büyük çoğunluksa insan haklarının en temeli “yaşama hakkını” elden alabilecek bir unsuru taşımanın ya da barındırmanın hak olarak ele alınmaması gerektiğini savunuyor. Hatta silahın kullanımının güvenlik güçlerinin elinden bile alınması gerektiğini söyleyenler de mevcut. Türkiye’nin kanayan yarası kadın cinayetleri de silahlanmanın “kolaylığından” etkileniyor. Bu yılın ilk 9 ayında erkeklerin ateşli silahlarla öldürdüğü kadın sayısı 121’e ulaştı. Türkiye’nin her köşesinde internetten bile kolaylıkla silaha ulaşılabiliyor olması bu sayıların yükselmesinin en önemli nedenlerin biri. Silahsızlanma savunucularının en büyük sorusu ise silahlanmanın hangi kriterlere göre kontrol edileceği. Silahsızlanmayı savunan kişilerden biri bu durumu şöyle açıklıyor: “Eğer ülkedeki her birey yasal çerçevede; istediği şekilde, istediği silahı satın alabilirse bu silahlanmanın kontrolünün sağlanması ve sınırlandırılması gibi problemler de ortaya çıkacak. Eylül ayında 26 kadın öldürüldü. Herkesin silahlandığı senaryoda ölüm oranlarının artmayacağının garantisini kim verecek? Bireyin kendini korumasına gerek var mı? Şayet ki bireysel koruma şart, elimize silah mı almalıyız? Hukuki yaptırımlarla olası cinayetlerin önüne geçmek mümkün değil mi? İnsanın doğuştan kazandığı tek hak yaşam hakkıdır. Bu hak başka bir birey tarafından kısıtlanmamalı ya da ortadan kaldırılmamalı. Türkiye’de yaşanan sosyolojik kırılmaların sebepleri araştırılmalı, etkili eğitim politikaları hazırlanmalı, nefret söyleminin önüne geçilmeli. Şiddetin çözümü başka birinin temel hak ve özgürlüklerine teşebbüs etmekten geçmemeli, geçmiyor.” Ateşli silahların şiddete yatkınlığı artırdığını belirten Ayhan Akcan da silahın suç işleme olasılığını yükselttiğini cinayette 5 kat, intiharda ise 12 kat gibi bir artışa yol açtığını belirterek bu durumu şöyle açıklıyor: “Bilimsel doğrular da gösteriyor ki kişi silah alıyor; ancak ardından pişman oluyor. Düşman yaratılarak alınan silahlardan yaklaşık 5 yıl sonra alan kişilerin %60’a yakının pişman olduğunu görüyoruz. Silahı kullanıyor, ciddi problem yaşanıyor, trafikten eşini öldürmeye kadar gidebiliyor. “Silah susmaz ve çalışır; ya ölürsün ya öldürürsün.” iş buraya gidebiliyor. Silah şiddeti artırıyor, en önemlisi ölme ve öldürme riskini artırıyor ve taşıyanlar bunun farkında olmuyor. Bu olayla yaşadıktan sonra pişman oluyor. Cezaevinde cinayet işleyen kadınların %40’ı eşini öldürmekten cezaevinde ve bunların tamamı pişman. Erkekler de aynı durumda, öldürmek tamamen o anki öfkeyle yapılmış bir iş.” “İlkel bir davranış biçimi” Akcan, özellikle Türkiye’de silahlanmanın şiddet olaylarını büyük oranda artırdığını savunarak, “Silah bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir hak olarak var, ruhsatlı silah varsa bu bir anayasal hak olarak algılanıyor ve belirli prosedürlerle bu hak tanınıyor. Birçok ülkede silah bir sektör; ancak hukuk devletinde yaşanıyorsa bunun bir hak olarak görülmemesi lazım. Eğer hukuk devletinde yaşıyorsak en önemli şey yaşama hakkı; bir kişide silah olduğu zaman en önemli hak olan yaşama hakkını elden alma potansiyeli yaşanıyor. Bu nedenle bu bir hak değil sorun olarak karşımıza çıkıyor. Silah karşıtı bir grup olarak bunun bir hak değil, tamamen ilkel bir davranış biçimi olduğunu düşünüyoruz.” diye konuşuyor. Ne yapılmalı? Dr. Ayhan Akcan silahların ruhsatlı olmasının “silah şiddetini” engellemediğini belirterek, bu tür şiddete karşı çözüm için atılabilecek adımları şöyle sıralıyor: “Silah şiddetini belirleyen şey her an ulaşılabilir ve yaygın olması. “Ruhsata bağla sorunu çöz” gibi bir düşünce var ancak bu pratikle uyuşmuyor. Böyle olsaydı Türkiye’deki tüm suçlar ruhsatsız silahlarla işlenirdi. Bu düşüncenin pratikle bir ilgisi yok. Önerimiz ruhsata bir bekleme süresi konması, dilekçenin hemen değil 15 gün sonra işleme konması çünkü 15 gün içinde kişi zaten silah almaktan vazgeçip daha mantıklı çözüm yolları arıyor. Referans sistemini öneriyoruz, eve silah alınırken eşe sorulacak, eşi duruma karşı bilgi verecek. Kişinin silah edinme sayısını indirmek gerekiyor, şu anda sınırsız. Ruhsat süresi 5 yıldan 2 yıla indirilmeli. Silahtan öncesinde bir eğitim verilmesi gerekiyor.”

"Ruhsatlı olması şiddeti engellemiyor"

Ekim 12, 2021

·

Makale

Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat ne anlama geliyor?

Geçtiğimiz akşam Cumhurbaşkanı Erdoğan, artan döviz kurları için yeni finansal araçların devreye alınacağını açıkladı. " Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat" isimli yeni ürünü tanıtan Erdoğan, bankada parası olan vatandaşların bundan sonra kur yüksekliği endişesi taşımayacağını belirterek kur getirisinin mevduat kazancının altında kalması hâlinde aradaki farkın " doğrudan ödeneceğini" söyledi. Erdoğan farkın Hazine'den karşılanacağını ve söz konusu kazançtan stopaj vergisi alınmayacağını bildirdi. Dün de Hazine ve Maliye Bakanlığı yeni ürünle ilgili bir açıklama yayımladı . Peki bu ne demek? Aposto! ürüne yönelik görüşlerini almak üzere Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ceyhun Elgin'e ulaştı. Elgin, "Kur Korumalı TL Vadeli Mevduatı" şöyle anlattı: "Bu kimsenin beklemediği ve opsiyon olarak düşünmediği bir politika tercihi oldu. Bugün Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın açıklamasının ardından netleşti. Belirli vadelerde siz 3,6,9,12 ay vadelerde -1 ay olmuyor mesela- paranızı bağlamanız gerekiyor. Paranızı butik özel açılan vadeli hesaba yatıracaksınız. Paranızı oraya koyacaksınız ve bir faiz alacaksınız. Minimum TCMB'nin politika faizi 14 şu anda. Daha da düşürülürse daha da düşük olabilecek, açtığınız güne göre. Sonrasında bugünkü TCMB'nin açıkladığı döviz kuru var. Diyelim ki dolar olarak 12,85. Üç ayın sonunda dolar 12,85 olarak kalırsa sadece faizinizi alacaksınız. Yok eğer 12,85 değil de döviz kurundaki hareketlilik nedeniyle dolar 20 TL'ye çıkarsa 3 ay sonra o zaman aradaki farkı ve faizi alacaksınız. Bu da böylece döviz kurunun oynaklığından, döviz kurunda TL'nin olası değersizleşmesinden ötürü kaybedeceğiniz miktarı aslında devletin size vereceği anlamına geliyor." Elgin aradaki farkı, faizin üzerine olan farkı Hazine'nin ödeyeceğini vurgulayarak "Bizim vergi gelirlerimizden mevduat sahiplerine bir kaynak aktarılmış olacak. Bu açıdan da aslında bir noktada bir servet transferi özelliği de var bunun. Vergi gelirleriyle fonlanan kamu bütçesinden mevduat sahiplerine bir ödeme yapılacak." ifadelerini kullandı. Kur neden düştü? Kurun düşmesinin "gayet normal" olduğunu söyleyen Elgin, devletin döviz kurundaki hareketlenmeden dolayı olası kaybı vermeyi garantilediğini yineleyerek bu nedenle hem hane halklarının hem de kamu kurumlarının dolar sattığını dile getirdi. Türkiye'de oldukça sığ bir piyasa olması nedeniyle yerli aktörlerin alım satımlarıyla piyasanın hareketlendiğini anlatan Elgin, " Nispeten daha düşük miktarlarla fiyata etki edebiliyorsunuz. Hem kamu kurumları, hem hane halkları, hem perakende, hem ticari sektörü, doların düşeceği beklentisiyle doları sattı. Çünkü bu dövizdeki hareketlenmeye karşı insanları bir nevi koruduğu ve sigorta vazifesi gördüğü için doların düşeceği beklentisi oluştu yatırımcılarda ve dolar düştü. Beklenmedik bir şey değildi aslında bu." diye konuştu. Kur farkı ödenebilecek mi? Kur farkının yakın dönemde ödenebileceğini; ancak ciddi dolar kuru artışı hâlinde hazinede yaşanan kaybın ciddi boyuta ulaşabileceğini vurgulayan Elgin, " Devlet bütçesi yaklaşık 1,75 trilyon civarında. Diyelim ki Türkiye'deki bankalardaki döviz hesaplarının tamamı bu uygulamaya geçti ve dolar kurunda çok ciddi bir artış oldu. Neredeyse birkaç ay içinde devletin, bütçesinin tamamına denk gelecek bir hazine katkısı yapılması gerekebilir. Bu da tabii devlet bütçesini çok zorlar. Bu da enflasyon riskini doğurur çünkü devlet bunu vergi gelirleriyle finanse edemeyeceği için ancak para basarak merkez bankasıyla finanse edecektir. Bu da daha fazla enflasyon demek olacak." ifadelerini kullandı. İktisatta "çoklu denge" ifadesi olduğunu ve mevcut üründe herkesin bu uygulamaya ikna olması gerektiğini belirten Elgin, " Herkesin bunu gerçekleştirmesi hâlinde bu uygulama işe yarayacaktır. Çoğunluk dövizde kalmayı tercih ederse o zaman kamu bütçesinde açığa ve kayba yol açacaktır. Bu da devlete olan güvene bağlı bir durum." dedi. "Ürün" sürdürülebilir mi? Prof. Dr. Ceyhun Elgin, bu ürüne adım atıldıktan sonra geri almanın çok da kolay olmadığını söyledi. İlerleyen dönemde uygulamanın değiştirilmesi takdirinde o günün iktidarının popülaritesine zarar verebileceğini vurgulayan Elgin, şöyle konuştu: "Mevcut iktidar kalsa da bundan geri adım atmak aslında popülaritesine zarar verecektir. Değişirse de yeni gelecek iktidarın popülaritesine zarar verecektir. Ama uzun vadede de sürdürülebilir bir şey değil. Ben bunu 1991'de iktidara gelen Süleyman Demirel başkanlığındaki hükümetin emeklilik yaşını düşürmesine benzetiyorum. Popülist bir hareketti ama uzun vadede zararları oldu." Türkiye'nin cari açık veren bir ülke olduğunu ve gelişmiş ülkelere göre yüksek enflasyona sahip olduğunu vurgulayan Elgin, ülkede yapısal ve kurumsal sorunlar olduğunu, bunların bir araya geldiği durumda da döviz kuru hareketliliğinden bağımsız olarak yine yüksek enflasyonun seyrettiği bir ülke olduğunu belirtti. Prof. Dr. Ceyhun Elgin, bu durumun böyle devam edeceğini hatırlatarak, şöyle devam etti: "Bu şekildeyken döviz sabit kalırsa bu cari açık açısından kötü. Yok 'döviz kurunu değersizleştirelim' deyip bu politikayı izlerseniz de bu kez kamu zararı oluşturacaksınız, Hazine açık vermeye başlayacak. Dolayısıyla kısa vadede bu bir nevi döviz kurlarını dengeye getirme potansiyeli taşıyan bir uygulama ama uzun vadede çok da sürdürülebilir bir uygulama değil."

Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat ne anlama geliyor?

Aralık 22, 2021

·

Makale

Üniversite enflasyonu, liyakatsizlik

“Karabük Üniversitesi Rektörü Refik Polat'ın iki sekreterini öğretim görevlisi yaptığı, evinde çalışan kişinin maaşını 2015'ten beri üniversite kasasından ödediği, rektörlük konutunu yıktırıp villa kiraladığı bu kirayı da üniversite kasasında ödediği ve yemekhaneden yediği yemekler için para ödemediği iddia edildi. Polat hakkındaki iddialara cevap vermek yerine Twitter fotoğrafını değiştirip Cumhurbaşkanı Erdoğan'la olan fotoğrafını koydu.” Melih Bulu'nun ardından atanan Prof. Dr. Naci İnci'nin genel sekreterlik görevine getirdiği eski personel daire başkanı Doktor Nedim Malkoç'un Yeditepe Üniversitesi’nde yaptığı yüksek lisans tezi ve Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nde tamamladığı doktora tezi hakkında intihal iddiasında bulunuldu ve inceleme başlatıldı.” Öğrenim krizi serisinden herkese merhaba, daha öncesinde Nesibe Kırış’ın kaleme aldığı yazılarda üniversite öğrencilerinin barınma, temel ihtiyaçlar ve sosyal hayatta yaşadıkları sorunları ele almış, birinci ağızdan onları dinleyip dertlerine kulak vermiştik. Yazı dizimizin 5’inci konusuysa “öğrenim kalitesi.” ancak yukarıdaki haberlere bir kez daha göz gezdirince aslında biz “öğretim kalitesizliği” diyelim. Öğrenim kalitesini etkileyen iki ana unsur; okul ve öğretmenler. Türkiye’de bu iki unsurda da büyük problemler bulunuyor. Bu yazıda da bu problemlere eğilip, sorunları dile getirmeye çalışacağız. Üniversite enflasyonu Türkiye’de bu yıl itibarıyla 129’u devlet 76’sı özel olmak üzere 205 üniversite bulunuyor. Ayrıca 4 meslek yüksek okulu da var; bununla birlikte sayı 209’a çıkıyor. Dünya sıralamasında üniversite sayısıyla 15’inci sırada yer alan Türkiye’de şu an 8 milyon 240 bin 997 üniversite öğrencisi bulunuyor. Veriler her ne kadar olumlu görünüyor olsa da üniversitelerin sayısının fazlalığıyla eğitim kalitesinin ters oranlı gittiğini söylemek mümkün. Üniversite sayısının artışı her ne kadar daha çok öğrenciye eğitim götürmek gibi görünüyor olsa da her yıl ortalama 797 bin kişi mezun oluyor. TÜİK’in Temmuz 2021 raporuna baktığımızdaysa yükseköğretim mezunu gençlerde işsizlik oranı %35,1 olarak karşımıza çıkıyor yani üniversite mezunu her 10 gençten 4’ü işsiz. “Üniversiteler mevcut işsizliği öteleyen süngerler” Dr. Esra Kaya Erdoğan üniversite sayısındaki artış için “Üniversiteler mevcut işsizliği üç- dört sene öteleyen sünger işlevi görüyor. Şu anda üniversiteye kayıtlı sekiz milyon kişi var. Bu kişiler işsiz kabul edilmedikleri için lise mezunu işsizlerin oranı düşüyor ve bir açıdan bu aşamada yaşanacak olan işsizlik erteleniyor. Gençler üniversite mezuniyeti sonrasında işsizlikle mücadele ediyor.” diyor. Üniversiteler “iyi eğitim”den ziyade “işsizlik artışını ötelemek için kullanılan eğitim organları” olarak görülüyor. “Müthiş bir geriye gidiş” Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Lale Akarun da Türkiye’deki üniversitelerin dünyadaki ilk 100’e sokulmak istediğini hatırlatarak hâlihazırda okullar için ayrılan bütçeler karşılaştırıldığında ortaya büyük bir fark çıktığını belirtti. “2021 yılı için 127 üniversiteye ayrılan toplam bütçe ödeneği yaklaşık 45,3 milyar liraydı. Doları 9 liradan hesaplasak kabaca 5 milyar dolar. İlk 100’de yer alan Harvard’ın ise yıllık bütçesi 3-4 milyar dolar.” diyen Akarun şöyle devam ediyor: “Tabii ki bunun sebeplerinden birisi, artan öğrenci ve üniversite sayısı. Son 19 yılda üniversite öğrencisi sayısı 2 milyondan 8 milyona çıktı. Yani 4 katına katlandı. Devlet Üniversitesi sayısı ise 19 yıl önce 53’müş. O da 2,5 katına katlanmış. Enflasyondan dolayı hesap yapmak zor ama, toplam üniversite bütçesinin millî gelire oranına bakalım: Oran sabit kalmış: 0.7. Yani 2021’de bir üniversite öğrencisine millî gelirden ayrılan pay, 19 yıl öncesinin dörtte biri. Müthiş bir geriye gidiş var.” En büyük eksikliklerden biri: İfade özgürlüğü Her eğitim konulu konuşmada siyasilerden sürekli olarak duyulan bir çağrı: “Türkiye’deki üniversiteleri dünyanın en iyi 100’üne sokacağız.” Ancak sıralamalarda bu durumdan oldukça uzak görünüyor. Yükseköğretim derecelendirme kuruluşu Quacquarelli Symonds'ın yayımladığı en iyi üniversiteler sıralamasında ilk 500'e bu yıl Türkiye'den yalnızca Koç Üniversitesi girdi. Vadedilenden çok daha geride kalındığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Dünyadaki en iyi üniversitelere oranla Türkiye’dekilerin yetersiz olmasının birçok nedeni bulunuyor. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Zafer Yenal, bu durumu şöyle açıklıyor: “Sadece bir kampüs yaparak ve içine binalar koyarak üniversite olmuyor. Üniversite için en önemlisi herkesin fikirlerini özgürce ifade edebileceği bir akademik özgürlük ve özerklik ortamı gerekiyor. Türkiye’deki üniversitelerin büyük çoğunluğunda maalesef bu eksik böyle olmadığı için de yaratıcı, eleştirel, sorgulayıcı düşünce değil, bilimsel ilerlemeye temel teşkil edecek alt yapıyı malesef göremiyoruz, pek çok üniversitede. Tablo şöyle; öğrenci sayısı artıyor bir yandan hoca sayısında herhangi bir gelişme yok ve üstelik üniversitelere ayrılan ödenekte bir gelişme yok bu da ne anlama geliyor? Niceliksel olarak bir artış varken niteliksel olarak benzer düzeyde bir artıştan bahsetmek kesinlikle mümkün değil.” Bu konuda 3 temel neden olduğunu ve ilkinin bütçelerin yetersizliği olduğunu vurgulayan ve Türkiye’deki bütçelerin en iyi üniversitelerin %1’ine tekabül ettiğini belirten Akarun, “İkinci en büyük eksiklik, belki de daha önemlisi, ifade özgürlüğü eksikliğidir. İfade özgürlüğü olmadan bilimsel özgürlük olmaz. Bu şartlar altında serbest tartışma, bilimsel doğruyu arama ortamı olmaz, olmuyor. Örneğin Covid hakkında araştırma yapmak isteyen bir öğretim üyesinin, Sağlık Bakanlığından izin alması isteniyor. Bu bilimsel özgürlüğe aykırıdır. Üçüncü en büyük eksiklik de liyakate dayanmayan personel politikalarıdır. Bu üçü eksik olduktan sonra, başka eksikliğe de gerek yok aslında.” Bir diğeri: Akademik likayatsizlik Yazımızın başında yer alan iki haber de henüz geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan olaylar. Bunların yanı sıra Cumhuriyet yazarı Orhan Bursalı geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı "Ülkenin çok ciddi rektör sorunu var, yıkmak mı yapmak mı?", “Şimdiki rektör atama sistemi kötü, üniversite birbirine giriyor” başlıklı yazılarında da atanmış rektörlerin aldığı kararlar, verilen zararlar hakkında yazmış. Okumanızı tavsiye ediyoruz. Günbegün farklı üniversitelerde doktora tezleri çalıntı olan, farklı bölümlerden mezun olup farklı fakültelere atanan ya da sahte diplomayla mezun olup üniversite kadrolarına katılan birçok öğretim üyesinin haberlerini okuyoruz. Bir nevi kanıksadığımız bu durum aslında birçok öğrencinin büyük hayal kırıklığı yaşadığı hatta hayatını değiştirecek kararlar aldığı bir neden olarak karşımıza çıkıyor. İstanbul’da devlet üniversitesinde siyaset bilimi okuyan bir öğrenci bu durumu için şöyle konuşuyor: “Yıllardan beri hayalim, daima gençlerle bir arada olacağım bir kampüste yaşamak, sevilen, sayılan, literatüre büyük katkılar yapan ve ülkenin geleceğine kalifiye insan yetiştiren bir akademisyen olmaktı. Bugün görüyorum ki torpilin, kayırmacılığın ayyuka çıktığı bu ülkede yaşadığım sürece bu hayalimin gerçekleşmesi çok zor. Emeğiyle, hakkıyla değil, tanıdıklarıyla bir yere gelmiş, kendi düşüncesini açıklamaktan korkan, daima kalabalığa uyan sözde hocaları gördükçe kendi hayalimden soğuyorum.” Prof. Dr. Lale Akarun yaklaşık 30 yıldır hocalık yaptığı Boğaziçi Üniversitesi’nde şimdiye dek bu durumla karşılaşmadığını ancak 2021’de dışarıdan yapılan atamalarla liyakat sahibi olmayan kişilerin çok iyi noktalara geldiğini gördüklerini belirterek, "Üniversitemize rektör olarak atanan kişi, intihalle doktora almış; akademik geçmişi olmamasına rağmen siyasi kimliği ve bağlantıları nedeniyle hızla yükselmiş bir kişiydi. Görevden alınmış olmasını olumlu karşılıyorum ancak maalesef benzerleri göreve devam ediyor." dedi. Akarun ayrıca daha önce kaleme aldığı "Akademik sahteciliğin vahim sonuçları" başlıklı yazısında bu durumun asıl zararının hak etmedikleri yerlere gelen bu kişilerin karar almalarının olduğunu vurgulayarak "Üretken, çalışkan kişileri bezdiriyor; işten atamazlarsa bile çalışamaz hâle getiriyorlar. Bunun ekonomik etkisi daha büyük. O kurumun yetiştireceği öğrencilere verilen zarar düşünülünce, zararın zamana yayılarak, ölçülmesi zor büyüklüklere ulaşacağını söyleyebiliriz." diyor. Peki çözüm ne? Türkiye’deki üniversitelerin öğrenim kalitesinin iyileştirilmesi için yapılabilecekleri Zafer Yenal ve Lale Akarun’a sorduk. Prof. Dr. Akarun, Türkiye’deki üniversite sisteminin baştan aşağı yenilenmesi gerektiğini belirterek, "YÖK işlevsiz ve zararlı bir yapı; kaldırılmasının zamanı geldi. Bağımsız akreditasyon ve kalite kurumu olmalı; üniversiteler idari ve mali özerkliğe kavuşturulmalı ancak şeffaf ve denetlenebilir olmalı; hesap vermeli. Bu denetlemeler sonucu, bazı üniversiteleri meslek okullarına dönüştürmek ya da kapatmak düşünülebilir. Üniversitelerde bölümler ve fakülteler ciddi ihtiyaç planlamasından sonra açılmalı, mevcutların da kendilerine ayrılan bütçeleri haklı çıkarmaları istenmeli." diye konuştu. Prof. Dr. Yenal ise eğitim kalitesini artırmanın en başta fikir, ifade ve akademik özgürlüğü tanımaktan geçtiğini savunuyor. Bunlar olmadan iyi bir üniversite olmayacağını söyleyen Yenal, bu özgürlükleri tanımak için de yukarıdan aşağıya darbe dönemlerinde kalan yöntemlerle üniversite yönetilmemesi gerektiğini bu nedenle üniversite yönetişiminin bir an önce değişmesi ve dönüşmesi gerektiğini söylüyor. Prof. Dr. Zafer Yenal güzel bir benzetmeyle durumu şöyle açıklıyor: “Birbirinden farklı yönelimlere, deneyimlere sahip üniversitelere tek bir tip elbise giydirmeye çalışmak onlara deli gömleği giydirmeye çalışmak oluyor bu nedenle rahat hareket edemiyorlar ve düşünemiyorlar dolayısıyla bilim yapamıyorlar bunun en kısa zamanda çok radikal şekilde değişmesi gerekiyor” Üniversitelerdeki öğrenim kalitesi problemlerinin ana başlıkları ifade özgürlüğünün tanınmaması, hocaların liyakatsizliği ve tabii ki bütçelerin yetersizliğinden oluşuyor; ancak bunun yanında henüz üniversiteye gelmeden de birçok problem söz konusu. Bunlardan en önemlisiyse fırsat eşitsizliği. Bu da gelecek haftamızın konusu.

Üniversite enflasyonu, liyakatsizlik

Kasım 2, 2021

·

Makale

Gündemi artık muhalefet mi belirliyor?

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun ifadeleri haftalardır siyasiler arasında tartışma yaratıyor. Barış Yarkadaş dünkü yazısında bu durumu “İktidar gündem belirleme şansını bu hafta sonu da muhalefete kaptırdı. Türkiye cuma gününden beri Kılıçdaroğlu’nun TCMB Başkanını ziyaretini ve bürokrasiye yönelik sözlerini konuşuyor.” cümleleriyle açıkladı. Neler konuşulmuştu? Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları cumhurbaşkanlığı seçim tartışmalarının başladığı dönemden beri dikkat çekiyor. Geçtiğimiz haftalarda da CHP liderinin “siyasi cinayetler” ve “bürokratlar” hakkındaki açıklamalarıyla TCMB Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nu ziyareti hem muhalefet hem hükümet kanadında konuşuldu. Siyasi cinayetler: Kılıçdaroğlu "Erdoğan gerilimi doruk noktasına çıkarıp seçime gitmek ister. Eğer iş belli grupların ellerine silah alıp belli kişileri öldürme yoluna gitmezlerse bir gerilim olmaz. Siyasi cinayetler... Böyle kaygılarım var." demiş, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'ysa iddia hakkında resen soruşturma başlattığını duyurmuştu. Bürokrasi açıklaması: CHP lideri bürokratlara seslenerek "Açıkça söylüyorum; vazife namına mafyatik düzene hizmet edemezsiniz. Kanun dışı işleri emir olarak telaki edemezsiniz. Siz Erdoğan ailesinin değil, bu devletin şerefli memurlarsınız" demiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan da "Sen nasıl olur da bu ülkenin memurlarını tehdit edersin" diye tepki göstermişti. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasındaki “Pazartesiden itibaren” ifadesi; 18 Ekim’in "seçim çalışmaları başlangıcı” olduğu şeklinde yorumlanmıştı. TCMB Başkanına ziyaret: Kılıçdaroğlu geçtiğimiz hafta gerçekleşen görev değişikliklerinin hemen ardından TCMB Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nu ziyaret etmiş, görüşmenin ardından yaptığı açıklamada "siyasetin bu kuruma müdahale etmesini istemiyoruz" demişti. CHP lideri açıkça Cumhurbaşkanı Erdoğan'a "kurumsal kimliğine saygı göster" çağrısında bulunmuştu. “Olumlu” yorumlar CHP liderinin hamleleri ve açıklamaları ittifakının yanı sıra birçok gazeteciden de destek gördü. Öncelikle siyasi cinayetler açıklamaları, İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Koray Aydın ve DEVA Partisi lideri Ali Babacan tarafından desteklenmiş, Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ ise kendisine yönelik suikast ihbarı aldığını dile getirmişti. Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu da “dostça ikazlar” aldıklarını söylemişti. Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Balbay, "Sanki bu ülkede hiç siyasi cinayet olmadı!" başlıklı yazısında son dönemlerde gazetecilere yönelik düzenlenen saldırıların "siyasi cinayet girişimi", Tahir Elçi'nin öldürülmesinin de siyasi cinayet olduğunu belirterek Kılıçdaroğlu'na destek verdi. Barış Yarkadaş dünkü yazısında Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara yönelik açıklamalarının “bir tehdit değil, uyarı olduğunu” belirterek, "Hiç kimse, yaptığı hukuksuzlukların yanına kâr kalacağını düşünmemelidir! Zira; bugünün yarını da vardır.” dedi. Murat Yetkin de köşe yazısına TCMB Başkanı'yla Kılıçdaroğlu görüşmesini taşıdı. Yetkin bu görüşmeyi bir "dönüm noktası" olarak nitelendirdi. Bu ziyaretin daha önce bir örneği olmadığını belirten Yetkin, Kavcıoğlu’nun gelen görüşme talebine aynı gün dönmesinin olumlu olduğunu söyledi. Yetkin görüşmenin ardından PPK'da verilecek faiz kararının da daha da merakla beklenir olduğunu belirtti. Habertürk yazarı Kübra Par “Kılıçdaroğlu'nun Merkez Bankası ziyareti etkili bir hamleydi” başlıklı yazısında ziyareti “etkili bir hamle” olarak yorumladı. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan da görüşme hakkında Kılıçdaroğlu'nun "adaylığını benimsetmek için doğru tüyolar aldığı" görüşünü savundu. Hükümet ne diyor, ne yapıyor? Kılıçdaroğlu’nun siyasi cinayetler açıklaması için AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik , Erdoğan'ın hedef gösterildiğini iddia ederek ifadeleri "sorumsuzluk" ve "ahlaki olmayan bir tavır" olarak nitelendirmiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan da "Bu kim olursa olsun böyle bir siyasi cinayetin işlenmesine, bunun ülkemizde yaşanmasına fırsat vermeyiz. Bu tür iftira atanlara da meydanı bırakmayız" demişti. DHA’nın haberine göre dün Erdoğan'ın avukatları bu iddialara ilişkin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvuruda bulundu. CHP liderinin TCMB ziyaretinin ardından yaptığı açıklamaları da eleştiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Merkez Bankası bağımsız olmamış olsaydı sana bu randevuyu vermeyebilirdi" demişti. Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara yönelik açıklaması da büyük tepki topladı. AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, CHP liderinin açıkça devlet memurlarını tehdit ettiğini savunurken AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal ise "Ateşle oynuyorsun" demişti. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ, "Kemal Bey’in maşallah yine cesareti yerinde" diyerek bu cesaretini FETÖ'ye ve PKK'ya karşı gösteremediğini öne sürmüştü. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın avukatlarının bürokratlar açıklamasıyla ilgili de Erdoğan’a "hakaret içeren ifadelerin de yer aldığı" gerekçesiyle suç duyurusunda bulunduğu bildirildi. Seçime hazırlık mı? CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları ve ziyaretleri, “seçim hazırlığı” olarak yorumlanıyor. Millet İttifakının diğer üyesi Meral Akşener’in de şehir gezileri gerçekleştirmesi bu yorumu güçlendiriyor. Henüz net açıklama yapılmasa da erken seçim olacağı iddiaları da sık sık gündeme geliyor. “Ben” kullanımı: Kılıçdaroğlu’nun uzun süredir açıklamalarını birinci tekil şahıs olarak yapması özellikle Millet İttifakı’nın tepkisini çekmiş, “ittifakı da düşünmeli” diye eleştirilmişti. T24 yazarı Aydın Engin dünkü yazısında Kılıçdaroğlu’nun bu üslubunun bir nedeni olduğunu düşündüğünü ve karşılığının da görüldüğünü vurguladı. Engin bu üslupla yapılan tüm açıklamaların hükümet kanadında “paniği artırdığını ve susamaz hâle getirdiğini” söyledi. Muhalefetin sesi değişiyor, gürleşiyor Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’nın söylemlerinde dikkat çeken bir diğer unsur “kapsayıcı” ve “barış odaklı” ifadeler kullanmaları. CHP liderinin açıklamalarında “halkım” ifadesini sürekli olarak yinelemesi buna verilen en net örneklerden biri. Halkın kutuplaştığı yorumlarının yapıldığı dönemlerde bu ifadelerin kullanımının “barış ve çözüm odaklı” bir siyaset anlayışını benimsediği değerlendiriliyor. Hükümet kanadında değişen bir dil ya da hitabet görünmüyor; ancak muhalefetin değişen tavrının anket sonuçlarına yansıdığını söylemek mümkün. Avrasya Araştırma şirketinin 9-14 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirdiği seçim anketine göre, AK Parti oyların %28.9'unu CHP %28.7'sini İYİ Parti de %11,6'sını alıyor. MHP'yse barajın altında kalıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan son seçim anketleriyle ilgili “Özellikle son dönemde ortaya atılan anketlerin kimler tarafından ne amaçla yapıldığı ortadadır. Bu tür anketlerle manipülasyonlardan ciddi anlamda bıktık” demişti, Avrasya Araştırma Şirketi Başkanı Kemal Özkiraz da Erdoğan’a “Koy sandığı sağlamasını yapalım. Görelim kimmiş yalancı.” diye cevap verdi. Tüm bu gelişmeler ışığında, erken ya da zamanında gerçekleşecek bir sonraki seçimde hem muhalefetin “kapsayıcılık” politikasının hem de hükümetin “aynı tavrının” halka nasıl yansıdığını açıkça görüleceğini söylemek mümkün.

Gündemi artık muhalefet mi belirliyor?

Ekim 19, 2021

·

Makale

Validebağ’da neler oluyor?

Validebağ Savunması inisiyatifi dün sabah saatlerinde Validebağ Korusu'nun büyük kapılarının araç girişine müsaade edecek biçimde açılmış durumda olduğuna, 40-50 civarı kolluk kuvveti unsurunun da çevrede bulunduğuna dair bir paylaşım yaparak "desteğinizi bekliyoruz" şeklinde çağrıda bulundu. Sonrasında Validebağ Korusu'na iş makineleriyle gelindiği ve Validebağ sakinlerininin itirazlarına rağmen koruya kum ve moloz döküldüğü paylaşıldı. Bölgedeki gerilim ve bölge sakinlerinin nöbeti akşam saatlerine kadar sürdü. Kimler, ne diyor? Validebağ Gönüllüleri'nin açıklamasında aşağıdaki ifadelere yer veriliyor: "Üsküdar Belediyesi sabahın 5’inde onlarca polis eşliğinde kepçe ve kamyonlarla koruya girdi. Molozlar ve kumlar döken işçilere Validebağ nöbetçileri direniyor. Hukukçu başkan Hilmi Türkmen polis eşliğinde hukuk ve doğa katliamı yapıyor!” Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen ise yapılan işlemin "halkın talebi" doğrultusunda "betonlaşan, yürümeyi imkânsız kılan yolun doğal toprakla düzenlenmesi" olduğunu savunuyor. Koruya moloz dökülmediğini söyleyen belediye, korunun "Sadece bizim olsun kimse gelmesin diyen küçük bir grubun algı operasyonuna kurban edilmeyeceğini" belirtiyor. Validebağ Korusu'nda dün yaşananları Aposto!'yla paylaşan Avukat Onur Cingil ise "Bu moloz değil, bu kum diyorlar. İçinden çıkan şeyler, asfalt parçaları, büyük taşlar, çok fazla cam çıktı. Elektrik kablosu falan çıktı içinden. Bildiğiniz inşaat molozu." ifadelerini kullanıyor. Cingil ayrıca "küçük bir grup" eleştirilerine "Validebağ Korusu zaten halkın. Bir zümre var evet, o zümre burayı ranta açmak istiyor. Biz istiyoruz zaten halkın kalsın." ifadeleriyle yanıt veriyor. Problem? Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün kararında "yapılacak uygulamanın doğal sit alanı veya tabiat varlığını etkileyecek bir müdahale içermesi hâlinde ise konuya ilişkin ilgili TVK Bölge Komisyonu izni/görüşü alınmadan herhangi bir uygulama yapılmaması" ifadesi yer alıyor. Dava süreçlerinin devam ettiğini ve üç ayrı yürütmeyi durdurma kararı olduğunu vurgulayan anayasa profesörü ve CHP İstanbul Milletvekili İbrahim Kaboğlu anayasa hükmü gereği yargı süreci sonuçlanıncaya kadar Validebağ Korusu’na herhangi bir müdahalede bulunulamayacağını söylüyor ve Üsküdar Belediyesi yetkililerini "Anayasa'ya saygıya" çağırıyor. Neden önemli? İstanbul'da şehir içinde 1. Derece Tarihî ve Doğal Sit Alanı statüsündeki son koru olma özelliğini taşıyan ve 354 dönümlük bir alana yayılan Validebağ Korusu'nun korunması için verilen mücadelenin 1996'dan bu yana sürdüğü biliniyor. Validebağ Savunması'nın 2021'de hazırladığı rapora göre Üsküdar Altunizade mahallesindeki Validebağ Korusu 130 kuş, 31 kelebek, 200 otsu bitki türüne ve 101 tür ağaç, ağaççık ve çalıya ev sahipliği yapıyor. Dün gerçekleşen forumdan. | Nidal Aras Arka plan 1980 darbesi sonrasında arazisinin daraltıldığı ve 90'lı yıllarda yapılaşma tehdidiyle karşı karşıya kaldığı söylenen Validebağ Korusu'nun korunması için 2001'den bu yana Validebağ Gönüllüleri Derneği adı altında faaliyet gösteren bölge sakinleri, imar planı üzerindeki değişikliklere direniyor. 2014'ün ekim ve kasım aylarında Üsküdar Belediyesi tarafından Validebağ Korusu sınırında başlanan camii inşaatı, koruyu yapılaşma tehdidiyle karşı karşıya bırakması nedeniyle protestolara neden olmuştu. 2018'de İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanan "Millet Bahçesi" projesinin "korunun doğal dokusunu yok ederek basit, yapılandırılmış peyzajla Validebağ'ı tahrip edeceği ve canlı yaşamına zarar vereceği" gerekçeleriyle projeye karşı 11 bin imza toplanmış ve dava açılmıştı. 2019 Şubat'ta "projelendirme süreci ve tahsis işlemleri tamamlanamadığından" proje durdurulmuştu. 2020 Mayıs'ta ise Validebağ Korusu'nun 261 bin metrekarelik alanı Millî Emlak tarafından "bakım ve düzenleme" yapılmak üzere Üsküdar Belediyesi'ne tahsis edildi. Bölge sakinleri bu gibi gelişmelerin ardından nöbet başlattı. 2021 Mayıs'ta ortaya çıkan bilirkişi raporunda "çocuk oyun alanı, fitness alanı ve lüks kaplama malzemelerinin koruyu park düzeyine düşüreceği, yoğun inşaat sürecinin korudaki ekosistemi olumsuz yönde etkileyerek çöküşüne neden olacağı" vurgulandı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum'un projeye 21 Haziran'da başlanacağını duyurmasının ardından yeni bir nöbet başladı ve Haziran 2021'de İstanbul 6. İdare Mahkemesi proje planları hakkında yürütmeyi durdurma kararı verdi. Şimdi ne olacak? İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanı Gürkan Akgün koruda yapılan uygulamanın suç kapsamına girdiğini vurgulayarak suç duyurularının yapılacağını belirtti. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Mücella Yapıcı da durumun "hukuka, yaşama, insan haklarına meydan okumak" olduğunu belirterek yetkililer hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını açıkladı.

Validebağ’da neler oluyor?

Eylül 22, 2021

·

Makale

Türkiye’de kadın mücadelesi: Şiddet, isyan ve dayanışma

Geçtiğimiz günlerde öldürülen son kadının ismini anarken saat gece yarısını geçmişti, Bahariye Caddesi’nde yürüyordum. Tek başıma yürümekten korktuğum için yanımda bana eşlik eden biri vardı. Saat sokakta yalnız olmanın pek de hoş karşılanmadığı bir aralığı gösteriyordu. “Bana ne zaman sıra gelecek acaba?” “Üzgünüm.” “Bence de üzgün olmalısın." Ertesi gün saatin sivil yaşamı onayladığı bir vakitte metroda bir erkek, bir kadına bıçak çekerken görüldü. "Demek ki saatlerin de önemi kalmadı artık" diye düşündüm. Her an, her yerde, her gün olabilir. Bu yazı yayımlandıktan birkaç saat sonra ben de nefes almayabilirim. Bir kadının bir erkek tarafından yalnızca kadın olduğu için öldürülmesine femicide (kadın cinayeti) deniyor. “Devletin kadını korumadığı, cinayetleri önlemediği, faili cezalandırmadığı bir düzende cinayetin sistematik hâle gelmesi” ise feminicidio (cinskırım) olarak tanımlanıyor . Günde en az üç kadının yaşamını erkeklerin elinde yitirdiği Türkiye’de, problemin temel kaynağına - toplumsal cinsiyet eşitsizliğine - dikkat çekmek gerekiyor. Nitekim problemi çözmenin yolu problemi tanımak, sonra anlamak ve buna yönelik sürdürülebilir çalışma yürütmekten geçiyor. Aposto!’ya konuşan Mor Çatı gönüllüsü Selime Büyükgöze de “Kadın cinayetleri, kadınlara yönelik sistematik erkek şiddetinin sonucudur. Erkek şiddetinin kaynağıysa toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir. Bu nedenle kadın cinayetlerini engellemenin yolu toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaktan geçiyor.” diyor. Eşitsiz güç dengeleri Toplumsal cinsiyet eşitsizliği; toplumsal cinsiyet rolleri oluşturulmasını, bu rollerin hegemonik erkeklik temsilleri çerçevesinde hiyerarşik bir sistem üzerine kurgulanmasını ve güç dengesinin aynı erkekliğe hizmet etmesini kapsıyor. Erkeklik de nicedir dünya devletlerinin gittikçe artan otoriterleşme eğilimlerinin önemli bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Bu eşitsizlikte, şiddetin önlenmesi için atılan her adım geçici bir paravan görevi üstleniyor; zira Türkiye gibi toplumsal cinsiyet eşitliğinin olmadığı ülkelerde kadına yönelik şiddetin önlenmesi de mümkün olmuyor . Geçici çözümler yalnızca o ay hayatını kaybeden kişi sayısını azaltıyor. Kadın ve erkek arasında eşitsiz bir güç çatışması yaratan ataerkil sistemlerde, bu sistemin dışındaki bireylerin şiddetle karşılaşması da artık eskisi gibi şaşırtıcı değil. Kabullenilmiş çaresizliğin etkin olduğu toplumlarda kolektif bilinç ve ortak akılla savaşılması gereken şiddet mekanizmalarına dur diyebilmek de giderek zorlaşıyor. Mücadelenin görünürlüğü Büyükgöze, toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçek kılmanın devletin yükümlülüğünde olduğuna işaret ediyor. İstanbul Sözleşmesi de eşitliği sağlamanın bir parçası. Sözleşmenin temelinin “kadına yönelik şiddeti önleme, kadınları şiddete karşı koruma, failleri cezalandırma ve şiddetle mücadele etmekten sorumlu kurumlar arasında koordinasyonu kurmaya dayandığını” söyleyen Büyükgöze, “Kadın cinayetlerini önlemek devletin sorumluluğudur.” diyor. Son yıllarda kadın cinayetlerine yönelik kamuoyu tepkilerinin büyük kitle hareketlerine dönüşmesi umut verse de ölen kadınların ismi bir sonraki gün unutuluyor. Mücadele edilmesi gereken şeylerin sayısı arttıkça, normalleştirme ve duyarsızlaşma da beraberinde geliyor. ABD merkezli insan hakları hareketi Black Lives Matter’ın hayatını kaybeden kişilerin ismini sık sık anması da bu yüzden. Mücadeleyi görünür tutmak, farkındalığı artırıyor. Öte yandan Büyükgöze’nin de dediği gibi “Türkiye'de feminist mücadele günden güne büyüyor ve daha fazla kadın kendini feminist olarak tanımlamaya başlıyor.” 2010 yılında başlatılan Kadın Cinayetlerine İsyandayız kampanyası da benzer bir amaca hizmet ediyor. Büyükgöze, kampanyanın “kadın cinayetlerine dair farkındalığı artırmanın yanı sıra kadın cinayetlerinin politik olduğu” fikrini aşıladığını dile getiriyor. Kadın cinayetleri politiktir Aşk cinayeti gibi şiddete bahane bulmaya çalışan yakıştırmalar, kadının kadın olduğu için öldürüldüğü gerçeğini artık gizlemiyor; çünkü “cinsiyetçi gerekçelerle verilen haksız tahrik indirimleri” kadın cinayetlerini politikleştiriyor. Büyükgöze, kadın cinayetlerinde bir azalma olmamasını “Devletin şiddeti önleme sorumluluğunu yerine getirmemesinden, kadınları şiddete karşı koruyamayıp failleri cezalandırmak şöyle dursun ödüllendirmesinden kaynaklanıyor.” diye yorumluyor. İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükte olduğu dönemde de gerektiği biçimde uygulanmadığının altını çizen Büyükgöze, “6284 sayılı kanunun uygulanmasında ve şiddet failleri erkeklerin cezalandırılmasında da ciddi sorunlarla karşılaştıklarını” belirtiyor. Bu sırada kadınlar eşleri, sevgilileri, ağabeyleri, babaları, komşuları tarafından; ev içinde, sokakta, ormanlık bir alanda, iş yerinde öldürülmeye devam ediyor . Büyükgöze’nin “Kadına yönelik şiddeti sona erdirmek devletin sorumluluğu, devleti bu konuda izleyip baskı yapmak ise hepimizin sorumluluğu.” sözleri; kadının hayatın her alanında özgürleşmesini sağlamak için önümüzde uzun bir yol olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Türkiye’de kadın mücadelesi: Şiddet, isyan ve dayanışma

Kasım 30, 2021

·

Makale

MEDYADA KADIN TEMSİLİ

Medyada kadın ve kadınlık rollerinin tartışmaya açılması, kadına atanan cinsiyet rollerinden şikayet etmek için uygun zemini hazırlıyor. Zira kadın, temsil ettiği kimlikler bağlamında geleneksel rollerin dışına çıkamadıkça güçlü bir isyanın da kapısını aralıyor. Ataerkil söylemlerin tekrar üretildiği medya ürünlerinde, kadın sıkıştığı rollerin içinde bir hayat sürdürmeye devam ediyor. Sinemada, televizyonda ya da reklamda kimliksiz kalan kadın kendine yabancılaşıyor ve yan karakter olmaktan öteye geçemiyor . Reklamda kadın, istenilen ve arzulanan bir obje über ’in kurucu ortağı ve kreatif direktörü Hande Arslan , kadının reklamda istenen, arzulanan ve ulaşılan ürünlerle eşleştirildiğini söylüyor . Reklamcılık sektöründe 22 yılı geride bırakan Arslan’a göre kadın bedeninin arzu objesine dönüştürülmesi yeni değil — mesleğe başladığı dönemde de reklamdaki kadın sesinin kadife bir tonda olmasına özen gösterildiğini belirtirken kadının "' yatak odası ses tonu'nu kullananları makbuldü,” diyor. Nitekim reklamdaki kadının cinselliği, bireyi sistematik bir tüketime yönlendirmek üzere kurgulanıyor. Hâl böyle olunca reklamın öznesi kadının reklam metninde nesneye dönüşmesi de şaşırtmıyor. Ötekileştirilen kadın kendisine biçilen cinsiyet rollerinin bayrak taşıyıcısı oluyor. Arslan, takdir görmeyi bekleyen, ihtiyaç sahibi kadınların da reklamın tanıdık simaları arasında yer aldığını ifade ediyor: “Hâlâ Türkiye’deki reklamlarda hayatın yükünü, çilelerini taşıyan, 5 kolu 3 bacağı olup her yere yetişen, Allah vergisi dünya güzeli bir kız bir erkek çocuğu olan — hiç 2 erkek ya da tek çocuk değil; çocukların hiçbiri de büyük burunlu değil — yaşlanmamak için kremini de süren, sabahın kör vakti de olsa kalkıp sporunu yapan, sağlıklı beslenip çocuklarını da öyle besleyen, kocasına yeterince ilgi gösterebilen, hatta abartıp kendine zaman da ayıran, mümkünse mutlaka anne, yok değilse bile evli ya da nişan yüzüklü, Instagram’da like’larını bol kepçe alan bir kadın profilinin etrafında dönüyoruz ya da erkeklerin patron olduğu, kadınların annelikten ve hayatın diğer yüklerinden ötürü iş hayatında erkeklere sunum yapan, gücünü yine ‘kanıtlamaya’ çalışan hâllerini izliyoruz.” Yıllar içinde görece bir iyileşme yaşanmıyor değil. Bu değişikliği “ Kadınların kendilerini ifade ediş biçimleri, toplum içinde varoluş biçimleri daha çok düşünülerek dillendiriliyor ,” şeklinde yorumluyor. Reklamda evin yükünü sırtlanan kadınların varlığı yavaş yavaş silikleşiyor. Yaratılan imgesel gerçeklik şekil değiştirirken normatif değerlere meydan okuyan markalar da göz önüne geliyor . Yine de Arslan’ın “Bir kadın reklam yazarı olarak erkek reklam yaratıcılarının bu konuyu iyi niyetli bir şekilde anlamaya çalıştığını düşünüyor ama daha çok yollarının olduğunu hissediyorum,” sözleri, pek de iyimser bir tablo olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. Türkiye’deki Effie Ödüllü Televizyon Reklamlarının 10 Yıllık Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karnesi Araştırması Kaynak: Reklamverenler Derneği ve Bahçeşehir Üniversitesi Sinemada kadın, boynu bükük ve fedakâr Öte yandan kadın imgesinin heteronormatif sistemlerde yeniden yaratılması, medyanın kesişim noktasındaki her üründe karşımıza çıkıyor. Bu anlamda sinemadaki kadın temsilinin de reklamdan farklı olduğunu söylemek mümkün değil. Televizyon dizilerinde hikâyenin öznesi kadınsa karakter kendini mutlaka bir “kadınlık dramının” içinde buluyor — çocuklarını kaybetmiş bir anne ya da eşi tarafından şiddete uğrayan bir kadın. Sinemada kadınlara televizyona kıyasla daha fazla alan tanındığını söylemek mümkün . Genel izleyicinin iştirak etmediği yapımlarda güçlü kadın karakterlere rastlamak da öyle . Seyirci boynu bükük, el mecbur erkeğine koşan kadınlar yerine dilin özgürleştirdiği kadınlarla yeni bir sinema deneyimi yaşıyor. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gizem Parlayandemir , sinemadaki temsil pratiklerinde beklenmedik sürprizlerle karşılaştığımızı da dile getiriyor. Kadın hikâyelerini anlatmak için zaman var Öte yandan kadının erkeğin bir adım arkasında duran rolünde senaryonun fiziksel ve psikolojik şiddeti bir reyting aracı olarak kullanması eşitliğin ilkeselleştirilmesi için önümüzde uzun bir yol olduğunu gösteriyor. Parlayandemir’in “sorunları çözmek için sanat ya da medya bu konuları tartışmaya açabilir ama bunu yaparken mağdurların mağduriyetlerini artırmamak, travmalarını tetiklememek; toplumdaki kadınları da sindirmemek; faillere ya da potansiyel faillere de haz almalarını ya da cüret kazanmalarını sağlayacak medya metinleri sunmamak gerekiyor ,” yorumu, yanlış temsil biçimlerinin gerçek hayatta farklı karşılıklar bulabileceğine işaret ediyor. Hatalı temsillerin can sıkıcılığına sırt çevirip hegemonik erkekliğin hüküm sürdüğü hikâyeleri yer altındaki tozlu depolara itmek de bir seçenek . Kadın hikâyeleri anlatmak için hâlâ zaman varken — şimdi .

MEDYADA KADIN TEMSİLİ

Aralık 7, 2021

·

Makale

İnsan hakları ihlaline giden yol: nefret söylemi

“Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.” - Madde 1 “Herkesin kanaat ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır” - Madde 19 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan ve tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olduğu kabulünden köklenen 30 madde, doğuştan gelen temel hak ve özgürlükleri bireylere, kurumlara ve devletlere karşı güvence altına alıyor. İnsan hakları ihlali nedir? İnsan hakları ihlali; devlet, kurum ya da bireylerin belirli bir topluluk ya da kişilerin temel haklarına yaptıkları müdahale ve engellemeleri tanımlıyor. Kadın cinayetlerinden George Floyd’un ölümüne, Arakanlı Müslümanların Myanmar'da uğradıkları saldırılardan LGBTİ+ topluluklarının ülkelerde maruz kaldıkları ayrımcılığa, haksız tutuklamalardan internet kısıtlamalarına kadar birçok olay, insan hakkı ihlali olarak değerlendiriliyor. Türkiye’deki insan hakları ihlalleri TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanvekili ve CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Türkiye'de son 11 ayda yaşanan hak ihlallerini açıkladı. Rapora göre; Son 11 ayda Türkiye'de insan hakları ihlali nedeniyle toplam 2.344 kişi yaşamını yitirdi. 2.953 kişi işkenceye ya da kötü muameleye maruz kaldı. Son 11 ayda 290 kadın öldürüldü, 1.853 "iş cinayeti" yaşandı. Örgütlenme özgürlüğü ihlallerine de değinen Tanrıkulu, son bir yılda 37 parti, dernek ve meslek örgütünün basıldığını açıkladı. Tanrıkulu, bu süreçte yazıları, konuşmaları ya da genel olarak ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek etkinlikleri nedeniyle 34’ü gazeteci, yazar ve yayıncı olan en az 78 kişinin hapis ya da para cezasına mahkûm edildiğini aktardı. İhlallerin nedenleri? Nedenler söz konusu olduğunda rejimlerin otoriterleşmesi, iç savaşlarda yaşanan artış; silahlanmanın, terör olaylarının, yoksulluğun artması, pandemi döneminde uygulanan kısıtlamalar, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin artması gibi başlıklar sıralanıyor. Bunların yanı sıra bireylerin bireylere uyguladığı hak ihlallerine yol açan ve kutuplaşmayı körükleyen, arka planda kalmış bir neden daha bulunuyor; nefret söylemi. Arka planda bir neden: Nefret Söylemi Hrant Dink Vakfı nefret söylemini, “Bir kişinin veya grubun din, dil, etnik kimlik, engellilik, yaş, cinsiyet, cinsel yönelimini hedef alan önyargıya dayalı olumsuz ve saldırgan ifadelerdir. Hedef alır, ötekileştirir ve düşmanlaştırır.” ifadeleriyle tanımlıyor. Bugün hem sosyal medya gibi alternatif medya kanallarında hem de geleneksel medyada nefret söylemine çokça rastlanıyor. Geleneksel medyada nefret söylemleri Geleneksel medyada din, dil, ırk ayrımının yanı sıra yayın organının siyasi görüşüne karşıt gruplara ve cinsiyet ayrımcılığına yönelik nefret söylemleriyle de sıklıkla karşılaşılıyor. Medyanın kullandığı haber dilinin yanı sıra özellikle siyasilerin de kullandıkları nefret söylemlerini haberleştirmeleri bu ifade biçimini daha görünür kılıyor. Bu konudaki görüşlerini Aposto!'yla paylaşan Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya ve İletişim Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sevda Alankuş, özellikle kadın hakları odağında, haberciliğin mevcut kod ve etiğinin bizzat hak ihlallerine neden olan bir anlatı formu kazanmış olduğunu vurgulayarak şu yorumu yapıyor: “Örneğin neyin haber olup neyin olmayacağına, hangi haber kaynaklarının kullanılması gerektiğine dair kodlar, haberi, hegemonik eril zihniyeti ve dili temsil ederken kadın hakları ihlali yapan bir formata dönüştürmüştür. Bu da karşımıza kadınların ancak bir suçun mağduru veya faili olduklarında veya sıra dışılık, ünlü olmak kriterleri etrafında haber konusu yapılmaları dolayısıyla olumlu haberlerin öznesi olamamaları, bir hak ihlali nedeniyle haber olduklarında yeniden hak ihlaline uğramaları, hatta haber doğrudan kadınlarla ilgili olmadığı durumda bile bu ihlalin ortaya çıkması gibi bir durum yaratmaktadır.” Peki ya alternatif medya? Özellikle sosyal medyanın insanların hayatına dâhil olmasının ardından bireysel nefret söylemlerinde de artış görülüyor. İnsanların “anonimliği” kullanarak kimliklerini gizleyip kendilerini daha “rahat” hissetmeleri ve sosyal medyanın direkt olarak eleştiri için kanal yaratıyor olması bu durumun nedenleri arasında gösteriliyor. Siyasilerin söylemlerinden, kurumların odaklarından ve medyanın dilinden etkilenen birçok kişi nefret söylemini “eleştiri” olarak yorumlamaya ve aradaki çizginin sınırını inceltmeye başlıyor. Mutlu Binark ve Tuğrul Çomu, makalelerinde bu konuyu şöyle ele alıyor: “Kanıksanan nefret söylemi nefret suçlarını örgütleyebilmektedir. Birbiri ardına gerçekleşen tüm nefret söylemleri ve nefret suçları İnternet’in nefret söyleminin yayılmasındaki etkisini ve gücünü göstermektedir. Nefret söyleminin sokağa taşınması, “nefret suçuna” dönüşmeye teşvik edilmesi ve bu söylemin pervasızlığı karşısında ne yapılmalı sorusunu bu noktada sormalıyız. Sosyal medya ortamlarının nefret söylemini doğal bir zihin örüntüsü-yapısı kılmak ve nefret suçlarını övmek için kullanılması ifade özgürlüğü değildir.” Ne yapılmalı? Hem alternatif medyada hem de geleneksel medyada kullanılan nefret söyleminin aşılması için bir “barış dili” oluşturulmasının gerektiği sıklıkla söyleniyor. UCL Birkbeck Institute konuk öğretim üyesi Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, geleneksel medyada ifade özgürlüğünün kısıtlanmaması gerektiğini vurgulayarak “Medya ‘biz’ ve ‘onlar’ kutuplaşmasını güçlendirmekten ziyade; karşılıklı anlayış, saygı, kimlikler/kültürlerarası diyalogu sağlıklı sürdürebilmek adına kelimelerin ve imgelerin gücünü doğru kullanmalıdır.” diyor. Binark ve Çomu ise her şeyden önce bir barış dilinin gerektiğinin altını çizerek “Nefret söylemi yayan, farklı olanı hedef gösteren ve nefret suçunu teşvik eden haber sitelerini, okur yorumlarını, web sitelerini, Facebook gruplarını, Twitter mesajlarını ‘şikayet et kaldır’ yoluyla yeni medya ortamından belki ‘yok edebiliriz.’” ifadelerini kullanıyor. Gelin önce birbirimizi anlayalım... Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim... Gelin önce birbirimizi yaşatalım. -Hrant Dink

İnsan hakları ihlaline giden yol: nefret söylemi

Aralık 10, 2021

·

Makale