Zafer Yenal
LATEST STORIES
Agroekoloji ile akıllı traktörler arasında bilgi ve tarım
2021’in son yazısında Zappa Zamanlar’ın ilk yılında ana izleklerini oluşturan konulardan ikisini birlikte tartışmak istiyorum: Bilgi ve tarım . Bilgiyle kurduğumuz ilişkinin giderek daha karmaşık bir hâl alması , eğitim , yapay zekâ , teknolojik dönüşümler ve emek süreçleri gibi alanlarda yazdığım yazılarda arka fondaki belki de en önemli motifti. Bilginin giderek merkezîleştiği ve ticarileştiği bir dünyada yaşıyoruz. Bilgiye erişimdeki eşitsizlikler , dışlanmalar bilgiye ve bilgi üreten kurumlara güvenin sarsılmasını da beraberinde getiriyor. Aşı karşıtlığı, komplo teorileri , hakikat sonrası dünya tartışmaları hep bu minvalde değerlendirileceğimiz alametler... Öte yandan, tarım başta olmak üzere doğayla kurduğumuz ilişkinin içerdiği kabaran sorunlara, başta arılarla , ağaçlarla , devletle , Akdeniz ’le ilgili yazdığım yazılarda olmak üzere bir çok yerde işaret ettim. Bu sorunların özünde doğayı kaynaklar ve araçlar bütünü olarak görmenin, yemeğe tarımsal üretim süreçlerinden bağımsız bir tüketim pratiği olarak yaklaşmanın yattığını göstermeye çalıştım. Mutsuzluğumuzla da dünyanın tahribatıyla da baş etmenin yolu, insan-merkezli ve bireyci damarları hayli ağır basan bu bakış açısını bertaraf etmekten geçiyor. Hemen ilk bakışta kendini ele vermese de tarımdaki güncel ve hayati birçok mesele birçok başka alanda olduğu gibi bilgi süreçleriyle doğrudan alakalı. En geleneksel bilgi türlerinden çok ileri teknoloji içeren üretim süreçlerine varıncaya kadar muazzam geniş ve çeşit içeren bir spektrumda bilgi üretimi , bilgiye erişim ve bilginin paylaşımı/yaygınlaştırılması tarımın geleceğiyle ilgili temel sorun alanları arasında. Ekim 2021’de yayınlanan Tayfun Özkaya, Mesut Yüce Yıldız, Fatih Özden ve Umut Kocagöz’ün derlediği Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün (2021, Metis) kitabı bu yönde çok aydınlatıcı bir kaynak kitap. Tayfun Özkaya Türkiye’de tarım ve kır çalışmaları alanının önde gelen araştırmacılarından. Yıllarca hocalık yaptığı Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, teknoloji, hayvancılık, köylülük ve organik tarım üzerine yazdığı kitaplarla, yaptığı değerlendirmelerle Türkiye’de daha temiz ve adil bir gıda sisteminin oluşması yönündeki çabalara ilham ve ışık olmuş bir isim. Mesut Yıldız, Fatih Özden ve Umut Kocagöz de tarım ekonomisi, gıda egemenliği ve agroekoloji konusundaki çalışmalarıyla tanıdığımız genç araştırmacılar. Kitap iyi, adil ve sürdürülebilir bir gıda geleceğinin kurulmasında agroekolojik (çevrecil) tarımın önemini tartışan kısalı uzunlu 23 yazıdan oluşuyor. Başka Bir Tarım Mümkün ’ün en dikkat çekici özelliklerinden biri yazarların tarım alanının çok farklı köşelerinden gelmesi. Yazarlar arasında üniversitelerden ve araştırma merkezlerinden araştırmacıların yanı sıra sivil toplum kuruluşlarından aktivistler, Tarım Bakanlığı uzmanları ve üreticiler de var. Faydalı bilginin çok farklı merkezlerde üretilebileceğinin, yaygınlaştırılabileceğinin ve bu süreçte de karşılıklı paylaşımların, istişarelerin taşıdığı önemi gösteren ve maalesef sık rastlamadığımız bir durum bu. Bu önemli çünkü böylece bilginin sadece ortaya çıkarılmasında değil; aynı zamanda kullanılmasında farklı kesimlerin deneyimlerinin, ihtiyaçlarının sürece dâhil edilmesi, bilginin çoklaştırılması ve toplumsallaştırılmasının da yolu açılmış oluyor. Bilginin kapalı kapılar ardında üretilmesi, çoğunlukla ticarileşmiş sınırlı yollarla paylaşılması ve sadece sınırlı kesimlerin ihtiyaçlarına ve çıkarlarına göre şekillendirilmesi, bilginin kullanımıyla yaratılacak ekonomik değerin eşitsiz paylaşımını da beraberinde getirir. Bu durum bilgiyi özelleştirir, sosyal refahın artırılmasına değil, mevcut iktidar ve eşitsizlik ilişkilerinin sürdürülmesine hizmet eder. Tabii bilginin çoklaşması ve toplumsallaşması tek tek bireylerin ve grupların arzularıyla ve edimleriyle olacak bir iş değil. Bu yönde yapılacak kurumsal müdahaleler, bu müdahalelerin kurumsal süreçlere ve oluşumlara evrilmesi birçok farklı alanda olduğu gibi tarımda da çok önemli. Agroekonomi yaklaşımı tam da bu yönde muazzam faydalı bir perspektif sunuyor bize. Tayfun Özkaya ve Fatih Özden bu yaklaşımı şöyle özetliyor: "Endüstriyel tarım büyük ölçüde tarımsal işletme dışından satın alınan tarım kimyasallarına, şirket tohumlarına, büyük tarımsal makinelere, yoğun su kullanımına dayanır. Agroekolojide tarım işletmesi, girdilerini büyük ölçüde kendi içinden sağlar, tarım kimyasalları yerine bir yandan halkın bilgisine diğer yandan bununla uyumlu bilimsel ve ekolojik bilgilere dayanır. Agroekoloji çağdaş olarak hem bir bilim, hem bir uygulama, hem de bir harekettir. Bilim olarak öncelikle biyolojik, biyofizik, ekolojik, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik mekanizmaları, fonksiyonları, ilişkileri ve tasarımları kullanarak bir agroekosistemin çalışmasını açıklamaya çalışan ve inceleyen; bir uygulamalar takımı olarak tehlikeli kimyasalları kullanmadan daha sürdürülebilir bir tarıma olanak veren; bir hareket olarak tarımı ekolojik bakımdan daha sürdürülebilir, sosyal bakımdansa adaletli yapmayı araştıran bir anlayıştır." (s. 19-20) Tarımda 1930’lar kritik bir dönem. Bu yıllarda ticarileşen ve yaygınlaşan hibrit tohumlarla birlikte genetik, kimyasal ve mekanik girdilerin birlikte kullanımı mümkün hâle geliyor ve tarımın sanayileşmesi çok ciddi bir ivme kazanıyor. Başta Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerinde bu dönemden sonra girdi ve sermaye yoğun, fosil yakıt kullanımına dayalı tarım yaygınlaşıyor. Agroekonomi alternatif bir gelişme çizgisi olarak ilk defa bu dönemde gündeme geliyor. Neo-liberal politikalar ve piyasa güçlerinin baskısı altında dünyanın dört bir yanında üreticilerin ekonomik ve sosyal kırılganlıklarının çoğaldığı, köylülerin mülksüzleşme sürecinin hızlandığı, ekolojik tahribatın devasa boyutlara ulaştığı 1990’larda alternatif bir tarım anlayışı olarak agroekonominin popülerliği artıyor. Umut Kocagöz Agroekoloji ’nin son yazısında bu süreçte La Via Campesina , Topraksız Kır İşçileri Hareketi (MST) gibi siyasi oluşumların ve yükselen küresel çiftçi hareketinin rolünün özellikle altını çiziyor. Kocagöz’e göre Latin Amerika’da agroekonomi yaygınlaşmasında eğitimin kurumsallaşması önemli unsurlar arasında başı çekiyor: "[L]atin Amerika kökenli hareketlerin oluşturduğu agroekoloji ağı içinde, Brezilya’nın agroekoloji odaklı meslek liseleri, lisans ve yüksek lisans programları, Venezüella’nın agroekolojiyi temel alan üniversitesi bulunmaktadır. Bu formel sistemin yanında, agroekoloji uygulamasına ve hareketin güçlenmesine yönelik özerk ve bölgesel okullar bulunmaktadır. Bu okullara hem çevre bölgelerden hem de uluslararası ölçekte çiftçi öğrenciler ve aktivistler katılmaktadır." ( s. 293) Başka bir Tarım Mümkün ’de agroekoloji yaklaşımında bilgi üretimi ve bu bilginin niteliği konusundaki tartışmalar önemli bir yer tutuyor. Birçok yazar katılımcı araştırma ve yayım faaliyetlerinin önemine vurgu yapıyor. Burada endüstriyel tarım paradigması içinde sessizleştirilmiş, salt bir uygulayıcıya indirgenmiş üreticinin bilgisinin sürece dâhil edilmesi konusunda yapılan uyarıları dinlemek özellikle hayati geliyor bana. Uluslararası Tarımsal Araştırma ve Eğitim Merkezi araştırmacısı Zerrin Çelik derlemedeki yazısında bu noktayı biyoçeşitlilik ve yerel tohum ilişkisine odaklanarak irdeliyor: "Agroekolojik uygulamalar bilgi yoğunlukludur. Çiftçilerin bilgi ve deneyimleri temelinde geliştirilen, yerel ekolojik koşullara ve kültürel bilgiye uyarlanmış, tepeden aşağıya dayatılmayan tekniklere dayanmaktadır... Agroekolojide kullanılan yerel bilginin en önemli özelliği sadece gözleme dayanmayıp, yaşama ilişkin deneysel bir öğrenmeye de sahip olmasıdır. Karşılan birtakım sorunların çözülmesinde yöresel olarak geliştirilen uygulama ve pratikler sıklıkla kullanılmaktadır. Yerel çeşitlerin tohumluk seçimi, yetiştirilmesi ve muhafazasında da yerel bilgi önemli bir yer tutmakta ve yöresel uygulamalarla karşılaşılmaktadır." (s.98) Yerel bilginin ve bilge köylülerin bilgi üretimi ve teknoloji geliştirme süreçlerine dâhil edilmeyişinin toplumsal ve ekolojik maliyetleri de az değil tabii. Çelik yıllarca sözde olumsuz tarımsal özellikleri nedeniyle ihmal edilen bir yerel buğday çeşidini örnek gösteriyor: “Ancak 1980’lerde çeşidin, sarı pas hastalığına, 35 adi sürme hastalığına ve ayrıca sap sürme hastalığına neden olan etmenlere karşı dirençli genler taşıdığı keşfedilmiştir. Daha sonra bir dizi hastalığa karşı bir direnç kaynağı olarak kullanılmıştır.” (s.89) Türkiye’de agroekolojik tarım uygulamaları henüz oldukça sınırlı. Ama Umut Kocagöz’ün de işaret ettiği gibi son yıllarda olumlu gelişmeler var. Ekolojik çiftlikler, ortak yaşamlı tarım toplulukları ve komünleri, bilgi-turizm-deney takasları, çevrim içi eğitimler, dernek projeleri ve gıda egemenliği kavramı çatısı altında örgütlenen yerel ve bölgesel hareketleri bu yönde hemen ilk akla gelen örnekler. (291) Ayrıca kentlilerin tarıma artan ilgisi, yerel yönetimlerin başta kooperatifçiliği özendirmek olmak üzere tarım alanındaki dayanışmacı uygulamaları, aracıları ortadan kaldırarak üretici ve tüketiciyi bir araya getirecek tedarik mekanizmaları kurma çabaları yine gözümüze çarpan geleceğe dair umut veren gelişmeler arasında. Agroekoloji: Başka Bir Tarım Mümkün kitabını da iyi ve adil bir gıda geleceği kurmak yönündeki bütün bu çabaların entelektüel arka planını güçlendirecek muazzam bir katkı olarak değerlendirebiliriz. Türkiye’de tarımın dönüşümüne dair umut veren çabalardan bahsetmişken bu yönde ilham verici ve çok faydalı bir kitabı daha hatırlatmak istiyorum: O da Ali Ekber Yıldırım’ın yazdığı Üretme Tüket: İthalat-Siyaset-Rant Kıskacında Tarım (2020, SİA Kitap). Ali Ekber Yıldırım yıllardır Dünya gazetesindeki yazıları vasıtasıyla tarımdaki güncel gelişmeleri ve sorunları takip ettiğim, sayesinde birçok yeni gelişmeden haberdar olduğum bir gazeteci. Yıldırım, Üretme Tüket ’te “köy marketinde ithal bezelyeden” “işgal altındaki meralara”, “şekerde pancar-mısır kavgasından” “çiftçiye yasal hakkı olduğu hâlde verilmeyen desteklere” varıncaya kadar bir dizi çok önemli güncel gelişmeyi rakamlarla, anekdotlarla, verilerle değerlendiriyor. Cevabını aradığı sorular da maalesef, tarımın mevcut gidişatı hakkında ve birbirinden düşündürücü: “Antep fıstığı da mı ithal edilecek?”, “Yediğiniz peynirde süt var mı?”, “Tarım bitti mi?” Kısacası, yeni yılda okunacak kitaplar listenize Yıldırım’ın kitabını da hiç tereddütsüz ekleyebilirsiniz. Gördüğümüz gibi, tarımda bilgi üretimi ve teknolojik gelişmelerle ilgili tartışmalar almış başını gidiyor. Türkiye’de konunun daha çok genetik ve kimyasal müdahalelerle ilgili yönleri gündeme geliyor. Uzun zamandır tarımsal ilaçlar, genetiği değiştirilmiş tohumlar, yoğun girdi kullanımının çevreye verdiği zararlar, azalan biyoçeşitlilik gibi meselelerle ilgili haberler, yorumlar sık sık karşımıza çıkıyor. Bununla birlikte çok daha az tartışılmasına rağmen tarımsal üretimde makineleşmeyle (robotlaşmayla mı desek artık? analogtan dijitale geçişle?) ilgili teknolojik yenilikler de epey bir zamandır gündemde özellikle Amerika ve Avrupa’da. Yapay zekâ destekli dijital teknolojiler tarımsal üretimde kullanılan makine ve ekipman havuzunu çok ciddi bir şekilde dönüştürüyor. “Akıllı teknolojiler” ve “hassas çiftçilik” (precision farming) beraberinde üreticilerin otonomisine, mülkiyet haklarına, çevresel etkilere ve değer bölüşümüne dair pek çok önemli soruyu beraberinde getiriyor. Bu alanda Michael Carolan ’ın yazıları oldukça kafa açıcı. Carolan, Amerika’daki gıda sisteminin iyi gıdaya adil erişim, insan sağlığı, çevre gibi konularda yarattığı yapısal sorunları tartışan kitaplar yayınlıyor. Bunlar herkesin anlayabileceği bir dille yazılmış, akademik jargondan uzak kitaplar. Örneğin, geçtiğimiz ekim ayında yayınlanan son kitabı A Decent Meal: Building Empathy in a Divided America [İyi Bir Yemek: Bölünmüş Amerika'da Empati İnşa Etmek] başlığını taşıyor. Bu kitapta Carolan Amerika’daki toplumsal kutuplaşma ve parçalanmışlığın aşılmasında karşılıklı anlayış ve empatiye giden yolda tarım ve yemek dünyasından içgörü ve ilham yaratacak güncel örnekleri tartışıyor. Carolan’ın kitaplarındaki temel dertlerinden biri tarımda yaşanan sorunların sadece kırsalı ilgilendirmediğini göstermek. Tarımın sorunları tüketicileri, şehirlileri, soluduğumuz havayı, kullandığımız/içtiğimiz suyu ilgilendiren genel toplumsal sorunlar. Bir yandan da Carolan yazılarında iyi bir geleceği, yarının daha adil daha çevreci daha sağlıklı bir gıda rejimini nasıl inşa ederiz sorusunu hep canlı tutuyor. The Food Sharing Revolution: How Start-Ups, Pop-Ups, and Co-Ops are Changing the Way We Eat [Yiyecek Paylaşımı Devrimi: Start-Up'lar, Pop-Up'lar ve Kooperatifler Yemek Yeme Şeklimizi Nasıl Değiştiriyor?] kitabında olduğu gibi geleceğe dair çözüm üretme, umut olma potansiyeli taşıyan yeni oluşumları, sosyal hareketleri, toplumsal inisiyatifleri de gündeme taşıyor. Carolan’ın son dönem çalışmalarında üzerinde durduğu konular arasında dijitalleşen tarım teknolojilerinin toplumsal ve siyasi sonuçları özellikle öne çıkıyor. Elbette mesele çok yönlü ve karmaşık. Fikri mülkiyet hakları ve bilgi üretimi/paylaşımı başta olmak üzere yaşanan değişimlerin eğitim, devlet politikaları, emek süreçleri gibi birçok alanda yansımaları var. Son yıllarda büyük veri tarım sektöründe de etkili oluyor. (Örneğin, dünya tarımının lider ülkelerinden Hollanda’da ekilebilir arazilerde hassas teknoloji kullanılan alan oranı 2007’de %15’ten 2015’de %65’e yükselmiş.) Hassas tarım uygulamaları, çok büyük ölçüde üretim, toprak ve hava koşullarına dair toplanılan verilerin işlenmesine dayanıyor. 2021’de hassas tarım sektörü hacmi 6.5 milyar dolara ulaşmış. Bu rakamın yılda %12,6 büyüyerek 2024’te 9.6 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor . Monsanto gibi büyük tarım şirketleri epey bir zamandır tarımla ilgili veri analitiğinde uzmanlaşmış firmaları satın alarak bu alana yatırım yapıyor. Carolan’a göre, bu teknolojiler sadece büyük değil, aynı zamanda hızlılar da: “Bulut veri tabanları, yıldırım hızında indirme süreleri ve genel olarak daha fazla bağlantı özelliği ile bugün neredeyse anında çiftçilerin verim haritaları oluşturmalarına ve değişken oranlı gübre reçeteleri yapmalarına olanak tanıyor.” (s. 748 ) Kullanımı giderek artan hassas tarım teknolojileri arasında uydu yardımıyla (GPS’le) toprak haritalandırma, GPS rehberlik sistemleri ve değişken-oranlı girdi uygulamaları (VRT) var. Tahmin edileceği gibi bu teknolojiler özellikle mısır, soya fasulyesi, pamuk ve buğday gibi ticari değeri yüksek ürünlerin tarımında kullanılıyor. Tabii çiftçiler hassas teknolojiler sayesinde muazzam büyüklükte ve ayrıntıda veriye çok hızlı bir şekilde ulaşırken aynı zamanda bu verilerin oluşumunu da mümkün kılıyorlar. Kullandıkları akıllı cihazlar ve makineler vasıtasıyla tarımsal üretimin birçok bileşenine dair veriler bu ekipmanları üreten şirketlerin kayıtlarına anında geçiyor. Yani çiftçiler artık sadece gıda değil, aynı zamanda veri ve dolayısıyla bilgi de üretiyorlar. Aynı bilgisayarlarımızda, tabletlerimizde cep telefonlarımızda bile isteye bilabedel ürettiğimiz veriler/bilgiler gibi... Yapılan araştırmalar, bu akıllı makineleri kullanan üreticilerin büyük bir bölümünün özel olsun işletmeye dair verilerinin olsun şirketlerin eline geçmesinden ve kendi çıkarları hilafına kullanılmasından endişe duyduklarını gösteriyor. Tabii mevcut endişe ve kaygılar, bu verilerin daha “akıllı” üretim sistemlerinin tasarlanması ve kâr amacıyla üretilebilir ve satılabilir hâle gelme sürecinin olmazsa olmaz bir parçası olmaya devam ettiği gerçeğini değiştirmiyor. Carolan’ın haklı olarak vurguladığı gibi, bilgi üretimi ve paylaşımında sermaye ve üreticiler arasında yaşanan asimetrilerin ve eşitsizliklerin bir de teknoloji kullanımına dair yönleri de var: Dijital Binyıl Telif Hakkı Yasası (DMCA), dijital korsanlığı önlemek için 1998'de kabul edildi. Açık söylemek gerekirse, DMCA, bir traktör sahibinin akıllı ekipmanlarının "beyinlerine" erişmesini yasa dışı hâle getirdi. Ne yazık ki bu, çoğu onarım ekipmanının motor kontrol ünitesine (ECU) erişmeyi gerektirdiğinden, çiftçilerin sahip oldukları iddia edilen ekipmana yağ değiştirme ve kayışları tamir etme gibi şeyler dışında çok az onarım yapabilecekleri anlamına geliyordu. John Deere 2015 yılında ABD Telif Hakkı Bürosu'na gönderdiği bir mektupta, çiftçilerin şirketin bayilerinden satın aldıkları ekipmana aslında "sahip olmadıklarını" yazdı. Bunun yerine, çiftçiler “aracın kullanım ömrü boyunca zımni bir lisans” alıyorlar. Bu iddianın, patentli tohumların mülkiyeti konusunda biyoteknoloji firmaları tarafından yapılan argümanlara dikkate değer paralellikler içerdiğini görmemek imkânsız. (s. 749 ) Tabii çiftçiler de bu duruma sessiz kalmıyorlar; sermayenin bilgi ve beceriyi merkezîleştirme ve çiftçilerin (“kullanıcıların”) otonomisini azaltmaya yönelik çabalarına örgütlenme yoluyla ve dayanışmayla karşı durmaya çalışıyorlar. Dışlanmaya karşı direniş çoğu zaman dijital dünyada da karşılık buluyor. Örneğin, çiftçilerin tarım makinelerini istedikleri şekilde ve yerde onarmaları ya da onarım hizmetinden yararlanmaları için mücadele eden Amerikan Onarım Hakkı Hareketi web sitesinde hedefini şöyle özetliyor: "Satın aldın, ona sahip olmalısın. Nokta. İstediğin zaman, istediğin yerde, istediğin şekilde kullanma, değiştirme ve onarma hakkın olmalı. Misyonumuz bunu yapabilmeni sağlamak. Onarım hakkın için savaşıyoruz. " Yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi’nde kır çalışmaları alanının kurucu isimlerinden Theodor Shanin’i dinlemiştim. Shanin 1971’de derlediği Peasants and Peasant Societies [Köylüler ve Köylü Toplumları] kitabıyla, o dönemde köylülük, küçük üreticilik ve tarımsal dönüşümler alanında yapılan önemli çalışmaları bir araya getirerek tarım sosyolojisinin daha eleştirel bir yörüngeye oturmasına önemli katkıda bulunan isimlerdendi. Keza Shanin, Late Marx and the Russian Road [Geç Marx ve Rus Yolu] (1984, Routledge) kitabıyla Karl Marx’ın ölmeden önce son yıllarında Rusya’yla ilgili yaptığı çalışmaları gün yüzüne çıkarmış ve böylelikle sosyolojik düşünce tarihine de yön veren bir çalışmaya imza atmıştı. Çiftçi bilgisine ve bu bilginin tarımın devamı için önemine yaptığı vurgu, Shanin’in Boğaziçi’ndeki konuşmasından aklımda en çok kalanlar arasında. Shanin’e göre Sovyetler Birliği’ndeki kolektivizasyon politikaları uzun dönemde bu bilginin yok olmasına neden olmuştu. 1970’lerden itibaren iyice görünür hâle gelen Sovyetler Birliği’nin tarımsal sorunlarının arkasında yatan en büyük sebeplerden biri toprak, iklim, tohum gibi üretim unsurlarına dair kuşaktan kuşağa aktarılan kadim bilgi akışının kesilmesiydi. Yine bu yüzden Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusya’da tarım sektörü uzunca bir süre bir türlü kendine gelemedi. Mevcut hâliyle hem üretim hem de mülkiyet açısından çok eşitsiz bir yapıya evrildi. Bizi nasıl bir geleceğin beklediği bilgi üretiminin ve paylaşımının bugünkü koşullarıyla yakından ilgili. Bu her alanda olduğu gibi tarımda da böyle. Başka bir dünyanın, başka bir tarımın yolu bilginin toplumsallaşmasından geçiyor. Bilginin toplumsallaşabilmesinde, sadece ayrıcalıklı bir azınlığa değil; toplumun geniş kesimlerine ulaştırılabilmesinde iyi kamu üniversitelerinin rolü çok büyük. İyi kamu üniversiteleri genel refahı artıracak, sosyal gelişmeyi sağlayacak teknolojilerin, işgücünün, bilimsel altyapının üretimi için elzem. Boğaziçi Üniversitesi yıllardır bu misyonu başarıyla üstlendiği ve yerine getirdiği için milyonların hayalini kurduğu bir üniversite oldu. 2021 Boğaziçi’ndeki öğrencilerine, çalışmalarına yıllarını vermiş her bölümden hoca için mücadeleyle geçti. Daha yılın ilk günlerinde kayyum rektör atamasıyla başlayan tahripkâr süreç, türlü hak ihlalleriyle, seçimlerin göz ardı edilmesiyle, polisiye önlemlerle, üniversitedeki parlamenter mekanizmaların çalıştırılmamasıyla maalesef bugüne kadar geldi. Akademik özerklik ve özgürlük için mücadelemiz 2022’de de devam edecek. Bilimsel ve toplumsal gelişmenin mayası eleştirel düşünce yok olmadan sürebilsin diye... Bu yazının hazırlanması sürecinde verdiği destek ve yönlendirmeler için Biray Kolluoğlu’na ve Derya Nizam’a çok teşekkür ederim. Bütün yıl boyunca Zappa Zamanlar’ı sizlere ulaştırmamda desteklerini benden esirgemeyen başta İlkim Emirler, Sinem Uğurdağ, Bartu Özden ve Orhun Canca olmak üzere tüm Aposto! ekibine minnettarım. Biray Kolluoğlu, Burak Şuşut, Murat Gülsoy, Özge Açıkkol ve Zeynep Uysal’ın destekleri ve teşvikleri de benim için elbette unutulmazlar arasındaydı. Kendilerine ne kadar teşekkür etsem az. Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz. Herkese şimdiden iyi ve sağlıklı yıllar dilerim.
Kadınlar da içer, hem de nasıl içer!
İçki içmek Türkiye’de oldum olası hep netameli bir konu oldu. Bu Osmanlı’da da böyleydi, Cumhuriyet Türkiyesi'nde de... Toplumsal ve kültürel tartışmaların bir yanında rakısıyla şarabıyla hep içki vardı. Atatürk de dâhil siyasi seçkinler ve erken Cumhuriyet döneminin yeni orta sınıfları, alkolü laik modernliğin önemli bir unsuru ve modern yaşam tarzının önde gelen göstergesi olarak benimsediler. Öte yandan, ahlaki ve dinî düzenlemeleri önemseyen daha muhafazakâr sosyal gruplar, her zaman alkollü içki içmeyi ve temsil ettiği yaşam tarzını eleştirdiler. Alkole odaklanan tartışmaların toplumsal matrisi, cumhuriyet dönemi boyunca günümüze kadar pek bozulmadan geldi. Bu matrisi oluşturan en önemli parçalardan biri de toplumsal cinsiyet ilişkileri çerçevesinde şekillendi, dünyada pek çok yerde olduğu gibi. İçki içmek ve kadın olmak birçoklarının zihninde kolaylıkla yan yana gelebilecek durumlar olmadı hiçbir zaman. Dolayısıyla da toplumsal cinsiyet ekseninde değerlendirildiğinde, muhafazakârlık neredeyse tüm toplumsal grupları kapsayan bir özellik hâline geldi. Her ne kadar son yıllarda kadınların içkili mekânlardaki görünürlüğü arttıysa da bugün bile kadın - içki ilişkisi oldukça çetrefilli bir alan olmaya devam ediyor. Peki neden bu böyle? Toplumdaki kültürel çatışmalarda içkinin başat önemini nasıl anlayabiliriz? Öncelikle içki içmenin sosyal bir edim olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Evet, insanlar tabii ki evlerinde de içerler ama içki sokağı, caddeyi, açık havayı, dört duvarın dışına çıkmayı sever. Yani içki içmek özel alan kadar, belki de oradan daha fazla, kamusal alan pratiğidir. Modernleşmeyle kafelerle, barlarla, tavernalarla, restoranlarla dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de içki evden çıkmış, açılıp saçılmıştır. Böyle olduğundan olsa gerek tarihe baktığımızda alkol tüketimi ve yasaklanması konusundaki tartışmaların neredeyse tamamının toplumsal düzen meselesine odaklandığını görürüz. Keza toplumsal ve siyasi değişim emarelerinin yoğunlaştığı dönemlerde de alkol odaklı tartışmalar iyiden iyiye kızışır. (Örneğin 1950’ler, 1960’lardaki alkol yasakları, 1980’lerde yoğunlaşan alkol karşıtı sağlık kampanyaları gibi) Başka bir deyişle, alkol ben ’in (insanın) saflığına ve temizliğine bir tehditmiş gibi gösterilirken, aslında değişmeden korunmaya/muhafaza edilmeye çalışılan biz ’in (toplumun) ta kendisidir. İçki içenler ve içki mekânları, sosyal düzenin olduğu gibi devamı açısından endişe kaynağıdır. Bu endişe boşuna da değildir, çünkü dedikleri gibi içki şişede durduğu gibi durmaz! Ama sadece insanı kendinden geçirebilecek, sarhoş edebilecek biyolojik/fizyolojik sonuçları olduğu için değil. Belki bundan da önemlisi, içkinin sembolik ve kültürel anlam yaratma kapasitesi çok büyüktür. Örneğin rakıyı düşünelim. Rakı, Cumhuriyet döneminde oluşturulan millî kimliğe derinden yerleşmiş bir içkidir. Birçokları için laik Türklüğü temsil eder. Türkiye’deki içki kültüründe rakının merkezî konumu, Fransız içki kültüründeki şaraba benzetilebilir. Ünlü Fransız düşünür Roland Barthes 1972 yılında yazdığı Mythologies [ Çağdaş Söylenler , Metis] kitabında, şarabı Fransız hayat tarzlarıyla ilgili çeşitli mitolojileri destekleyen “totem içecek” olarak tanımlar. İdeal/muteber Fransız için şarabın “nasıl içileceğini bilmek” önemlidir. Fransız, şarabını adabıyla içerken performansıyla, vücut ve zihin bütünlüğünü korumasıyla ve sosyalliğiyle aynı zamanda ortak/kolektif bir ahlâkı kurar, sürdürür. Şaraba dair ulusal düzeyde kabul gören davranış normlarının benimsenmesi ve başarıyla uygulanması “ beni” aşan “ bizi” kuran bir pratiktir. Barthes’dan hareketle rakıyı da Türkiyeli bir totem içecek olarak düşünebiliriz. Rakı etrafında oluşmuş ve sürdürülen birçok ritüel, Türklükle, sınıfsal kimliklerle, erkeksilikle, kadınsılıkla ilgili ortak mitolojileri besler. Örneğin, içkili lokantalarda Atatürk'ün rakı masalarındaki fotoğraflarının popülerliği ve onun efsanevi rakı sofralarıyla ilgili hikayeleri, rakının laik bir ulusal totem konumu için sağlam bir dayanak sağlar. Yine birçok meyhanede küçük bir leblebi kasesiyle, portresiyle ufak bir Atatürk köşesi olması hiç de tesadüf değildir. Sembolik de olsa rakı sofrasının imlediği bu zamansal ve mekânsal birliktelik laik Türkiye’ye inanan kesimlerin kolektif ahlak ve kültürünün önemli bileşenlerini üretmeye devam eder. Kadehleri alttan alta tokuşturmaktan “ağzıyla içer” iltifatını hak ettirecek bedensel hakimiyete varıncaya kadar sözlü sözsüz birçok kural, stilize ifade, jest rakı masasının olmazsa olmazlarındandır. Bu hâliyle de rakı içmek kuralların ve sosyal düzenlemelerin gevşediği bir deneyim alanı asla değildir. Bilakis, rakı sofraları neşeli bir ciddiyet gerektirir ki belli normlar çerçevesinde “dışarıdakileri” “içeridekilerden” ayıran kültürel sınır çizme pratiklerine ev sahipliği yapabilsin. Buradan bakıldığında dünyanın en kadim ve direngen kültürel sınır ve çatışma alanlarının başında gelen toplumsal cinsiyetin, farklı boyutlarıyla rakı başta olmak üzere tüm içki sofralarının neden en önemli tansiyon unsurlarından birisi olduğunu anlamak kolaylaşır. 20'nci yüzyıl kadın hareketinin en önemli isimlerinden Simone de Beauvoir’un Second Sex ’te erkeklik kimliğinin oluşumuna dair yazdıklarını hatırlayalım. Beauvoir’a göre erkeklerin erkekliklerini yaşaması ve başkalarına kanıtlaması ancak kadınlar üzerinden mümkün olur. Yani aynı kadınlarda olduğu gibi erkek doğulmaz, erkek olunur. Erkekleşme sürecindeki başat unsur, kadınlarla girilen ilişkinin niteliğidir. Beauvoir’a göre bu ilişki içinde iflah olmaz bir gerilim taşır. Bir yandan erkekler için kadınlar kendilerinden farklı olmak zorundadır ki her türlü çifte standart meşrulaşabilsin, uygulanabilsin. Bu farklılığın tesisinde kadınlar “doğallaştırılır,” özellikle beden, seks ve doğurganlıkla özdeşleştirilerek. Böylece erkekler kendilerini doğal olanın üzerinde konumlandırılmış olurlar ve kadınlara göre daha özgür olurlar, daha fazla tercih seçenekleri vardır. Öte yandan, erkekler kadınların sosyalliklerini (bir bakıma onlarla eşitliklerini de) tanırlar, çünkü birileri tarafından onay görmeleri ve eşlik edilmeleri de önemlidir. Beauvoir’a göre kadın ve erkek ilişkilerinde bu ikili durum her zaman var ve bu da beraberinde muazzam bir paradoks getiriyor. Ya kadınlar sadece doğayla özdeşleşen özellikleriyle benimseniyor ki o zaman da kadın insan olmaktan çıkıyor, ya da çok insan olursa çok eşit oluyor yeterince doğal olamıyor. Erkekler hiçbir zaman kadınlarla hem doğallıkları hem de insanlıklarıyla bir arada bir ilişki kuramıyorlar. Bu paradoks hem şiddetin hem de her türlü dışlanmanın kapısını ardına kadar açıyor, ayrımcılığı ve önyargıları hep canlı tutuyor. Beauvoir’in altını çizdiği erkekliğin kurucu paradoksunun kendini en açık biçimde gösterdiği yerlerin başında kamusal alan gelir. Kahvehaneler, kafeler, restoranlar gibi mekânlar başta olmak üzere kamusal alanın hemen her yerinde kadının görünürlüğü hep tartışmalı bir mesele oldu. Ancak on yıllarca süren mücadelelerin sonucunda kadınlar erkeklere rağmen kamusal alana katılabildiler, erkek egemen toplumsal yapıları dönüştürme yolunda önemli mesafeler kat edebildiler. Hâliyle bir kamusal alan pratiği olarak içki içmek, erkekliğin içerdiği gerilimleri gözlemlemenin yanı sıra kadınlık ve toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair çatışmaları ve mücadeleleri anlamak için ideal yerlerin başında geliyor. Gazeteci Şengün Kılıç Hristidis’in yeni kitabı Kadehlerdeki Dudak İzleri (Mart 2021, Anason İşleri Kitapları) bu yönde bize üzerinde düşünecek epey bir malzeme ve iç görü sunuyor. Kadehlerdeki Dudak İzleri Türkiye’de kadın ve içki ilişkisinin çok farklı boyutlarını birbirinden ilginç anekdotlar, tarihi belgeler ve gözlemlerle sergileyen oldukça zengin bir kitap. Kitapta Hristidis’in yazılarının yanı sıra Naim Dilmener, Ebru Çapa, Aydın Engin gibi kültür dünyasının farklı kulvarlarından bildiğimiz isimlerin yazdığı kısa yazılar/değinmeler de var. Ayrıca Güzin Değişmez, Deniz Türkali, Melis Sökmen, Müzeyyen Senar gibi isimlerle yapılmış röportajlarla bezeli kitapta yıllarını müzik ve eğlence dünyasında geçirmiş kadınların konuya dair birinci elden gözlemlerini okumak da mümkün. “Panç vakası,” ilk bira markası Vve Prokopp, “kafeşantanlar” (19'uncu yüzyılın sonlarındaki içkili alafranga eğlence yerleri) ve 1856’da Abdülmecid’in de katıldığı Fransa elçiliğinde verilen İstanbul’daki ilk balo gibi Osmanlı döneminde içki kültürünün pek bilinmeyen yönleri kitabın ilk bölümünü oluşturuyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında 21'inci yüzyıla kadar kadının içkiyle hiç bitmeyen oldukça çekişmeli serüvenine dair birçok enteresan detay öğreniyoruz. Örneğin, 2004 yılına kadar içkili yerlerde çalışabilmek için kadınların “vesika” taşımak zorunda olduklarını biliyor muydunuz? Eril devletin kadın-içki-namus ilişkisini denetleme amacıyla 1934’te yürürlüğe soktuğu bu belge düzenlemesi, bazen gevşek bazen daha sıkı biçimlerde 70 yıl devam etmiş. Kadehlerdeki Dudak İzleri ’nde bu “vesika” taşıma yükümlülüğünün çok farklı dönemlerde ve çok farklı konumlardaki kadınların canını nasıl sıktığını okuyoruz. Bunların arasında İstanbul’un en öncü kadın işletmecilerinden Ece Aksoy da var, Müzeyyen Senar da... 2001’de TGI Friday’s restoranında garsonluk yapan Turizm Meslek Lisesi mezunu 8 genç kadının vesikaları olmadığı için göz altına alınması da unutulacak cinsten bir hikaye değil: “İlk kez çalışma belgesinden haberdar olduk. Polise gittik. Önümüzdeki kâğıtları imzalarken, bir kadın polis bizi uyararak, ‘Bu belgeleri imzalayıp, sağlık raporu için Zührevi Hastalıklar Hastanesi’nden belge aldığınız zaman belgelenmiş oluyorsunuz,’ dedi. Yani hayat kadınının gördüğü muameleyi görecektik. Vazgeçtik...” (157) Kadehlerdeki Dudak İzleri ’nin “Aşılmaz denen duvarlar da aşılır” başlıklı bölümü, “kadınların ‘erkeklere ait en özel’ alanların” yani içkili mekânların kapılarını müşteri olarak zorlamaya başladıkları 1950’li, 1960’lı yıllarla ilgili. Şengün Kılıç Hristidis’e göre “içkili mekân tabusunu ilk kıranlar,” bohem kuşağın kadınları oldu. Burada Hristidis’in ilk altını çizdiği örneklerden birisi Leyla Erbil. Yazarın Tuhaf Bir Kadın adlı romanında Beyoğlu’ndaki meşhur Lambo’ya ayırdığı geniş yere atıfla Erbil’in kamusal alandaki erkek egemenliğine karşı çıkan öncü kadınlardan olduğunu belirtir. Sadece yazdıklarıyla ve söylemsel düzeyde değil, aynı zamanda fiiliyatta da. Tabii o dönemde tabu kıran başka kadınları da unutmamak lazım: Erkek mekânı olan Lambo’nun kadın müşterileri arasında Minâ Urgan, Leyla Umar, Nahit Fıratlı, Güner Kuban gibi isimler vardır. Beyoğlu Nevizade Sokak’ta kadın müşterilerin bu yıllarda kapısını zorladığı mekânlardan biri de Lambo’nun karşısındaki Lefter’dir. Kadın müşteri kavramının henüz olmadığı düşünülürse, Lefter’de sadece pisuvar olmasına da şaşırmamak gerekiyor. Sözün özü, Nevizade Sokak’taki meyhaneler bugün bu duruma gelmişse bunda kadınların ciddi payı var! (121) Peki Hristidis’in de kitabında anlattığı ve tarihte Türkiye’den de örneklerini verdiği özellikle uluslararası feminist hareketin ilk evrelerine damgasını vuran “alkol karşıtı bakışı” nasıl değerlendireceğiz o zaman? Burada kadınların tarihte sadece içkiye ya da içkili mekânlara karşı değil, içecek aleminin tam tersi kutuplarında yer alan kahveye ve kahvehanelere karşı da benzer tepkiler verdiğini hatırlamak önemli. Avrupa’da kahve, baharat, çikolata ve tütünün tarihini anlattığı Keyif Verici Maddelerin Tarihi: Cennet, Tat ve Mantık (2019, Kırmızı Kedi) başlıklı muazzam kitabında Alman kültür tarihçisi Wolfgang Schivelbusch 1764’de Londra’da kadınların otoritelere yazdığı kahve karşıtı dilekçe ve ilandan bahseder. Başlığından dilekçenin içeriğini kestirmek pek zor değildir: “Kurutan, Zayıflatan İçeceğin Aşırı Kullanımının Sekse Büyük Zararlarının Kamuoyunun Görüşüne Sunulması Amacıyla Hazırlanan Kadınların Kahveye Karşı Dilekçesi.” Schivelbusch’un bu dilekçeyi yorumlaması görünenin arkasındaki örtük ama çok önemli unsura dikkat çekmesi açısından oldukça ufuk açıcıdır: Bu şikâyetin arkasındaki sosyopolitik dürtüyü tespit etmek kolaydır: Bu dönemin İngiliz kahvehaneleri kadınları dışladı ve kadınlar broşürlerinde toplumun artan ataerkilleşmesine isyan ediyorlardı. Bu muhalefetin kahvenin erkekleri iktidarsızlaştırdığı argümanını kullanması, bir yandan bu fikrin o zamanlar ne kadar güçlü olduğunu, diğer yandan da bu zamanın kadınlarının hiç de püriten olmadıklarını, hatta tam tersi ne kadar anti-püriten olduklarını gösteriyor. (37) Bu yorum kadın hareketinin özellikle ilk zamanlarında karşımıza çıkan “alkol karşıtı bakışı” da bir perspektife koymamıza yardımcı olabilir. Bu bakışı, özünde içkiye değil içkili mekânlardaki erkek egemenliğine ve içki etrafındaki patriarkal aşırılıklara bir tepki olarak okumak mümkün. Çünkü unutmamak gerekir ki sadece bizde değil dünyada hemen her yerde içki içmek öncelikle erkeksi bir edim olmuş. Kadınlar da bütün bu iki yüzlülüğe, çifte standartlara, dışlanmalara karşı direnmişler, dünyayı daha adil bir yer yapmak için çok çeşitli taktiklerle mücadelelerine devam etmişler. Şengün Kılıç Hristidis Kadehlerdeki Dudak İzleri ’nin son sayfalarında bu mücadelelerin 21'inci yüzyıl dünyasında geldiği noktayı, rakı örneği üzerinden şöyle değerlendiriyor: 2020’lerde bile internet ortamında da olsa “kadınlara yönelik” rakı adabı/rakı nasıl içilir yönünde bloglar bulunuyor. Bu bloglarda, gayet “iyi niyetli” yaklaşımlarla kadınlara nasıl yüksek sesle kahkaha atmadan eğleneceği, garsonla samimi olmadan nasıl sipariş vereceği, kadehte ruj izi bırakmadan rakıyı nasıl içeceği öğretiliyor; evrimleşmelerini beklemek dışında yapılacak bir şey yok gibi... Çatlak erkek sesleri bir tarafa bırakılırsa içinde bulunduğumuz dönemi kadının rakıyı babası gibi, kocası gibi içmekten kurtulduğu bir dönem olarak yorumlamak mümkün; kadın rakıyı “adam” gibi değil, “kadın gibi içer! (221) Epey rakıdan bahsettim bu yazıda. Buradaki değerlendirmeleri yaparken Biray Kolluoğlu’yla birlikte yazdığımız “Entitled Drinking In a Changing World” [Değişen Dünyada İçme Hakkı] başlıklı yazıdan çokça yararlandım. Yine bu yazıdan ödünç, rakıya dair belki eril kafamızı iyice karıştıracak bir yorumla bu yazıyı bitirmek istiyorum. Rakı içmek genelde babadan ya da erkek akrabalardan öğrenilen bir pratiktir. Babalar, amcalar genelde “güzel” içerler. Bu erkekten erkeğe aktarım, birçokları için erkekliğin inşasında (yani muteber erkek olma yolunda!) içki içmenin organik rolüne işaret eden bir özelliktir. Burada birçokları tarafından içkiyle birlikte kullanılan olumlayıcı bir sıfat olarak “güzel” üzerine biraz durup birlikte düşünebiliriz. Neden “güzel” de “yakışıklı” değil örneğin? Bu rakının erkekler için bir arzu nesnesi olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de hiper-erkeksi ortamlarda rakı kadınsılıkla daha çok bağdaştırılan bir içecektir, kim bilir! Öyle ya da böyle, ister en mütevazi rakı sofralarında ister farklı renklerde mezelerle, özel uzun ince bardaklarla süslenmiş masalarda rakı hep güzelliğine iltifat edilen, içtikçe “güzelleşilen” bir içecektir. İçenlerin erkekliğini kâh sınavdan geçiren kâh kanıtlayan ve kâh pekiştiren ritüelleriyle dişileşmiş bir içecek diyebilir miyiz rakıya? Ne dersiniz? Yazımın başlığında ilham aldığım ve müziğine hiçbir zaman doyamadığım Nazan Öncel’e de bir selam vererek bitirelim. Hem de bu link size güzel bir pazar sürprizi olsun. Bu yazının hazırlanması sürecinde verdikleri destek ve yönlendirmeleri için Zeynep Uysal ve Biray Kolluoğlu’na çok teşekkür ederim. Bitirirken her zamanki hatırlatmalarımı yapayım: Bu bülteni çevrenize iletebilir, apos.to/n/zappa-zamanlar adresi üzerinden ücretsiz kayıt olmalarını söyleyebilirsiniz. [email protected] adresinden bana ulaşabilirsiniz, düşüncelerinizi, okuma ve dinleme önerilerinizi benimle paylaşabilirsiniz. Hepinize şimdiden iyi bir hafta dilerim. Sağlıcakla kalın.
Keşke vicdanla karın doysa
Bugünlerde çalışmakla ilgili konular dünyada hemen herkesin gündeminde. Öncelikle hemen akla Covid-19 salgınıyla beraber değişen çalışma rejimleri geliyor. İşten çıkartmalar, ücretsiz izinler, kapanan işletmelerle iyice esnek hâle gelen çalışma düzenlerinin, artan prekaritenin (kırılganlıkların) ve işsizliğin aylardır başta kadınlar ve gençler olmak üzere çalışan sınıflar üzerindeki tahribatı büyük oldu. Özellikle beyaz yakalı işlerde çalışmanın bilgisayarlarla evlere taşınmasının etkileri, çalışmayla ilgili yeni mekânsal/zamansal düzenlemelerle sınırlı kalmadı. Bu gelişme, iş disiplini, kontrol, çalışan otonomisi , verimlilik, mesai arkadaşları arasında güven gibi başlıklarda yeni soruları ve tartışmaları ortaya çıkardı. Nihayetinde işi olanın da olmayanın da türlü türlü dertle boğuştuğu bir dönemin içinden geçiyoruz. Çalışma rejimlerinde yaşanan gerilimlerle ilgili güncel tartışmalarda genelde ıskalanan, neredeyse hiç üzerinde durulmayan bir boyut daha var. Bu boyut işlerin daha niteliksel, özellikle vicdanı ve ruhu ilgilendiren yönleriyle ilgili ve genelde istihdam rakamlarına kilitlenen tartışmaların dışında kalıyor. Bugün size çalışma hayatıyla ilgili çok dillendirilmeyen konularla ilgili birisi çok yeni, diğeri daha eski iki kitaptan bahsedeceğim. Yeni olanı, daha geçen ay yayınlanan Eyal Press’in Dirty Work: Essential Jobs and the Hidden Toll of Inequality in America [Kirli İş: Amerika'da Temel İşler ve Eşitsizliğin Gizli Ücreti] . Diğeri, daha önce “ Hey Corç Versene Borç! ” başlıklı yazımda çalışmalarından bahsettiğim David Graeber’in 2018 tarihli Bullshit Jobs: A Theory [Tırışkadan İşler, Everest Yayınları, 2021] kitabı. Press’in derdi vicdanı kirleten işler le ilgili, Graeber’inki ise ruhu yoran işler le. Önce Press’in kitabıyla başlayalım. Dirty Work , Amerika’da ifası vicdanen tartışmalı işlerde çalışanların para kazanmak için yaptıklarının anlamını hem kendileri hem de içinde yaşadıkları toplum için sorguluyor. Bu kitapta değinilen meslek grupları arasında insansız hava araçlarını uçurup imha ettikleri yerlerde çocuk kayıpların da olduğunu öğrenenler de var, endüstriyel mezbahalarda domuzu, ineği, tavuğuyla yüzbinlerce hayvanı öldürerek ücretini almaya hak kazananlar da... Sınır bölgelerinin denetlenmesinde çalışan güvenlik personelinin içler acısı hikâyeleri de var bu kitapta hapishanelerdeki gardiyanların da. Press’e göre bütün bu işlerin hem yapanı hem yaptıranı ilgilendiren iki yönü var. Burada tabii yapan çalışansa, yaptıran bu işi gerekli kılan toplumsal örgütlenmeler, yani ben’i, sen’i, biz’i, siz’i, o’su, bu’suyla toplumsal düzenin ta kendisi... Yapan açısından yapılanların vicdanen sindirilmesi o kadar kolay değil. Çünkü bu tür işlerin önemli kısmının fiziksel, duygusal ve sembolik şiddet içerme ihtimali çok fazla. Press sık sık bu tür meslek gruplarına mensup çalışanlarda travma-sonrası ruhsal bozukluk sendromlarıyla baş etmek zorunda kalınmasından, utanç ve suçluluk hissinin yaygınlığından ve hayatları boyunca maruz kaldıkları “manevi hasarlardan/tahribatlardan” bahsediyor. Yaptıranla ilgili durumu tartışırken de Press’in referans noktalarından birisi, belki de en önemlisi, Hannah Arendt’in “ Eichmann Kudüs’te ” (1963) eserinde geliştirdiği kötülüğün sıradanlığı [“the banality of evil”] kavramı. Hatırlayalım, Arendt bu çalışmasında üst düzey Nazi subaylarından Adolf Eichmann’ın Arjantin’de yakalanmasından sonra çıkartıldığı İsrail’deki mahkemeyi New Yorker dergisi için takip eder. Arendt’e göre, Eichmann kendisine verilen emirleri uygularken yüzbinlerce Yahudinin, homoseksüelin, sakat insanın ölümüne neden olan on binlerce askerden ve o askerlere sahip bir düzeni destekleyen, desteklemese de ses çıkartmayan milyonlarca Almanya vatandaşından birisiydi. Dolayısıyla Arendt için meselenin asla ihmal edilmemesi gereken sadece kişisel değil son derece toplumsal ve tarihsel bir boyutu daha vardır. Arendt’in sonradan kitaplaşan bu çalışması, bizi “sorumluluk,” “vicdan,” ve “kötülük” gibi kavramları bütün tarihsel ve toplumsal bagajlarıyla sorgulamaya davet eden 20'nci yüzyılın en önemli eserlerinden birisidir. Press’in Dirty Work’ de Arendt’in açtığı yoldan ilerlediğini söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, Press 21'inci yüzyıl Amerikası’nda “kötülüğün sıradanlaşmasını” ve vatandaşlar, tüketiciler, izleyiciler olarak farklı farklı sosyal konumlarda Amerikalı “biz”in bu süreçteki toplumsal/tarihsel sorumluluklarını irdeliyor. Kitaptaki en etkileyici tartışmalardan birisi maddi eşitsizliklerin manevi ve vicdani alanlara yansımalarıyla ilgili. Eşitsizliğin tepe yaptığı günümüz toplumlarında “kirli işleri” yapanların çoğu yoksul insanlar elbette. Öyle oldukları için de iyiden iyiye marjinalize olmuş ve görünmez durumdalar. Bu da sorunu maddi/sınıfsal eşitsizliklerin ötesine taşıyor. Zenginlerin, görece hâli vakti yerinde olanların akşam ellerini yıkayıp, sonrasında huzurlu bir uyku çekmesi çok daha yüksek bir olasılık. Bununla birlikte evine götüreceği ekmeği düşünmenin yanı sıra yaptığı işin utancıyla, vicdan azabıyla, iç muhasebesiyle uğraşmak zorunda kalanlar yine genellikle yoksullar oluyor. Bu durumu Press şöyle anlatıyor : "Ölçülmesi daha zor olsa da, birçok kirli işçinin yaşadığı ahlaki ve duygusal yaralar, maruz kaldıkları maddi dezavantajlar kadar tahripkar olabilir. Bunlar, insanların öz-değer duygusunu, sosyal düzendeki yerlerini ve onurlarına ve gururlarına tutunma kapasitelerini olumsuz etkileyebilir. Sonuç, ekonomik olanı yansıtan bir ahlaki eşitsizlik biçimidir. Zenginler ve fakirler tamamen farklı dünyalarda yaşamaya başladığı gibi, Amerika'da en nankör, etik olarak rahatsız edici işleri yapan insanlarla bu faaliyetlerden muaf tutulanlar arasında yine çok keskin bir boşluk vardır. Giderek daha da eşitsiz hâle gelen bir toplumda diğer pek çok şey gibi, birinin ellerini kirletmesinin yükü - ve temiz bir vicdana sahip olmanın yararı - giderek daha fazla ayrıcalığın bir sonucu hâline geliyor. Bu, kirli işlerin yapıldığı izole yerlerden kendini uzaklaştırırken sefil ayrıntıları başkalarına bırakabilmenin ayrıcalığı. " Hiç şüphesiz son 30-40 yıldır ticarileşme ve özelleşme dalgasının güvenlik sektörünü de içine almasıyla birlikte şiddete yakın bu tür işlerde çalışanların sayısı da katlanarak büyüdü. Tabii giderek çoğalan güvenlik kaygıları ve güvenliğin sağlanması yönünde artan askerileşme ve polisleşme baskıları bu eğilimi besleyen unsurlar arasında. Bütün dünyada büyüyen özel güvenlik hizmetleri, paralı askerler, muharebe şirketleri bu eğilimin en görünür cephesini oluşturuyor. Yani Eyal Press’in araştırması her ne kadar Amerika’daki gelişmelerle ilgili olsa da söyledikleri dünyanın pek çok yeri için oldukça önemli saptamalar içeriyor. Örneğin, Türkiye’de gündelik hayata sirayet eden, askerileşme/güvenlikleştirme sürecini düşünün. Alışveriş merkezlerinde, korunaklı sitelerde, kurumsal mekânlara giriş çıkışlarda üniformalarıyla özel güvenlik çalışanlarını görmek 20-30 senedir son derece sıradan bir durum. Yine bugün daha dar gelirli kesimlerden gelen çoğu genç için polis ya da profesyonel asker olmak en yaygın hayallerden. Türkiye’de 2007-2018 arası jandarma hariç polis sayısı yüzde 36 artmış . Emniyet Genel Müdürlüğü'nün Aralık 2007’de “Emniyet Hizmetleri sınıfında” yer alan personel sayısı 187 bin 510’dan 2018'de 255 bin 974'e yükselmiş. Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama 314 kişiye, Türkiye'de ise 185 kişiye bir polis düşüyor. Aynı dönemlerde özel güvenlik şirketlerinde çalışan güvenlikçi sayıları da çok yükselmiş. Birçok haberde işsizlik karşısında birçok gencin zor ve riskli çalışma koşullarına ve düşük ücretlere rağmen çareyi güvenlikçi olmakta bulduğundan bahsediliyor. 2004’te resmiyet kazanan özel güvenlik sektöründe faaliyet izni verilen 1430 özel güvenlik şirketi ve 444 özel güvenlik eğitim kurumu bulunuyor. Ve bu eğitim kurumlarından sertifika alıp bu şirketlerde çalışan yaklaşık 300 bin özel güvenlik elemanı varmış . Dirty Work hemen aklıma David Graeber’ın 2020’deki vefatından önce yazdığı son kitabı Bullshit Jobs ’ı getirdi. Press’inkilerin aksine Graeber’in bahsettiği işler çok büyük çoğunlukla beyaz yakalı işler, ofis işleri. Graeber kitabında tabiri caizse “ruhu yoran” işlerden bahsediyor. Bu tür “tırışkadan işleri” yapanların bile “yapılmasa da olur” olarak gördüğü işler diye tanımlıyor. 20'nci yüzyılda yaşanan ekonomik dönüşümlere paralel olarak finans işlerinden şirket/iş avukatlığına, telefon pazarlamacılığından kurumsal iletişim işlerine varıncaya kadar pek çok sektörde yaygın bu tür işler. Bullshit Jobs ’ın hikâyesi aynı zamanda kitabın genel savlarının çıkış noktası ve kavramsal arka planına dair epey bir fikir veriyor. Kısaca şöyle: Graeber 2013’de Strike! adlı genelde anarşist çevrelerde bilinen ana akım izleyici kitlesi çok sınırlı olan bir dergide “ On the Phenomenon of Bullshit Jobs ” adlı kısa bir yazı yayınlıyor. Graeber bu yazıya refah devleti fikrinin ve bu fikrin kurumsallaşmasının mimarı ünlü iktisatçı John Maynard Keynes’in teknolojik gelişmeler sayesinde 20'nci yüzyılın sonunda ortalama haftalık çalışma süresinin 15 saate ineceğine dair 1930’daki öngörüsünün gerçekleşmemesinin arkasındaki nedenleri sorgulayarak başlar. Graeber’a göre teknolojik olarak bu ütopyayı gerçekleştirebilecek potansiyele sahip Amerika, İngiltere gibi kapitalizmin ileri ülkelerinde insanların hâlâ çok çalışmaya devam etmesi, genel istihdam yapısındaki değişimlerle ilişkilendirilmelidir: "Birisi finans kapitalin gücünü korumaya mükemmel bir şekilde uygun bir çalışma rejimi tasarlamış olsaydı, bundan daha iyi bir iş çıkartması çok zor olurdu. Gerçek, üretken işçiler acımasızca eziliyor ve sömürülüyor. Geri kalanlar ise ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta, terörize edilmiş, evrensel olarak aşağılanan, işsizlerden oluşan bir katman var. Diğer tarafta, yönetici sınıfın (yöneticiler, idareciler, vb.) —ve özellikle onların finansal avatarlarının— perspektifleriyle ve duyarlılıklarıyla özdeşleşebilirken açık ve yadsınamaz toplumsal değer üreten herkese karşı kaynayan bir kırgınlığı/kızgınlığı beslemesi için tasarlanmış pozisyonlarda, temel olarak hiç bir şey yapmamaları için para ödenen, daha da geniş bir katman. Tabii ki, bu sistem hiçbir zaman bilinçli olarak tasarlanmadı. Neredeyse bir asırlık deneme yanılma sonucunda ortaya çıktı. Teknolojik kapasitemize rağmen neden hepimizin günde 3-4 saat çalışmadığının tek açıklaması bu. (xix) Yani Graeber’e göre mesele pek çoklarının düşündüğü gibi daha fazla tüketim (ve tüketicilik) ve dolayısıyla daha fazla üretim değildir. Asıl mesele 20'nci yüzyıl boyunca genel iş gücünde tarım, sanayi gibi daha üretken işlerin sayısı büyük ölçüde otomasyona bağlı olarak azalırken “profesyonel, yönetim, büro, satış ve servis çalışanlarının” sayılarındaki büyük artışlardır. Graeber, bu kısa yazıda bu tür işlerin afakiliğinin altını çizer. Bu işlerle uğraşanlar genel olarak mutsuzdurlar, tatminsizdirler, yaptıkları işin gerekliliğine kendileri de inanmazlar. Kısacası, “tırışka işler” toplumun ruhundaki ortak siyasi ve ahlaki yaraları derinleştirir. Tüketim de bu yaralarla başa çıkmanın yollarından biridir. Yani sebep değil sonuçtur! Graeber’in toplumsal fayda, ihtiyaç, üretkenlik, psikolojik şiddet gibi kavramları sorguladığı bu yazısı kısa zamanda çok büyük ilgi görür, kendi deyişiyle bir “patlamaya” neden olur. Kısa sürede milyondan fazla ziyaret edilen Strike! ’ın websitesi çöker. Yazı dünyanın dört bir tarafında Türkçe, Norveçce, Rusça, Yunanca, Estonyaca da dâhil 20 küsur dile çevrilir birkaç hafta içinde. Gazetelerde, dergilerde bu kısa yazıyla ilgili aleyhte/lehte birçok yazı yayınlanır. Graeber bu durum karşısında henüz “sistematik bir ilgi görmemiş önemli bir sosyal fenomenle” karşı karşıya olduğunu düşünür ve okuyanlarda “katartik bir deneyime” yol açan bu meseleyi daha kapsamlı bir şekilde keşfetmek için bir kitap yazmaya karar verir. Kitabın ana malzemesini de çok popüler Twitter hesabı üzerinden yaptığı davete icabet edip çalışma deneyimlerini onunla paylaşan binlerce tırışka iş sahibi çalışandan aldığı mesajlar oluşturur. Aldığı mesajların içeriklerinden hareketle Graeber kitabında tırışka işleri beş türe ayırır. Dalkavuklar (“flunkies”) , gangsterler (“goons”) , koli bantçıları (“duck tapers”) , kutucuk tikleyenler (“box tickers”) ve görev yöneticileri (“taskmasters”). Dalkavuklar , iktidar sahiplerinin, yöneticilerin, zenginlerin hem kendilerini hem de çevrelerini önemli insanlar olduklarına inandırmak için çevrelerinde tuttukları insanlardır. Bu işler kapı açmaktan tutun resepsiyonda oturmaya, asistanlığa, yönetici danışmanlığına, yaşam koçluğuna varıncaya kadar türlü türlüdür. [Sadece dalkavukları değil diğer “tırışka iş” türlerinde çalışanları hayalinizde canlandırmak isterseniz, Office dizisini hararetle tavsiye ederim. Henüz izlemediyseniz, BBC yapımı orijinaline ya da Amerikan versiyonuna en azından bir göz atabilirsiniz. İkisi de harikadır; amiyâne deyişle hem güldürür hem düşündürür. Gangsterler tabii ki diğer türleri tanımakta kullanılan kelimeler gibi mecazi bir başlıktır. Reklam, pazarlama, halkla ilişkiler gibi alanlarda çalışanların arkasındaki motivasyonun saldırganlığına işaret eden bir tanımlamadır. “Bu macunu kullanmazsan dişlerin sararır” cümlesini nasıl en tehditkâr ve daha önce hiç söylenmemiş bir şekilde söyleyebilirime kafa yoranlar ya da insanlara telefonda “kredi notlarını” satmaya çalışanlar bu gruba giren örnekler arasındadır. Koli bantçıları , işlerini organizasyondaki aksaklıklara ya da hatalara borçlu olan çalışanlardır; yani aslında “var olmaması gereken sorunları çözmek için oradadırlar.” (40) Bu kategori altında Graeber daha çok yazılım sektöründeki işleri düşünür. Bununla birlikte, dijitalleştirilmesi çok masraflı görüldüğü için tüm gün emeklilerin sağlık kayıtlarının fotokopisini çeken bir görevli, üniversitenin yapı işleri tarafından halledilemeyen onarım işleri için telefonda kibarca açıklama yapmak üzere görevlendirilmiş bir memur Graeber’in “koli bantçılara” verdiği örnekler arasındadır. Kutucuk tikleyenler ise bürokratik organizasyonlar üzerine kurulu her türlü resmî-yarı resmî-ticari kuruluşta karşımıza çıkan “âdet yerini bulsun” diye yapılan işlerdir. Örnek: Sürdürülebilirlik raporlarının hazırlanması, aksiyona geçilmesi yıllar alacak alanlarda (çocuk işçilik, çevre tahribatı, iş yeri güvenliği, vs.) gerçekleri tespit etme (“fact-finding”) işleri... Graeber’a göre, görev yöneticileri ise ikiye ayrılır. Birinci kategoride dalkavukların tam zıddı konumdakiler yer alır: yani pek bir işe yaramayan yönetici konumundaki insanlar. İkinci kategori ise başkaları için lüzumsuz iş üreten idarecileri/yöneticileri kapsar. Finanstan akademiye, hizmetten insan kaynaklarına hemen hemen her sektörde bu tür işleri yapanlarla sık sık karşılarız. Merak edenleriniz vardır, hemen söyleyeyim: Bullshit Jobs da kitabın embriyosunu oluşturan Strike! yazısı gibi çok okunan bir kitap oluyor. Öyle olması için de bir sürü neden var. Hakikaten muazzam etkileyici bir kitap. İçindeki birbirinden enteresan yüzlerce insan hikâyesi, Graeber’in keskin tarihsel analizleri ve çarpıcı tespitleri kitabın en güçlü yönleri... Kitabın yaşadığımız hayatları, çalıştığımız işleri, kurduğumuz ilişkileri bizlere sorgulatma potansiyeli çok fazla. Graeber kitabını Covid19 salgınından önce yazmıştı. Korona zamanlarında çalışmanın anlamına dair Graeber’ın sorduğu türden soruların aciliyeti daha yakıcı şekilde ortaya çıktı. Vazgeçilmezlik, hayatilik, ihtiyaç gibi kavramlar üzerinden işlerin, mesleklerin sık sık sorgulandığını gördük. Belki doktorluğun, hemşireliğin, bilim insanlığının çok hayati meslekler olduğunun farkındaydık. Ama kasiyerlik, temizlik işçiliği, kamyon şoförlüğü, tarım işçiliği, kargo taşıyıcılığı gibi işlerin ürettikleri toplumsal faydanın ne kadar yüksek olduğunu bu salgınla birlikte daha iyi anladık. Yaşadığımız dünyayı vicdanı kirleten, ruhu yoran işler yerine daha çok toplumsal fayda üretme potansiyeli yüksek işlere daha elverişli hâle getirmenin yolu nereden geçiyor? Bu yolun tek tek insanların niyetlerini, dileklerini aştığı ortada. Esas mesele, “kötülüğün sıradanlaşmaması” için göstereceğimiz ortak çaba da yatıyor sanırım. Burada da hem işi yapanı hem de yaptıranı görmeye çalışmak çok önemli. İyilik, kötülük, ahlak ve vicdanın yazarı Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler ’de Ivan’ın dindar kardeşi Alyosha’ya sordurduğu soruyu hatırlayarak bitirelim: Tutalım ki, sonunda insanları mutlu etmek, onlara barış, huzur vermek amacıyla kişioğlunun kaderinin yapısını yükselten sensin, bunun için yalnızca bir küçücük yaratığa, söz gelişi yumrukcuklarıyla göğsünü yumruklayan çocuğa acı çektirmen, onun öcü alınmamış bu gözyaşları üzerine de bu yapıyı kurman gerekse, böylesine koşullar altında bu yapının mimarı olmayı kabul eder miydin? Cevap ver, yalan da söyleme! (275)