Berrak zihinler için yalın, zengin, bağımsız bir Türkçe dijital medya üyeliği.
Ücretsiz Kaydol →İstanbul Mahalleleri
Sinanpaşa, Suadiye, Galata, Büyükçekmece ve dahası. İstanbul'un mahallerini mahallelileri anlatıyor.
14 Hikâye
"Barbaros Bulvarı'ndan aşağı indiğim, denizi gördüğüm anda eve varmışımdır."
Akaretler'deki Sıraevler, Osmanlı'nın toplu konutları bir zamanlar. Serencebey, elçilik görevlilerinin yaşadığı yer bugün. Osmanlı'nın modernleşmesinin başladığı coğrafyadayız. Global Yaşam Endeksi'ne göre bugün İstanbul'da yaşam kalitesinin en yüksek olduğu mahallelerden biri, Beşiktaş. "Neden?" diye soruyoruz Kerimcan'a. "Kapanmamış bir sahil şeridi; Ihlamur Kasrı; Maçka, Abbasağa ve Yıldız parkları; hâlâ anahtarını emanet edebileceğin, döviz kurundaki artışın sebebini konuşabileceğin esnafın varlığı," diyerek giriş yapıyor mahalleyi anlatmaya. "İstanbul'un en önemli hub'larından biri burası. Emlak raici olarak şehrin en pahalı semtlerinden biri. Arnavutköy, Ulus, Maçka, Levazım, Levent ve Etiler, Beşiktaş ilçesine bağlı — aynı zamanda gecekondu semti de vardır burada, daha mütevazi sokaklar da. Anadolu'da dolaşırken 'İstanbulluyum,' deyince neresinden diye sorarlar, 'Beşiktaşlıyım,' dersen 'İyi yerdensin,' derler." Kerimcan, mahallesi Beşiktaş'ta Üç yaşından beri Beşiktaş mahalleli Kerimcan. Avrupa'yı trenle veya otostopla gezmediği, şaman ayinlerine katılmadığı, İnkaların topraklarından dolaşmadığı, Cape Town'da Lions Head'e tırmanmadığı, Sayga 'yla gezmediği zamanlarda evi burası. Barbaros Bulvarı'nın bir tarafından diğerine taşınıyor sadece otuz üç yılda. "Burada herkesin bir anısı var. Ya biriyle buluşmuştur ya alışveriş yapmıştır ya maça girmiştir ya vapuru kaçırmıştır. Beşiktaş'ta yaşamanın duygusu da aslında tüm İstanbul'la beraber yaşamak hissini getiriyor. Türkiye doğrudan buraya sirayet ediyor," diyerek başlıyor hikâyesine. Az önce önünden geçtiğimiz, insanların kuyrukta beklediği kızarmış tavukçuyu soruyoruz hemen. Semte ilk girdiğimiz anda dikkatimizi çeken bir sıra var önünde: "Bir şey popüler olmayagörsün — kışın Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası gibi çöküyor Beşiktaş'ın sokaklarına ve dükkânlarına. Birbirine benzer mekânlar açılıyor. Ya da bir konsept bir şekilde tutuveriyor. Sonra sil baştan. Tavukçu da o tutan konseptlerden." Not defterine kaydetmek isteyeceğin sokak isimleri Kerimcan'ın ağzından Beşiktaş'ı dinliyoruz: Özel üniversiteyle soylulaşan bir mahalle Adı Bahçeşehir olan bir üniversitenin Beşiktaş'ı ele geçirmeye çalışması da bana hep ilginç geldi. "Keşke adını da değiştirseler, Beşiktaş Üniversitesi yapsalar da rahatlasak artık," diye düşünüyorum bazen. Semtte son yıllarda inanılmaz bir değişiklik söz konusu. Oturanların sosyokültürel ve sosyoekonomik seviyeleri farklılaştı. 20 sene önce daha orta sınıf semtiyken günümüzde gece hayatının ağırlık kazandığı vakıf üniversitesi öğrencisi merkezine evrildi. Buranın köklü üniversiteleri devlet okullarıydı. Yıldız Üniversitesi, Mimar Sinan, daha yeni olan Galatasaray, yukarıda İTÜ işletme ve konservatuvar var. Kazan, çarşı içinde semt meyhaneleri, buluşma alanı birkaç bardı. Barbaros Bulvarı üzerinde yemek yenecek hiçbir yer yoktu, bir iki esnaf lokantası vardı mesela. En önemli kırılmalardan biri özel Bahçeşehir Üniversitesi'nin Beşiktaş'ı ablukaya almasıyla oldu. Üniversitenin büyümesiyle birlikte konutlara talep arttı, çarşı ve çevresinin önce çehresi, ardından fiyatları değişti. Bu tür toplumsal dönüşümlerin hem olumlu hem de olumsuz etkileri oluyor. Beşiktaş da böyle etkilendi. Semte iyi hizmet veren, talebi karşılayan mekânlar da açıldı; ruhsuz, birbirinin kopyası birçok yer de. Bunların bir kısmı elbette yaşayamadı ama gedikli esnafları yerlerinden etmiş bulundular. Şimdi sürekli devir daim, ara ara kepenkleri kapalı dükkânlar bunlar. Az önce üzerine konuştuğumuz gibi kızarmış tavukçu, gurme hamburgerci, üçüncü dalga kahveci sayısının artmasını sağladı Bahçeşehir. Minoa'dan aşağı, Akaretler üzerinde yan yana dizilmiş barlar buna başka bir örnek. Tüketmeye dayalı bir yapılanma. Daha fazla kitapçı, tiyatro veya sinema salonu gelmedi. Beşiktaş'ın mural'ları Asmalı Mescit'ten Beşiktaş'a kayan gece hayatı Burası bir geçiş yeri. Kadıköy vapurundan inenin ilk durağı; Karaköy-Ortaköy hattında gezinenin soluklanma alanı; Gayrettepe ve Yıldız'dan aşağı salınanın varış noktası. Beyoğlu'nun çöküşü, Asmalı Mescit'in kapanmasıyla Beşiktaş ansızın gece hayatının da merkezi oldu. Eskiden mahallelinin gittiği lokal barlar değişti, genişledi. Zeytinburnu'ndan maça gelen; Balmumcu'ndan işten çıkan; Abbasağa'da oturanların kesişim kümesi oldu bu barlar. Yalnız burası bir öğrenci semti — 30 lira verip bira içemedi kimisi. O zaman kendi mikrokozmoslarını yarattılar. Migros'tan biraları alıp önündeki merdivenlere çömdüler. Gezi'den hemen sonra Galata Kulesi'nde yaşanan gürültü, kirlilik gibi sıkıntılar burada da gündemin ortasına oturdu. Bu durumla hiçbir sorunum yok ancak bu kadar konuta sahip bir yerde, bu yoğun gece hayatının sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Gezmek ve partilemek isteyenler kaybettiklerinin yerine koyacak mekân arıyorlar; semtte yaşayanlar çocuklarını uyutmaya, çalışmaya, sakin bir gece geçirmeye uğraşıyorlar. Burada sorunun kaynağının mahalleli değil, kentin dengesini bozan yöneticiler. Nasıl Şişli'den bir Bebek yaratamazsanız Beşiktaş'tan da bir Beyoğlu çıkmaz çünkü burası yüzyıllardır bir "rezidans." Mahalleli olarak insanların eğlenmesinden ziyade bunun yönetilemeyişinden şikayet ediyoruz. Masalardan yürünmeyen kaldırımlar, özellikle hafta sonları başa çıkılamaz bir çöp ve sokak kirliliği en temel problemler. Mahallelinin vitrini: Yorgancı Beşiktaş habitatı İç çemberde kültürel sahipsizlik var. Baharatçılar ve terziler, aynısının tıpkısı hamburgercilerle kızarmış tavukçulara dönüşüyor. Talebin bu olduğuna inanarak arz yaratılıyor. Bunlar elbette olacak — semte yeni taşınan kitlelerin istekleri doğrultusunda hayatın çeşitli alanları şekillenecek. Yeni nesi kahveler; ortak kullanım ofisleri; McDonald's ve Burger King yerine gurme hamburgerciler açılacak. Problem, tekdüzeleşmesi. Beşiktaş merkezde, çarşının içinde yaşanan durum bu. Biraz dış çembere çıkınca — Vişnezade'ye doğru gidince — "mahallecilik" devam ediyor. Hâlâ esnafa anahtar bırakılabiliyor, berber Mustafa ve kasap Çetin Abi'yle memleket meseleleri konuşuluyor. Hayatımı bir ay hiçbir araca binmeden bütün sosyal, kültürel, ticari ihtiyaçlarımı giderebilecek şekilde kurdum burada. Yukarıda Cemal Reşit Rey, Açıkhava, Lütfi Kırdar; aşağıda Millî Saraylar Resim Müzesi yürüme mesafesinde. Cumartesi günleri pazar kuruluyor, haftalık alışverişi yapma zamanı. Trafik ve korna sesinden bunaldığım anda Yıldız Parkı'nda; sohbet, laklak aradığımda The United Pub'dayım mesela. Köfteciye üç ay gitmesem "Abi uzun tuttun arayı," derler. Gözlükçüme gidiyorum, bir zamanlarımı ve şimdimi belki pek çok insandan daha iyi biliyor. Sıfırdan başlamıyor ilişkiler. Ev hissini veren bunlar — yaşayan insanlar ve çalışan esnaf. Muhafazakar değil Beşiktaşlı. Anlaşmaya meyilli. Bu mahalleyi hâlâ ev olarak görebiliyorsam en büyük nedeni semti birlikte paylaştıklarım. 33 senedir burada yaşayan biri olarak dönüşümü gözlemlememek mümkün değil. Diğer yandan Beşiktaş habitatının kökleri, hâlâ burada oturan eski sakinlerinden dolayı çok derinde ve sağlam. Buradaki apartman içleri hâlâ kavrulmuş soğan kokar; terziler pantolonların bellerini daraltır; ayakkabıcılar botları kışa hazırlar ve kemerlere bir delik daha açar. Evde pompası olmayan bir çocuğun gidebileceği lastikçi de var, baharatçı ve kasap da. Lokmacı gelir, çiğ köfteci gider ama komşumuz 45 senedir aynı yerden yoğurt almaya devam eder Beşiktaş'ta.

Kasım 28, 2021
·
Makale
Teşvikiye: Herkesin görmeye ve görülmeye geldiği vitrin
Sadece ağaçlara ve gökyüzüne bakarak çıt sesi duymadan yaşanacak bir hayat pek bana göre değil. Nihayetinde odaklanmak ve rahatlamak için "şehir sesleri" ASMR ’ı açıp dinleyen bir insanım. Türkiye’de niye yaşıyorsam Teşvikiye’de de o yüzden yaşıyorum — bütün bu çapraşıklıktan, tezatlıktan yaratıcı bir haz alıyorum. 10 yılı aşkın bir süredir Teşvikiyeliyim, Çukurcuma’dan taşındım buraya. Önce Haci Emin Efendi Sokak'ta bir evi paylaştım arkadaşlarımla. Teşvikiye'ye ısındığım yıllardı o zamanlar. Hasan Hilmi Paşa Apartmanı'ndaydım — iki bloklu, devasa bir apartman. Geçenlerde bir kitapta okudum, eskiden kocaman bir köşkmüş burası: Hasan Hilmi Paşa Köşkü. Hıfzı Topuz, o köşkte doğmuş hatta. Odamın köşkün neresine düşeceğini hayal etmeye çalıştım ama pek beceremedim. İkinci durağım, birkaç yıl sonra, şimdi yaşadığım sokağın biraz aşağısında. Çok anısı var o evin. Tesadüfen birkaç Avrupalı yazarı konuk ettiğim, SabitFikir dergisini çıkardığım ev orası. İki roman yazıldı o dairede. Yıllarca SabitFikir dergisine geliyor zannederek Küçük İskender adına gelen postaları açtım. Sonra öğrendim ki aslında İskender'in annesiyle aynı apartmanda oturuyormuşum. Hiç tanışmadık onunla ama İskender'le sık sık haberleşirdik, bu ev mevzusunun şakalarını yapardık. O evi ve Teşvikiye'yi terk etmemin sebebi, yüksek lisansımı bitirmek icin Londra'ya gidip gelmem. Döndüğüm yer yine tesadüf eseri, belki de içgüdüsel olarak bu sokak oldu. Bugün küçük bir dairem var. Önünde bir açıklık var ama yine de pek çok apartmanı yakından görüyor. Komşularla bir yakınlık hissediyorum artık, karantinayı birbirimize bakarak geçirdik. Karşımda bir illüstratör oturuyor mesela. Perdeler açık çalışıyor, yaptığı işlerin çoğunu görebiliyorum. Elif Bereketli Görmek ve görülmek üzerine: Vitrin mahalle Teşvikiye kafe uğultuları; alışveriş paketleri; trafik sesi; topuklu ayakkabılarıyla hızlı hızlı ilerleyen kadınlar; elinde karton bardakta kahvesi, kulağında kulaklığıyla yürüyüşe çıkan insanlar; kilo almış sokak hayvanları ve ışıl ışıl dükkânlarıyla "Orta-üst sınıfın modern şehir hayatı," denince akla gelebilecek pek çok ses ve duyguyla örülü bir mahalle. Pek tabii Teşvikiye, sıradan bir 21. yüzyıl mahallesi tanımlamalarından ibaret değil. Nişantaşı-Teşvikiye hattı hem tarihte — özellikle 20. yüzyılın başlarında — oynadığı rol modelle de bugünkü durumuyla da kültürel, toplumsal yer yer de ideolojik bir vitrin. Herkesin görmeye ve görülmeye geldiği yer. Pek çok idealin hayat bulduğu sokaklar. Mahallede her ay bir yer kapanıyor, hemen yanına yöresine yeni bir yer açılıyor. Teşvikiye kafelerine sadece fotoğraf çekilip sosyal medya hesabında paylaşmak için gelen bir sürü insan var. Burası bir şekilde geçmiş yıllarda olduğu gibi hâlâ bir cazibe merkezi. Bir vitrin ve vitrinde olmak isteyenlerin uğrak noktası. Yoksa Teşvikiye'nin metrekareye en çok kuaför düşen mahalle olmasını nasıl açıklayabilirdik ki? Bir podyum edasına sahip olmasının bir sebebi de tıpkı Paris'teki gibi mekânların hep sokakla ilişkili olması — masa sandalyelerin hemen hemen her yerde sokağı izleyen bir konumda yerleştirilmesi. Teşvikiye Fırın Sokak'tan yürüyün, salının hatta. Buradaki restoran ve kafelerde oturanların önünde bir podyumda ilerliyorsunuz âdeta. Teşvikiye mahallelileri Sokaktaki tanıdık yüzler Teşvikiye'de komşuluk sürüyor fakat alışıldık biçimiyle değil. Öyle apartmanımdaki insanın kapısını çalıp "Biraz yiyecek ikram edeyim," demiyorsunuz burada pek. İsterseniz dersiniz ve mutlaka komşunuzu sevindirirsiniz de ama çok sık yaşandığını iddia edemeyeceğim. Burada mahallelilik ve komşuluk, “müdavimlik” üzerinden ilerliyor gibi geliyor bana. Vitrin bir mahallede görmek ve görülmek varken kim kapalı kapılar ardında buluşur zaten, değil mi? Mesela bir dönem The House Cafe'de arkadaşına birkaç gün rastlamazsan nerede bu diye merak ederdin — hatta tanımadığın ama her gün aynı sandalyede tünemiş bir mahalleliyi de. Şimdi aklından geçen herkesi ve mahalleye uzaktan ziyaret için gelenleri Sokrates'te bulabilirsin, mahallelicilik oynamak üzere . Bazı mekânların böyle bir gücü var Teşvikiye'de. Burada belli kafelerde, restoranlarda, Maçka Parkı’nda, Mıstık Parkı’nda, kitapçılarda defalarca karşılaştığım yüzler var — onlarla selamlaştığım, göz teması kurduğum ya da bazen ayaküstü sohbet ettiğim anlarda kendimi gedikli mahalleli gibi hissediyorum. "Soylu" bir mahallede soylulaştırma Teşvikiye’nin Beşiktaş’a bakan yokuş sokaklarında hâlâ televizyonlarda izlediğimiz iç ısıtan mahalle dizilerini anımsatan esnaflar var. Güler yüzlüler, hoşsohbetler; sana isminle hitap eder ve gelir geçerken selamını eksik etmezler. Lostram, terzim, çiçekçim ve börekçim tek bir sokak üzerinde mesela. Bakkalım da hemen 50 metre ileride. Biraz öteye, Şakayık’a çıktığınızda biraz daha silikleşiyor simalar fakat hâlâ ışıltılı Teşvikiye dekorunun ardında sahne arkasında görevli gibi şovun akışını sağladığını hissettiğim birkaç esnaf var — Peleki Pastanesi, karşısındaki kuaför, biraz ilerideki bakkal ve aktar. Yeni nesil esnaf vitrinleri Gel gör ki geniş açıdan baktığında tablo bu kadar sevimli değil. Teşvikiyeli esnaflar bir bir kepenk kapatıyor. Yıllarca gün aşırı gittiğim, her gidişimde sahipleriyle hoşbeş ettiğim pastanem yerini kendince havalı olmaya çalışan bir kafeye bıraktı yenilerde. Yıllarca gittiğim bakkalımın da hikâyesi de aynı olmuştu. Güneş gözlükleri, havalı kıyafetleriyle kahve içmeye gelen insanlar var şimdi, eskiden ekmeklerin ve gazetelerin satıldığı kapı önünde. Kaç yıllık fırınımız da şimdi sanırım bir Uzak Doğu restoranı. İnsan ne zaman bir yere ait hisseder? Esnaf bütçesinin Teşvikiye vitrinininde olmak isteyen yeni nesil yatırımcılarla yarışamadığı yolun sonunda pek çok esnafın tası tarağı toplayıp gideceği açık. Ben buna biraz içerliyorum. Bakkalım, fırınım, pastanem aynı zamanda benim hafıza mekânlarım. Eğer Teşvikiye’ye dair bir aidiyet duygum varsa bu mekânlar da benim kimliğimin parçası — kapanan her dükkân benim kimliğimden de bir parça alıp götürüyor aslında. Mahalle dediğimiz sadece evler, dükkânlar, apartmanlar ve insanlar yığını değil; bir ilişkiler bütünü ve bir ilişkilenme biçimi. İnsan bedeni, bilincinin tuttuğundan daha çok bilgi ve duyguyu barındırabiliyor. Ben uzun bir günün sonunda Teşvikiye Caddesi’ne doğru geldiğimde gevşeme, rahatlama ve boşvermişlik duygusuyla yürüdüğümü, bakışlarımın ağırlaştığını fark ediyorum. İnsan ancak kendini ait gördüğü ve güvende hissettiği bir yerde böyle davranır. Aidiyet mahallelilik hâlinin temelinde yatan kavramlardan en temeli belki de. Neye ait hissediyoruz peki? Mahallenin adına mı? Sokağına mı? Binasına mı? Ağacına mı? Yoksa — kapsayıcı bir bakış açışı olarak — mahalledeki ilişkilenme hâline mi?

Kasım 21, 2021
·
Makale
Burası, Yeldeğirmeni. Aylardan ekim, yıllardan 2021. Kesin bilgi: kolektif ruh devam ediyor.
Aktar önünde sarımsak dağı, süpermarket girişini kaplayan biber öbekleri, kaldırım boyuna tünemiş insanlar, sandalyeye yerleşmiş kedi, korna çalan taksiye havlayan köpek, antikacıların kapısına istiflenmiş şifonyer, dikiş makinesi, tablolarla "Hoş geldiniz, buradan buyurun," diyor sanki Yeldeğirmeni. Döndüğümüz her sokakta biraz daha insan. Bazısı Fransız usulü, sokağa karşı iskemlelerde oturuyor, sırtı dönük kimsenin olmamasına şaşırıyoruz bir an. Diğerleri yolda karşılaşmış mı, birini mi bekliyorlar, kim bilir? Ceketleri kaldırım boyuna dizmiş ikinci el dükkânı, yokuşta yuvarlanıp gitmekte tek başına bir top çarpıyor gözümüze. Topun peşinden koşan yok. Duvarların üzerinde sadece tag 'ler, grafitiler, mural 'ler değil; şiirler, kara kalem yapılmış resimler, iş arayan ve verenlerin ilanları var. Elle yazılmış, post-it 'lere. Geniş camlarda sergilenen kuklalar, sulu boyalar, fotoğraflar ve hatta dijital ajansın "Bizi seçin!" pankartı var. Üretkenlik mi bu — vitrinde üzerine spot yansıtılmış bir esere mi bakıyoruz? Emin değiliz hâlâ. Bager'in 12 numara, ikinci kattaki atölyesine varana kadar ilk izlenimimiz: Yeldeğirmeni, açık. İzlemeye, görmeye, gezmeye uğrayana. "Önünde bitki satan hırdavatçıya girdiniz mi?" diye soruyor Bager, kahveleri koyarken. İçeri girmedik, dikkatimizi çekti ama. "İşte biraz onun gibi Yeldeğirmeni'nde yaşam. İçeride hayatın akışını gösteren perdesiz camlar baktığınız yönün rotasını belirlemek içindir. Ama asıl üretim içeride. Seyirci değil, katılımcı olduğumuzda başlıyor." Bager Akbay 88 yılında, 12 yaşındayken Kadıköy Anadolu'da yatılı okurken geliyor Bager ilk kez Yeldeğirmeni'ne. Öğretmenin istediği kitabı bulmak için. Zamanın sokaklardan ziyade Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi 'nde geçtiği yıllar. "Varlıklı Hıristiyan ve Yahudilerin Moda'da ekseriya yaşadığı dönemde burada daha çok onların çalışanlarının evleri vardı. Sokakta silahlı saldırılar olabilen bir yerdi Yeldeğirmeni. Tenha ve tedirgin." 2010'da birkaç arkadaşı buralara taşınmaya başlıyor, hâlâ biraz tekinsiz geceleri. Onları ziyarete gelerek tanışıyor aslen yine Yeldeğirmeni'yle. "O zaman Osman Koç, Candaş Şişman ve ben Rusya'da çalışıyoruz. Kazandığımız az biraz para var. Dönünce Yeldeğirmeni'nde atölye kuralım mı diye konuşuyoruz uyumadan önce bir gece. 2014 Ocak-Şubat, Gezi sonrası. TAK açılmış. O dönem kentin tasarımını üstlenme açısından ilginç bir proje. STK, belediye ve semt arasında bir yapı kurmaya çalışıyorlar. Sanatçılar, öğrenciler buraya taşınmaya başlamış. 100'ün üzerinde sanat atölyesi var. Bugünün parasıyla üç kişi 500'er lira koydu mu bir mesken tutabiliyorlar kendilerine. Kafe bir tane belki, bir de bira içilen yer var. Asıl parti sokaklarda ve evlerde yaşanıyor. Bir dönüşüm olacak ama henüz ne olacağını bilemiyoruz. Tutuyoruz atölyeyi. Bir anda Yeldeğirmeni ahalisinin parçası oluyoruz. Belediye kooperatiflere mahallenin gelişmesi için bütçe vermeye niyetli olduğunu söylüyor — sanatçılar soylulaştırmanın mahallede olumsuz etkiler yaratmasından, pahalılaştırmasından, Karaköy veya Cihangir örneklerine dönmesinden endişeli. Bütün bu bilinmez içerisinde keyifli bir şeyler yapalım istiyoruz. Toplanmaya başlıyoruz sadece. Gelen geliyor. Kadıköy Sanat Topluluğu adı altında bütün toplantılarımızı ses kaydı olarak arşivliyoruz. Amaca değil, sürece zaman ayırarak." Başarmak için değil, çabalamak için gidilen ortak alan: İskele 47 Bager'le kapıların arkasında küçük gruplarda başlayan sohbetlerin sokağa taştığı, tek sesin kolektif ruha dönüştüğü, su getirmek için uğrayan mühendisin yarının rehberini yazanlardan biri olduğu zamana dönmek istiyoruz. 2014'teyiz. "Atölyenin tabelası yoktu. Markete sipariş verirken İskele (sokak) 47 (numara) dediğimiz için ismi böyle oldu. Pazarlamayı hiç kaale almazsak daha çok üretim yapabileceğimize inanıyorduk. Bu yüzden 'anti-PR' yaptık. Logomuz güzel olmasın, ast-üst sistemi olmasın. Dertlerimiz bunlardı. İçeride dört beş şirket, Amber Platform, Başka Bir Okul Mümkün, Buluş-Biliş gibi dernekler; 10-15 freelancer vardı. Yeldeğirmeni bunun için çok uygundu çünkü hemen her şeyi mahalle ekosisteminde üretebiliyorduk. Çocuklar için scratch ile programlama kitabı yaptık, mahalledeki yayınevinin sahibi bize gidip geldiği için konuya hâkimdi. 'Basarız,' dedi. O kitap 80 bin sattı mesela." "Abi, şöyle bir şey yapsanıza," diyenlere "Yapmak mı istiyorsun yapılmasını mı istiyorsun?" denilen yer İskele 47. Fikrin her gün eğlenmek için ortaya atıldığı, üretilirken şekle şemale ve öncelikle mahalleye, ardından kurgulanan geleceğe faydaya dönüştüğü. "Bir mahalle kahvesi gibiydi aslında İskele 47. Hayal ettiğimiz kıraathane var ya, işte o," diyor Bager. Ütüsü bozulanın da çocuğunun ödevi için yardım isteyenin de geldiği. Arkadaş, arkadaşın arkadaşı, tanıdık, komşu ve mahalleliye bir "kamusal alan." Yeldeğirmeni mahallelisi Öğrenmeyi yeniden öğrenebilir miyiz? Zihni Sinir karikatürlerini hatırlarsınız. Hani "yalnızca istenilen saatte uyandırmakla kalmayıp aynı zamanda çayı demleyen saat" in ve daha nicesinin mucidi. Bager, İskele 47'nin yapısını ve öğrenmeye bakış akışını anlatırken aklımızdan geçenleri dile döküyor: "Zihni Sinir kafasında bir ortam. Sanat, teknik ve eğitimin bir arada olunca böyle bir alan çıkıyor ortaya. Biri dikey tarım alanı geliştirmeye çalışırken diğeri vegan deri yapmayı deniyor. Başkası kodlama yapıyor. İş, eğitim ve teknoloji; freelancer'lar, sivil toplum kuruluşları, şirketler ve öğrenciler yan yana. Dünyadaki küçük veye önemsiz gibi görünen şeyleri değiştirerek sistemi sorgulayan pek çok insanın kavuşma noktasıydı burası." "Nasıl yani?" diye geçiriyor insan içinden. Kolektif ortamda öğrenmenin formülsüzlüğünü anlatıyor: "Bir arkadaşım çocuklara ve gençlere ücretsiz kodlama atölyesi yapan Coderdojo'dan bahsetti. Biz de İskele 47'de yapalım dedik, duyurduk hemen. Pazartesi akşamı 18.00'e koyduk özellikle ki uzaklardan gelinmesin, daha çok mahalleli olsun diye. Duyurduktan sonraki ilk pazartesi sekiz-dokuz çocuk geldi. Hiçbiri birbirini tanımıyor. 'Ne yapacağız?' dediler. 'Açın bilgisayarları, kendiniz takılın,' dedik. Hiçbir araç yok, yapılandırma yok. Hepsi bir şeyler açtı. Scratch'le öyle tanıştık biz." Biri bize açın bilgisayarları kodlama yapın dese hemen yetişkin aklımıza sığınır, "İyi de nasıl?" diye önce bir panikleriz muhtemelen. "Kendi" yöntemini bulmak, çizgisiz deftere yazı yazmak, defterin dışına taşmak, hesaplamadan yola çıkmak; yöntemsiz bir yöntem. Okullarda öğretilmeyen, evlerde az rastlanandan. Öğrenmeyi yeniden öğrenebilir miyiz? Bager bunlara cevap niteliğinde devam ediyor anlatmaya: "Bu sırada atölyede öğrencilerimden Cansu vardı, 20-21 yaşında grafik tasarım öğrencisi. Çocukları gözlemledikten sonra kodlama öğrenmek istediğini söyledi. Oturdu 8-9 yaşında bir çocuğun yanına ki o da üç haftadır kodlamayla uğraşıyor, kodlama öğrendi. Bugün iyi bir okulda teknoloji öğretmeni Cansu ve muhtemelen 10 yıl sonra alanında en değerli isimlerden biri olarak anılacak." Birbirimize bakıyoruz. Sahi, bir şeyi öğrenmeden önce önümüze engelleri koyan biz değil miyiz? Başkasının deneyimleri üzerinden kendi deneyimimizi ölçmeye çalışan, öğrenmek için "uygun ortam"ı arayan, "önce"lerle başlayan cümleler kuran, suya atlamak yerine "Su nasıl?" diye soran. Bager'de cevabı var: "İyi pesimist bir şeyler dener,” — su nasıl, söyler. Bager, İskele 47'yi başka bir oyun olanına çeviren ilkeden, ek bir amaç olmadan organik öğrenmeden bahsediyor. Kitaplar bitirerek, o işin en iyilerini getirerek ve onları dinleyerek değil, öğrenmeye ve birlikte olmaya alan açarak yaratılıyor o öğrenme ortamı. Topluluk dürtüsüyle. Yeldeğirmeni'nde bir ikinci el dükkânı Sanat esnafları ve dönüşüm Yeldeğirmeni 2014'te vapurdan inip on dakikada varabileceğin, ucuz, denizi ve yeşilliği gören evleriyle sanatçıların ve öğrencilerin yaşamı keşfettiği bir mahalle. Mahalleli, İskele 47'ye uğrar mıydı peki diye merak ediyoruz. "Biri, 'Abi, bilgisayarın kablosu bozuldu, burada tamir edebilir miyim?' diye gelirdi, başkası geçerken üç boyutlu yazıcıyı görüp heyecanlanır, mekânın müdavimlerinden olurdu sonra. Diğeri kapıdan başını uzatırdı, 'Çocukların ödevini yapıyor musunuz?' diye. Az sonra babasıyla yollardı. Bir bakıyoruz, adam çocuğun ödevine müdahale ediyor. En sonunda anlardık ki o da aslında yaratmak istiyor." İskele 47 mahallelinin hayal edebildiği, üretim sürecine dâhil olduğu, ait hissettiği bir yere dönüşüyor. Şiddetsiz iletişimin merkezi. "Yeldeğirmeni'nde bunun gibi pek çok hikâye vardı ve birbirimizle paslaşabiliyorduk. Başka alanlarda olsak da birlikte olmanın gücü vardı. Alt sokakta mutfak vardı mesela, kendin gidip yemeğini yapabildiğin. İskele 47'nin perdesini çektiğimizde içeride fikirler oluşuyordu, orası arkadaşlarımıza kamusal alandı, kapıdan çıktığımızdaysa mahallenin üretim sürecini izliyorduk." Soylulaşmanın doğal bir yapısı var aslında. Gençler ve sanatçıların mahalleye gelişiyle esnaf bakkalını bırakıp kafe açmaya karar veriyor belki — atölyelerde etkinlikler yapılıyor, bento 'cularda yemek yiyor, bakkaldan sigarasını alıyor, esnaf da para kazanıyor. Mutlu anlar. Uzun yıllardır inşaatlara çalışan demirci, sanatçılarla heykel yaratmaya başlıyor, ahşap ustası tahtayı oyuyor bir apartman projesinde duvarda seyredilen şeye dönüşüyor. Yeldeğirmeni'ne sanat turizmine gelinmeye başlanıyor yan mahallelerden, İstanbul'un uzak semtlerinden. 2014-2016 arasında kiralar üç katına çıkıyor bir anda. Mahallelinin endişesi "Belediye barlara ruhsat verecek mi? Burası yeni bir Kadıköy veya Karaköy olacak mı?" sorularıyla şekilleniyor. "Ekonomik kriz sebebiyle boşalan evler dolacak mı? Her barda bir başka müzik sesi yükselecek mi?" derken pandemi başlıyor. Pandemi, mahallenin duraklama devri oluyor. Belki de bu sebeple tepeden inme soylulaştırma bir anlamda engelleniyor. Kat kat binalar, gökdelenler yapılamıyor mesela — dükkânlar, kiracılar arası devinim çok fazla olsa da. "Burada ben Cihangir-Taksim-Sultanahmet hattını görüyorum. Mesela Taksim, Sultanahmet olmaya başladı. Karaköy, Cihangir oldu ve hızla Sultanahmet olmaya doğru gidiyor. Yeldeğirmeni, Cihangir oldu — 2014-2016 yılları arasında hızla Taksim olmaya doğru gittiği görülünce kiralar arttı. Tam o noktada ekonomik krizle de değişim ve dönüşüm yavaşladı. Üzerine pandemi de etkiledi. Şu an tekrar 2016'ya geri sarıyor gibi görünüyor." sözleriyle özetliyor Bager, Yeldeğirmeni'ndeki dönüşümün hızını ve yönünü. Bugün kiralardan dolayı kimi sanatçılar atölyelerini taşınmak durumunda kalıyor. Nitekim burası onlar için ucuz, mahalle ilişkileri sıcak, kolektif bilinci yaygın olduğundan cazipti. Ucuzluk elden gitti. Kolektif bilinç ve sıcak mahalle ilişkileri hâlâ mahallede. Küff, Karakolhane Caddesi Kolektif mahalle 2010'da Kadıköy Belediyesi'nin ÇEKÜL'le başlattığı Canlandırma Projesi'nden önce ve sonra burada baki kalan bir şey var: kolektif ruh. Üretirken yanında başkalarının da ürettiğini görebilmek; Şikayet ettiğin ya da adını bilmediğin komşuların değil, kapısını çalabileceğin komşularının olması; saklanıp bir tarihî eser gibi korunası komşuluk kavramı. Şimdi nasıl bilirsin Yeldeğirmeni'ni Bager? "Yeldeğirmeni, çeşitliliği kucaklayan bir mahalle. Bir gün sokak düğünü oluyor, hepimiz kalkıp gidiyoruz, iki gün sonra aynı apartmanda kardeşler birbirine düşebiliyor, polis sirenleri duyuluyor. Paralel hikâyeler devam ediyor. 2010'ların başındaki vakalı Yeldeğirmeni'nden izler de var, bugününden de. Hâlâ o kolektif ruh ve üretim var. Kapısını çalabildiğim, sokakla konuşan atölyeler var. Sadece artık sayıları daha az." Bir mahallede kolektif üretme bilincini nasıl tanırız? Kapısını çalıp girebildiğin, ütün bozulduğunda kendin tamir edebildiğin öğrenme alanları olduğunda. Yandaki atölyeden boya ya da direkt atölyeyi ödünç alabildiğinde. Üretiminin önündeki psikolojik bariyerleri yıkan örnekleri görebildiğinde. Problem var diye kaçmak yerine neden, nasıl ve nerede o problemle karşılaşıldığını konuşabildiğinde. Burası, Yeldeğirmeni. Aylardan ekim, yıllardan 2021. Topluluk dürtüsüyle üretim devam ediyor. Burada sanatçı pazarları kuruluyor. Burada "vintage" fahiş fiyatlarda satılan ürünler demek değil, ileri dönüşüm demek. Burada sadece üretmek için var olabildiğin mahalle kahvesinden hâllice atölyeler var. Bir gün kapansanalar bile, kiralar arttığı için başka yere taşınmaları gerekse bile bu mahallede öğrendikleri bir şeyler var: başarmak için değil, çabalamak için yapmak ve fikri yaparken şekillendirmek. İskele 47 önünden geçiyoruz. Bugün kapalı. Pandemi ve Türkiye’nin ekomomik çöküşüyle yok olmuş. O ekibin içerisindeki pek çok kişi yurt dışına gitmiş yeni hikâyeler yazmaya. Bina belki yok şu an ama ruhu yaşıyor hâlâ.

Ekim 17, 2021
·
Makale
Bir topluluğun parçası olanlar
Mahalleyi "mahalle" yapan mahalleliye gelelim. Nicedir mahallelin Lalin ? "Estetik bir algısı var Çukurcuma’nın, vitrinler açık sokak sergisi gibi. Nitekim herkesin kılık kıyafeti de. Muhakkak bir duruşu, karakteri var onların da. En iyisi müzikten anlıyor mahalleli ve esnaf. Opera, caz çalar; popüler hip hop açmaz kimse. Duyduğun müziğin bile hikâyesi var burada. Esnaflar belli saatlerde birbirilerine oturmaya gidiyorlar. Alaturka diye bir yer var, Erkal Abi akşam saatlerinde diğer işinden gelip sanatçı ve yurt dışından gelen misafirlerini ağırlıyor dükkânında.” Çukurcuma'nın antikacılarından biri Artemis , “ Moda’da geçirdiğim son bir buçuk yılda, çok anlam atfettiğim tek-başına-var-olabilmenin ötesinde, birlikte kalıp birbirini tutabilmenin önemini anladım. Herhâlde o yüzden, eve dönmeden uğranacak durakları düşünmenin duygusal bir yanı var. Bina ’da gündüz buluşmaları, Karga ’da konserler, Dün ’de akşam yemekleri, Kutup ’ta kokteyller… Yuvarlak balkonlarıyla Mehtap Apartmanı ’nın önünden geçip sahile inişler; Sarıca Köşkü ’nde kim oturuyor konulu geri dönüşler… Moda’da her an bir sokağın köşesinden karşıma çıkabilecek Güneş’in şarkısında dediği gibi, “Aklına gelen her şey, seni bulan her şey, gördüğün her şey, bence gerçek hepsi.” Bu gerçeklik, şimdi, burada, bana iyi geliyor.” Moda'da yaratıcı üretim alanı: HOOD Base Sinem , “Akçapınar köyünde hiçbir şey yoktu o zamanlar. Bir Köprü Restoran var, bir de tostçu. Biz odaları açmışız ama gelen gitmek istemiyor. Gündüz Azmak'a, sörfe uzanıyor; akşam geri geliyor, üzerine şalını, ceketini giyip oturuyor burada. Akyaka bile uzak geliyor insanlara. O yüzden yemek vermeye başladık. E sonra, insanlar içki içmek için aşağı mı gidecekler? Bir bar da yapmak lazım. Tamam, onu da hâllettik. Bar yapınca müzik de olmalı. Yaptık.” diyerek anlatıyor Dane’nin olduğu yeri değiştiren hâlini. Sinem ve Alper, Dane'de Queer 'ler için güvenli alan. Seks işçilerinin evi. "Azınlık" görülenlerin kısıtlı iş alanlarına sıkıştırılmadığı; Afgan, Suriyeli göçmenlerin kendi kültürlerini mutfağa, sofralardaki tabaklara taşıyabildiği bir üretim merkezi. " Şu an İstanbul'da gördüğüm en kozmopolit mahalle: Kurtuluş. Mesela burada birahanenin alt katında Moğol cemaatinin düzenlediği kareoke gecelerine denk gelebilirsin. Veya bir gün Ergenekon Caddesi'nde Afrikalıların işlettiği R&B Club'a. Onlar mahalleyi bir sonraki varış noktasına varmak üzere terk ettiğinde pop-up, bir iki ay sonra biter. Cumartesi günleri Kurtuluş sokakları çok renklidir. Apartman dairesinde Afrikalı göçmenlerin kilisesi var çünkü. Ayine gelirler. Şimdi devretti ama Ben U Sen'in kurucusu bir Diyarbakır Ermenisi. Yemekleri de öyle. Oturduğun yerden dünyayı keşfedebilirsin burada," diyerek özetliyor Utku , Kurtuluş'un neden onun çekim alanı olduğunu. Dinlerin, dillerin, yaşamların buluşma noktası: Kurtuluş

Aralık 26, 2021
·
Makale
Bir nevi dünya içinde dünya, matruşka mahalle Çukurcuma
Zıt kutup diye bir şey yok. Biri olmadan, diğeri yok nitekim. Tezatlık, birlikte bir varoluş hikâyesi. Gölgesi gelecekten seslenen, teknolojiyle yaratıcılık arasında yeni bağlantılar kuran, dedesinin tabiriyle soyut müesseseler insanı Lalin'in Çukurcuma gibi İstanbul'un en eski ve "antika" semtlerinden birinde oturması da tıpkı böyle. Soyut ve somut müesseseler "Yaptığım iş somut bir müessese olsa ortaya nasıl bir kısa film çıkardı?" diye düşünüyor Lalin. Soyut müesseselerin somut müesseselerde her daim ilişkide olduğunu aşikâr. "Mesela nakit akışı deyince ben uçan dolarlar görüyorum. Banknot kuşları gibi. Bankayla paranı bir yere gönderiyorsun ve arkada ne olduğunu bilmiyorsun. Ama arkada gözle göremediğimiz ve aynı zamanda görebildiğimiz sistemler var. Teknoloji, zannetiğimiz kadar soyut değil. Bu şekilde düşündüğün zaman çok eğlenceli hikâyeler çıkıyor ortaya." Orası öyle elbette. Peki ya senin Çukurcuma'nın analog ve antika dünyasıyla ilişkin nasıl? Senin hayallerinle buradaki somut dünya nasıl bağ kuruyor Lalin? Cevap köşedeki antikacı kadar yakın: "Son zamanlarda sihirli şeyleri yeni medya yüzlerinde ve teknolojide arıyoruz. Fakat mekanik ve dijital, somut ve soyut aradaki adımlar asıl büyüleyici olan bence. Aradaki o adımları görmeye başlayınca birçok şey somutlaşıyor. Harry Potter'ı düşünün mesela. Eski püskü antikacı bir dükkânın içinden sair dünyalara açılır. Çukurcuma da tıpkı böyle." Metaları başka bir yerde görüyor Lalin. Parçalara ayırıp tekrar birleştiriyor. Yaratıcı lığı buradan geliyor. Son işlevinin ötesinde her şeyin birbiriyle ilişkisini, bütünün dünyada kapladığı alanı, parçalarının kapladığı alanı ve nasıl bir araya geldiklerini düşünüyor. Her bir parça içinden yeni bir hikâye ve kurgu çıkıyor. Bir nevi dünya içinde dünya. Çukurcuma'da onu cezbeden bu. Matruşka mahalle. Lalin Akalan Çukurcuma'yı nasıl bilirdiniz? "Buraya içgüdüsel olarak yerleştim. Çukurcuma'da metropol hissi alıyorum. Komşum bana karışmıyor. Öyle içli dışlı bir mahalle hayatı yok. Burada insanlar birbirine daha çok alan tanıyor. Tolerans çok yüksek. Bir kadın olarak güvende hissediyorum. Diğer yandan yürüyerek şehre ulaşım ve yüksek tavan bile burada yaşamak için birer sebep benim için. Yabancı insanların yaşaması, bir yaratıcının ihtiyacı olan şeylerin yakında olması — Karaköy'deki perşembe pazarı mesela — Çukurcuma'yla ilişkimi sağlamlaştırıyor." Bu yanıtı alınca Lalin'i bir perşembe pazarında bir de antikacıların içinde yine metaları parçalarken ve yeniden kurgularken hayal ediyorum. Tarihten aldığını bugün üzerinden geleceğe bırakan bir sanatçı, dijitalle mekanik arasında yollar kurgulayan bir tasarımcı olarak. Bu sırada lafa giriyor: "Kullanılmış, hikâyesi olan şeyleri çok seviyorum. Tarih var burada: Hiç ölmeyecek bir hikâye, yüzyıllardır üzerine yazılıyor. İstanbul'un bir zamanları ve geleceği arasında devinimdeyim." Tam o sırada içinde bulunduğumuz 130 yıllık evin hemen karşındaki, daha yakın zamanda inşa edilmiş evi göstermek üzere pencereye doğru yöneliyor. Oranın eskiden müştemilat olduğunu, oturduğumuz bina için çalışan insanların burada yaşadığını anlatıyor. Bu sebeple Faik Paşa Caddesi boyunca sağ ve sol tarafta mimari farklı. Müteahhit, kentsel dönüşüm kapsamında eski Levanten evleri yıkıp yerine betonarme kimliksiz binalar yapmamış. Kentsel dönüşümün yolunun geçmediği mahalle burası. Nadide. Herkesi koruyup kollayan. Eskisine hâlâ yuva, yenisine açık. Dünyaya açılan sihirli antika dükkânı "5 liralık biblo, 500 bin avroluk antikayla yan yana durabiliyor. Antikacıların çoğu Art Nouveau gibi belli bir döneme ya da küllük gibi belli bir ürüne adanmış. Hepsinin bir odak noktası ve dolayısıyla anlatacak hikâyeleri var. Doğu ve Batı'ya aynı mesafede. Hızlı aramada Kayseri'den halıcı da var Avrupa'daki Victoria Dönemi'ne ait ürünleri kovalayan koleksiyonerler de. Bu dünyada her antikacı bir hikâye anlatıcı." Eh, İstanbul'da beş parmağı geçmez artık hikâyeleri ceplerinde esnaf. Katılıyorum. Bizim Galata da baktığında İstanbul'un en eski semtlerinden ama kapı komşumuz daha dün açılmış butik, dilim pizzacı ve turizm acentası. Antika dükkânı bir kenara, "antika" dükkân bulmak bile mucize. "Geçen gün kuyumcuda bir yüzük beğendim. Üzerinde yazan harfleri sorunca başlattı yüzüğün hangi prenses döneminde Ukrayna'dan nasıl geldiğini, nasıl yapıldığını anlatmaya. Bir yüzüğü beğendim dediğinde başka nerede böyle bir tarih dinleyebilirsin?" Lalin'in bu sözleriden sonra koruyamadıklarımız üzerine düşünelim biraz — "antika" bulduklarımızı yıkıp üzerine yeni inşa ettiklerimiz ve geride bırakacaklarımız üzerine. Yıl 3000'ler. İklim krizi, kriz olmaktan çıkmış, barış sağlanmış. Hadi bakalım . Peki ya şehirler ne âlemde? Bu dönemde arkeologlar, ne bulacak İstanbul'dan geriye? O zamana dijital arkeologlar yetişir mi? "İnsanlığın iyiliği için birinin bu işin peşine düşmesi gerek," diyor Lalin. Ama nasıl? Yaşanan deneyimi, esansları nasıl kaydedebiliriz? Nasıl hissettiğini, gördüğünü — soyut müesseseleri somut müesseselerle nasıl bir araya getirebiliriz? Çukurcuma'nın antikacılarından biri Mahalleli nicedir? Mahalleyi "mahalle" yapan mahalleliye gelelim. Nicedir mahallelin Lalin? "Estetik bir algısı var bu mahallenin, vitrinler açık sokak sergisi gibi. Nitekim herkesin kılık kıyafeti de. Muhakkak bir duruşu, karakteri var onların da. En iyisi müzikten anlıyor mahalleli ve esnaf. Opera, caz çalar; popüler hip hop açmaz kimse. Duyduğun müziğin bile hikâyesi var burada." Lalin camdan bakarken devam ediyor: " Estetik yanı bir tarafa mahallede komşuluk da var. Esnaflar belli saatlerde birbirilerine oturmaya gidiyorlar." Uslu bir çocuk olursak o misafirliklere katılabilir miyiz dersin? "Katılırsın tabii. Alaturka diye bir yer var, Erkal Abi akşam saatlerinde diğer işinden gelip sanatçı ve yurt dışından gelen misafirlerini ağırlıyor dükkânında. Kışın şömine karşısında vişne likörü ikram ediyor. Ben de haftaya gideceğim, gelin." Gelmez miyiz? Hay hay! Esnaf tamam. Peki ya komşular? Ev alma komşu al dedirtenlerden mi? Yoksa onlar da pek bir "antika" mı? "Komşular bombastik!" diye giriyor konuya. "Karşı komşum gece gündüz seramik yapıyor. Alt komşularımdan birinin evi Versailles Sarayı gibi. Tam alt komşum müzisyen. Bazen eve geliyorum ve beni canlı müzik karşılıyor. Dinlemek için kulağımı yere dayıyorum ya da mesaj atıyorum sesini biraz açmasını istemeye. Benden mutlusu yok." Yeşillik komşular Fikirden fikire, insandan insana Mahalle, Çukurcuma olunca buradaki yaratıcı iş birliklerinin nasıl olduğuna değinmek istiyoruz. "Müzisyenler, sahne tasarımcıları, mobilya tasarımcıları, restorancılar hepsi Çukurcuma'da. Fikirden fikire, insandan insana iş birlikleri şekilleniyor. İnsan iletişimi, mahallelerdeki gerçek bağ." Yaratıcılar bir mahalleye geldiklerinde o mahalleye değer de getiriyorlar. Bu bir grafiti, restoran, dükkân veya balkonun tasarımı da olabilir. Yaratıcı, mahalleyi dönüştürüyor. Bu organik olduğunda mahalleyi ve orada yaşayanları besliyor. Tıpkı onca antikacının, müzisyenin, yaratıcının Çukurcuma'yı bugünkü Çukurcuma yapması ve onlardan sonra gelen yaratıcılara da alan açması gibi. Tetikleyici, doğal akışında, "zıt" kutuplarıyla, soyut müesseselerden somut müesseselere: mahalle Çukurcuma.

Ekim 3, 2021
·
Makale
"Burada azınlık değil kimse, ada bir çoğunluk hâli."
Gezintiye hemen başlıyoruz. Nasılsa vapurda yeterince dinlendik. Biraz bacaklarımızı açmak iyi gelecek. Buluştuğumuz noktadan 15 adım attıktan sonra "Turumuzun ilk durağı," diyor Emre: Çarşı. "Büyükada artık Migros, Starbucks, Kahve Dünyası gibi kafe ve dükkânlar ve günübirlik turistleri çekmesiyle neredeyse kentleşti. Heybeli ve Kınalı da zaman içinde ada karakterinden bir şeyler kaybetti — Burgaz başka. Hâlâ benim çocukluğumdaki 'ada ruhu' var. Zincir market yok burada, meyve-sebzeyi şuradaki manavdan veya cuma günleri kurulan pazardan, ekmeği fırından, eti kasaptan, gazeteyi gazeteciden alırız. Banka şubesi bulunmaz, adadaki yegâne ATM 10 sene önce açıldı." Şehirli refleksiyle hareket ediyor aklım. İyi ki para çekmişim gelmeden. Emre Onar Yürüyoruz. " Galeteaaacı!" amcanın peşi sıra Adalar Su Sporları 'na doğru. Adımlarımın yavaşladığını hissediyorum — dar kaldırımlar yüzünden önümdekileri geçemediğim bir sıkışıklık hissiyle değil. Adadayken yapılacak şeyler listeleri aklımdan siliniyor. Onlardan kalan boşluğu koklanacak incir ağaçları, havlularıyla saçını kuruturken gözüme takılan insan manzaraları, deniz kenarından yükselen radyo sesi dolduruyor. Selamlıyor Emre yanımızdan geçeni. Teğetleşmiyorlar fakat duruyorlar. Annesi, ne zaman Londra'ya döneceği, geçen hafta kapattıkları evi açmaya mı geldikleri üzerine sohbet dönüyor. Bize doğru bakıp "Merhaba," diyor Meri Teyze, "hoş geldiniz." Buralı olmadığımız herkesin ıslak mayolarını sandalyelere astığı deniz kıyısında pantolonlarla dolaşmamızdan belli. "Adada neredeyse herkes birbirini tanır," diyor Emre, "mesela çocukken yere düştüğümde, yoldan geçen biri alıp beni alır, nerede oturduğumu sormadan evime götürürdü. Bilirdi çünkü adresimi." Bayramlar, isim günleri, yortular birlikte kutlanır Devam. Yokuş yukarı. Bu sefer deniz sağımızda. Aya Yani 'ye gidip mum dikmek var aklımda. Fakat henüz kapıları kapalı. Belki 17.00'de açılır. "1,5 kilometrekarelik adada Ortodoks ve Katolik kiliseleri, sinagog, camii ve cemevi gibi beş ayrı dinî gruba ait toplamda yedi ibadet yeri var. Bu, belki de Türkiye’nin hiçbir noktasında olmayan bir etnik ve dinî çeşitlilik. Sokaklarda Rumca, Ladino konuşmalar duyabileceğiniz Türkiye’deki son yerlerden biri. Robert Schild’in Burgazada: Canlı Bir Etnografya Müzesi kitabında da belirttiği üzere tam 20 etnik ve dinî kimlik yaşamaya devam ediyor burada: Rumlar, Ermeniler, Museviler, Süryaniler, Aleviler, Sünni Türkler ve sonra Bulgar, Leh, Keldani gibi artık çok ufak kalan bazı etnik gruplar. Bayramlar, isim günleri, yortular birlikte kutlanıyor." Toplumda azınlık olarak metalaştırılmış grupların oluşturduğu bir çoğunluk olma hâli. "Burgaz aslında bugünkü çok çeşitlilik taşıyan hâlinin aksine eskiden tamamen bir Rum adasıymış. 1964 ve sonrasında Rum nüfusun çok azalmasıyla gidenlerin yerini zamanla diğer gayrimüslim gruplar ve Müslüman Türkler almış. Buralar, farklılıklarıyla zenginleşen, bir arada yaşamın devam ettiği bir yer hâlâ." Aya Yani Kentlileştiremediklerimizden: Burgazada " Bugün tenha," diyor Emre, biz "Kepenkleri kapatılmış evler boş mu? Airbnb'den baksak bulur muyuz? Peki tutabilir miyiz?" sorularıyla "Bir süre Burgazadalı olabilir miyiz?" hayalleri kurarken. "Okullar açıldı, kış tarifesine geçildi, ada ondan ıssız. Lodos fırtınaları başlayacak diye güneşlenilen iskelelerdeki tahtalar kaldırılmış, kedi ve köpek sayısı insan nüfusunu bastırmış, hava kararınca günübirlik gelenler de adadan gidiyor. Meydandan esnaf da el ayak çektiğinde sadece evlerden yükseliyor televizyon ışığı ve kahkaha sesleri. Burgazada, adalar arasında her şeye rağmen en az değişim geçireni diye düşünüyorum. Çocukluğumdaki hâliyle şimdisi hemen hemen aynı. Büyükada büyük bir hızla İstanbullulaşma yolunda. Burgaz hâlâ kendini koruyabiliyor. Adanın yegâne üçüncü dalga kahvecisi ve bir adet butiği var. Bazı yerler İstanbullaşmasa ve şehirleşmese de olur. İnsana biraz da kaçış noktaları lazım. Bu ara canımı sıkan şeyler iskele hizasındaki bazı balık restoranlarında Türkçe pop veya göbek havası bangırtısı yükselmesi ve yemeğe gelenlerin sandalyeler üzerinde dans etmesi trendi. Adanın dokusuna ve ruhuna uymuyor. İstanbul'dan buraya alışkanlıklar ve taleplerle gelmeyi doğru bulmuyorum." Yine bir kıyas kafamızda, diğer adalarla. Yolda daha az çöp gördük. Elektrikli otobüs BA1 kibarca yaklaşıyor, yavaşlıyor. Bunlardan dört tane varmış. Bir de küçük taksi. Yolda mavi şeridin ona ayrılan bölümündeysen birkaç adım kenara kaçman yeterli. Bir bakmışız Kalpazankaya yolunda gürültüden bile uzaklaşmışız. Martı, kediler ve iki köpek akşamüstü buluşmasında. Otobüs durakta duruyor, birilerini indiriyor. Turizm, turizmi nasıl bitirir? "Barselona, Venedik, Brugge gibi şehirlerin dert yandığı ve büyük sorunlar yaratan overtourism (aşırı turizm) en çok Büyükada’yı etkiledi. Fayton atlarının ölümü ekseriya Büyükada’nın aşırı turist almaya başlamasından ve yükünü kaldıramamasından doğdu. Kınalıada'daki turizm, günübirlik denize girmeye gelenlerle gelişti. Arkalarında bıraktıkları çöpler adalıların en büyük problemlerinden biri. Burgaz’da da bu durum bir dönem kamp yapmaya gelenlerin sayısı attığında yaşanmıştı. Madam Martha Koyu’nda biriken çöpler, tuvalet sorunu, oraya yakın mezarlığa girilip çıkılması gibi konular gündeme geldi." Madam Martha Koyu Cennet Bahçesi 'nin önünden geçiyoruz tam bu sırada. Elif böyle bir meskenin adadaki algısını soruyor. Cennet Bahçesi’nde tiyatro temsillerinin yapıldığını, adaya kültür ve sanatla ilgilenen insanlar getirmesi açısından olumlu gördüğünü söylüyor Emre. Ve ekliyor: "Adanın ruhuna uygun ve yapısını bozmayacak etkinliklerin adanın dinamiğine pozitif etkisi bile olabilir. Fakat yüzlerce biletin satıldığı, kitle etkinlikleri yapılırsa o zaman işler değişir. Yangın riski açısından da günübirlik gelenlerin daha iyi kontrol edilmesi ve bilinçlendirilmesi gerekiyor. Adalar yüz ölçümü olarak küçük, sınırlı yerler. Turizm sürdürülebilir olmadıkça ve turist sayısı kapasitenin üstüne çıktıkça illa bir soruna neden olacak. Burgazada'nın en büyük zenginliği sosyo-kültürel dokusu ve bu yoğun bir turizmle bozulma riskine sahip. Büyükada’da bu yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Overtourism'den dolayı şikayetleri artan yazlıkçı nüfusun bir kısmı ya evlerini sattı ya da adaya gelmeyi bıraktı." Turist değil, misafir olmalıyız adada. Aynı bir eve davet edildiğimizde yaptığımız gibi tabaklarımızı arkamızdan toplayıp "Yardım edebileceğimiz ne var?" diye sorduktan sonra ev sahiplerine, yani adalılara teşekkür edip çıkabiliriz buradan. O zaman geri geldiğimizde bizi bekler, gülümser, "Gözlerimiz yollarda kaldı," derler. Şehirlilerin Burgaz'a gelme nedeni Kalpazankaya'yı arkada bırakıp Cennet Yolu'ndan aşağı ilerliyoruz. Yasemin 'de oturacağız biz masaya. Ev sahibimiz, adalılarla.

Eylül 19, 2021
·
Makale
Kurtuluş, ara durak. Bir sonraki noktaya geçmeden soluklanacak, oksijen aldıracak.
Halılı mı parkeli mi, fayanslı mı epoksili mi? Onlar evde yokken paketlerini aldığın, pazar öğleden sonraları büyük sofralar etrafında buluştuğun komşular mı? Kapısında kilit, güvenlik olan müstakil evler mi? Birinci kattaki apartman dairesinin kot farkı sebebiyle yatak odası bahçeye bakıyor; sokak tarafındaki ferforjeli salonuna "Tamam," diyebilir misin? Perdeler arkasına gizlendiğin ya da gelen geçenin meraklı gözlerle baktığı açık bir düzen — ışıklı, karanlık, gürültülü, ıssız. Kan bağı olmayan bir aile gibi mahalleyle kurulan ilişki. Seçiyorsun. Eşref Efendi sokağın tepesinden aşağı bakarken aklımızda ilk soru bu: Kurtuluş'un Utku'yu kendine çekerken, sineye çektikleri. "İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin Dolapdere kampüsünde Eşref Efendi'nin paylaşımlı evlerinde çok vakit geçirmiştim. O yüzden aşikâr, alışık hatta biraz âşıktım mahalleye ve insanına." Utku 2014'te Kurtuluş'a yeniden geldiğinde, ev ararken aklında yalnızca iki kriter var: teraslı olması ve gökyüzüne açılması. Esmiyor Podcast'in yaratıcılarından Utku Hemen olmuyor. Pek çok bina, sokak, odaya bakındıktan sonra iki katlı devasa bir ev çıkıyor karşısına. Kirası yüksek — ama güzel. İçinde y aşanmalı. Burada yaşamak için önce kararlı olmalı, sonra şartları bir araya getirmeli. Bir de şans. Kurtuluş'u evi yapmış pek çok insanın dilinde aynı kelime. "O sırada Berlin'den bir arkadaşımız geri taşındı, tesadüf. Bir diğeri de dökülmekteki evinden çıktı, ev sahibi renovasyon sürecinden sonra daha yüksek bir kira istemeyi düşünüyordu. Hep birlikte tuttuk o evi. Aradan geçen zamanda çok insan geldi, yaşadı ve gitti. Kimisi ülke dışına; bazısı çocuklu, köpekli, eşli hayatlara. Bazen misafirliğe geliyor misal biri, bu evde yaşamış, iki hayat arasında geçerken. Ben oradayım hâlâ. Dönenleri, uğrayanları, özleyenleri, mahalleyi bekliyorum. Bir gün ancak İstanbul'dan veya Türkiye'den gidersem buradan ayrılırım diye düşünüyorum." Bir aradayız, hepsi bu Tarih bugüne sirayet ediyor Kurtuluş'ta. Bir zamanlar gayrimüslimlerin ve müslümanların, Ermeni, Rum, Yahudi, Roman halklarının birlikte yaşadığı mahalle bugünün dünyasında "azınlık" olarak görülen toplulukların çoğunluğun sesi olduğu; fısıltıyla konuşmak zorunda olmadıkları; yaşamlarına çekili perdeler arkasında değil, sokakta devam ettirebildikleri mesken. Dinlerin, dillerin, yaşamların buluşma noktası: Kurtuluş Queer 'ler için güvenli alan. Seks işçilerinin evi. "Azınlık" görülenlerin kısıtlı iş alanlarına sıkıştırılmadığı; Afgan, Suriyeli göçmenlerin kendi kültürlerini mutfağa, sofralardaki tabaklara taşıyabildiği bir üretim merkezi. "Şu an İstanbul'da gördüğüm en kozmopolit mahalle: Kurtuluş. Mesela burada birahanenin alt katında Moğol cemaatinin düzenlediği kareoke gecelerine denk gelebilirsin. Veya bir gün Ergenekon Caddesi'nde Afrikalıların işlettiği R&B Club'a. Onlar mahalleyi bir sonraki varış noktasına varmak üzere terk ettiğinde pop-up, bir iki ay sonra biter. Cumartesi günleri Kurtuluş sokakları çok renklidir. Apartman dairesinde Afrikalı göçmenlerin kilisesi var çünkü. Ayine gelirler. Şimdi devretti ama Ben U Sen'in kurucusu bir Diyarbakır Ermenisi. Yemekleri de öyle. Oturduğun yerden dünyayı keşfedebilirsin burada," diyerek özetliyor Utku Kurtuluş'un neden onun çekim alanı olduğunu. Kültürlere, bunların değişkenliğine, birbirinden feyz almasına alan açan bir mahalle. Evet — İstanbul'da benzeri çok yok. Belki de bundan sivil toplum kuruluşlarında, eğlence sektöründe çalışanların ve son zamanlarda sadece sanatçıların değil sanat kurumlarının ilgisini çekiyor. Sokaklara mural 'lar çizilerek, dükkânlara galeri tabelaları yerleştirilerek dönüştürülmüyor. Geçmişinden geleceğine, batıdan doğuya veya tam tersine, belirsizliklerden hayallere gidenler için bir geçiş noktası, dışarıdan geleni kabul ettiği için hep devinimde Kurtuluş. Sabit fikirler geliştirmiyor bu değişimin içinde. Utku'nun sokaklarında, görüş alanında gezerken gördüğümüz bu. Mahalleler arasında geçişken bir yapı var Kurtuluş nerede başlıyor ve bitiyor? Hiç bitiyor mu? Fiziksel olarak adalarla tanımlansa da aslında daha çok bir his Kurtuluşlu olmak. Sabahları "Puhçaaa!" diyerek dolaşan, yastığa iki saat önce başını koymuşları sinirlendiren simitçi de Kurtuluşlu, üst katında bitmeyen parti yüzünden rabıtada topuklu ayakkabı sesinden rahatsız Aran Bey de. Anneanne sandıklarından çıkanları vitrinde sergilene Markiz Vintage de Kurtuluşlu, astarların söküklerini dikip kışa hazırlayan, yeri gelince üstüne cuk oturan ceketler diken terziler de. Önündeki kasalarda Küçük Kara Balık, Pal Sokağı çocukları kitaplarını sergiyen kitapçılar da var Kurtuluş kaldırımlarında, günün altı saatini bilgisayar ekranına bakarak geçirenler de. Chopstick 'le noodle yiyenler; ellerinde bira bardakları dart oynayanlar; La Fiancée 'den alınan sandviçlerle metroya hızlı adımlarla ilerleyenler; tekerlekli sepetlerini Feriköy pazarına çekiştiren fularlı hanımlar; Madame Katia şapkalarıyla dolaşan beyler. Bunlar Kurtuluş'ta olağan görüntüler. Kurtuluş'tan Dolapdere'ye "Karaköy ve Kurtuluş'un soylulaşması aynı döneme denk geliyor. Gezi sonrası," diye anlatmaya başlıyor Utku. "İkisi de birer geçiş noktası. Ama burası farklı. Karaköy'ün mahallelisi dışarıdan gelenler çünkü. Önce İstiklal'i, Beyoğlu'nu, Pera'yı terk edenler indi, onların peşinden kahve, bar, restoran açanlar. Yaşayanı olmadığı için öksüz kaldı belki de. Kurtuluş'u mahalleli terk etmiyor. Bu sebeple büyük yatırımcılar gelip her biri sanatçı elinden çıkmış apartman fontlarının olduğu kapıları sökemiyor, yerine gökdelenler dikemiyor, milyon, trilyon dolarlık projeler yok. Henüz. Mahalle mizacı değişiyor sadece. Eski manav şimdi Fill Kahve oluyor mesela. Kapıdan içeri bakınca duman arasından sadece erkeklerin görüldüğü birahaneler kapanıyor, Kava açılıyor. Çok para kazandıracağı için değil, mahalleye yeni gelenlerin talepleriyle uyum içerisinde değişiyor mekanlar." Fırını, turşucusu, baharatçısıyla Pangaltı sokaklarını cumartesi gününün pazar alışverişine; gözleme yemeye uğradığımız Feriköy 'ü arkamızda bırakıyoruz. Bomonti 'deyiz şimdi. Bir zamanlar tekstil endüstrisinin merkezi, şehir dışı tabir edildiğinden bira fabrikasının kurulduğu semtte. Kurtuluşluların Bomonti durağı: Kozmos Coffee Büyük yatırımlarla kurulmuş Bomontiada hakkında konuşmak istiyoruz. O da bu mikrokozmosun bir parçası çünkü. Dışarıdan geleni; gece gezmesi için uğrayanı, şöyle bir bakıp da çıkanı; terk ederken araba camlarından attıkları teneke kutuları, poşetlerini bırakanları, kendi evi olmadığı için pisleteni de çok çünkü. Mahalleli nasıl bakıyor bu projelere? Kurtuluş'ta yaşayanlar Bomontiada'ya görmeye, bakmaya, sosyalleşmeye gidiyor. Dış dünyayla kesişim kümesi gibi biraz o alan diye anlatıyor Utku. "Bomontiada'ya gelenler Kurtuluş'a geçmiyor. Elinde gezilecek, görülecek, Instagram için önünde poz verecek yerleri listeleriyle dolaşan turistlerin uğrak yeri değil." Dünyanın merkezine açılan apartmanlardan biri Dünyanın merkezi, bu mahalle "Doğaysa en dibinde, 3G'nin bile çekmediği yerlerde olmayı seviyorum; insandan, uğultudan, kablodan uzak — şehirdeyse keşmekeş içerisinde, bir köşeyi döndüğünde plan yapmadan birinin yanına çökebileceğin, o konuşmanın, o masaya eklenenlerin, o bir tek gecenin hayatını değiştirebileceği belirsizliğin içinde olmayı. Dünyanın merkezindeyim gibi hissettiriyor bu mahalle bana. Kurtuluş diyoruz ama aslında benim yaşadığım bölgenin adı Tatavla. Yunanca ismiyle Ταταύλα. 1929'daki büyük yangın öncesinde aslen Rum'ların mahallesi. Tatavla adı Rumca 'beygir ahırı' anlamına gelen 'tavla' kelimesinden türemiş. Arayıp da bulamayacağın şey yok. Bir yere gitmeme gerek yok bir şey deneyimlemek için. Bir zamanların Beyoğlusunu düşünüyorum. Herkesin başka yerde yaşasa da gittiği yerdi, Kurtuluş yaşayanların kaldığı yer. Ve bir yandan da hiç bitmeyen bir göç hikâyesi içeriyor." Rumlar, Ermeniler, Yahudiler gidiyor; Suriyeliler, Afrikalılar, Afganlar geliyor. Doğudan batıya savaştan, güneyden kuzeye susuzluktan, iklim krizinin yol açtığı doğal afetlerden, kasırgalardan kaçıyor insanlar. Kurtuluş, bugün, durak gibi. Ama son değil, ara bir durak. Bir sonraki noktaya geçmeden soluklanacak, oksijen aldıracak.

Kasım 14, 2021
·
Makale
"Dolapdere'de villalar, siteler yok. Camdan cama muhabbetler, turşucular, günaydınlar ve filozoflar var."
Trafik. Baki. Bahriye Caddesi 'nin fırını önünde sıkışınca ekmek kokuları doldu arabaya. Kırmızı, yeşile dönüp durdukça ilerliyoruz olduğumuz alanda. Yüzüme sıcak ve asfalt çarpıyor. Ufuk, Sururi Parkı 'nı geçtikten sonra biraz daha açıldı. Ne güzel isimler: Bahriye Caddesi, Sururi Parkı. "Geç kaldım, kalıyorum, kesin kalacağım," endişelerini bir kenara bırakıp sağımda ve solumda yükselen binaları izlemeye başlıyorum. Eski yıllarda havaalanından dönerken gece yarısı açık manavlarından limonu, şeftaliyi kese kâğıdına doldurmak için durakladığım; tamponunda "Kaderimsin" yazılı, ışıltılı arabalarıyla fiyaka atan mahallenin gençlerine denk geldiğim Kasımpaşa 'dan Dolapdere'ye uzanan yolda, şimdi Sheraton Otel, Yargıcı Genel Merkezi, Shopi go binası, Dirimart Galerisi, Evliyagil Müzesi, Pilevneli binaları dikili. Lastiklerin sergilendiği kaldırımların cansız mankenler dizili vitrinlerle birleştiği kavşakta, dadaist bir şeyler oluştuğunu düşünmeye başladığım noktada "Tamam," diyorum. "Geldik." Sağda, siyah boyalarla futbol topuna benzetilmeye çalışılan plastik top, araba altına kaçtığı için ağlayan çocuğu geçince Çin Lokantası'nın yanında ineyim. Arkadakiler kızmasın, korna velvelesi başlamasın diye ani bir hamleyle çıkıyorum. Başındaki hasır şapkasıyla güneşten korunmaya çalışan oğlan "May I?" diyerek tutuyor kapımı. Sonra da henüz boşalttığım koltuğa oturup kırık Türkçesiyle "Gayrettepe lütfen," diyor. Pek centilmen. Durup dururken cinsiyet atamış oldum. Kibar... Birey? Dolapdere'nin eklektik kozmopolitizmine hoş geldim. Dedesi semtin ilk sakinlerinden olan Rinaldo Marmara 'nın kaleme aldığı Pangaltı (Pancalti) kitabında, 1860'larda mahalleye yerleşen, İtalya'dan gelen göçmen Giovanni Battista Pancaldi 'den adını alan Pangaltı ve başlangıçta küçük bir Rum köyü olan, Rumca "at ahırları" anlamına gelen Tatavla , bugünkü adıyla Kurtuluş mahallelerinin kapı komşusu, Dolapdere sokaklarındayız bugün. Hah! Ali (Özbatur) de geldi! Panayia Avangelistria Kilisesi'nin çanları bizim için çalar mı diye beklerken arabalar üstünden geçsin de çiğnesin diye yola serilen halıların olduğu sokaklarda gezeceğiz. Zil yerine "Çekilin!" diye bağıran çocukların arasından ilerleyip mural 'lere, tag 'lere, pencereler önündeki ortancaları çevreleyen ferforje korkuluklara bakarak yürüyoruz şimdi. "Aliiii, eve gel!" diye bağırıyor bir başka Ali'nin annesi. Gazozu sağ elinde, sol eli cebinde, arkadaşlarına "Bay bay!" dedikten sonra sesin geldiği yöne ilerliyor öbür-Ali. "Acaba şu 1855 yılında siyasi sığınmacı olarak ülkesinden ayrılarak İstanbul'a yerleşen Polonyalı şair Adam Mickiewicz'in evi mi?" diye soruyorum. "Hayır. O Tatlı Badem Sokak 'ta," diye mahallenin ünlülerini anlatıyor bize bizim-Ali. Ali (solda) ve oto yıkamacı Mehmet Abi Ali, 5 yıldır Dolapdereli. Taşındığı yıllarda Arter binası, Pilevneli Galerisi , Dirimart henüz yok. Sabah beşte kapıda kaldığı için balkonundan kendisininkine atlamak isteyen komşusu; mahalleli delikanlılar arasında sık sık çıkan kavga sesleri; camdan cama, sigara eşliğinde gıybet saatleri; "Gel bir çayımızı iç, içini dök," diyen oto tamircisi Mehmet Abi var. Neden buradasın Ali? Başlıyor sohbetimiz. Ali'nin müdavimi olduğu Kurtuluş'la Dolapdere'yi bağlayan Eşref Efendi Sokak 'ta Kot Sıfır 'dayız şimdi. "Aile evinden çıkmayı planlıyordum. Uzun yıllar Gümüşsuyu 'nda yaşadım. Beyoğlu luyum. Okula orada gittim. Gençliğimle ilgili ilk anılarım Pera sokaklarında. Dersten çıkardık. Tophane 'de adam bıçaklanırdı, onu hastaneye götürürdük. Keşmekeş hayata alışkınım. Bakınmaya başladım. Nerede yaşarım? Cihangir 'de ev tutsam, iki gün sonra 'Bu bina yıkılacak, çıkın,' diyecekler; evim, elimde kalacak. Gayrettepe , Balmumcu 'da biraz daha uygun fiyatlı evler var. Ama yok. Gitmek istemedim oralara. Birçok kültürün ortasındaki Dolapdere çıktı karşıma. Mahalle hayatına sahip ama steril değil. Bir tarafı tanıdık, bir tarafı canlı. Oto tamircileri ve inşaat alanları ortasında, o zamanki okulum İstanbul Bilgi Üniversitesi var mesela. Yürüdüm, bakındım. Oldu. Dolapdere'ye taşındım. İlk zamanlarımda yeni yer korkusu vardı. Burada birey olarak kendimi ne kadar dışa vurabileceğimi bilemiyordum. Kapalı bir mahallecilik olduğunu, dışarıdan gelenin kabul edilmeyeceğini sanıyordum. Alakası yokmuş. Şimdi Dolapdere'nin herkesi kucaklayabilecek bir çorba olduğunu düşünüyorum. 90'lar jenerasyonunun içine doğduğu bir hayat tarzı var burada. Manavın 'Günaydın,' der, 'Fırından taze çıktı ekmek,' diye seslenirler arkandan. Masalar, sandalyeler, çocuklar, kucağa açılan piknikler, müzik, zaman zaman kütüphaneler sokağa taşar. Kapı önü sohbetleri vardır. İçeride yan gözle dizi izlenirken sigara tüttürülür mesela, çekirdek çitlenir. Tenekede ateş yakılır ve etrafında muhabbet edilir. Bir yerden bir yere giderken merhabalaşıp çay içilir. Bizim mahallenin oto tamircisi Mehmet Abi, sabahları 'Gel, börek yiyelim,' der. Fill 'e uğrarım. Serkan Abi 'yle felsefe konuşuruz. Geçenlerde keyfim yoktu bir gün. Mehmet Abi çok zorladı. 'Gel, otur,' diye. Ben kaçmaya çalıştıkça 'Otur be,' dedi, çayı söyledi o sırada. Havadan sudan konuştuk. Üstü kapalı, içten gelen bir dayanışma, unuttuğum insani bir taraf vardı, değerli hissettim. Biz sürekli iş konuşuyoruz diye düşündüm eve gittiğimde o gün. 'Ne haber, nasılsın?' demeyi unutuyoruz. Hayatı akıtmıyoruz. O iyi niyeti burada bulmak iyi geliyor bana. Etrafındaki insanları tanımaya açık oluyorsun. 800 daireli distopik apartmanlar yok burada. Aynı eşikten geçtiğin 200 kişiyle paylaştığın tek bir adres yok. Kınalı Keklik Sokak 'ta oturuyorsun mesela. Bir pencere açıyorsun, o sırada karşı komşun da camda. Gelene geçene bakınıyor. Birden hayatlarımız birbirine açılıyor, aradan mesafeler kalkabiliyor, apartman kapıları kapandığında birbirinden ayrışmıyor. Ben Dolapdereliyim. Kimliğimin parçası buralı olmak. Buradan bir gün taşınabilirim ama sebebi Dolapdere'yi bırakmak değil, başka bir Ali olmak olur." O sırada Gökçen devreye giriyor yandan. Sigarasını tüttürürken bizi duymuş. Mahallenin "Elalem ne der?" kaygısıyla yaşayanı sınırlayabilen hâlinden bahsediyor. "Bazen iyi geliyor," diyor, "kimsenin seni tanımadığı binalarda, birbirinin aynı, okul forması gibi sosyokültürel yapıların belli olmadığı sitelerde, betonlarda yaşamak. Doğduğun mahalle sende hem aidiyet hem de onunla gelen sıkışmışlık yaratabiliyor," diye devam ediyoruz sohbete. Yaşamayı seçtiğin mahalle, kan bağı olmayan ailen gibi belki de. Onun içinde buluyorsun kendini, şimdini ve geleceğini. Kot Sıfır'ın Pearl Jam çalan zamanından çıkıp Despina'nın, Niko'nun yaşadığı Tatavla apartmanları önünden geçerek ilerliyoruz. "İleride belli ki olay var, şu yandan kaçalım," diyor Ali. Adana Ocakbaşı 'na bir bakalım.

Ağustos 15, 2021
·
Makale
"Araba geçmezdi buradan. Belki yarım saatte bir. Gidiş geliş çalışırdı Bağdat Caddesi. Böyle bir gürültü yoktu."
Bir cumartesi günü, mevsim yaz. Saat 12.57. İstikamet Fenerbahçe Muhtarlığı 'nın oradaki park. Başımı gökyüzüne doğru kaldırıyorum. Gri, gri , siyah, az yeşil, az mavi, tekrar gri — her gün bir yenisi yükseliyor gibi gökyüzünde grilerin. Yaz kokan mahallede bile . Telefonum çalıyor. "Parka yürüyorum, iki dakikaya oradayım," diyorum. "Yürüme hiç, ışıklardan geç, Sütiş'in önünde buluşalım." Saat 13.00. Tam zamanında. Fotoğraf makinesi boynunda asılı, sırt çantası arkasında, hazırlıklı. Şapkasını takmış. Enerjik sesiyle selamlıyor beni, Tunç Abi . Doğduğu mahallede, Kalamış 'tayız: bir tatlı huzur için eskileri yâd edeceğiz. Ya da öyle mi? Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Kalamış'ı dinlemeye, geriye dönüp kalanlara bakmaya geldik. Kaçırana, hayal gibi gelen yılları anmaya. 70-80-90'lar. Üç-dört katlılardan, 2020'li yıllara. Başlıyor Tunç Abi anlatmaya. "Burası Yelken Pastanesi 'ydi. En iyi dondurma burada yapılırdı. Taze sütle. Ne sıra olurdu!" Üzülüyorum bu hikâyeye. "Ee, var mı başka dondurmacısı mahallenin, başlamadan yürüyüşe alalım birer top? Serin serin." "Yok," diye cevap veriyor. "Kalmadı dondurmacının öylesi." "Zaten ne kaldı ki eskisi gibi," diye geçiriyorum içimden. O da aynısını hissetmiş olacak, başlıyor anlatmaya Hat Boyu 'nu. Tunç Uğurdağ , Dalyan'da Çocukluk yıllarında Kalamış " Bağdat Caddesi 'nde iki tane ray vardı. Tren geçeceği zaman yolu keserdi. Etraf, göz alabildiğine yeşildi. İş Bankası Konutları 'nın orada köşeden baktığın zaman denizi görürdün. Bostandı tabii zamanında orası da. Annem beni kıvırcık salata almaya gönderirdi. Koparırdım bostandan, götürürdüm. Araba geçmezdi buradan. Belki yarım saatte bir. Gidiş-geliş çalışırdı Bağdat Caddesi. Böyle bir gürültü yoktu." "Ne zamandı bu?" diye soruyorum. Benim tarihimden eski olmalı. "70'li-80'li yıllar bu anlattığım, " diyor. Rotayı o dönemin hikâyelerini balkonlarında ve önündeki kadim ağaçlarda saklayan birkaç alçak ve mütevazı binaya doğru çiziyoruz. Hat Boyu, bugünün Doktor Faruk Ayanoğlu Caddesi . Tren yolu iptal olunca Bağdat Caddesi ve civarı boyunca dikilmeye başlayan yüksek katlı binalar bile eski kalıyor bugünün rezidansları arasında. Ben onlara dalmış bakarken Tunç Abi giriyor araya: "Ya köşktü bunlar ya işte balkonlu bahçeli evler." Hayal ediyorum Bağdat Caddesi'nin o günlerini. Bostancı 'dan Kalamış'a uzanan mahallelerde kendi hâlindeki insanları. Kalamış'ta kentsel dönüşüm İstikamet, Eflatun Sokak . Şimdiki adıyla Mehmet Ali Kantarcı Sokak . Doğduğu apartmanı gösteriyor, ismi Sedef. Önünde gölgesinde dinlenmelik, yaşlı ve bilge ağaçlar. Biraz soluklanıyoruz. "Bak," diyor, "burası benim odamdı," birinci kattaki bir pencereyi işaret ederek. "Mahallenin gençleri de şu korkulukların önünde toplanırdı." Sonra biraz gençlik anılarını anlatıyor Kalamış'taki. Dolmabahçe Sarayı 'nın önü gibiymiş buralar. Ağaçlardan ve asmalardan evler görünmezmiş 80'li yıllarda. Herkes balkonlarda sere serpe. "O zamanlar komşuluk nasıldı?" diye soruyorum. Kalamış, eski dostluklarla bilinir bir yerde. "Öyle bir ahbaplık vardı ki babam akşam işten eve gelirken iki dakikada yürüyeceği sokağı yarım saatte eş dostla hoşbeş ede ede yürürdü," diyor. Şöyle bir bakıyorum kafamı kaldırıp gökyüzüne — nereden nereye. Şimdi kaç kişi tanıyor birbirini, selamlaşıyor asansörde? Tanır mı komşusunu sokakta görse? Yine kentsel dönüşüm, yine yalnızlaşma. Kalabalıkların, yalnızlıkla bir ilgisi olabilir mi? Bence olur. Kentsel ve kültürel dönüşüm 45 yıllık apartmanların önünden geçiyoruz. "Bak eski apartmanların hepsi balkonlu." Dışarıyla bağlantıda. Mahalle, mahalleli bir arada. "Şu çıkıntılılar, eski olanlar. Fiyakalı binalarda buna daha da izin verilmiyor. Havasız, balkonsuzlar artık." En güzeli hangisiydi bu apartmanların? Cephesine tek tek mozaikler yapıştırılan Fener-Kalamış Apartmanı mı? Tanju Okan'ın oturduğu Suat Bey Apartmanı mı? Bahçesinde konserler verilen mi? Ya sabah ya akşam muhakkak güneş alan apartmanlardan hangisi? Hayal etmek istiyorum, " Yok başka yerin lütfü ne yazdan ne de kıştan / Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan" çalsın arkada. "Türkiye'de Orhan Akçura'nın yaptığı en güzel ev vardı numara 16'da. Akçura Apartmanı oldu şimdi. 90'ların başı ya da 88-89 civarında, şimdi hatırlayamayacağım," derken biraz tadı kaçıyor. "Hadi," diyor. İstikamet bu defa Kalamış Yazlık Sineması . Nasıl ? Yelkenliler denizde Beyaz Kelebek 'leri ağırlayan Kalamış Yazlık Sineması, bugünlerde Wyndham Hotel : "Bütün semt gelirdi, öncesinde de pop konserleri olurdu film gösterimlerinin." Uzun yıllar boş kalan araziden söz ediyor ve otelin bugünkü misafirlerinden: Fenerbahçe'yle maça gelenler, turistler ve "düğüncü"ler. Todori Meyhanesi 'nin önüne gelince şen anılar, buruklaşmaya başlıyor. Eski bir Rum meyhanesi olan Todori'nin hemen bitişiğindeki Rum kilisesini fark ediyorum. Hiç dikkatimi çekmemiş. Derken Tunç Abi anlatıyor: "Bir dönem çok iyi bir Rum meyhanesiydi burası. Şimdi Koço da Todori de nasıl bilmiyorum." İskele Sokak 'tayız, Kalamış İskele 'ye doğru. Sağımızda Kalamış Yelken Kulübü . Tunç Abi içeriye doğru bakıyor sonra başlıyor: "Kulübün bittiği yer denizdi. Şimdi Divan'dı şuydu-buydu, marinaydı... Fenerbahçe burnunda İstanbul Yelken Kulübü'yle bir köprü vardır. Burası artık sadece idari bina." İskeleden marinaya "Burada bir çay bahçesi bir de ahşap iskele vardı. Kalamış'ın tüm çocukları ve gençleri, ben de dâhil olmak üzere burada öğrendik yüzmeyi. O zaman deniz temiz. İskeleden kalkan vapur, Kadıköy-Moda-Kalamış-Moda-Karaköy-Kadıköy yapardı. Nüfus da az: ben ilkokuldayken İstanbul nüfusu 2 milyonun altında. Babamla iskeleye gelir renkli kayıklardan bir tane ayırtırdık, sonra annemle kardeşimi alır açılırdık denize." Dalyan Deniz tabii — o zaman o da şimdiki gibi değil. Buradaki deniz hiçbir yerde yoktu. Tuz oranı düşük, buharlaşma az. Boğaz balığı da ondan güzeldi. Denizin arkasında yükselen binaların olduğu yerler hep boş arazi; biz gelincik toplardık, annelerimiz de şurubunu yapardı. Kalamış evlerinde bahçe de mühim meseleydi. Her evin bahçesi vardı ve bölgesel çalışan bahçıvanlar. Kirpisi, kaplumbağası... Bugün kedi köpek nasılsa öyleydi." Yürümeye devam ediyoruz. Dilek Pastanesi , Fenerbahçe'ye geldik. Biraz soluklanacağız. "Okulum da bu sokaktaydı," diyor. "Düşün bak, okuldan eve yürürken araba görmezdim ben. Burası (Dilek Pastanesi) yelken yarışlarına gitmeden toplandığımız yerdi. Bir Soley, bir Dilek vardı zaten. Akşamüstü buluşma alanı." İç geçiriyorum. Şimdi nerede buluşuyorsunuz dostlarla? Kahveci Mehmet Efendi 'nin eski köşkü, bugünkü Mezze House 'u söylüyor. Bir de Dilek. "Fotoğraf çekmeye nereye?" diye soruyorum, cevap "Kalamış-Moda arası ," oluyor. Sakin bir hayatın İstanbul'da mümkün olduğu yıllardan bugüne Bostancı-Dalyan hattında paylaştığımız neler kaldı peki? Kentsel ve kültürel dönüşümünün yarattığı yabancılaşma ve en azından hâlâ bir deniz semtinde olduğumuzu hatırlatan martılar ve sahil yolu cevaplarında hemfikiriz. Bir gün yine eski Yelken'in önünde buluşur, fotoğraf çekeriz belki. Dalyan-Bostancı sahil yolu hâlâ bizimken gün batımında yürürüz. Güneşin son demlerine doğru, demlenmek ve denizi dinlemek üzere.

Ağustos 8, 2021
·
Makale
"Köprünün bu tarafı Mimarsinan. Rumlardan kalma adıyla Kalikratya."
Berk Altındeniz 13:30'da Galata 'da otoparktan çıkıyoruz yola. Arabada dört kişiyiz. Büyükçekmece 'ye daha önce giden sayısı bir. Takribî varış saati 14:30. Trafik, kaza, bozulmuş ışıklar olmazsa. Siteler. Otobanda dikkatimizi çeken şeyler. Heyula değil. Gözün alabildiğince dizilmişler. En son geçtiğimizde bu soldakiler var mıydı? Peki ya şu karşıdakiler? Buradan en son ne zaman geçmiştik acaba? Havaalanı yolu kapandığından beri hiç belki de. Binalarda yaşayan insan sayısını hesaplamaya çalışıyoruz. Çok . Binden fazla mıdır? Birbirinin aynısı pencerelerde bölük pörçük gördüğüm hayatlara gidiyor aklım. Dantelli, araba figürlü perdeler, beyaz storlar, cama yerleştirilmiş peluş mor bir zürafa, ortancalar, sakızdan çıkma yapıştırmalar. Kapı komşusu, birbirine tezat ne kadar çok hayat var. Ve AVM 'ler. Henüz onlardan bahsetmedim. Kilometre başına bir tane sanki. Bursa yolundaki şeftali satan kamyonlar misali. Kuyumcukent diye AVM varmış! Alışveriş Merkezi Yatırımcıları Derneği bilgilerine göre Ocak 2021 tarihi itibariyle Türkiye'de bulunan 436 AVM'nin 125 tanesi İstanbul'da. 2021 sonuna kadar açılması planlanan AVM'ler ile birlikte 136 olacak. Düğün salonları, fuar alanları, Mahmutbey 'de İbrahim Tatlıses üst geçidinde duran araçlar ve açılan camlar. Varış saatimiz 14:46 olarak güncellendi. Büyükçekmece'ye girdiğimizde geride bıraktığımız egzoz ve betonların aksine mavi, kükürt kokusu, cankurtaran kuleli kumsal, denize nazır masalarda okey oynayanlar bekliyor bizi. Çocukluğumuzun sayfiye hayatına dönmüş gibiyiz şimdi. Arabayı park ettiğimiz anda ayakkabıları çıkarıp terlikleri giymek; bagajdan deniz yatağı, havlu, şemsiye alıp sahile doğru yürümek hissi hâkim. Berk kapıda. Balıkosman 'ın merdivenlerinden çıkıp, denizi benim soluma, Elif 'in sağına aldığımız; fonda Asu Maro , Nilüfer 'in bize eşlik ettiği masada dinlemeye başlıyoruz hikâyesini. Büyükçekmece'nin. Hiç bilmediğimiz. "Mimar Sinan tarafından 1567 yılında yapımına başlanan, gölle denizin birleştiği noktada yer alan köprünün sonrası Büyükçekmece. Şu an içinde olduğumuz mahallenin adı Mimarsinan . Eğer Büyükçekmece'ye tarihî gezi için gelmişseniz Kültür Park içindeki Sokullu Mehmet Paşa Camii , Kervansaray ve Hamam 'ı görmeniz şart. Ama siz benim mahallemi sordunuz. O zaman köprünün sonrasından başlıyorum anlatmaya. Mimarsinan'dan bu tarafa doğru gelince (Kumburgaz tarafını işaret ediyor) Mimaroba, Sinanoba, Ekinoba diye devam ediyor harita. Oba bir göçebe topluluğunun konak yeri demek. İçinde bulunduğumuz parsellerin tarihini anlatıyor aslında. Büyükçekmece tarafı benim çocukluğumda yoktu. Yazlık yerdi. Birkaç site vardı sadece. Mahalle olarak en eskisi Mimarsinan. Rumlardan kalma adıyla Kalikratya . Mübadele zamanı burdaki Rumlar, Selanik 'e gidiyor. Selanik'teki Müslümanları memleketlerine geri getiriyorlar. Yerel halkın büyük kısmı Yunanistan , Nasliç 'ten göçmen. O dönemde bu bölgede tuğla fabrikaları var. Ahşap teknelerle tuğlaları Haliç 'e götürüyorlar. Bu dükkâna ismini veren Osman dedem in babası da o işi yapıyor. Üç ahşap teknesi var. Dönemin armatörü: İsmail Kaptan . Ancak olaylar denizin üzerinde iyiye işaret etmiyor, bir süre sonra iki tekne batıyor, tayfalar ölüyor. İsmail Kaptan son kalan tekneyi satıp şu an oturduğumuz yerin altında küçücük bir kulübe alıyor. Balıkosman 'ın öyküsünün ilk bölümü bu. Berk, dedesi Osman'ın portresiyle Dedem Osman, astsubay. Denizaltıcı. İki sene görev için İngiltere 'ye gidiyor. Hayatını denizaşırı ülkelerde, dünyayı keşfederek yaşayacak. Kararlı. Ancak verem oluyor. Emekli ediyorlar askerlikten. Geri dönüyor obasına. Bizim ailede denizle iş yapmak isteyen bozguna uğruyor sanki. Yapacak pek bir şey yok. Burayı işletmeye başlıyor. Balıkosman, sahil kenarında kat kat bina değil tabii ki. Derme çatma bir kulübede mahallenin sulu yemekçisi. Sabahları denize açılacaklar veya balıktan dönenler kuru fasulye-pilava oturuyor. Öğlenleri ekşili köfteye, bulgura. Aile işletmesi tam. Üst katta babaannem ve dedem yaşıyor, aşağıda dükkân yemekler bitene kadar açık. Altı kardeşin en büyüğü olan babam bu binada doğuyor. Ardından iki amcam ve üç halam. Dedemden sonra babam ve iki amcam dükkânı devralıyor. Onlarla birlikte büyüyor: sulu yemekçiden önce mahallenin, sonra İstanbul ahalisinin müdavimi olduğu bir meskene dönüşüyor. Bir amcam marangoz. Onun eğitimini almış. O dükkânın yapım ve tamirat işleriyle ilgilenirken babam da gelen gidenle muhabbetten, şimdiki adıyla müşteri ilişkilerinden sorumlu. Ne amcam ne de babam esnaf olmayı planlamıyor aslında. 80 darbesi oluyor. Özal geliyor. Türkiye ekonomisi yükselişte. Restoranın en çok iş yaptığı dönem 80'ler sonu, 90'lar başı. Yeşilçam yıldızları kaçamak yapmaya, paparazilerden uzaklaşmaya geliyor. Bunun sebebi de dedem Osman. Alemci adam. İkide dükkânda iş bitermiş, Osman doğru Beyoğlu'na. Sabaha kadar Krependeki İmroz 'da, Pera sokaklarında takılmaya; tanıştığı sanatçıları, aktörleri, yazarları Büyükçekmece'de toplamaya. Ediz Hun 'lar, Filiz Akın 'lar, Türkan Şoray 'lar. 99 depremine kadar Balıkosman çok popüler. Seyyahart 'ın Balıkosman duvarındaki işi Dedem yaşlanıyor, dükkânı yavaştan babama emanet ediyor. Babam koyu Galatasaray lı, hatta yönetim kurulunda. Onunla birlikte yeni bir kitle şekilleniyor. Galatasaray takımı, yöneticileri, sporcuları. Aile geleneği devam ediyor. Babamdan sonra 2006'da kuzenim, 2012-2013 gibi de ben devraldım. Kuzenim iç mimar. O çehresini değiştirdi Balıkosman'ın; ben ahalisini, yemeklerini, müziklerini. Maç yayınlarını kaldırdık, Büyük Ev Ablukada çalmaya başladık bir pazar günü. Erkek erkeğe gruplar azaldı, kız kıza da gelinmeye başlandı. Hep çok iyi bir balıkçıydık ama ben yeni bir şeyler denemek istedim. " Deneysel çarşamba" konseptini oturttuk bir süre mesela. Her çarşamba elimizde mevsimsel ne malzeme varsa onlarla yeni tarifler denedik. Kimisi sırf onlar için gelmeye başladı. Bugün ne bulacağının heyecanıyla. Kimisi de ikram etsen yemez. Lavunya, ahtapot sigara böreği, suquet de peix , reyhanlı haydari, levrekli enginar dolması böyle girdi menüye. Ama durun, Ahmet Can 'ı çağırayım da biraz o anlatsın." "Deneysel çarşamba"ların birinde ortaya çıkan: Lavunya Ahmet Can, Berk'in ortaokul arkadaşı. Reklamcılık okuyor. Okulu bitirdikten sonra USLA Akademi 'ye giriyor. "Ailemden, yerimde, yuvamda hissettiğim Büyükçekmece'den ayrılmak çok da kolay olmadı," diyerek gittiği Barcelona'da eğitim yılları başlıyor. Michelin yıldızlı restoranlarda staj yapıyor. İstanbul'a dönüp restoran açmak istiyor aslında ama Berk'le sabaha uzayan, Cüneyt Abi 'nin darbuka sesleriyle şenlenen ev partilerinin sonunda Balıkosman'ın mutfağını devralmaya karar veriyor. Bir buçuk senedir mutfağın başında. O olmadığında meyve-sebze siparişi bile verilmiyor. Neden gittiğini, neden döndüğünü, Büyükçekmece'nin vazgeçilmezliğinin sebebini soruyoruz Ahmet Can'a. Havası mı, suyu mu insanları kendine bağlayan? Balıkosman'ın mutfağı Ahmet Can 'da Film gibi yaşarız biraz hayatı "Sülalemle bir arada yaşıyorum ben. Dedem 65-70 yıl önce buraya geliyor. Eski sinemacı. Açık hava sinemaları varmış. Hâlâ sağ. Daha telefonlar yokken başlamış mesleğe," diyerek anlatıyor dedesini. Sonra devam ediyor: "12 hane bir aradayız. Mutfak eğitimimi tamamlamak amacıyla Barcelona'ya gittiğimde zorluk çektim çünkü arkadaş, akraba bağlarım kuvvetlidir. Matraktır bizim aile. Coşkuludur, neşelidir, her haftasonu bir olay vardır. Geçen dansöz vardı mesela evde, öyle anlatayım. Belki de dedemin sinemacı olmasından kaynaklı, film gibi yaşarız biraz hayatı. Normalde eve gittiğinde yatarsın dinlenirsin, ertesi güne hazılanırsın ya, bizde öyle bir şey yok. Gece işten bitap dönmüş olsam bile, illaki bir mangalın, şen şakrak bir muhabbetin ortasına düşerim. Hayatımda yeni arkadaşlarım pek yoktur. Giderim ama dönerim. İleride bir gün emekli olunca bir arada, komün yaşanacak günlerin hayalini kurar insanlar, biz onun içinde yaşıyoruz zaten. Eğlenceye gitmeyiz. Eğlence gelir eve Cüneyt Abi'yle. Bakın geldi bile." Cüneyt Abi Cüneyt Abi, bir sandalye çekiyor o sırada yanımıza. Büyükçekmece'de Roman Mahallesi 'nde yaşıyor. Berk'in amcasının asker arkadaşı. Mutluluğun reçetesi gibi. Ne zaman birinin canı sıkkınsa Cüneyt Abi'yi arıyorlar burada. Darbukasını ve kanun, klarnet, keman çalan arkadaşlarını kapıyor. Bugün yoklar ama. Ekibin çoğu, belediyenin sunduğu 2 bin TL yardımı almaya gitmiş. Normalde bu günlerde ya Bodrum ya Antalya 'da turnede olurlarmış ama bu yıl daha İstanbul'da. "Selanik göçmeniyiz," diye konuya giriyor, "evde canınız mı sıkıldı? Arayın bizi, toplanır geliriz, keyfinizi yerine getiririz," diye anlatmaya devam ediyor. Yetmiyor bize sohbeti. Peşinden gidiyoruz mahallesine. "Çocukluğum, bu futbol sahasındaydı işte," diye anlatıyor Berk. İnsanın içindeki haylazlığın, haşarılığın, heyecanın hiç bitmediğini düşünüyorum doğup büyüdüğü yerde.

Temmuz 25, 2021
·
Makale
Sayfiye havası
Suadiye ve Bostancı, Osmanlı ve Bizans dönemlerinde tarım ve mesire alanı olarak görülüyor. 19. yüzyıl a gelindiğinde ulaşım ağının genişlemesi ve mülkiyet haklarının tanınmasıyla Kadıköy'ün denize nazır semtleri, daha ulaşılabilir bir hâl alıyor. Derken 1911 'de Aksaray'da çıkan yangının ardından Osmanlı'nın önemli isimleri, bugünün Bağdat Caddesi'nin kıyı ve üst kesimlerinde köşklere taşınıyor. 1929 yılına gelindiğinde, Kadıköy, Suadiye Plajı'yla tanışıyor. Aydınlı eski bir asker emeklisi Mustafa Güler tarafından hizmete açılan plaj, civarında bulunan otel, İstanbul’un en önemli eğlence merkezlerinden oluyor. O yıllarda plajın bulunduğu yer oldukça sapa. Öyle merkez derken yanlış anlaşılmasın, büyük çabalar sonucu ulaşılan bir yerden bahsediyoruz. Derken Caddebostan da açılıyor. Caddebostan ve Suadiye plajları bir anda laikleşen Türkiye'nin ve deniz şehri İstanbul'un sembolleri oluyor. Bağdat Caddesi ve civarı da şehrin sayfiyesi. 1950 'lere gelindiğinde bir yandan köyden şehre göçler ve nüfus artınca, Kadıköy'ün kıyı kesiminde de yerleşim çoğalıyor. Köşkler, az katlı apartmanlara dönüşüyor. Deniz hâlâ orada, adalara karşıda. Şehir git gide betonlaşır ve grileşirken Bağdat Caddesi, kıyı hattı boyunca göğsünü gere gere yeşilini sergiliyor. Hatta bostan lar, daha uzun yıllardır orada. Bostancı'nın da adı boşuna Bostancı değil. Deniz şehri İstanbul'da Bundandır, o sayfiye havası hemen yok olmuyor. Ta ki son 10 yıldır " kentsel dönüşüm " adı altında alçak, üç-dört katlı apartmanların yerine dikilen insan ölçeğinden uzak apartmanlar ve rezidanslar, deniz gören mütevazı ve az katlı binaların yerini alana dek. Cumhuriyet'in ilk yıllarından kalan köşklerin çoğu, bakımsızlıkla mücadele ederken kimisi ya müzeye çevriliyor ya da ailenin en küçük şanlı çocuğunun çabalarıyla ayakta durmaya çalışıyor. Yine bugün, arada kalan üç beş az katlı apartman arasından görünen deniz, ağaçların arkasına saklanmış köşkler, köşe başlarında dondurmacılar, yasemin kokusuyla sarışmış sokaklar, tüm değişime direnen çınar ağaçları, kuma çıplak ayaklarla basabildiğim plajlar, uzanıp kitap okuyabildiğim çimenler, sesiyle kendini hatırlatan yandan çarklı ada vapuru hâlâ içime su serpiyor. "Oh be," dünya varmış! Şehirde hâlâ nefes alınacak duraklar var . Çıplak ayaklar, elde dirseklere kadar akan dondurma, dalgaların ve martıların sesleri — o h be! Apartmanlar içinde bir durak Dondurmacılar: Zeynel Usta, Serez, Yaşar Usta Eski, alçak katlı binalar: Hoş Seda Apartmanı, Mine Sokak'taki pembe köşk, Koru Sitesi, Cavit Paşa Köşkü (Vitra Suadiye), Mehmet Küçükdeveci Bey Köşkü (Vakko) Yemyeşil ve yaseminli sokaklar: Çınarlı Sokak, Plaj Yolu Çıkmazı Sokak, Tan Sokak, İlke Sokak, Hamiyet Yüceses Sokak, Korupark Sokak Plajlar: Bostancı Halk Plajı, Erenköy Halk Plajı, Caddebostan Plajı

Temmuz 18, 2021
·
Makale
"Bu semtte hep bir sayfiye havası. Koroda ben, deniz, erik ağacı."
1990'lar. Mahalle Bostancı . Sol üst köşesi Kozyatağı , hemen bitişiği Suadiye . İki kişi birbirini görür görmez âşık olur. O zamanlar pastanelerde hâlâ buluşulur. Sayfiye havası civarda hâkimdir. Akşamları Bağdat Caddesi 'nde yürüyüşler yapılır. Cadde, "Cadde" olmamış daha. Dondurmalar yenir. Bir şeyler içilir. Daha kentsel dönüşüm ve büyük depremden uzak yıllar. Alçak, üç-dört katlı apartmanlar ve köşkler eskisi gibi gırla olmasa da bazıları ayakta. Suadiye-Bostancı arası hava sakin. Caddebostan-Şaşkınbakkal arası heyecanlı. Müzik sesi yüksek. Çok mu geldi? Alalım sizi sahile. Dalga sesleri ve martılar korosu işte şimdi sizlerle. Dilerseniz sabah kahvaltıda dilerseniz meltemli akşam yemeklerinde. Elif Bayram Fotoğraf: Deniz Sabuncu Aylardan ağustos. Bizim âşıklar hoşbeşte. Karar verirler hayatlarını birlikte geçirmeye, bu kendi hâlindeki mahallede. İkisi çok yalnız kalmaz. Katılır deli dolu bir kız çocuğu aralarına. O park senin bu park benim maaile. Biraz büyüyünce bizimki atlar bisikletine gider Suadiye'den Caddebostan'a delice. Bizim âşıklar nice? Sahil yolu boyunca çocuk peşinde. Mutlu, huzurlu, eğlenceli bir çekirdek aile. İşte böyle başlar yolculuk mahallede. Bisikletin üzerinde kendimi rüzgâr kadar özgür, dalga kadar "kendince" ve "delicesine" hissettiğim çocukluk zamanlarımdan. İnsan, her köşesine bir hikâye yazınca "oranın," işte o zaman "oralı" oluyor. Kelimelerin değil, duyguların arka arkaya sıralandığı "oralarda." Seni, sensiz bile anlatan insanlarla, caddelerle, ağaçlarla. Ondandır belki, nereye gidersem gideyim hep buraya dönmem. Buralarda bir yerlerde, kelimelerle anlatamadıklarımı sakladığımdan. İstanbul'a ev diyemezken bu mahallede ev hissettiğimden. Başlangıç noktası olduğundan, hep döngüyü tamamlamak için uğradığım. Bağdat Caddesi TGIF 'in önü — şimdilerde Kahve Dünyası, ilk kez iki tekerlekli bisiklete bindiğim yer. Ne heyecan ne heyecan. Büyük iş başarmıştık. Biz — annem, babam ve ben. Şu ağaç var ya, her mayıs can erikleriyle yazın müjdecisiydi bizim için. Biz — ben ve oyun arkadaşlarım. Bugünlerde ağacın komşusu hep bir Martı. Uçamayandan. Plaj Yolu Sokak 'taki Movieplex , ilk sevgilimle, ilk kez buluştuğum yer. Sinema binası terk edilmiş, etrafı "hava geçirmez" rezidanslarla sarılı şimdileri. Suadiye Otel 'in karşısındaki kumluk, ne zaman canım sıkkın olsa günü batırdığım nokta. Artık her şeyden çok denizin hâline canım sıkılıyor. Müsilaj, kaleye mum dikti. Kocayol , mezuniyetten hemen sonra ilk kez düz vites araba kullandığım cadde — şimdi altı aylığına bile bir yere gidip dönsem tanıyamadığım caddelerden bir tanesi. Bugün yerinde yeller esen ama civarından her geçişimde anımsadığım kafe, şu an gerçek olanın hayalini kurduğum yer. Her şey sürekli dönüşüm içinde. Zaten başlangıç noktası, ondan burası bizim için. Biz — Elif, içimdeki çocuk, ötedeki ben. Aynı değil ne biz ne mahalle. Ne çekirdek aile ne de oyun arkadaşları. Artık sadece ben, erik ağaçları ve şimdilik deniz . Biz — Elif, deniz ve martılar Şimdiye gelmeden biraz kasedi geri saralım. Yıl 2000'lerin başı. Bağdat Caddesi’nin "Cadde" lakabını aldığı yıllarda başlayan dönüşüm, özellikle Suadiye'de çok etkili. Deprem sonrası çoğu alçak üç-dört katlı apartman yıkılıyor, yerine yüksek katlı apartmanlar dikilmeye başlıyor. Ardından dışarıda yeme-içme furyası başlayınca Bostancı, Çatalçeşme ve Suadiye'ye de uzanıyor. Önce yurt dışından gelen markalar, yerel butiklere yavaş yavaş dükkân kapattırıyor. Restoranlar zincirleşiyor. 300 metrede bir Starbucks — bir kilometre aralıkla iki McDonald's . Şıpıdık terlik ağaç tepelerinde gezen çocuklar, dinledikleri müzik türüne göre Converse 'lerini giyip Starbucks'ta frappuccino içmeye başlıyor — mesela Avril Lavigne'inkiler gibi deforme edilmiş siyahlar, o yıllarda oldukça punk. Kavram karmaşası had safhada. Suadiye'nin bazı çocukları, o dönem bu kapitalist akıma karşı olmak adına yalnızca tekelden bira ya da dondurmacıdan dondurma alıp sahilde takılıyor. İzin alabilen doğru Kadıköy 'e; çiçekli Converse'liler TGIF'e. Mahalle mektepliler okulu kırmış. Kravatlar ellerde. Mahallenin dönüşümüne denk gelen bir gençlik, işte böyle bir girdabın içinde o yıllar. 2001, 2007 ekonomik krizleri ve daha sonraları irili ufaklı politik meseleler, İstanbul'un en değerli mahallelerinden biri olan Suadiye'yi de vuruyor. Yabancı markalar, büyük kiralar ödedikleri mağazaları boşaltma kararı alıyor. Kimi inşaatlar, kaynak sağlanamadığından yıllarca sürüyor. Derken bir süre mahalle, hayalet kasabaya dönüyor . Tüm ekonomik, politik ve sosyokültürel dalgalanmalar bizim sahile vuruyor. O zamanlarda tek şubeye sahip Happy Moons 'ta gençlik, her şeyden haberdar ama Chicken in London 'la keyifleri yerinde. Ta ki Gezi'ye kadar. TGIF'ler kapanıyor, Happy Moons'lar açılıyor. 2013'ten sonra kentsel dönüşüm hız kazanıyor — biraz sonra "kentsel yok oluş"a dönüşecek olan. Yapılan yeni rezidanslarla mahallenin değeri iyice artıyor, çehresi de değişiyor. Birbirini tekrar eden "konsept" restoranların biri kapanıyor, bir diğeri açılıyor. O zamanlar Plaj Yolu 'nda üç-beş kafe var. Döne döne oturuluyor. Şımarıklık etmek istendiğinde çıkılıyor Mirror 'ın terasına. Festival havası geliyor mahalleye Kafe Pi açılınca. Arkadaş grubunun Avrupa Yakası'nda oturan kısmına ithafen "Oh," deniyor — şimdi onlar düşünsün! TGIF'e doğru, yolda Balkonlarıyla meşhur eski sayfiye evlerinin yerinde şimdi Beymen , Chanel ve Louis Vuitton boy gösteriyor. Parlaklık arttıkça bakmak güçleşiyor. Gözlerini dinlendirecek bir durak, bir başlangıç noktası arıyor insan. İniliyor Plaj Yolu Sokak'tan aşağı yeniden; hiçbir şey olmamış gibi Suadiye Otel'in denizi selamladığı, Hoş Seda Apartmanı 'nın süzüm süzüm süzüldüğü yeşil sokaktan. Ysabel , Townhouse , Pigalle , Kakao — o, bu, şu, biraz Fransız biraz İngiliz. Karşılaşıyoruz. Kimiyle hemen kaynaşıyor kimiyle mahalleyi paylaşamıyoruz. Sonra deniz geliyor insanın aklına. Yaklaşıyor iyice. Erenköy Plajı 'na doğru. Kuma ayak basmaya. Kadıköy sahil hattında bir mahallede yaşıyorsan deniz, dostun demek. Her şeye rağmen. Herkes gitse bile, kalmana sebep. Bostancı'dan kalkan yandan çarklı ada vapurunun sesine gülümsemek, mahallenin dürüst ve sadık esnafıyla ahbap olmak, hayatın tüm tasasını ayağına terlikleri geçirip sahile yürüyerek çözebilmek, Yaşar Usta 'ya ya da Zeynel Usta 'ya yürüyerek bir yaz akşamını kolayca serinletebilmek, Kazdal 'da sıcak simit kuyruğuna girmek, Suadiye Plajı'nda yalın ayak yürümek, 29 Ekim ve Fenerbahçe şampiyonluk kutlamalarına ev sahipliği yapmaktır mahalleli olmak. Sınırları ihlal etmektir. Bostancı, Suadiye, Erenköy diye uzar gider. Burada sınırlar değil, yaseminler, çınar ağaçları ve manolyalar vardır. Söylenmektir kentsel dönüşüme, anıların üzerine inşa edilen yüksek katlı apartmanlara, yaz-kış demeden sayfiye zaman diliminde yaşamaktır mahalleli olmak. Yavaş. Canlı. Özgür. Keyfe keder. Balkon muhabbeti, söylenmek kentsel dönüşüme Nereye gitsem geri dönüyorum bu mahalleye. İstanbul'da hayal olan o sayfiye hayatı için mi yoksa yaşanmışlıklar için mi bilmiyorum ama rezidanslar bile beni yıldırmadı. Tam sevdik derken kapanan kokteyl barlar da. Her köşe başına açılan "aynı kahveciler" de. Ne açsalar, tutmayan o dükkâna ne oldu merak ediyorum. Benim olsa atölyem yaparım. Plaj Yolu Sokak 'ta Hoş Seda Apartmanı'na gelmeden sebze meyve arabasına enginar ve böğürtlen gelmiş midir diye düşünüyorum. Böğürtlenler yıkanıp sahilde pikniğe, enginarlar eve. Göz koyduğum balkonlu daire boşalmış mıdır diye emlakçıya soruyorum. Çınarlı Sokak 'ta yürümek istiyorum. Göğün görünmediği anlarda çınar beni sakinleştiriyor. Son kalan sahil sitelerine baka baka çıkmaz sokaklarından denize yürüyorum. Dönüşte Primos De Colombia 'ya uğrar kahve alırım diyorum. Yanına Grandma 'dan ya da Matters 'dan kruvasan. Bademlisi iyi, bademlisi. Akşama mahallenin yenilerini keşfederiz belki — Allen , Parker 'da bir kokteyl içeriz. Ya da en iyisi hazırlayalım sepeti, sahile inelim. Atalım çimenlere sandalyeleri. Bu sabah dingin bir sabah. Ayşeçavuş 'un trafiği ve inşaat sesinden uzakta — Mine Sokak 'tan aşağı yürümüşüm yasemin kokularıyla. Sonra doğru denize! Dalyan 'a kadar. Mahallenin ruhunu yaşatan, bir deniz şehrinde yaşamanın hakkını veren nicesine selamla. Bu semtte hep bir sayfiye havası. Koroda ben, deniz, erik ağacı.

Temmuz 18, 2021
·
Makale
“Aman dikkatli olun, karanlık olunca da fazla oralarda gezinmeyin”
Galatasaray’dan Tünel’e yürürken “Aman dikkatli olun, karanlık olunca da fazla oralarda gezinmeyin” diye uyarıldığımız yıllardı. Refik’in sandalyelerinin ve insan kahkahalarının sokaklara taştığı, yoldan geçerken birinin masasına tabure çektiğimiz. Ela’nın salatalarından hardal ve nar ekşisinin muhteşem bir ikili olduğunu öğrendiğimiz. Gramafon ’da Mor ve Ötesi’yle, Beyoğlu ahalisi için çıkardığımız fanfin adlı fanzinimiz için röportaja oturduğumuz; 50 nüshasını gittiğimiz mekânlara bıraktığımız. Henüz Babylon ’un bile müziğinin başlamamış olduğu zamanlar. Hazal, Vacilando İstanbul'da Annem, biraz daha aşağıda, o dönemin anılarında Kuledibi olarak geçen mahallede, bir dört duvar arası satın aldı. “Oralar hep iş yeri, oralarda yaşanmaz,” diyenlere aldırmadı. Schorr ailesinin mimarları tarafından 1891'de yapılmış; bir zamanlar çamaşırhane olarak kullanılan, teras katı olarak kabul edildiği için değer görmeyen bir "chambre de bonne." İçerisinde kalasların üzerine tünemiş martıların ikamet ettiği, tahtaları çürümüş, naftalin esanslı, yukarı çıkarken kırık mermer merdivenlerden birer ikişer atlayarak ulaştığımız bu evin çok kısa bir süre sonra İstanbul’u düşündüğümde aklıma gelen tüm anıların içinde olacağını bilmiyordum henüz. Ustalar girdi. Elektrikçiler çıktı. Para bitti. Duralım. Babylon açıldı. John Lurie & The Lounge Lizards henüz Babylon içki ruhsatını almamış olduğu için vişne-soda eşliğinde dinlendi. Biraz para birikti. Parkeler ne renk olsa? Meşe, kayın, diş budak? Kulenin dibinde, kulaklıklarıyla duran Gotan Project’ten Christoph H. Müller olabilir mi? Kesin o. “Merhaba, çok heyecanlıyım, akşam sizi dinleyeceğim için,” desem mi? Duvarların rengine karar verelim. Ve terasın mermerlerine. Kapılar. Ah, ve kapı kolları, elektrik düğmeleri, musluklar. 2003’te bombalar patladı. Michael Franti bütün bunlara rağmen İstanbul’daydı. Ve biz, artık . Galata ’da. Serdar-ı Ekrem üzerinde 2000’lerin başlarında Galata sokaklarında karşımıza çıkanlar şunlardı: Sabahın en erken saatlerinde, kulenin önünde turist sıraları oluşmaya başlamadan önce sade kahve isteyip mizah dergilerinden birini, tercihen Penguen’i açtığımız Gündoğdu kahvesi; çift kaşarlı tost, yanında greyfurt suyu için uğranılan, pazar günleri kapalı olmasıyla ünlü Petek Büfe ; Çin Seddi yolculuğundan yeni dönmüş fotoğrafçı Arif Aşçı; güvenlik görevlisiz, elimizi kolumuzu sallayarak girdiğimiz Naib Bey ( Doğan) Apartmanı terasından izlenen gün batımları; arada bir o güneşe veda ederken müzikleriyle bizi ihya eden Siya Siyabend, Brooklyn Funk Essentials, İlhan Erşahin; Büyük Hendek Caddesi ’nden şişhaneye varmadan önceki köşede, sağda, adını asla hatırlamadığımız için hep bu şekilde anlattığımız büfenin simitlerinin kokusu; lambacılar; sık sık atan sigortalar yüzünden bol bol elektrikçi; PJ Harvey, Nick Cave. Müzikleri değil. Suretleri . Kamondo Merdivenleri aşağısında buluşulan arkadaşlar; yirmi geçe ve yirmi kalalarda kalkan vapura koşanlar; The Guardian, Independent, New Yorker dergilerinin İstanbul turuna çıkmış editörleri, yazarları; caz festivalinde sahne almaya gelmiş, Galata’nın büyüsüne kapılmış müzisyenler; Güney Restaurant , henüz mahallenin esnafının uğrak yeriyken, bulgur pilavı üzerine az kuru koydururken. Ve fotoğraf makineleri. Her taraftan kuşatmış olarak kuleye doğrultulan telefonlardan bahsetmiyorum. Leica, Zenith, Nikon’un analog hâli. Yahudi kasap; Ermeni elektrikçi; Rum boyacı; Suriyeli şair. Önce Tünel ’den aşağı inen güruhların keşmekeşi doldu mahalleye, Netses ’ten yükselen 45’liklerin sesi kısıldı, Serdar-ı Ekrem’de Mavra açıldı. Yaşasın . Önünden geçerken çöktük taburelerine. Yanımızda oturanlardan biri obuasını aldı, birdenbire konser başladı. Bir başka köşede Şirin Fırın açıldı. Sumahan , sabaha kadar devam eden partilerin ve birtakım evlerden gizlice çıkılan teras muhabbetlerinin merkeziydi. Şirin Fırın'ın olduğu bina satıldı. Büyük Hendek 'e taşındı. Dereotlu poğaçalarının tadı değişmedi ama. Doğan Apartmanı kapısında paparaziler birikti. Cephesi boyandı. Çocukluk anılarımız da, diye düşündüm. Onlarla birlikte. Güvenlik görevlileri, İstanbul’un — iddialı olacak diye tereddüt etsem de — en iyi manzarasına çıkan merdivenlerin kapısını halka kapadı. Kiralar arttı. Kiralar daha da arttı. Başka teraslar bulduk biz de. Rigo , Cuppa , Urbach Apartmanı ’nın tepesinde. Bir ara, Berlin’deki parti köprüsü Admiralbrücke emsalinden yola çıkarak insanlar doluştu meydana geceleri. Özgürlüğü yaşamak, sokağı partiye çevirmek teoride güzeldi de, sabahları çöplüğe dönmüş bir mahallede oturmaya isyan etti buralılar. Galata bocaladı. Bir süre. Yeniden huzurunu bulana kadar. Serdar-ı Ekrem üzerinde, sağda Mavra Yirmi yıl sonra, bugün camları açtım. Martılar aynı. Denizin mavisi de. Müsilaj görünmüyor ufukta. Aşağıda "Dalgalandım da duruldum" şarkısını altıncı tekrarda söylüyor Selma, tek kişilik mahalle gazinosunda. Arka fonda Galataport 'un inşaat sesleri. Çıktım evden, sokaktayım şimdi. Köşedeki bina, yine, tamiratta. Muhtar Saim “günaydın,” diyerek geçiyor yanımdan. Federal 'den kahve alıyorum. Otursam mı? Yok. Galata sokaklarında dolaşayım biraz daha — kule önünde poz veren gelin ve damatlar arasından zigzaglar çizerek, tepemizden sesi eksik olmayan drone’lara teessüflerimi bildirerek, "Şu yanımdan geçen kedi Azman’ın kızı mı acaba? Çok benziyor," diye düşünerek, 20 yıldır tadı hiç değişmeyen simitlerin kokusunu içime çekerek. Kumbaracı Yokuşu 'na doğru gideceğim. A Hidden Bee 'ye bakayım. Oradan devam ederim. Tophane 'ye, Çukurcuma 'ya, Cihangir 'e, yol nereye peşinden sürüklerse. Dünyanın hemen her dilini duyabileceğin bir mahalle Galata, hâlâ. Bazı günler kalabalığıyla bezdiren, aniden davet edildiğin evde kuleyi karşında bulduğunda kendine yeniden aşık eden. Galatalı olmak hayatın bizzat kendisi. Tünel ’den meydana inişli , Karaköy ’den çıkışlı ; Şişhane ’ye varıp Salon ’dan yükselen sesleri, yıllardır görmediğin tanışıklıkları görünce mutlu.

Temmuz 11, 2021
·
Makale
“Anne beni merak etme, Kadıköy’deyim.”
“Anne beni merak etme, Kadıköy’deyim.” Okuldan kaçışlarımın değişmez telefon cümlesi. Üzerimde okul forması, kravatım sırt çantama tıkılmış, içimde baskısı gömleğimin üzerinden okunabilen bir Nirvana tişörtü. Beşiktaş İskelesi civarındaki ankesörlü telefonlardan, okulu kırdığımı haber vermek için annemi arıyorum. İlerleyen saatlerde, hâlâ önceki akşamın sigara kokusundan arınmaya çalışan Arka Oda ’ya formalı olduğumuz için alınmayacak, Mühürdar Caddesi ’ndeki Son Gemi ’de test çözen öğrencilerin toplu çay tüketimine katılacağız. İster Akmar Pasajı ’nın kalabalığında ister mIRC kanallarında tanışmış olalım, milenyumun şafağında, birbiriyle dinlediği müzikler üzerinden bağ kuran insanlarız. Lisede herkes bir grupta çalıp söylemeliymiş gibi, hafta sonları adını hatırlamadığım stüdyolarda, olması gerektiği kadar kötü provalar yapıyoruz. Kadıköy Anadolu Lisesi ’nin spor salonunda, Pearl Jam cover ’ları çalan Duman ’ı izliyoruz. Eve dönmek için dolmuş paramızı ayırıp kalanını da çekme kasetlere, Bulgaristan’dan gelen kaçak CD’lere harcıyoruz. Gün geliyor, polis ve medya satanist avına çıkıyor; okul müdürü veli toplantısında “Çocuklarınızı Akmar Pasajı ’na göndermeyin!” diyor. Metalcisi, punk’ı, “tiki”si, FRP meraklısı — 18 yaş altına nerenin kapısı açıksa orada. Kadife Sokak ’ta, bir dönem herkesin kesişim noktası olan Enderun ’un duvarları, şarkı sözleriyle dolu. Üniversite yıllarında konserleri izlemek yetmiyor, yazmaya da başlıyorum. Elimde CD çantamla, çalmak için Dunia , Trip ve Stereogun ’ın kapılarından giriyorum. Müzik, ülkenin her daim çalkantılı gündemi içinde tutunacak dal oluyor. Bizim için İstanbul’un belki de en güzel zamanı olduğunun farkında değiliz. Fırtınalı denizde, içi umutlarla dolu bir küçük gemi gibi sallanıyor Kadıköy . (Hâlâ da batmadı.) Moda Caddesi, barbunya ayıklamaya bir mola Saralım bandı ileri: yıl 2017. Mutenalaşmayı dibine kadar yaşayan semtlerden sonra buradaki ilk evim Moda Caddes i’nde, 3 insan ve 2 kedi olarak paylaştığımız bir 2+1. Dördüncü kat, asansörsüz . Güneş evin içine doğuyor; sabah dükkanların kepenk sesleriyle uyanıp gece yan sokaktaki apartmanların önünde uzun uzun kavga eden sarhoş sevgilileri dinliyorum. Kafayı o aralar bitkilerle bozuyorum. Hayatımda biraz şans istediğim zaman, yolumu Kısmet Çiçek Evi ’ne düşürmek alışkanlık oluyor. Dükkân sahipleri her saksıda “Şans getirsin,” dedikçe paşa kılıcının yanına devetabanı, dua çiçeğinin berisine sarmaşık. 30’lu yaşlarımın Modası hem çok kalabalık hem de yalnız kalmama müsaade eden bir yer. Beni ben yapan müzikleri dinlediğim mekânları, arkadaşım dediğim insanları ağırlayan sokaklar; bir yandan hareket alanı kısıtlanmış, neşesini yitirmiş şehre nefes olmaya çalışıyor. Bu tatlı-ekşi anlatıya yara izi gibi sızlayan bir parantez açmak gerekirse burada kendimi güvende hissediyorum. Kirasını hak etmeyen “keyifli” 1+1’lerin sakini kadınlar, beni anlayacaktır. Şimdi yaşadığım ev, Moda Caddesi ’nin hayhuyundan uzakta, Hasırcıbaşı ’nda bir bahçe katı. Her sabah manavla selamlaşıp vuruyorum kendimi Bahariye’ye doğru yokuşlara. HOOD Base ’de kahve bittiyse İlker’in Ağabey Sokak ’taki dükkânı Tribu ’ya uğranacak. Karbonhidrat isteniyorsa İnci ’den dereotlu poğaça alınacak. Kahvaltı programı yapılacaksa 700gr , Zapata veya Naan ’a bakılacak. Moda'da yaratıcı üretim alanı: HOOD Base Çok evcimen olsam da 2020 başında HOOD Base ’i açtığımızdan beri ayaklarım hep oraya gitmek istiyor. Burası bir yaratıcı üretim alanı olarak kurguladığımız, içinde ve dışında sergiler, konserler, söyleşiler, türlü etkinlikler yaptığımız bir sanat ve çalışma mekânı. Aslında mekânı paylaşan herkes için kapanıp odaklanmaya, bir araya gelip beslenmeye, açılıp kendini yenilemeye imkân veren bir kuluçka. Kepenk açılır, sokağın portakal renkli kedisi sesi duyup teftişe koşar. Murat (In Hoodies), Müge ve Üstün (Akkor) ile buluşuruz. Bugün neler yapılacak? Öğlene doğru alt kattan Akkor ve In Hoodies’in çıkardığı sesler yükselir. Yan komşu BBS ’den Elif’in lezzetli sandviç ekmeklerinin kokusu burnumuza gelir. Kahve molasında kayıt stüdyosu Gevrec ’in önünde, davulcu Ekin Cengizkan’dan gelecek konserlerin haberlerini alırız. Sokağın aşağısındaki berber amca, takım elbisesi üzerinde, “İyi günler canlarım,” diyerek geçer.. Bağımsız sahneden sayısız müzisyenin yolunun düştüğü Vibes ’da, Memet bugün kimi kaydediyor? İleri Sokak'ta Gani Bey'in berber dükkânı İçerideki bankta mekâna uğrayan illüstratörlerin sticker’ları, bırakılan fanzinler birikir. Dışarıdaki bankta, canım Onaranlar Kulübü’nün karşı duvardaki “Maskeli Dumbledore” yerleştirmesine bakarak çaylar içilir. Belki birinin doğum günüdür, Küçük Plak Dükkanı’na gidip Nevra’ya yeni gelen plakları sorarız. Sokağa uğrayan eskicilerden eve eşya beğeniriz. Burada geçirdiğim son bir buçuk yılda, çok anlam atfettiğim tek-başına-var-olabilmenin ötesinde, birlikte kalıp birbirini tutabilmenin önemini anladım. Herhalde o yüzden, eve dönmeden uğranacak durakları düşünmenin duygusal bir yanı var. Bina ’da gündüz buluşmaları, Karga ’da konserler, Dün ’de akşam yemekleri, Kutup ’ta kokteyller… Yuvarlak balkonlarıyla Mehtap Apartmanı ’nın önünden geçip sahile inişler; Sarıca Köşkü ’nde kim oturuyor konulu geri dönüşler… Moda’da her an bir sokağın köşesinden karşıma çıkabilecek Güneş’in şarkısında dediği gibi, “ Aklına gelen her şey, seni bulan her şey, gördüğün her şey, bence gerçek hepsi.” Bu gerçeklik, şimdi, burada, bana iyi geliyor.

Temmuz 4, 2021
·
Makale