Politik 20lik

Gündemde olan politik işlerle ilgili hallenmelerim ve gündem paylaşımlarım burada. Biraz sinirli, biraz şaşkın, biraz da kara mizah yapmalı. 🥴

17 Hikâye

‘Herkesin hayatına kimse karışamaz’

Türkiye, bu akşam 17 Mayısa kadar devam edecek tam kapanmaya giriyor. Bu kapanma kapsamında kısaca istisnamız yoksa sadece market alışverişi için çıkabiliyoruz — bir de köpek gezdirmek için. Yeme-içme dünyasında ise sadece paket servisi verilebilecek. Bakkal, manav, kasap, kuruyemişçi ve tatlıcılar da belirli saat aralıklarında açık olabilecekler. Gözünüz başka bir yeri daha arıyor dimi. Evet enteresan bir şekilde devletimiz tatlıya, kuruyemişe yumulup kilo almamızı göze alabilirken maalesef tekellerden alınacak alkol ile şen şakrak sofraları, happy hourları hor gördüler. Bu da, bir önceki kapanmada 10 paket ezine peynir alan teyze misali, insanların tekelleri yağmalamasına neden oldu. Tekelde apokaliptik bir sahne ile karşılaşacağımı, bayiide tekilanın biteceğini asla düşünemezdim. Ayrıca İstanbul’da bir tekelde ilk bitecek alkolün tekila olacağını da tahmin edemezdim doğrusu. Ama bunlar işin goygoy şamatası. Günün sonunda olan şu: tekeller “muafiyeti” olmadığından kapatıldı ama diğer besin alınabilecek yerler açık. Camiler de açık . Burada bir duruyoruz. Altını çizmenin önemli olduğunu düşünüyorum, camilere, dine, insanların inançlarına karşı bir duruşum yok — doğrusu kimsenin de bunlara karışmaması lazım. Ama sanki tam kapanmada camileri açık tutmayı seçerken tekelleri kapatmanın çok net bir mesajı var. Türkiye çeşitlilikle dolu bir ülke. Her yerimizden farklı kültürler ve inançlar fışkırıyor resmen. Ortaokulda bir yazı ödevimde Türkiye’yi aşureye benzetmiştim, o ödevden iyi bir not almıştım bu yüzden aynı metaforu burada da kullanıyorum. Nohuttan, nara farklı malzemelerden oluşan bu tatlı nasıl oluyor da bu kadar lezzetli oluyor? Denge. Tatlının içindeki hiçbir bileşenin neden orada olduğu, tadı, özelliği sorgulanmıyor. Peki tatlının içine başarılı bir şekilde fasulye sokmayı beceren bir millet, nasıl oluyor da farklı tercihleri, inançları gerçek hayatta aynı iştahla kucaklayamıyor? Aposto! 28 Nisan bülteni nde çok güzel dile getirdi aslında: “Farklı yaşam & inanış biçimlerini, özgürlükleri, tercihleri, temel insani hakları sonuna kadar korumanın en büyük demokratik hedeflerden biri olduğuna inanan bir ekip olarak arka arkaya gelen ve bir salgın hastalığın bulaşma hızıyla ilgisini kavrayamadığımız kararları üzüntüyle izliyoruz, desteklemiyoruz.” Sonuçta tekellerde virüsün daha hızlı yayılması gibi bir durum yok. Rahatsız eden de alkol alamamaktansa, altı boş bir kararın ne kadar çabuk alınabileceğini ve uygulanabileceğini görmek. Eğer gerçekten bir nedeni varsa da, o neden halk ile paylaşılmadı. Sonuçta ne demiş şair * Herkesin hayatına kimse karışamaz. *Press Tv’de mikrofonu alıp bilgelik döken birey.

‘Herkesin hayatına kimse karışamaz’

Nisan 29, 2021

·

Makale

Karavan Candır, Gerisi Heyecandır

Görsel: Connor Nelson Pandemi ile beraber karavan kiralamaya ya da satın almaya duyulan istek fazlası ile arttı . Kendini şehirden, pandemiden uzaklara, doğaya atmak isteyen birçok insan için en güzel çözüm karavan oldu. Karavan satın almak isteyenler için siparişler 1 yıl sonraya bile verilmeye başlandı. Sözcü gazetesi , “Bir Tutkudur Kamp ve Karavan” Derneği Başkan Yardımcısı Murat Emir’in, “Biz 2019 yılında showroomu açtığımızda pandemi yoktu. Evet, karavana ilgi vardı ama koronavirüs salgınıyla birlikte karavana ilgi o kadar çok arttı ki, motokaravan imalatı açma gereği duyduk. Şimdilerde motokaravan taleplerine yetişemiyoruz,” ifadelerini paylaştı. Aslında pandemi dönemi için çok mantıklı bir tatil seçeneği. İnsanlardan ve toplu taşımadan uzak, doğada kendi yemeğin ve kendi grubunla yapabileceğin bir tatil. Ama maalesef otele gitmek kadar kolay olmadığını doğrudan tecrübe ettim. 31 Martta sanırım hepimizin gelmesini beklediğimiz yasakların geri geldiği açıklandı. İstanbul'da pazar günleri tüm gün ve hafta içi akşam 9’dan sonra sokağa çıkma yasakları ile beraber cumartesiler tekrar kapandı. Ramazan boyunca da tüm illerde restoranlar sadece paket servis yapabilecek. Bu yasaklara rağmen, eğer bir otel rezervasyonunuz varsa, E-devlet üzerinden bir belge almadan, belirlenen saatler dışında, otelinize gidebiliyorsunuz. Ama şunu farkettik ki aynı kural karavanlara işlemiyor. Bazı karavan kampı sahipleri, tamamen açık olmadıkları için belge veremiyorlar. Bu konuda da biraz sinirliler. Zaten karavan ile gidilen birçok yer park ettiğiniz boş doğal alanlar. Bu nedenle kullandığınız karavan dışında, bir rezervasyon belgeniz yok. Bu da yasaklar nedeniyle otel gibi daha riskli yerler yerine, doğada, insanlardan uzak bir kaçamak yapmayı zorlaştırıyor. Oysa ki, insanların iç içe olmasından çok daha güvenli… Karavan kiralamış olan insanlara izin verilmesi gerekiyor bence. Eğer turizim işletmelerini desteklemek için özel izin veriliyorsa, bunun karavancılar ve karavan kamplarına da verilmesi gerektiğini düşünüyorum.

 Karavan Candır, Gerisi Heyecandır

Nisan 8, 2021

·

Makale

Pablo Escobar, yanlış anlaşılmış bir şefti aslında…

Bu hafta dolar, pound, euro’nun uçup gitmesi dışında gündemimde olan ve istemsiz güldüğüm üç şey vardı. Kurlar hakkında konuşmayacağım, yükseliyorlar, çarpıyorsunuz, üzülüyorsunuz, ‘neyse ekmek türk lirası ile alınıyor’ diyorsunuz, devam. Hadi, sizi bu birbirinden tamamen alakasız üç şey üzerinden yürüteyim... 1. Süveyş! Detaylara inmeden önce şunu paylaşmak istiyorum: Google’da Suez Canal ’ı aradığınızda, küçük gemilerden oluşan bir animasyon çıkıyor — süveyş yazınca çıkmıyor ama olsun, aşırı şeker. Neyse, konumuza geçelim. 23 Mart günü Süveyş Kanalını kapatan gemi, Ever Given, iki römörkör ve dolunay ile yükselen medcezirin sonucu neredeyse bir haftanın sonunda ancak kurtarıldı. Economic Times ’a göre bu duraksama günde yaklaşık 10 milyar dolara mal olmuş. Tüm hafta boyunca Süveyş Kanalı şakaları günümü aydınlatırken, Vice ’in yayınladığı bir makale gözüme çarptı. Süveyş Kanalında kalan tek gemi Ever Given değil! 1967 yılında, Altı Gün Savaşı nedeniyle Mısır Süveyş Kanalını ablukaya alınca, 14 gemi, tam sekiz yıl boyunca, kanala bağlı bir tuz gölü olan Great Bitter Lake’de mahsur kalmış. 1975’te özgürlüklerine kavuşana kadar, kendi posta servislerini ve pullarını yaratmışlar. Hatta 1968’de kendi olimpiyatlarını bile düzenlemişler. Görsel: Vice Zaman geçtikçe de bu 14 gemi adeta küçük bir şehre döndü. 50 yıl sonra bile gemilerin mürettabatlarından hayatta kalanlar arada sırada buluşuyorlar ve hatta bu dönemi en mutlu zamanlarından biri olarak anıyorlarmış. 2. Lil Nas X’in yeni şarkısı Montero (Call Me By Your Name) ’ya tepki yağmuru 2019 yılında radyolardan eksilmeyen Old Town Road ile ünlenen 21’lik Lil Nas X, 26 Martta yeni şarkısı Montero (Call Me By Your Name)’yu çıkartarak Amerika’nın muhafazakar kesimini kendisine düşman etti. Elde etmek istediği bir erkekle ilgili olan şarkının klibinde Lil Nas X direk dansı yaparak cehenneme iniyor, şeytanın kucağında dans ediyor ve onu öldürüyor. Hristiyanlıkta eşcinselliğin günah olduğunu duyarak büyüyen Lil Nas X, aslında bu şarkı ile bu anlayışa karşı bir duruş sunarak sadece kendisi için değil birçok genç için bir ses oluyor. Görsel: Twitter Şarkı şehvet ve eşcinsel erkek arzusu ile ilgili. Bu, bırakın rap dünyasını, genel olarak çok sık işlenen bir tema değil. İsmi de aslında Luca Guadagnino’nın Call Me By Your Name filminden ilham almış. Aşklarının ve kişiliklerinin toplum tarafından çoğu zaman kabul edilmediği bir dünyada, hayatlarını yaşamaya çalışan insanlar her zaman tepki topluyor maalesef. Haftanın Halleri’nde bizim jenerasyonumuzun şakaya vurma becerilerinin çok gelişmiş olduğundan bahsettim. Lil Nas X’de bunun çok iyi bir örneği. Düşünün 21 yaşındasınız, kim olduğunuzu saklamadan yaşamaya çalışıyorsunuz, bir şarkıdan dolayı bir sürü insan size, şarkınıza ve kişiliğinize sövüyor. Sövenlerden bazıları da devlet büyükleri, din adamları, falan. Bunu alttan alabilmek gerçekten büyük bir beceri. Lil Nas X Tik Tok videoları paylaşarak, komik şakalar yaparak, bu insanlara gülüp geçiyor. Örneğin, bir kırmızı halı etkinliğine giydiği kıyafeti paylaşarak, 'zamanınızı bunu giyen biri ile ilgili tartışmalara girerek harcadınız' yazdı. Şarkıya gelen eleştirilerden bazıları şarkının çocuklara uygun olmadığı ile ilgili — ama komik olan şu ki zaten birçok rap şarkısı cinsellik dolu, tek fark hep heteroseksüel bir cinsellikten bahsedilmesi. Zaten rap müziğinin çocukları eğitmek gibi bir amacı da yok. New York Times pop müzik eleştirmeni Jon Caramanica’nın da dediği gibi Lil Nas X’in yaptığı aslında özenle hazırlanmış kültürel bir hareketin tohumlarının ekilmesi. Bu hareket Lil Nas X'i, şarkıyı ve klibi aşıyor. 3. Pudra Şekeri! Gelelim Türkiye’ye. Birçok uyuşturucunun kod adları oluyor ama kokain için pudra şekeri dendiğini hiç duymamıştım doğrusu. Kısaca ne oldu? Kürşat Ayvatoğlu’nun burnundan beyaz bir şeyler çekerken videosu ortaya çıktı, gözaltına alınınca da "Kokain değil pudra şekeriydi. Şaka yapıyorduk" söylemi sosyal medyayı kasıp kavurdu. Fortis Fortuna Adiuvat yani Talih Cesurdan Yanadır derler. Buna ben de şunu eklemek istiyorum: Adalet Zenginin Yanındadır. Bu olayın ayrıntısına girmeyeceğim, kim haklı kim haksız konularına da değinmeyeceğim — benim yerim de değil, bu bültenin odağı da değil. ( Bu bültenin odağı ne zaten Yasmin? diye sorabilirsiniz, ona da cevabım ‘emin değilim.’) Neyse, genel olarak adalet konularında gülmezsem ağlayacağıma o kadar eminim ki, bu olay olunca direk kendimi internete attım. Twitter da, Türkiye’de hukukun tam tersine, beni yüzüstü bırakmadı. Twitter’ın kralı ilan ettiğim ve tanışmak istediğim Vedat Milor yine harika bir espri ile karşıma çıktı. Cumhuriyet de bildiğimiz, tatlılarda kullanılan pudra şekerinin nasıl kullanıldığı ile ilgili bir yazı yayınladı. Ya, gerçekten gülmemek imkansız.

Pablo Escobar, yanlış anlaşılmış bir şefti aslında…

Nisan 1, 2021

·

Makale

Yeni Nesil Protesto

Haftanın Halleri’nde sosyal medyanın yarattığı baygınlığa değindim, burada ise sosyal medyanın gücünden bahsetmek istiyorum. Bildiğimiz üzere her şey bir dengeden ibaret ve sosyal medya da aslında yin yang-vari bir oluşum. Medya, görsel bir dünya yaratmayı sağlayan bir araç. Sosyal medya, ana akım medyanın yakalamadığı ya da yakalamamayı seçtiği bir çok gelişmenin ve olayın görünürlüğünü sağlıyor. Bunun örneklerini yazın gerçekleşen Black Lives Matter protestoları ya da Arap Baharı’nda görebiliyoruz. ( Politik Atmosfer bununla ilgili çok güzel bir yazı yazdı, okumanızı tavsiye ediyorum). Ben biraz daha Türkiye’ye dönmek istedim. Haber ajanslarının çeşitli kararlar vererek, bilgi erişimini durdurabileceği zamanlarda, sosyal medya adeta bir lütuf. Mesela Gezi Parkı protestoları. Ana akım medyanın haberlerini yeterli bulmayan protestocular, tweet atarak ve canlı videolar çekerek o eksiği kapadılar. The Aesthetics of Global Protest: Visual Culture and Communication adlı kitapta da değinildiği üzere, YouTube Gezi döneminde çok önemli bir araç oldu. Haftalar süren protestolar Twitter’ın kullanımı ile Türkiye’nin sınırlarından çıkarak tüm dünyada görünürlük sağladı. Bu da liderleri sorumlu tutmak için bir baskı yarattı. Ne kadar sorumlu tutuldular o meçhul ama neyse... Daha da yakın tarihe gidelim. 2020’nin Aralık aylarında, #MeToo hareketi Türkiye’de edebiyat dünyasının ‘uykusunu kaçırdı.’ Twitter üzerinden Leyla Salinger adlı kullanıcının attığı bir tweet sonucu tacize uğrayan gazeteci Melis Alphan gibi birçok kadın harekete geçti ve hikayelerini paylaştı. Bu o kadar yaygınlaştı ki, Türkiye Yazarlar Sendikası ödülleri ve teliflerine taciz ile ilgili bir madde koymayı önerdi, PEN Türkiye Yazarlar Derneği de kadın edebiyatçılara taciz edenleri kınadığı bir bildiri yayınladı. Burada da tabii, yine sistemsel bir dönüşüm olamasa da, en azından bir diyalog başladı... En güncel örneklerden biri de Boğaziçi protestoları. 4 Ocak ’tan beri gündemimizde olan bu protestolar sosyal medya yardımıyla ekranlarımıza düşmekle kalmadı, farklı ülkelerin de bu konu üzerine haberdar olmalarını sağladı. Şu anda Instagram’da Boğaziçi Direnişi adlı hesabın 130,000’den fazla takipçisi var — adeta haber aldığımız bir kaynağa dönüşmüş durumda. Tutuklanan ve serbest bırakılan öğrencileri, her gün güney kampüste hocaların eylemlerini, polis tepkilerini hep sosyal medya üzerinden öğrendik. Akşam 9’da tencere tava ile ses çıkaracağımızı nereden öğrendik? Bakınız: Özetle sosyal medya çok güçlü. İnsanları harekete geçirmede, görünmeyenleri görünür kılmada büyük bir rolu var. Alan Moore, Watchmen adlı çizgi romanında “Who watches the watchmen?” yani ‘bekçilerin bekçisi kim?’ sorusu ile güçlü birey ya da kurumları da birilerinin mesul tutması ve denetlemesi gerektiğini hatırlatmıştı. Teknolojinin gelişmesi ile de vatandaş gazeteciliği (citizen journalism), haberlerin toplanması ve paylaşılmasıyla bu bekçilik görevini üstlenmiş durumda. Ama çizgi roman öğretileri temasından devam ederek Stan Lee’nin Spiderman’de söylediği gibi “with great power comes great responsibility” yani büyük güç, beraberinde büyük sorumluluklar getirir. Sosyal medyanın gücünü kötü emeller için kullanıp, toplulukları manipüle etmek de oldukça olası. Tabii bunun için sosyal medya gerekmiyor, ana akım medya da bunu gayet kolayca yapabiliyor. Şu an sosyal medyanın bu iyi-kötü spektrumunda nerede olduğunu kestiremiyorum. Düşünün sosyal medya o kadar güçlü ve korkutucu ki Fransa’da bir ara polisi video çekme yasağı çıkartıp yoğun ihtilaf sonucu bu kanunu geri çekildi. Türkiye’de ise artık 1 milyondan fazla kullanıcısı olan sosyal ağların ülkede temsilci bulundurması gerekiyor. Çin'de Facebook, YouTube, Instagram ve Twitter gibi bir çok sosyal medya platformuna erişim yasak. Ama ne dersek diyelim, sosyal medya sayesinde protestolar çok daha farklı bir boyut aldı. Bu sahip olduğumuz gücü de iyiye kullanmak bizim elimizde.

Yeni Nesil Protesto

Mart 18, 2021

·

Makale

Dilimize Dolananlar, Yapışanlar, Takılanlar

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ’nun raporuna göre 2020 yılında 300 kadın erkekler tarafından öldürüldü, 171 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu — ve bu 300 kadından 23’ünün uzaklaştırma veya koruma kararı bulunmaktaydı. Istanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla yasalaşan 6284 sayılı kanun, kadınları şiddet uygulayanlardan uzaklaştırmak, maddi olarak güçlendirmek, kimlik değiştirmek gibi haklar tanıyor. Ancak, birçok durumda etkin kullanılmıyor. Kısaca İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Türkiye mayıs 2011’de uzun adıyla Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesini imzalay ıp onaylayan ilk ülke oldu. Adının Istanbul Sözleşmesi olmasının nedeni en basitinden İstanbul’da imzalanmış olması. Türkiye ile beraber yaklaşık 34 Avrupa Konseyi üyesi ülke de bu sözleşmeyi imzaladı. 2012 yılında çıkarılan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun bildirgesinde de İstanbul Sözleşmesi bir referans olarak kullanıldı. Konda’nın Ağustos 2020 raporunda da dile getirdiği üzere, bu kanunun dört ana maddesi bulunmakta: Kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, Şiddet mağdurlarının korunması, Suçluların cezalandırılması, Kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül ve etkili politikaların hayata geçirilmesi. Yaptıkları araştırmaya göre toplumun yarıdan fazlası bu konuda bir fikri olmadığını belirtirken, %7si sözleşmeden çıkılmasını, %36’sı da sözleşmede kalınmasını desteklediğini paylaşmış. Çıkılmasını destekleyenlerin %10’u erkek, %4’ü kadın. Konda’nın bu raporunu daha önce görmediyseniz, incelemenizi tavsiye ediyorum — bol grafikli ve anlaşılması kolay bir rapor. İstanbul Sözleşmesi dı.ında kadına dair yargılar, namus meseleleri ve kadınların giyimi ile ilgili veriler de toplamışlar. Dil, Söylem Meselesi 31 Ağustos 2019 tarihinde Yeni Akit'te çıkan bir yazı Istanbul Sözleşmesi’nin kalkmasını desteklemiş, “erkeklerin erkek kadınların kadın gibi davranmasını” önemli bulmuş ve bu yazıda en trajikomik alıntılardan birini kaleme almıştır: “Kendileri feminist olup kadınları dinimizin de yasakladığı bir şekilde kocalarına karşı isyana teşvik eden bakan ve bürokratların yaptığı icraatlar, sayılamayacak kadar çoktur.” Daha önceki bültenlerde de belirttiğim gibi kelimeleri ve düşünceleri yazmanın gücüne fazlasıyla inanan biriyim ve takdir edersiniz ki bu korkunç yazıya ne güç vermek istiyorum ne de daha fazla okur kazandırmak istiyorum. Ancak bu yazı bize çok mantıklı gelen bazı şeylerin başkaları tarafından nasıl görüldüğünü ve zihniyet farkını çok açıkça gösteriyor. Dildeki probleme değinmek için taa buralara gitmemize gerek yok. Ana akım medyada, suçu yapanda değil yapılanda bulan: “ne giyiyordu?”, “ne yapıyordu” gibi soruların sorulduğu bir dil göze çarpıyor. Daha yeni yeni dilde bu problem üzerine konuşulmaya başlandı. Geçtiğimiz haftalarda telefonda bir aile dostumuz ile konuşurken sorunun sadece ‘victim-blaming’ yani başına gelenlerle ilgili mağdurun suçlanması değil, aynı zamanda eylemi yapanla ilgili pek de bir vurgu olmaması olduğundan bahsettik. Posterler, manşetler hep kadın üzerinden ‘ah vah yazık’ temalı bir anlatım ile karşımıza çıkıyor. Kadına yönelik bir acıma ve suçlama var. Eee pardon? Bu kadının bu hale düşmesinde bir ana etken var. O da eylemi yapan kişi. Onlar neden bu denklemden çıkarılıyor? Kadınları küçük, yardıma muhtaç gösteren başlıklardansa neden eylemi yapanların suçlarını öne çıkaran manşetlere yer verilmiyor? Daha dilde bile suçu gereken kişiye atfedemiyorsak, uygulamada bunun gerçekleşmesi çok daha zor. Bu nedenle birlik olup bu söylemin değişmesinde bir rol oynamamız lazım. Canan Kaftancıoğlu’nun Time ’da ki röportajında söylediği gibi, ‘Tek bir adama karşı en iyi panzehir birçok kadının örgütlenmesidir.’

Dilimize Dolananlar, Yapışanlar, Takılanlar

Mart 10, 2021

·

Makale

Herkes için aşk

Görsel: Boğaziçi LGBTİ+ Bu hafta, istediğimiz kişiyi açıkça sevebilmenin önemini bir kez daha anladık. Bununla beraber fikir, tercih ve seçimlere rağmen birbirimizi kabul edip sevebilmenin de ne kadar önemli olduğunu hatırladık. Geçtiğimiz haftalarda BÜLGBTi+ Çalışmaları Kulübü rektörlük tarafından kapatıldı , Boğaziçi Üniversitesi Güzel Sanatlar Kulübü ve LGBTi+ Kulübü’nün odaları arandı. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki birçok kulüp buna karşılık vererek “ LGBTİ+lar vardır” yazan iletilerle hedef gösterilen BÜLGBTi+ a destek oldu. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, LGBT karşıtı sözleri kınadıklarını açıkladı. Nefret söylemleri paylaşan bazı devlet yetkililerine de Twitter’dan engel geldi. Birlik ve beraberlik fazlasıyla önemli. Kutuplaştırıcı ve kışkırtıcı söylemlere yer yok. Hatırlanması gereken şey şu ki, illa herkesin hemfikir olması gerekmiyor ama insanların seçimlerine ve varlıklarına saygı duymak ve anlayışlı olmak zorundayız. Bu sevgililer günü, sadece aşkı değil, umuyorum farklılıkları kutlayabileceğimiz bir gün olur. Biliyorsunuz ki, ne kadar renk, o kadar renkli bir dünya…

Herkes için aşk

Mart 10, 2021

·

Makale

Her şeyin başı eğitim

Dünmüş gibi hatırladığım anılarımdan biri. İki Boğaziçi mezununun kızı olarak Güney Kampüsü’nun çimenliklerinde kumpir yedikten sonra — kısırsız, kumpire kısır koyanlardan mısınız? — üniversiteli gençlere bakarak hayranlık duymalar, anne-babamın üniversiteli hallerini tahmin etmeye çalışmalar ve kahverengi kareli piknik battaniyesinde uzanarak gökyüzünü izlemeler... O öğrencilerin dersten derse koşuşturmalarını izlediğim alanda şimdi her öğlen öğretmenler atanan rektör Prof. Dr. Melih Bulu’yu ve tutuklanan öğrencileri barışçıl bir şekilde protesto ediyor. Gündüz, gece demeden inandıkları ve savundukları için haykıran gençler duruyor. Bir taraftan çok gurur verici, bir diğer taraftan ise ne kadar üzücü ve yorucu. Özet geçmem gerekirse, 2016’da üniversitelere rektör atama sistemi değişti. Bir zamanlar üniversitenin akademisyenleri tarafından atanılan rektör devlet tarafından atanabiliyor hale geldi. 4 Ocak, kapıya takılan kelepçelerin resmi ile kafamıza kazınan gün, protestolar başladı ve hafta içi her öğlen öğretim üyelerinin “sessiz nöbet” protestoları bunu takip etti. Paris, New York, Berlin, Vancouver gibi bazı şehirlerden destek yağmurları yağdı ve bu durum New York Times , Guardian , BBC ve Politico gibi medya kuruluşları ve gazetelerin de ilgisini çekti. Boğaziçi Dayanışması tutuklananlar için açıklama yayınladı ve #bundansonrasıbizde protestonun ana sloganlarından biri haline geldi. Birleşmiş Milletler dün akşam Twitter üzerinden barışçıl gösterilerde tutuklanan protestocuların ve öğrencilerin bırakılmasını, polisin gereksiz güç kullanımını durdurması için çağrıda bulundu. Homofobik ve transfobik yorumları ayıpladı. “Eğitim, öğrencilere saygıyla başlar,” demiş Ralph Waldo Emerson. Haklı, doğru ve gerekli. Ama bunun pratiğe dökülebilme olasılığını doğrusu fazlası ile sorguluyorum. Bu sadece yerlerde sürüklenen protestocular, ‘aşağıdan’ ya da ‘aşağıya bak’ denilen öğrenciler ya da demokratik bir rektör seçiminin eksikliğinden değil. Rainbow Europe ’ın 2020 raporuna göre Türkiye, LGBT hakları, sıralamasında ikinci. Ama sondan. Sonunculuğu Azerbaycan’a kaptırdık. Geçtiğimiz bülten sarma üzerinden kutuplaşmadan bahsetmiştim, koskoca bir popülasyonun hislerinin ve varlıklarının gerçekliğini sorgulamak da buna giriyor. Saçma bir örnek ile geliyorum ama Miley Cyrus, Zane Lowe ile yaptığı bir sohbette babasının hep “when you write something down you give it power,” yani ‘bir şeyi yazdığında ona bir çeşit güç veriyorsun’ dediğini paylaşmıştı. Bu gücü nasıl kullanmaya karar vermek çok önemli. Sözlerin bir ağırlığı var, yazılanlar ve söylenenler grupları harekete geçirebilir. Tüm bu olanlar beni sorduğum soruya geri getiriyor. Kutuplaşmadan birbirimizi nasıl dinleyebilir ve birbirimize saygı duyabiliriz? Sadece bilişsel değil, değerler eğitimi ile beraber empati, hoşgörü, değer kelimeleri aklıma geliyor ama tek ve basit bir cevabı olmadığını biliyorum elbette. Hatırlanması lazım ki, sadece utananlar aşağı bakar. İşte zaten bu yüzden başlar yukarıya, gözler gökyüzüne.

Her şeyin başı eğitim

Mart 10, 2021

·

Makale

'Aşı Savaşları'

Dünya, savaş ve çatışma dozunu almamış gibi, şimdi de birlik ve bütünlüğün en önemli olduğu dönemlerden birinde Bloomberg dahil birçok gazetenin ‘Aşı Savaşları’ dediği sen bana vermezsen ben de sana vermem temalı saçma güç oyunları ortaya çıktı. ‘Bir kere de anlaşalım yahu’ diyerek haykırdığım bir günün sonunda Mart ayındaki saflığıma gülerken buldum kendimi. Babaannemin İstanbul'daki boş dairesinde New York’tan yeni dönmüş bir şekilde 2 haftalık karantinamın bitmesini beklerken, ‘bu iş Mayıs’a biter döneriz, mezuniyetimiz de olur’ demekle beraber ırk, din, sosyo-ekonomik durum ayrımı yapmadığını sandığım virüsün herkesi bir araya getireceğini düşünmüştüm. Ne kadar da safım! Ben zaten Türkiye, Orta Doğu falan bıraktım. Bu ‘Batı dünyası’ daha kendi arasında anlaşamıyorsa biz Pfizer adını anca ChapStick’lerimizde göreceğiz. Şu an biz 20’liklere bırakılacak bu dünyada barış içinde, kol kola, birbirimize dayanarak yaşamak bir hayalden fazlası değilmiş gibi geliyor. Tabii bu maalesef sadece ‘boomer’ dediğimiz 1946-1964 kuşağının bozarak elimize verdiği birşey değil. Pandemi döneminde ayrıcalığın anlamını bir kere daha anladık. Bana birşey olmaz diyenler ( ve buna 20’likler de dahil) gezerken, başkaları sadece kendi güvenlikleri için değil diğerlerinin sağlığını korumak için evde kaldı. Bana işlemez diye diye Pandeminin 1. Yılını devirdik, doğum günü mumları üfledik. Başkaları umursamazken, evde kalan diğer 20’liklerle bir yoldaşlık hissindeyim — siz de hissediyor musunuz? Ama hatırlamam(ız) lazım ki, bu günler de geçecek. Metroya bindikten ve olabilecek her yüzeye dokunduktan sonra ellerimle yediğim Sultanahmet’in mısırlarına, ‘abla bir tane daha veriyim’ diyerek limonu sıkan ve neredeyse kendi elleriyle bana yediren abilerin midye dolmalarına da kavuşacağım, kavuşacağız. Bu aşı işleri biraz moralimi bozmuyor değil — ama benim ve bizlerin, ey 20’likler, pek düşünmemize gerek yok gibi. En azından şimdilik.

'Aşı Savaşları'

Mart 10, 2021

·

Makale

Turistlerin Türkiyesi

Geçen gün üniversitede tanıştığım ve 2-3 kelime laklaklık seviyesinde ilişkim olan Fransız bir tanıdığım, bana yazın kız arkadaşıyla Türkiye’ye gelmeyi planladığını söyledi. İlk tepkim tabii ki sevinç oldu. Harika bir ülkede yaşıyoruz. Kendimi övmek gibi olmasın ama kaç yabancı arkadaşıma dillere destan turlar vererek gezdirdim, bu çocuğa da anında bir yapılacaklar listesi çıkarmaya başlamıştım ki durdum. Bir dakika, pandemi yok mu ya? Bu soruyu, çocuğa gıcık olma duygusu takip etti. Yani doğrusu onun bir suçu yok, sonuçta ülke izin veriyor, o da neden olmasın diyor, geliyor. Kültürel Miras ve Kent Bülteni ’nin de bu hafta bahsettiği gibi, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy “Kısıtlamalar Türkiye'yi ziyaret eden turistleri kapsamıyor. Onlar pasaportlarıyla dolaşabiliyor, otellerinden çıkabiliyorlar. En çok ziyaretçi alan önemli müze ve ören yerlerimiz açık oluyor," diyerek ülkenin turizme açık ve hazır olduğunu belirtti. Bununla beraber, 15 Mayıstan itibaren İngiltere, Ukrayna ve Çin dahil 15 ülkenin turistlerinden PCR testi istenmeyecek . Pandemi boyunca Amerikalı arkadaşlarımın Hawaii ve Meksika’ya akın akın gittiğini gördüm, onlar maskesiz partilerken çalışanların maskeleriyle kendilerini korumaya çalıştıklarını izledim. Rahatsız edici bir tezattı. Şimdi ise ülkeye gelen turistler yasaklardan muafken, biz ellerimiz arkamızda bağlı bir şekilde , şehri içimize soluyarak gezemiyoruz bile. Moral bozucu. Orhan Veli Kanık ne diyordu? ‘İstanbul’u dinliyorum gözüm kapalı.’ Efsane bir ileri görüşlülük çünkü görünüşe göre ancak böyle şehri deneyimleme şansımız olacak. Bununla beraber, turistleri güvende tutacaklarını söyleyerek “2020'den edindiğimiz tecrübelerle ve geliştirdiğimiz kitlesel aşılama kampanyamız sayesinde Ukraynalı dostlarımızı burada güvenli bir ortamda misafir edeceğiz." dedi . Bu güvenlik işleri, işletme sertifikasyon programı ve turizm personelinin aşılanması ile bitmiyor. Aldıkları en büyük güvenlik önlemi Türklerin evden çıkmadığına emin olarak boş sokakları turist dostlarımıza emanet etmek. İnanın turizm sektörü ile beraber ülkede pandemi nedeni ile işleri zorlanan herkesin rahatlamasını, para kazanmasını istiyorum. Ama herhalde bu sadece bana saçma gelmiyor. Birileri gezecekse, kimse riske girmeden bunu yapabilecekse, bırakın biz gezelim! Hem uçağa da binmemiz gerekmez! Yaz ayları 20li yaşlarında insanlar için çok önemli, gençliğimizi, özgürlüğümüzü, hayat enerjimizi en iyi deneyimlediğimiz aylar! Beni çağıran yazlık migroslar, yaşanmayı bekleyen Cornetto reklamı tadında yaz aşkları var.

Turistlerin Türkiyesi

Mayıs 6, 2021

·

Makale

Kamusal olaylarda ses ve görüntü kaydı tartışması

Geçtiğimiz haftalarda Yeni Nesil Protesto başlıklı bir yazı yazdım. Sosyal medyanın öneminden ve teknolojinin gelişmesi ile vatandaş gazeteciliği (citizen journalism)nin ortaya çıkışından bahsettim. Halk, elindeki telefonlar ve kameralar ile farklı bir güç kazanıyor. Kendimden alıntı yapacağım şu an: “Alan Moore, Watchmen adlı çizgi romanında ‘Who watches the watchmen?’ yani ‘bekçilerin bekçisi kim?’ sorusu ile güçlü bireyi ya da kurumları da birilerinin mesul tutması ve denetlemesi gerektiğini hatırlatmıştı.” Vatandaşlar, telefonları ve kameraları ile bir çeşit bekçilik görevini üstleniyor. Bu yazım da aslında kamusal olaylarda ses ve görüntü kaydı tartışması ile tekrar gündeme geldi — en azından benim gündemime. Aposto’nun 3 Mayıs bülteninde de paylaştığı gibi Emniyet Genel Müdürlüğü toplumsal eylemlerde polisleri kaydeden kişilerin engellenmesi ve haklarında adli işlem yapılması gerektiği ile ilgili bir genelge yayınladı. “Özel hayatın gizliliği ve kolluk personelinin görevini yapmasının engellenmesi” nedenlerinin gösterildiği bu genelgeye gazeteciler, hukukçular ve vatandaşlardan tepkiler geldi. Fransa’da Kasım ayında polisi videoya çekme yasağı çıkmıştı, ancak Aralık’ta yoğun ihtilaf sonucu geri çekilmişti. İngiltere'de ve Amerika’da polisleri çekmek tamamen yasal, Almanya’da ise polislerin yüzünü kapadıkça ya da paylaşma izni istediğinizde yasal. Bu genelge, bireylerin yaptıklarından sorumlu tutulması mantığına karşı geliyor. Vatandaşlar kameraları ile uzaktan çekim yaparak insanların işlerini yapmasını engellemez. Etik olarak yanlış ya da kanunlara karşı hareketlerde bulunmayan biri zaten kameradan korkmaz. O yüzden bu genelgenin amacını bir kez daha düşünmek ve gerekli olup olmadığını sorgulamak önemli.

Kamusal olaylarda ses ve görüntü kaydı tartışması

Mayıs 6, 2021

·

Makale

‘Cesur’ Hocalara, Şerefe!

New York’ta üniversitenin birinci yılında “Middle Eastern Cultures” yani Orta Doğu Kültürleri adında bir ders almıştım. ‘Yasmin Amerika’da okumaya gidip bu dersi mi aldın’ diyebilirsiniz ama her ülke tarihi farklı anlatır, bu konuları Amerikalılar nasıl işliyor merak etmiştim. Deneyimim kesinlikle alışılmışın dışındaydı çünkü dersi veren hoca harikaydı. İtalyan-Amerikan hocam, Arapça bilen, kendini bu konuya adamış, İstanbul’da yıllarca yaşamış, Orta Doğu’yu sıkça ziyaret eden ‘cool’ bir bireydi — biraz da gizemli. Hala mailleştiğim, New York’ta görüştüğüm, saatlerce konuştuğum bu hocanın dersi fazlasıyla kazıktı. Dersi geçmek için sınavların, film analizlerinin ve makalelerin yanı sıra Orta Doğu ile ilgili etkinlik ve sergilere gidilmesini gerekli görüyordu. Aslında bölgenin tarihini farklı yollardan öğrenmemizi istiyordu. Halı kokan koridorlardandan geçip sınıfa vardığımızda, hep farklı bir şarkı ile karşılanırdık — en sevdiği gruplardan Baba Zula dahil. Neyse! Bu ders hakkında saatlerce yazabilirim ama bir şeye değinmek istiyorum ( şu cümleden önce 100 şeye değinmemiş gibi davranırken ben); bunun için de sınıfın demografisini anlatmam gerekiyor: Derste totem Türk birey olan benle beraber, Asya ve Avrupa’dan bazı öğrenciler ve Amerikalılar vardı. Amerikalılar arasında musevi olanlar ve müslüman olanlar, dinden ziyade daha önemlisi de Pro-Palestine ( yani Filistin yanlısı) ve Pro-Israel ( yani İsrail yanlısı) olduğunu belli eden iki grup vardı. Bu iki ‘taraf’ gerçekten sınıfın iki ucunda otururdu. New York aslında şehir olarak Siyonizm’in gelişmesinde büyük bir rol oynamış — 1942 yılında New York’ta bulunan Biltmore Hotel’de 600 Yahudi lider, Siyonizm hareketinin 1. Dünya Savaşı sonunda bir ‘yahudi devleti’ kurması ve ne pahasına olursa olsun Filistin’e göç edilmesi kararını ileri taşıdı. Üniversitemde birçok hoca Filistin-İsrail konularına girmekten kaçınırdı, nasıl işleyeceğine emin olamazdı. Bu cesareti gösteremez, öğrencilerin tepkisinin ne olacağını kestiremezdi. Bu sadece benim okulumda olan bir şey değil. Gazeteci Noor Tagouri, Filistin’de olanların fazlası ile sansürlendiğini ve konuşulmadığını paylaşıyor . Ama bahsettiğim hocam bu gruba girmiyor. Pers İmparatorluğu’ndan başladık, Fatih Sultan Mehmet, Türk kahvesi derken bulduk kendimizi kutuplaştırılmış bir konunun ucunda. Sınıfta bazı öğrencilerin gerginliği hissediliyordu. Gazetecilik derslerimizde bize hep tarafsız olmanın öneminden bahsederler. Ama bu çok zor. Okumayı seçtiğimiz gazeteden, paylaştığımız resimlere kadar aslında her gün hangi tarafta olduğumuzu belli ettiğimiz kararlar veriyoruz. Bu hocamın da tarafsız olduğunu savunmuyorum ama bence o orta çizgiye oldukça yakındı. Daha ilk derste herkese fotokopilediği siyah beyaz dünya haritaları dağıttı ve Orta Doğu’da olduğunu düşündüğümüz yerlerin üstünü karalamamızı söyledi. Çoğunun kafasında bazı yerler soru işaretiydi, mesela Türkiye. Bize baktı ve dedi ki ‘ bunun cevabı çok göreceli, kime göre orta doğu?’ Orta Doğu dememizin tek nedeni o dönemde güçlü ülkelerin hep batıda olmasıydı. Ee eğer İngiltere, Fransa, Amerika dizginleri tutuyorsa tabii ki biz orta doğuyuz. Eğer o dönem ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ dediğimiz yer İngiltere değil de Çin olsaydı şu an orta doğu dediğimiz yer orta batı gibi bir şey olurdu!! Beynimize yerleşmiş bu kavramların bile göreceli olduğu bir dünyada, tarafsız olmak biraz beyhude geliyor. Önemli olan tarafının sana at gözlükleri taktırmadığına, diğer taraflara sağır etmediğine emin olmak. Yeni bilgiler ile de fikirlerin değişebileceğini unutmamak. Profesörümüz kim ne hisseder demeden anlattı. Arada şiddetli tartışmalara giden öğrenci yorumlarını güzelce yönlendirdi, kimi zaman yatıştırdı ve konuyu bitirdi. Bu dersten Orta Doğu tarihi dışında öğrendiğim bir şey de şu oldu: ‘rahatsız edici’ ve komplike konulara değinmekten korkmamak lazım. Dünyadaki çoğu problem cahillikten, konuşmak istememekten, tarihi anlamamaktan ve böyle konulara girmeye çekinmekten çözümsüz kalıyor — tabii bir de hırs, empati eksikliği ve genel bir saçmalama durumundan. Tarih aslında geleceğe çok güzel bir ayna tutuyor. Ama geçmişi anlamazsak, gelecekte de aynı hataları yaptığımız bir döngüye gireriz, giriyoruz zaten. New York’tan ayrılmadan önce, profesörümle Washington Square Park’ta buluştuk. İnsanlardan ve özellikle yıllardır beni heykel taklidi yaparak korkutan adamdan uzak iki bank bulduk, maskelerimizle hasret gidermeye ve tabii ki olan bitenlerden bahsetmeye başladık. Konuşmanın bir yerinde “tarih tekerrürden ibaret”dedim ve beni durdurdu; “Tarih tekerrürden ibaret değil, insanlar sadece aptal ve hatalarından öğrenmiyor.” dedi. Aptallığın panzehiri nedir? Eğitim.

 ‘Cesur’ Hocalara, Şerefe!

Mayıs 13, 2021

·

Makale

Beyaz Adamın Yükü'

İngiliz gazeteci ve şair Rudyard Kipling’in 1899 yılında “The White Man's Burden” adında Filipin-Amerikan Savaşı ile ilgili yazdığı bir şiir var. Kısaca batının daha gelişmiş olduğu için ‘üstüne düşen’ sorumluluktan bahsediyor. ‘Beyaz adamın yükünün’, diğer ülkeleri geliştirmek olduğuna değiniyor — bu yol da çoğu zaman sömürgecilikten geçiyor… Kısaca bu şiir Batı’nın o dönemde — ve hala — kendini nasıl gördüğüne dair bize çok güzel bir fikir veriyor: üstün, en iyi bilen ve dünyanın problemlerini çözmek için gereken anahtarı elinde tutan. Neden bundan bahsediyorum? Çünkü Filistinliler ve İsrailliler arasında yıllardır devam eden anlaşmazlıkların tohumları da aslında ‘sorumluluk’ maskesi altında kendi çıkarlarını düşünen beyaz adamlar tarafından 1917 Balfour Deklarasyonu ile ekildi — yani Kipling’in tayfası. İngiltere Balfour Deklarasyonu ile Yahudilerin Filistin’de ana vatanlarının kurulmasını desteklediğini belirtti. Enteresan şey şudur ki, Dünya Siyonist Teşkilâtı kurucusu Theodor Herzl bu ana vatanın kurulması için iki yer önerdi: Arjantin ya da Filistin. O iklim koşulları ve seyrek nüfuslu bölgelerinin fazlalığı nedeniyle Arjantin’i tercih etse de, Yahudilerin Filistin ile olan tarihi bağlarından dolayı, Filistin’in daha cezbedici bir seçenek olduğu kanısına varıldı. Hep merak ederim, acaba Arjantin’i seçselerdi olaylar nasıl gelişirdi… Bu çok genel bir özet, daha ayrıntılı bilgiler için bana ulaşabilirsiniz, ders notlarımı paylaşmaktan mutluluk duyarım. 2020’nin Ekim ayında İsrail’de bir mahkeme, 4 Filistinli ailenin Sheikh Jarrah mahallesinde bulunan evlerinden çıkarılması kararını aldı. Sonraki aylarda bu mahallede yaşayan başka Filistinli ailelerin de evlerinden çıkarılması planlanıyor. Doğu Kudüs, Gaza ve Batı Şeria’yı 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşı sonucu kendi topraklarına katan İsrail’in genişleme projesi, Filistinlileri, İsrail’in 1948 yılında kurulmasından beri evlerinden ve topraklarından ediyor — Sheikh Jarrah ilerledikleri bu yolda sadece yeni bir mahalle. Günümüzde yaklaşık 6 milyon Filistinli, mülteci statüsünde. Ramazanın son cuması Mescid-i Aksa’ya namaz kılmak için gelen Filistinlilere İsrail polisi müdahale etti. Polisin Mescid-i Aksa’ya girmesiyle başlayan olaylara karşı yapılan eylemlerde polis plastik mermi, tazyikli su ve ses bombası kullandı. Hamas İsrail'in bazı bölgelerine roketler attı, buna karşılık İsrail de Gazze'ye hava saldırısı gerçekleştirdi. Bu saldırıda hayatını kaybedenlerin sayısı 65 oldu. Yaralı sayısının da 360’ı geçtiği tahmin ediliyor. Çoğu zaman yaptığım gibi burada bir durmak istiyorum… Burada olay din, ırk, kim önce geldi meselesi değil. Bu politik bir mesele ve iki taraf da çözümlenmesini hak ediyor. Çoğu İsrailli ve Yahudi yıllardır Filistinlilere yapılanlara karşı geliyor — problem halkın geneli değil zaten, problem devletler. Günün sonunda evinizden alınıp atılmak insanlık dışı. Filistin’de olaylar insanların topraklarından olması ile başladı ve evlerinden olmaları ile devam ediyor. Fark etmişsinizdir, yaşananlara İsrail-Filistin çatışması demiyorum. Birçok insanın da bahsettiği gibi Filistin’de olanlar, bir ‘çatışma’ değil. Bu durumda sömüren ve sömürülen/ ezen ve ezilen taraflar var. Son bir video ile bitirmek istiyorum — gazeteciliğin görünürde tarafsızlığı ile ilgili. Videoda bir CNN muhabiri, Filistinli yazar Mohammed El-Kurd ’a ‘sizinle ve sizin pozisyonunuzda olanlarla dayanışma amaçlı patlayan şiddetli protestoları destekliyor musunuz’ diye soruyor. El-Kurd’un sesi titreyerek verdiği cevap ise kısa ve öz: “Siz, benim ve ailemin şiddetle evlerimizden atılmamızı destekliyor musunuz?”

Beyaz Adamın Yükü'

Mayıs 13, 2021

·

Makale

Sahnene Sahip Çık!

Kademeli normalleşme ile restoranların açılmasını, cumartesi yasağının kalkmasını ve gece 10’a kadar sokaklarda gezebileceğimizin haberini ‘oley’ler ile karşıladım. Ancak kültür, sanat ve eğlence sektörlerinin bu normalleşmeye dahil olmadığını fark edince bu kutlama buruklaştı. Pandeminin başında New York’ta gece hayatının çöküşü ile ilgili yazılar yazdım, barmenler ve mekan sahipleri ile konuşup devletin göstermelik çözümlerinin neden yardımcı olamayacağını, gerçekte nelere ihtiyaçları olduğunu konuştuk. Orada durumlar biraz düzeldi, şu an New York’ta olan arkadaşlarım barlarda, kulüplerde yan yana bağıra çağıra şarkı söyleyip dans ediyor. Türkiye de aynı dönemden geçiyor, bar ve mekan sahipleri destek alamadıkları için çok zor durumdalar. Planör bununla ilgili ‘Ülkenin Yok Sayılanları: Barlar’ adında harika bir video hazırlamış, buradan izleyebilirsiniz. Ama gel gör ki ülkenin tek yok sayılanları eğlence mekanları değil. Kültür ve sanat sektörü kırılmanın eşiğinde — sanki tüm eğlenceyi alıp pandemi başlığı altında yok etmeye çalışıyorlar. Yeşil Gazete ’ye konuşan Müzik Yorumcuları Meslek Birliği başkanı Burhan Şeşen, canlı müzik sektöründe çalışanların çoğunun aç kaldığını, hayatta kalabilmek için enstrümanlarını satıp başka işlere yöneldiğini paylaşıyor. Eğlence, müzik ve sanat sektörü çalışanları #SahneneSahipÇık ve #GözünüYumma etiketleri ile sosyal medyada paylaşımlar yapmaya başladı. Jolly Joker öncülüğünde başlatılan Gözünü Yumma, Sahnene Sahip Çık kampanyası altında şu sözler paylaşıldı: “On binlerce emekçi, bağımsız çalışan, sanatçı, küçük işletme, tedarikçi ve bağımsız mekan büyük bir kaybın içine sürüklenirken kaybettiklerimiz sadece buzdağının görünen yüzü. Her yıl canlı müzik ve sanat mekanları, organizasyon ve festivaller; binlerce personelin çalıştığı binlerce etkinliğe ev sahipliği yaparken çevrelerindeki restoran, küçük işletmeler ve otellere katkı sağlayarak yerel ekonomilerin canlanmasının öncüsü oluyor. Var oluş mücadelemizi, tüm bu sektörlerin sürdürülebilirliği için veriyoruz. Mekanlar, çalışanlar ve sanatçılar olarak herkesi ve yetkili idari kuruluşları sahnelerimize sahip çıkmaya çağırıyoruz. Resmi ya da kamu, küçük ya da büyük herkes, bu durumdan kurtulmamızda rol oynayabilir. Görselimizi, kendi hesaplarınızda ya da çevrenizle paylaşarak, sesimizi daha fazla insana ve kuruma ulaştırmamızda yardımcı olabilir ve sektörümüze katkı sağlayabilirsiniz. Ya da “Gözünü Yumma” görselini, gözlerinizi kapadığınız bir fotoğrafınızı çekip, paylaşarak kendiniz yaratabilirsiniz. Tüm paylaşımlarınıza hashtaglerimizi eklemeyi unutmayın! Bugüne kadar hep güzel günlerde beraberdik, şimdi de birlikte olalım. #sahnenesahipçık #gözünüyumma” T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı, 2 Haziran’da Twitter üzerinden “Müzik Susmasın” sloganıyla başlattıkları proje kapsamında sanatçılara Haziran ayında tek seferde 3 bin TL destek vereceğini açıkladı . Bu yardım iyi bir adım olsa da, ironik bir şekilde müzisyenlerin çalarak, söyleyerek, kendi emekleri ile para kazanmasını sağlamaktansa, proje adının tersine biraz susturucu bir proje gibi duyuluyor. Birçok şeyde olduğu gibi geçici çözümler kimseye yardımcı olmuyor çünkü günün sonunda kökünden bir çözüm sağlanmıyor. Sanat dünyasını destekleyen bazı kaynaklar paylaşmak istedim — kimi harekete geçmelik, kimileri de okumalık. Müzikli Mevzular ’ın bülteninde paylaştığı “Dayanışma Yaşatır” Müzik Emekçileriyle Dayanışma Konseri. 19 Haziran 2021 Cumartesi 19:00’da Anadolu Müzik Kültürleri Derneği Youtube kanalından canlı izleyebileceğiniz konsere destek olmak için Biletix’den bilet alabilirsiniz . Üretim Kaydı ’nın 6 Haziran’da sürpriz olarak mailboxlarımızı süsleyen ve kendi ağzından “koşmak için değil ama yürüyebilmek adına bir C vitamini arayanlar için,” hazırladığı bülteni. Radyo Modyan , "BURADAYIZ!" adlı forumlarında müzik/sahne emekçileri ve destekçileri ile yaşadıkları sorunları paylaşarak çözüm önerileri üretti. Bu sürecin devamında da dayanışma ve birlikte çalışmak isteyenler için bir form hazırladılar. Beyoğlu Sineması kapalı oldukları bu dönemde sinema emekçilerinin maaşları, aidat ve kiraları gibi giderlerini karşılayabilmek için bir fongogo sayfası açtılar . Bununla beraber 1989 bünyesinde üzerlerinde film direktörleri ve farklı filmler olan özel tasarım tişörtler satıyorlar. Tiyatro Kooperatifi , ‘Bizde Yerin Ayrı’ adlı destek programı ile yeni sezon için biletler satıyor .

Sahnene Sahip Çık!

Haziran 10, 2021

·

Makale

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!

Bugün İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına dair verilen kararın yürürlüğe geçtiği gün. 13 Mayıs bülteni nde Alıp Başını Gidenimiz Ceren Kurt’un Istanbul Sözleşmesinin politikleştirilmesi üzerine söylediklerini düşünüyordum dün. “Nasıl şu an her rakı içen kendini laik zannediyor bazı ürünlerin, nesnelerin, kavramların siyasallaştırılmasından bahsediyorum. İstanbul Sözleşmesini savunmak da yine marjinal bir hareket, kabul edilemez, bir muhalif hareket gibi siyasallaştırıldı.” Tarihimizde kara bir leke olarak kalacağı ve gerilediğimizin bir yansıması olduğu gerçeğini bir kenara koyarsak, yine çeşitli konuların bir taraf ile bağdaştırılmasının tehlikelerini gördüğümüz bir karar oldu. Türkiye’de yaşarken kutuplaşmanın götürdüklerini gözlemlememek imkansız zaten. Daha geçtiğimiz hafta LGBTİ+ Onur Yürüyüşü , savaş alanına döndü. Foto muhabir ve Pulitzer’a aday gösterilmiş fotoğrafçı Bülent Kılıç, polisler tarafından şiddet gördü. Her zaman sorduğum soruyu yine soruyorum: Neden anlaşamıyoruz? Farklılıklarımızla barış içinde yaşayamıyoruz? Bu neden bu kadar zor? Bugün birçok ilde İstanbul Sözleşmesinden vazgeçilmeyeceğini göstermek için protestolar gerçekleşecek. Eşitlik İçin Kadın Platformu ’nun paylaştığı zaman çizelgesini buraya da ekliyorum. Pandemi, iş, hayat gibi faktörler katılımınızı etkileyebilir, bu da çok anlaşılır. Farklı şekillerde de destekleyebilirsiniz, ses çıkarın yeter. Neymiş? İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!

Temmuz 1, 2021

·

Makale

‘Doğduğun yer kaderindir’

Şehir dışına çıkınca tavuk, keçi gibi hayvanlar ve farklı çiçek, böcekler görünce heyecanlanan klasik bir İstanbul yerlisi olarak tahmin edersiniz ki, 1 hafta şehirden ve HATTA* telefonumdan uzak olmak beni yeniden doğmuş bir bebek gibi hissettirdi. İçim de dışım da yumuşacık, ilik kıvamındaydı. Bir çatal atsanız lime lime olurdum. Sabahları köpeklerim tarafından kaldırılıyor, onları Antalya’nın sabahın erken saatlerinde bile şıp şıp terleten havasında yürütüp, denize atlıyordum. Ardından güzel bir kahvaltı, üstüne kahve, iş aralarında deniz, güneş, akşam rakı, şarap, meze ve kahkaha dolu bir masa derken, finalde o güneşli gün sonucu üstüne çöken yorgunlukla deneyimlediğin güzel uyku ile günü sonlandırıyordum. Oh be! Bu hafta denizin dağlarla buluştuğu sularda yüzüp, annemin deyişiyle tüm dertlerimi suya bırakırken, bir kez daha doğanın güzelliğini, böyle manzaraları deneyimleyebilmemizin ne kadar özel olduğunu hatırladım. Nasıl İstanbul'da büyüyüp kız kulesine gitmemiş insanlar varsa, hayatlarını yaşarken kendilerine bu anların önemini hatırlatmayan insanlar da var. Arada hepimiz unutuyoruz. Çok klişe, evet, ama 20liğin arada hayatın sunduklarının değerini bilmek için bir hatırlatıcı olmasını istiyorum. ‘Ben ne yapıyorum ya?’ların arasında kaybolmamak için sahip olduklarımızın değerini bilmek önemli. ‘Yasmin 1 hafta İstanbul’dan çıktın diye girdiğin triplere bak’ diyebilirsiniz — ama öyle değil gerçekten! Adrasan’da geçirdiğimiz günlerden birinde Maden Yolu adında 8-9 kilometrelik, tepelerde bir yürüyüş yaptık. En tepeye ulaştığımızda dağların ucunu ( Everest’e tırmanmışım gibi davranırken ben) ve denizi görünce tek düşünebildiğim şey şu oldu: insanlar olarak doğaya hükmedebileceğimiz yanılsamasına nereden kapılıyoruz? Tim Marshall’ın Coğrafya Mahkumları adında çok ilginç bir kitabı var. Bu kitapta, ‘doğduğun yer kaderindir’ misali coğrafi şartların, liderlerin kararlarını ve tercihlerini, ülkelerin duruşlarını ve tarihlerini nasıl etkilediğinden bahsediyor. İnsanoğlu olarak egomuzun yüksek olduğunu söylemek yanlış olmaz. Teknoloji ve bilgi birikimi geliştikçe de kendimizi birçok şeyden üstün görüyoruz — doğa dahil. Gelişim geçmişte mümkün olmayan birçok farklı şeyi ayağımıza getiriyor, mesela uçak ile birkaç saatte tamamen farklı bir ülkede ve iklimde olabiliyoruz. “Büyük fikirler ve büyük liderler tarihin akışında büyük rol sahibi oluyor. Ama hepsi, coğrafyanın sınırları içinde kalıyor.” Teknoloji, hayat, yaşam tarzları değişebilir ama dünyanın bir düzeni ve gücü var. O düzeni bozmaya çalışırsak da, biz cezalandırılıyoruz. Marshall’ın da dediği gibi, dünyayı bırakıp uzayda başka bir gezegene gidersek de bu gerçeklikten kurtulamayacağız. Günümüzü düşünelim. İklim değişikliği de aslında dünyanın kapasitesini zorladığımız, sınırlılıklarını anlamadığımız için oluyor. Zorladıkça da kendimize, birlikte yaşadığımız canlılara zarar veriyoruz. İnsanoğlu olarak sınırlılıklarımızı anlamamız lazım. Doğa ve coğrafyanın getirdiklerine ve sunduğu şartlara uyum sağlamamız gerekiyor. *Okuyanlar bilir, bir hafta önceki bültenimde sosyal medyadan uzaklaşma isteğimden bahsetmiştim — bu isteği kısa soluklu olsa da yerine getirdim. Eğer bunu deneme olanağınız varsa, şiddetle tavsiye ediyorum!

‘Doğduğun yer kaderindir’

Haziran 24, 2021

·

Makale

Nerede o eski Cool Istanbullar?

1 Temmuz'dan itibaren tüm sokağa çıkma yasakları kalkıyor. Yine oley diyerek tuzağa düşmeyelim, yasaklar kalkıyor ancak müzik sınırlaması tam gaz devam ediyor — 4 saatlik bir rötar ile. Müzik ile ilgili sınırlama saat 22.00 yerine saat 24.00’e çekilerek müzik performanslarına özel bir kısıtlama çıkarıldı. Bunu hatırlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum, pandemi öncesi dönemde saat 24:00’ten itibaren ses kısma zorunluluğu vardı — yeni kısıtlama bununla ilgili değil. Bu kısıtlama, 24:00’ten sonra müzik yapılamayacağını söylüyor. Bu yasağa karşı çıkanların çoğu da zaten sabahlara kadar çevrelerini rahatsız ederek bangır bangır müzik çalınmasını savunmuyor — kısıtlamalar kalkıyor ise neden diğer sektörler gibi müzikli mekanların, müzik performanslarının rahat bırakılmadığını sorguluyor. Bu kısıtlamanın anlamı nedir? Deja vu yaşıyorum. Daha iki hafta önce sanatçılara pandemi boyunca verilen desteğin ne kadar az olduğundan bahsediyorduk ! Nisan’da sokağa çıkma yasağında tekel kısıtlaması tartışmasını yapıyorduk . Bu kısıtlamalar hayatlarını belli bir şekilde yaşamak isteyen, belli tercihleri olan bir kesime saldırı gibi geliyor. En büyük korkum da, ses çıkarmaya çıkarmaya, bu ‘özel’ kısıtlamaların artması ve kalıcı olması. Neyse ki Twitter üzerinden 266 binden fazla #kusurabakıyoruz etiketli tweet atıldı. Dayanışma önemli. Ses çıkarmak önemli. Change.org Türkiye bir kampanya başlattı, dilerseniz imzalayabilirsiniz. Böyle kurallar, hükümler, yasalar çıktığında hep aklıma Newsweek’in “Cool Istanbul” kapağıyla 2005 yılında çıkarttıkları dergi gelir. Hatta Nadir Tarihi Fotoğraflar adlı hesap iki gün önce bu bahsettiğim kapağı Twitter’da paylaştı. Kapağında “Europe’s hippest city might not need Europe after all,” yazıyor. Avrupa’nın en havalı şehrinin belki Avrupa’ya ihtiyacı yoktur… Avrupa’ya ihtiyacımızı bilemem ama müziğe ihtiyacımız olduğu kesin. Onu bunu boşverin siz bana şunu söyleyin. Gece 24:00’de hangi şarkıyı çalıyoruz?

Nerede o eski Cool Istanbullar?

Haziran 24, 2021

·

Makale

Küba’da Protestolar

Küba’da yılların en büyük protestosu yaşanıyor. Binlerce kişi Pazar günü elektrik kesintilerini, yemek kıtlığını ve ilaçların eksikliğini protesto etmek için sokaklara çıktı. New York Times’a konuşan, Havanalı tiyatro direktörü Adonis Milán, yaşam standartlarına katlanmanın artık çok zorlaştığını söyledi. “Sorun artık ifade özgürlüğü değil; sorun açlık. Insanlar bu devleti, tek-parti düzeni, baskıyı ve son 60 yıldır deneyimlediğimiz sefaleti protesto ediyor” dedi. Bu protestoyu tetikleyen en güncel neden pandeminin turizme etkisi ile yaşadıkları gelir kaybı. Üniversitedeyken Küba’ya gitme şansını yakalamıştım. O dönem* iki para birimi vardı: CUP ve CUC. Küba pesosu olan CUP, yerel insanların kullandığı ve çoğunun maaşlarını aldığı para birim. CUC ise benim gibi turistlerin eline verilen ve Amerikan dolarına 1’e 1,08 dolar oranına göre sabitlenen para birimiydi. 1 CUC ise tam 25 CUP’a denk geliyordu. Bazı yerlerde turistler ve halk beraber oturmuyordu ve fiyatlandırmalar farklıydı. Mesela Coppelia adında devlet tarafından işletilen bir dondurmacıya gittik. Fidel Castro’nun kendi dondurma aşkını, küba halkı ile tanıştırmak için açtığı bu “ucuz” dondurmacı sayesinde Kübalılar, dondurma aşkı ile yanıp tutuşuyor. Bazen Coppelia’ya girmek için 2 saat bile bekliyorlarmış. Çok güneşli ve sıcak bir günde Kübalılar 15 top dondurma tüketebiliyorlarmış. Benlik bir yer. Turist tarafında tabii böyle bir durum yok. Kapıda ne tür para birimin olduğunu soran polise CUClarımızı gösterince, ne kadar istemesek de beklemeden turist bölümüne götürüldük. Burada dondurmalara yaklaşık 2,5 CUC ödeyip ‘oh ne kadar ucuz ve lezzetli’ derken sonradan öğrendim ki, lokal tarafta bir topa 1 CUC’tan az ödüyorlar. Bu farkı elime bir şekilde CUP geçtiğinde daha iyi anladım. Bu parayla bir sokak satıcısından aldığım iki top dondurmaya 3 CUP ödemiştim. ‘Amma bahsettin dondurma fiyatlarından’ diyebilirsiniz ama turistlerin Küba’nın ekonomisine önemini anlamak için çok basit ve etkili bir örnek.Orada bir dönem yaşayan bir arkadaşımla konuşurken öğrendim ki birçok doktor ve öğretmen işlerini bırakıp turizm ve servis sektörüne geçiş yapıyor. Bazı durumlarda taksici olmak çok daha fazla para kazandırıyordu çünkü paralarını turistlerden CUC olarak alıyorlardı. Küba başkanı Miguel Díaz-Canel Bermúdez, bu sorunların Amerika’nın suçu olduğunu söyledi. Bermúdez, ‘maydanoz ülke’ adını koyduğum Amerika konusunda da bir yere kadar haklı. Amerika’nın Küba’ya koyduğu ambargolar ve yaptırımların yanında Küba’ya medya ve politika ile yaptıkları karşı kampanyalar kesinlikle ülkeye zarar veriyor. Ancak Küba’nın politik düzeni (sosyalist ülke ve komünist parti) de bu problemin büyük parçalarından biri.Şu anki protestolarda, Komünist Parti yanlıları ile Fidel Castro ve Küba Devrimine karşı sloganlar bağıran eylemciler birbirlerine girdi . Che Guevara, Kongo’da devrim yapmaya gitmeden önce yazdığı mektupta “¡Hasta la victoria siempre!” yani ‘zafere kadar, daima!’ der. Bu sözü ardından Kübalı besteci Carlos Puebla Hasta Siempre, Comandante adında Küba devrimi ve Che Guevara’nın rolü hakkında bir şarkı besteledi. Kübalıların Fidel Castro, Che ve devrim ile ilgili düşünceleri karışık — destekleyen de desteklemeyen taraflar da çok güçlü. Ancak devrimci bir kolektif bilinç aşılanan toplumun bu protesto ile neler başaracağını ( ya da başaramayacağını), devletin halkı rahatlatmak için ne yapacağını merak ediyorum. *Ocak 2021’den itibaren , Küba bu iki para birimini birleştirdi. Küba pesosunun Amerikan dolarına oranı 24’e 1. Díaz-Canel, bu değişim ile maaşların artacağını duyurdu — ancak bununla gıda, ilaç, kamu ve diğer hizmetlerin de fiyatları arttı.

Küba’da Protestolar

Temmuz 15, 2021

·

Makale