2021'in Mahalleleri

Galata'dan Yeldeğirmeni'ne, Hackney Wick'ten Yalıkavak'a: Bir mahalleli, bir mahalleyi anlatıyor.

17 Hikâye

Direniş ve dönüşüm Wick'te birlikte

Duman! İtfaiye sesi, yangın paniği falan yok ama. Kanal kenarına park etmiş bot-evlerden birinin içindeki yaşam belirtisi sadece. Kestane kokusu mu burnuma dolan, güverteye istiflenmiş odunların çağrışımı mı bilemiyorum. Hemen yanında iskonto tezgâhı açılmış, yola çıkmadan artık kullanılmayan emaye kapları satıyorlar. Pazarlık yapınca £5'a iki kişilik masanın malzemeleri çıktı. Mahalleden sesler korosunda bugün ve pek çok gün kentsel dönüşüme girmiş binalarda devam eden matkap vızıltısı, vinç operatörleri, uzun zamandır Wick'te yaşayanların buna tepkileri, koliler içerisinde kırılmış camlar, komşu kapı önünde "bedava" post-it 'iyle bulunan, cilalayınca cillop gibi olacak masayı eve taşıyanların tangırtıları var. Hemen her hafta değişen mural mimarlarının sprey boya fısfısları da karışıyor acapella' ya. Ben gelmeyeli mahalleye pub, şarküteri, Sainsbury's açılmış diyerek başlayacağım konuya. Doh'un çörekleri, ikinci katta sadece davetlilerin gelebildiği açık kapı atölyeler, evlere kurulmuş sahnelerde Sofar Sound devam ama diyecek. "Kent dönüşürken birlikte yaşamanın yeni halini bulabilir miyiz?" Bu soru aklımda. Sanatçıların pek çoğu önce ucuz olduğu için taşınmışlar buraya, birlikte şekillenen kreatif komünotenin parçası oldukları için de kalmışlar. "Wick'e ilk gelmem 2011 sonu. Yaşayanından başka pek kimsenin uğramadığı bir bölgeydi burası. Artık kullanılmayan antrepolar dört beş hatta on kişinin yaşadığı evlere dönüştürülmüş. Sokakta gördüğün insanlar gündüz fabrikalarda çalışıp akşam otobüsün gelmesini bekleyenler ve o durakta inip hızlı adımlarla evine yürüyenler. İki bakkal, kendi bira üretimini yapan, yanında işten çıkanlara yemek sunmak için sadece pizza menüsü bulunan Crate, şimdiki ev arkadaşım Hon'un plakçı dükkânı Vinyl Pump, bisiklet tamircileri ve ıssızlık. İlk izlenimlerim." diyerek anlatmaya başlıyor Meriç. Tasarım okumuş. İlüstrasyon yapıyor. Londra'da yaşamak, kalmak istiyor. Erdem'de başlıyor çalışmaya, akşamları da kendi stüdyo/evinde çizdikleriyle duvarları kaplıyor, dergilerden kestikleriyle kolajlar yapıyor. Demir kapılar arkasında, kırmızı, turuncu, sarı ışıkların yanıp söndüğü pencerelerde sokaktan görülmeyen hayatın bir parçası o da. Oslo House sakini: Meriç Canatan "Gece kulübü, bar yoktu, cuma akşamı dışarı çıkalım demek birkaç sokak yanda veya yaşadığım Oslo House'un üçüncü katında ev partisine gitmek, orada sokakta karşılaşıp gülümsediğin yüzlerle tanışmak, duvarda tamamlanmamış bir tablo önünde kendini özel gösterimde hissetmek demekti. After'ı da kanal kenarında yakılmış kocaman bir ateşin etrafında yapılırdı. Köprünün öbür yakasındaki Fish Islandlılarla. " Wick köyünden Olimpiyat kasabasına 2000'lerin ortalarında Wick, Avrupa'da sanatçı stüdyolarının en yaygın olduğu bölgelerden birisi. Ressamlar, müzisyenler, yazarlar buradaki antrepolarda yaşıyor, üretiyor, lokal sergiler açıyor. 2008'da yapılan Hackney Wicked Wick ve Fish Island'da içe dönük yapıyı ilk kez sokağa taşıyor. Londra'nın batısı ve güneyi Wick'in sanatçılarıyla bu festivalde tanışıyor. Koleksiyonerler, galericiler, gazeteciler de onları takiben. Sonraki yıllarda Hackney Wicked Londra'da yapılması gerekenler listelerinde, her yıl artan sanatçı, mekân, etkinlik sayılarıyla popülerleşiyor. 2012'de Londra Paralimpik Oyunları için Queen Elizabeth Olympic Park'ın Stratford'ı merkez üssü seçmesi Hackney Wick'in soylulaşmasındaki ikinci adım oluyor. "Oyunlarda da evler yapılmadan önce her şeyi planlarsın, marketin, alışveriş merkezininin, bankanın, okulun yerini belirlersin ya bu da onun gibi oldu biraz. Önce Olimpiyat kasabası kuruldu," diyerek betimliyor Meriç, Wick'in bitmeyen inşaat alanı oluşunu; artan kiralar, yatırım amaçlı alınan daireler, yeni bir lojman hayatına evriliş sürecini. Oslo House ve hemen altındaki Pearl Direniş dönüşüme engel mi? Göçün herkesin ajandasında başka bir sebebi var. Kentsel dönüşümün parçası olmayı reddedenler, teklif edilen rakamlarla evlerini satıp, gidenler. Brexit'le birlikte ülkelerine dönenler. Londra'nın daha da kuzeyine, güneyine, doğusuna, dışına kaçanlar. Hackney Wick'in göç hikâyesi de Olimpiyat Parkı'nın yapımıyla başlıyor. Bu süreçte Oslo House direniyor. Birlikte tutulan avukatlarla, kiracı olarak edinilmiş haklarla, merkez üssü terk etmeme, birlikte kurulan hayatı vazgeçmeme dürtüsüyle. Pazar günü erken saatlerde başlayan inşaat gürültüsü, bir zamanlar anahtarla kilitleme ihtiyacı olmayan kapıların önünde çıkan kavgalar, avlulara yerleştirilen güvenlik kameraları da caydırmıyor merkez komiteyi. Wick dönüşüyor, Oslo House'ta boşalan odaları çevirmenler, sinemacılar, şairler doldurmaya, komşuya nohutlu ekmek kapları gitmeye, komşudan terasta yetiştirilmiş maydanozlarla yapılan kişler gelmeye, gündüzleri çalışanların köpekleri evde yalnız kalmasın diye doğu kanadı apartmanlarından batıdaki arkadaşlara emanet edilmeye devam ediyor. Sanat sokakta Hackney Wick avlularında Rekabet adalet getirir mi? "Hâlâ seviyorum Wickli olmayı," diyor Meriç. "Gece yürümekten, başka yerde kalmışsam eve yalnız dönmekten çekinirdim ilk geldiğim yıllarda. Şimdi canlı ve ışıklı sokaklar. Pizzacıdan aldığın dilimi önündeki bankta yerken arkadaşlarınla laklak ediyorsun, galeri açılışlarına, jam session caz gecelerine denk gelebiliyorsun. Eskiden evlerde olanlar şimdi sokağa, vitrine taşmış durumda. Mahalleye yeni gelenleri de içine alıyor, birlikte yaşamayı öğreniyoruz diye düşünüyorum. Yazın Pearl'ün önünde kurulan devasa ekrandan maç izliyoruz mesela, sokaktan geçerken gören geliyor. Arkama bir bakıyorum yüz kişi, coşku, beraberlik dürtüsü var. Bir yıl, altı ay, üç yıl önce taşınmışlarla kaynaşıyoruz. Maçlar bitince ikinci kattan hoparlörü açıyorlar, hiç beklemediğin anda yeniden sokak partisine dönüşüyor Wick. Bir zamanlar olduğu gibi. Eskinin nostaljisi, yegâne bakkalın, bir pizzacının olduğu dönemler romantik gelebilir ama bir tekel gibiydi o zaman da. Fiyatlar artardı, mecburduk oradan almaya. Şimdi alternatiflerin açılmasıyla gelen rekabet bir tür adalet de getirdi diye düşünüyorum. Kim daha uygun fiyata satacak, hangi dükkân daha organik, daha lokal, karbon ayak izini azaltan seçenekler sunacak? Hiçbir değişim mutlak iyi ya da zaruri değil. Wick'i yaratan üretim, paylaşma ruhu burayı terk etmediği sürece, buradayız, çoğalarak."

Direniş ve dönüşüm Wick'te birlikte

Aralık 12, 2021

·

Makale

Dönüşümün parçası: Mahalle inisiyatifleri

Londra'ya ilk geldiğimde tereddütteydim. "Burada yüksek lisans yapılır mı yoksa uzaktan göründüğü, filmlerde yansıtıldığı gibi karanlık, kasvetli, sıkıcı bir yer mi?" diye keşfetmek istedim. Öğrenciydim henüz. Sokaklardaki insanların giyim tarzı, şehrin mimarisi ve her konuyla ilgili tatmin edici bir şeyler bulabilmek çekici geldi. Esas dilinin İngilizce olmasını, neredeyse her kültürün burada var olmasını sevdim. O Londra seyahatinden sonra bir gün buraya taşınacağıma bilinçsiz bir ant içtim sanırım — birkaç yıl sonra, 2010'da, Londralı oldum. O dönem okulunu bitiren İstanbul'a geri dönerdi — şehir hareketli, cazibeliydi. Yakın çevremde, herkesin merkez üsse döndüğü bir süreçte gitmeyi tek seçen olmak, uzakta olmaya alışırken yakınlık duygusunu yeni tanıştığın insanlarda bulamamak çetrefilli bir süreç. Burada yaşamın en büyük zorluğu, buralı doğmamak. Geldiğinde her şeyi yeni baştan öğrenmek zorundasın. İngilizce konuşuyorsun; konuştuğunu sanıyorsun — karşılaştığın 40 farklı aksanı tanımayı, anlamayı öğreniyorsun. 10 yıllık İstanbul şöförü de olsan bir yıl sonra sürücü ehliyetin devlet tarafından kabul edilmediği için kursa gidiyor ve Birleşik Krallık kurallarınca ehliyet sınavını geçiyorsun. Kredi skorun yeterli değilse bırak evi ipotekle almayı, kredi kartı, faturalı telefon sahibi olamıyorsun. Başlarda "Ya ne kibar insanlar!" dediğin buralıların kinayesini bu kültürü tanıdıkça, anlıyorsun — dersleri bitmek bilmeyen bir hayat okulunda gibisin. Bir zaman sonra öğrenmenin yoğunluğu azalıyor, alışıyorsun; evin oluyor burası da. Eğer niyetin oysa Birleşik Krallık pasaportunu aldığında da sanki okuldan mezunsun. Zeynep Özkan Bütün bu süreçte zaman zaman derin yalnızlık hissediyor insan. Kendini anlatmak zorunda olmadıklarını, beraber büyüdüklerini, alışkanlıklarını arıyor. Yakın hissettiklerin fiziksel olarak uzak; fiziksel olarak yakında olduklarınsa kalben. Bence göçün en ağır bedeli bu. Yaşadığımız yerle iş, gündelik hayat haricinde iletişim kuramamak. Yeni insanlar ekseriye hayatına girip, ülkelerine dönüyor. Yolgeçen hanı, durak, aktarma yapılan havalimanı gibi biraz burada hayat. Brexit'le beraber pandeminin de etkisiyle birçok Avrupalı geri göçtü; Türkler arasında pasaportunu alanlar geri döndü. Beni üçüncü taşınma teşebbüsüm Londralı yaptı — giden değil bu sefer kalan, tutunan oldum. Mahallelinin karar mekanizması Londra'nın doğusunda pek çok semtte yaşadım. Hiçbiri Stokey kadar mahalleli hissettirmedi bana. Parklarına, bisiklet yollarına, pazarına, "Benim mahallem, benim kararım," diyerek imzaladığım dilekçeler sonunda değişebilenlere tutuldum. Stokey'nin bir Facebook grubu var. Burada bisikletle geçerken telefonunu çalan çetelerin haberleri de döner, sabahın köründe tepemizdeki helikopterin ne sebeple orada olduğunun bilgisi de. Sokağı ablukaya alan ambulans hangi eve kaçta gelmiştir, biliriz. Ama aynı zamanda evinde escribano — Peru'ya özgü bir patates yemeği — yapanın iki sokak yanda bütün günü bilgisayar başında geçirene öğle yemeği götürmesinin sebebidir o grup; kütüphanesiyle vedalaşanın başka bir evi sevindirme nedeni de. Hava kirliliği sebebiyle Church Street'in kapatılması için dilekçe toplayan, elinde kâğıt ve kalemle, önlerinde çocukların pusetlerini iten "anketör" anne-babalarla karşılaşmanız artık olası değil çünkü bu görevi tamamladılar. Yine de b aşka bir amaç uğruna pazar alanında veya kahvelerin masalarına el ilanları dağıtırken bulabilirsiniz onları. Herhangi birinin huzursuz olması, değişim için yeterli sebep Stokey'de. Belediyenin mahalleliye değil, yaşayanın belediyeye yaptırım uygulayabildiği bir yerdeyim. Stokey sokakları Lokal döngü Church Street'te şöyle bir yürü: Japon tapasçı, Tel Avivli kahvaltıcı, Hint restoranı, İtalyan pizzacı dikkatini çekecek. Bu caddedeki pek çok kafenin sahibi Türkiye'den — içeride konuşulurken duymazsan, bilmezsin. Paran çıkışmazsa yarın bırakırsın derler, sabah erkenden gelip evleri gibi baktıkları dükkânlarını temizlerler. Tesco, Sainsburys gibi buradaki büyük zincir dükkânlarda bulamadığın baharatları, vegan ürün çeşitlerini, organik veya dünya mutfağı ürünlerini onlar satar. Aldıklarına bakıp tavsiyede bulunurlar. Dünyanın hemen hemen bütün kültürlerini bulabileceğin bir yer Stokey. Bu mahalleye "Bir aradayız, hepsi bu," hissini kazandırıyor diye düşünüyorum. O yüzden de Know & Love gibi sadece lokal tasarımcıların artizan ürünlerini satan dükkânlar açılıyor. Orada fotoğrafını gördüğün tasarımcıyı bir hafta sonra Kitchen Provisions'da bıçaklarını biletirken bulabiliyorsun. Pub 'ın sahibi Spence Bakery'den bademli kruvasanlarını, ekmeğini alıyor; Cafe Z'deki Magda ve Lyla, iş çıkışı White Hart'a uğramadan eve dağılmıyor. Gelir-gider, mahalle içinde dengeleniyor. Alışverişimi çevrim içi değil köşedeki manavdan yapıyorum. IKEA'dan masa almak yerine Abney Hall'da ikinci el pazarına bakıyorum. Ancak katkı payın olunca mahalleli oluyorsun. İmza atmak, alışverişini lokal marketten yapmak, toplanmayan çöpler için söylenmek, Facebook gruplarında mahallenin en önemli sorunlarından biri olan toplanmamış köpek kakaları meselesine dikkat çekmek, söylendikçe düzelmesine şahit olmak bunun ilk adımı. Mahalle inisiyatifleri, dönüşümün tetikçisi.

Dönüşümün parçası: Mahalle inisiyatifleri

Aralık 5, 2021

·

Makale

"Burası Yalıkavak, relax, relax!"

Debora ve Cenk , Yalıkavak 'ın yaz sakinleri. Yazın gelip buranın havasından suyundan beslenen ve üretenlerden. İstanbul, Yalıkavak arasında bir yaşam. Kendilerinin yanında getirip götürdükleri bir köpekleri Godot , bir de tutkuları. Yüksek sezon müdavimlerinden ya da marinaya demirleyenlerden değiller. Yalıkavak'ı ıssız koca bir koyken ve köyken bulanlardanlar. Ondadır biraz geçmişine hasretler ama öyle eskiyi romantize edenlerden de değiller. "Ah!" ları, "Vah!" ları yok. "Burada, bugün şimdi ne üretebiliriz? İyi müzik ve iyi yemeği nasıl yan yana getiririz? Hem kendi hayalimizi ve bizi yansıtacak hem de buradan beslenecek, beslerken besleyecek ne yaratabiliriz?" gibi soruları var. "Şimdi burada oturmamıza sebep ne?" diyorum, önce Godot, dikkati üzerine çekiyor sonra Debora söze giriyor: "Ailemle yaz tatillerine geldiğimiz bir yerdi burası. 10 yıl kadar önce Yalıkavak'ın Küdür Mevkii'ne taşındık. Kışın ıssızdı, yazın şimdiki gibi seçenekler yoktu. Yalıkavak'a dair ilk anım Kavaklı Köftecisi'nin köfteleri sanırım." Marinayı şık restoranlar, büyük şehirlerdeki alışveriş merkezlerini aratmayan dükkânlar, İstanbul'da bile olmayan kopyala-yapıştır, alla-pullalar kaplamamış. "Soylulaştırma" ve "dönüşüm"ün en sert şekilde hissedildiği Yalıkavak'ta, "yeni"nin kattığı değeri konuşmak üzere buradayız. Çıldıran gayrimenkul fiyatlarını, değişen yapısını, özüne uygun olmayan marinasını, doğanın içine inşa edilen siteler, sonra. "Yalıkavak'a geldiğimizde Yalıkavak sakin bir yerdi. Marinanın yarattığı agresif dönüşüm de yoktu. O zaman buraya bakir bir kasaba olduğu için gelmiştik; şu anki hâli olsa gelir miydik bilmiyorum. Nedeni 10 yıl önceki mahallenin ve mahallelinin hâlâ burada olması sanırım," diyor Debora, Yalıkavak'ı 10 yıl önce de bugün de "Yalıkavak" yapanın ne olduğunu sorduğumda. Cenk söze giriyor: "Burayı romantize etmiyoruz. Hatta çok daha romantik bulduğumuz kasabalar ve koylar var." Cenk'in "romantize etme" sözleri biraz düşündürüyor beni. Her mahallede her mahallelinin ağzından dökülen ilk kelimeler, o mahallenin ya da ilçenin ne kadar değişip dönüştüğüne dair. Dönüşüm, mutlak ve olağan . Mesele, dönüşümün "yönü" de değil, "nasıl" olduğu. Çoğu zaman eskinin romantizminde kayboluyoruz. O şehirde ya da mahallede yaşayanların ekonomik durumu, sezonluk bir bölgede özellikle de kış aylarında yaşanan ıssızlık, işsizlik ve terk edilmişliği — en çok da bunun etkilerini düşünmüyoruz. Pek tabii Yalıkavak için iş işten geçmiş denebilecek bir dönüşüm, soylulaştırma ve "şehirleşme" söz konusu. Bodrum'un birçok bölgesinde olduğu gibi. Peki ya başka bir dönüşüm nasıl mümkün olabilirdi? Cenk Debensason, Debora İpekel, Godot Zeytin ağaçlarının altında sarkazm: Ritmo Zeytino Biraz romantize edeceğim fakat gerçekten yaratmak ve üretmek isteyen insanlarla farklı bir dönüşüm mümkün olabilir mi? Yalıkavak'ın keşmekeşinden uzakta, eski bir koltukta otururken düşünüyorum bunları. Pek mümkün. Ritmo Zeytino 'dayız. Cenk ve Debora'yla, iyi müzik ve iyi yemeğin buluşma noktasında. Cenk, aslında Institut Paul Bocuse mezunu, "Elinden ne çıksa yerim," dediğimiz o şef. Son zamanlarda restoranlara danışmanlık hizmeti veriyor. Debora, Londra'da hafta içi Boiler Room 'da ve hafta sonu da Sounds of the Universe isimli bir plakçıda çalışıyordu buraya gelmeden. NTS Radio ve Worldwide FM 'de programları, Zel Zele Records isimli de bir plak şirketi var. İkisinin tanışmalarından bu yana ortak hayalleri, iyi müziğin ve iyi yemeğin bir araya geldiği bir alan açmak. Mekân değil, "alan" diyorum. Çünkü müzik üreten ve sevene, yemek yapan yahut sadece özenle yiyene de iyi hissettirecek bir alan açma eyleminden bahsediyorum. Bahsediyorlar: "Londra'da Brilliant Corners isimli bir mekân var, ben de her ay orada DJ'lik yapardım. Oranın ses sistemi, müzik seçkisi ve yemeklerinden çok etkilenirdim. Cenk'le beraber olduğumuzdan beri de böyle bir hayalimiz vardı. İyi yemekle iyi müziği bir araya getirmek. Aslında hep yan yanalar ama çoğu zaman birlikte anılmıyor ve tasarlanmıyorlar. Burada Bodrum'u kaosundan uzakta, mevsimlik ve özenli bir yemek yerken çok iyi bir müzik seçkisi de dinlenebilen bir alan yaratmak istedik," diye açıklıyor yaptıklarını Debora. Cenk söze giriyor: "İki haftada bir farklı bir menü hazırlandığı için hem ekip hem misafirler için heyecan verici. Haftanın sadece üç günü açığız ama diğer günler daha deneysel ve yeni menü challenge'ı için bir aradayız mutfak ekibiyle." E bu fantastik isim nereden? Bu sırada zeytin ağaçları altında Sun Ra 'dan Lanquidity çalıyor plakta. "Ritmo Zeytino ismi, tamamen saçmalarken ortaya çıktı. Bir pop-up etkinlik hayaliydi bu. 'Ritmo' müzikle ilişkisinden geldi. Zeytin ağaçlarının gölgesinden 'zeytino' eklendi sonuna." Akıldan değil kalpten geleni anlatıyor Cenk. Cenk Debensason Neresi burası? Neresiydi burası? Debora'nın babaannesinin sandalyesinin üzerinde, zeytin ağacının gölgesinde sohbete oturmadan önce gezdiğim küçük taş odalar geliyor aklıma. Bugünlerde içinde Dirimart 'ın galeri alanı ve Midnight 'ın tasarımcılardan oluştuğu koleksiyonun sergilendiği alan olan. Yalıkavak'ta denize kuş bakışı, en renkli ve hüzünlü gün batımı noktasını kim keşfetmiş? Eskiden neresiydi burası? Gözlerimden okumuş olacak Cenk: "2013'te Karya Akademi Tasarım Vakfı olarak kullanılıyordu burası. Bütün bu gördüğün odacıklarda cam, seramik, halı ve kilim atölyeleri vardı. Daha geleneksel sanatları korumak adına yapılmış bir yerdi. Bugün kullandığımız mutfaktan da burada kalan sanatçılar için sadece kahvaltı çıkıyordu." Sonra Debora devam ediyor: "Logoyu sanatçı olan ablam çizdi (Jennifer İpekel). Burası sanatçı misafirhanesi ve stüdyosuydu, bunu yaşatmak için Dağbelen 'de Tevfik 'e (Karagözoğlu) yaptırdık seramik tabakları. Buranın ruhunu tüm detaylarda anlatmak istedik." Derken hem tatmamız hem de görmemiz için tabakları hazırlatmaya gidiyor Cenk. Çarşı pazar Şaraplar tazeleniyor. Şarap içmeyenlerin elinde Pablo 'nun Satsuma isimli birası, Bodrumlu. Godot, şarabı döküyor. Eyvah! Berkok , Cenk'i ayaküstü yakalayıp Türkiye'de fine dining , pop-up yemek üzerine kısa bir sohbete giriyor. Dâhil olup "Yalıkavak'ta menüyü bu kadar sık değiştirmek seni zorluyor mu?" diye soruyorum. Burası küçük bir İstanbul da olsa her şey sınırlı sayıda ya da kaçarken doluya tutulurcasına İstanbul'dan gelen paketlerle dolu: "Pazardan alışveriş yapıyorum, bir sebzeye odaklandım mı ona uyum sağlıyorum. Salı günleri Yalıkavak pazarı var. Tüm maraton pazarla birlikte başlıyor. Esnafla da farklı bir ilişkimiz var. Akya denizden çıktığı gibi bizde. Ama takibini yapmak, bir ilişki kurmak gerekiyor bunun için. Günde bir kez 'Siparişim hazır mı?' diye sormak yetmez, sekiz kez sormak gerekiyor." sözlerinden sonra muhakkak Akkın Balık 'taki Ali Abi 'ye sohbete uğrayın diyor. Hay hay! Yalıkavak'taki hızlı dönüşümün ardından burada kalan ve kendi ekonomik modelini sürdüren esnaf kalmış mıdır diye düşünürken esnafın hâlâ buranın yerlisine, esas mahallelisine hizmet verdiğini öğreniyorum. Dönüşümün nasıl olduğu sorusunu tekrar gündeme getiriyorum: Cevap, Ritmo Zeytino gibi buranın toprağından, güneşinden, ağacının gölgesinden beslenen ve besleyenle mi, yoksa buraya şehri olduğu gibi taşıyanda mı? Debora İpekel Yalıkavak hâlâ Yalıkavak mı? Yalıkavaklı olmak, her gün mahallenin köpeği Abuzer'le selamlaşmak demek. Düğünler hâlâ Hale, Jale, bütün mahalle — kutlamaya tüm mahalle davetli. Bazıları bir hafta bile sürüyormuş, hatta o kadar önemliymiş ki yerlilerin arsalarını satmalarının tek sebebiymiş. Marina, markalar, oteller geldi de değerlendi diye değil. Dönüşümün olumlu yanı, esnafın hâlâ kazanması. Buranın sezonluk bir tüketim merkezi değil, 12 ay yaşam alanı olarak görülmesi. Sezon fırsatçılığının ve tüketiminin önüne geçilmesi için adımlar atmaya teşvik edilmesi. Zincir marketlerin değil; Yalıkavak Pazarı , Sosyete Manavı ve Korkmaz Manav 'ın ne yiyeceğimizi söylemesi — Yalıkavak'ı hâlâ Yalıkavak yapanlar arabaya binmeden manava taşınan domatesler, Küdür Halk Plajı 'nı geçtikten sonraki bakir koylarda yürüyebilmek. Debora'ya Yalıkavak'ta gençliğine dair, marina öncesi bir anı anlat diyorum. Bugününden söz etmek istiyor: "Bizim evin önünden geçen bir minibüs var. Bir gün 34 plakalı arabadan çıkan biri minibüsün şoförüne 'Neden yol vermiyorsun?' diye bağırıyor daracık yolda, sabah saatleri. Minibüsün şoförü çıkıyor 'Burası Bodrum, relax, relax!'" Şehir oldu artık Bodrum da Yalıkavak da. Gelen bütün siniri, stresini de getiriyor — aynı mekânları ve alışkanlıkları getirdiği gibi. Bunca zamandır konuştuğumuz herkesin aklında dönüşümün nasıl olduğuna odaklanmak, romantizmi bir kenara bırakıp dönüşümün nasılını düşünmek, dönüşümde payı olan ve etkilenen herkesi aynı masa etrafında bir araya getirmek var. Yalıkavak için çok mu geç, umut var mı? Gün batıyor, Bodrum'da olduğumu da neden bu işi yaptığımı da tekrar hatırlıyorum. Bodrum'un en fantastik gün batımı seyir noktası, emin ellerde.

"Burası Yalıkavak, relax, relax!"

Eylül 12, 2021

·

Makale

Sayfiye havası

Suadiye ve Bostancı, Osmanlı ve Bizans dönemlerinde tarım ve mesire alanı olarak görülüyor. 19. yüzyıl a gelindiğinde ulaşım ağının genişlemesi ve mülkiyet haklarının tanınmasıyla Kadıköy'ün denize nazır semtleri, daha ulaşılabilir bir hâl alıyor. Derken 1911 'de Aksaray'da çıkan yangının ardından Osmanlı'nın önemli isimleri, bugünün Bağdat Caddesi'nin kıyı ve üst kesimlerinde köşklere taşınıyor. 1929 yılına gelindiğinde, Kadıköy, Suadiye Plajı'yla tanışıyor. Aydınlı eski bir asker emeklisi Mustafa Güler tarafından hizmete açılan plaj, civarında bulunan otel, İstanbul’un en önemli eğlence merkezlerinden oluyor. O yıllarda plajın bulunduğu yer oldukça sapa. Öyle merkez derken yanlış anlaşılmasın, büyük çabalar sonucu ulaşılan bir yerden bahsediyoruz. Derken Caddebostan da açılıyor. Caddebostan ve Suadiye plajları bir anda laikleşen Türkiye'nin ve deniz şehri İstanbul'un sembolleri oluyor. Bağdat Caddesi ve civarı da şehrin sayfiyesi. 1950 'lere gelindiğinde bir yandan köyden şehre göçler ve nüfus artınca, Kadıköy'ün kıyı kesiminde de yerleşim çoğalıyor. Köşkler, az katlı apartmanlara dönüşüyor. Deniz hâlâ orada, adalara karşıda. Şehir git gide betonlaşır ve grileşirken Bağdat Caddesi, kıyı hattı boyunca göğsünü gere gere yeşilini sergiliyor. Hatta bostan lar, daha uzun yıllardır orada. Bostancı'nın da adı boşuna Bostancı değil. Deniz şehri İstanbul'da Bundandır, o sayfiye havası hemen yok olmuyor. Ta ki son 10 yıldır " kentsel dönüşüm " adı altında alçak, üç-dört katlı apartmanların yerine dikilen insan ölçeğinden uzak apartmanlar ve rezidanslar, deniz gören mütevazı ve az katlı binaların yerini alana dek. Cumhuriyet'in ilk yıllarından kalan köşklerin çoğu, bakımsızlıkla mücadele ederken kimisi ya müzeye çevriliyor ya da ailenin en küçük şanlı çocuğunun çabalarıyla ayakta durmaya çalışıyor. Yine bugün, arada kalan üç beş az katlı apartman arasından görünen deniz, ağaçların arkasına saklanmış köşkler, köşe başlarında dondurmacılar, yasemin kokusuyla sarışmış sokaklar, tüm değişime direnen çınar ağaçları, kuma çıplak ayaklarla basabildiğim plajlar, uzanıp kitap okuyabildiğim çimenler, sesiyle kendini hatırlatan yandan çarklı ada vapuru hâlâ içime su serpiyor. "Oh be," dünya varmış! Şehirde hâlâ nefes alınacak duraklar var . Çıplak ayaklar, elde dirseklere kadar akan dondurma, dalgaların ve martıların sesleri — o h be! Apartmanlar içinde bir durak Dondurmacılar: Zeynel Usta, Serez, Yaşar Usta Eski, alçak katlı binalar: Hoş Seda Apartmanı, Mine Sokak'taki pembe köşk, Koru Sitesi, Cavit Paşa Köşkü (Vitra Suadiye), Mehmet Küçükdeveci Bey Köşkü (Vakko) Yemyeşil ve yaseminli sokaklar: Çınarlı Sokak, Plaj Yolu Çıkmazı Sokak, Tan Sokak, İlke Sokak, Hamiyet Yüceses Sokak, Korupark Sokak Plajlar: Bostancı Halk Plajı, Erenköy Halk Plajı, Caddebostan Plajı

Sayfiye havası

Temmuz 18, 2021

·

Makale

“Aman dikkatli olun, karanlık olunca da fazla oralarda gezinmeyin”

Galatasaray’dan Tünel’e yürürken “Aman dikkatli olun, karanlık olunca da fazla oralarda gezinmeyin” diye uyarıldığımız yıllardı. Refik’in sandalyelerinin ve insan kahkahalarının sokaklara taştığı, yoldan geçerken birinin masasına tabure çektiğimiz. Ela’nın salatalarından hardal ve nar ekşisinin muhteşem bir ikili olduğunu öğrendiğimiz. Gramafon ’da Mor ve Ötesi’yle, Beyoğlu ahalisi için çıkardığımız fanfin adlı fanzinimiz için röportaja oturduğumuz; 50 nüshasını gittiğimiz mekânlara bıraktığımız. Henüz Babylon ’un bile müziğinin başlamamış olduğu zamanlar. Hazal, Vacilando İstanbul'da Annem, biraz daha aşağıda, o dönemin anılarında Kuledibi olarak geçen mahallede, bir dört duvar arası satın aldı. “Oralar hep iş yeri, oralarda yaşanmaz,” diyenlere aldırmadı. Schorr ailesinin mimarları tarafından 1891'de yapılmış; bir zamanlar çamaşırhane olarak kullanılan, teras katı olarak kabul edildiği için değer görmeyen bir "chambre de bonne." İçerisinde kalasların üzerine tünemiş martıların ikamet ettiği, tahtaları çürümüş, naftalin esanslı, yukarı çıkarken kırık mermer merdivenlerden birer ikişer atlayarak ulaştığımız bu evin çok kısa bir süre sonra İstanbul’u düşündüğümde aklıma gelen tüm anıların içinde olacağını bilmiyordum henüz. Ustalar girdi. Elektrikçiler çıktı. Para bitti. Duralım. Babylon açıldı. John Lurie & The Lounge Lizards henüz Babylon içki ruhsatını almamış olduğu için vişne-soda eşliğinde dinlendi. Biraz para birikti. Parkeler ne renk olsa? Meşe, kayın, diş budak? Kulenin dibinde, kulaklıklarıyla duran Gotan Project’ten Christoph H. Müller olabilir mi? Kesin o. “Merhaba, çok heyecanlıyım, akşam sizi dinleyeceğim için,” desem mi? Duvarların rengine karar verelim. Ve terasın mermerlerine. Kapılar. Ah, ve kapı kolları, elektrik düğmeleri, musluklar. 2003’te bombalar patladı. Michael Franti bütün bunlara rağmen İstanbul’daydı. Ve biz, artık . Galata ’da. Serdar-ı Ekrem üzerinde 2000’lerin başlarında Galata sokaklarında karşımıza çıkanlar şunlardı: Sabahın en erken saatlerinde, kulenin önünde turist sıraları oluşmaya başlamadan önce sade kahve isteyip mizah dergilerinden birini, tercihen Penguen’i açtığımız Gündoğdu kahvesi; çift kaşarlı tost, yanında greyfurt suyu için uğranılan, pazar günleri kapalı olmasıyla ünlü Petek Büfe ; Çin Seddi yolculuğundan yeni dönmüş fotoğrafçı Arif Aşçı; güvenlik görevlisiz, elimizi kolumuzu sallayarak girdiğimiz Naib Bey ( Doğan) Apartmanı terasından izlenen gün batımları; arada bir o güneşe veda ederken müzikleriyle bizi ihya eden Siya Siyabend, Brooklyn Funk Essentials, İlhan Erşahin; Büyük Hendek Caddesi ’nden şişhaneye varmadan önceki köşede, sağda, adını asla hatırlamadığımız için hep bu şekilde anlattığımız büfenin simitlerinin kokusu; lambacılar; sık sık atan sigortalar yüzünden bol bol elektrikçi; PJ Harvey, Nick Cave. Müzikleri değil. Suretleri . Kamondo Merdivenleri aşağısında buluşulan arkadaşlar; yirmi geçe ve yirmi kalalarda kalkan vapura koşanlar; The Guardian, Independent, New Yorker dergilerinin İstanbul turuna çıkmış editörleri, yazarları; caz festivalinde sahne almaya gelmiş, Galata’nın büyüsüne kapılmış müzisyenler; Güney Restaurant , henüz mahallenin esnafının uğrak yeriyken, bulgur pilavı üzerine az kuru koydururken. Ve fotoğraf makineleri. Her taraftan kuşatmış olarak kuleye doğrultulan telefonlardan bahsetmiyorum. Leica, Zenith, Nikon’un analog hâli. Yahudi kasap; Ermeni elektrikçi; Rum boyacı; Suriyeli şair. Önce Tünel ’den aşağı inen güruhların keşmekeşi doldu mahalleye, Netses ’ten yükselen 45’liklerin sesi kısıldı, Serdar-ı Ekrem’de Mavra açıldı. Yaşasın . Önünden geçerken çöktük taburelerine. Yanımızda oturanlardan biri obuasını aldı, birdenbire konser başladı. Bir başka köşede Şirin Fırın açıldı. Sumahan , sabaha kadar devam eden partilerin ve birtakım evlerden gizlice çıkılan teras muhabbetlerinin merkeziydi. Şirin Fırın'ın olduğu bina satıldı. Büyük Hendek 'e taşındı. Dereotlu poğaçalarının tadı değişmedi ama. Doğan Apartmanı kapısında paparaziler birikti. Cephesi boyandı. Çocukluk anılarımız da, diye düşündüm. Onlarla birlikte. Güvenlik görevlileri, İstanbul’un — iddialı olacak diye tereddüt etsem de — en iyi manzarasına çıkan merdivenlerin kapısını halka kapadı. Kiralar arttı. Kiralar daha da arttı. Başka teraslar bulduk biz de. Rigo , Cuppa , Urbach Apartmanı ’nın tepesinde. Bir ara, Berlin’deki parti köprüsü Admiralbrücke emsalinden yola çıkarak insanlar doluştu meydana geceleri. Özgürlüğü yaşamak, sokağı partiye çevirmek teoride güzeldi de, sabahları çöplüğe dönmüş bir mahallede oturmaya isyan etti buralılar. Galata bocaladı. Bir süre. Yeniden huzurunu bulana kadar. Serdar-ı Ekrem üzerinde, sağda Mavra Yirmi yıl sonra, bugün camları açtım. Martılar aynı. Denizin mavisi de. Müsilaj görünmüyor ufukta. Aşağıda "Dalgalandım da duruldum" şarkısını altıncı tekrarda söylüyor Selma, tek kişilik mahalle gazinosunda. Arka fonda Galataport 'un inşaat sesleri. Çıktım evden, sokaktayım şimdi. Köşedeki bina, yine, tamiratta. Muhtar Saim “günaydın,” diyerek geçiyor yanımdan. Federal 'den kahve alıyorum. Otursam mı? Yok. Galata sokaklarında dolaşayım biraz daha — kule önünde poz veren gelin ve damatlar arasından zigzaglar çizerek, tepemizden sesi eksik olmayan drone’lara teessüflerimi bildirerek, "Şu yanımdan geçen kedi Azman’ın kızı mı acaba? Çok benziyor," diye düşünerek, 20 yıldır tadı hiç değişmeyen simitlerin kokusunu içime çekerek. Kumbaracı Yokuşu 'na doğru gideceğim. A Hidden Bee 'ye bakayım. Oradan devam ederim. Tophane 'ye, Çukurcuma 'ya, Cihangir 'e, yol nereye peşinden sürüklerse. Dünyanın hemen her dilini duyabileceğin bir mahalle Galata, hâlâ. Bazı günler kalabalığıyla bezdiren, aniden davet edildiğin evde kuleyi karşında bulduğunda kendine yeniden aşık eden. Galatalı olmak hayatın bizzat kendisi. Tünel ’den meydana inişli , Karaköy ’den çıkışlı ; Şişhane ’ye varıp Salon ’dan yükselen sesleri, yıllardır görmediğin tanışıklıkları görünce mutlu.

“Aman dikkatli olun, karanlık olunca da fazla oralarda gezinmeyin”

Temmuz 11, 2021

·

Makale

Burası, Yeldeğirmeni. Aylardan ekim, yıllardan 2021. Kesin bilgi: kolektif ruh devam ediyor.

Aktar önünde sarımsak dağı, süpermarket girişini kaplayan biber öbekleri, kaldırım boyuna tünemiş insanlar, sandalyeye yerleşmiş kedi, korna çalan taksiye havlayan köpek, antikacıların kapısına istiflenmiş şifonyer, dikiş makinesi, tablolarla "Hoş geldiniz, buradan buyurun," diyor sanki Yeldeğirmeni. Döndüğümüz her sokakta biraz daha insan. Bazısı Fransız usulü, sokağa karşı iskemlelerde oturuyor, sırtı dönük kimsenin olmamasına şaşırıyoruz bir an. Diğerleri yolda karşılaşmış mı, birini mi bekliyorlar, kim bilir? Ceketleri kaldırım boyuna dizmiş ikinci el dükkânı, yokuşta yuvarlanıp gitmekte tek başına bir top çarpıyor gözümüze. Topun peşinden koşan yok. Duvarların üzerinde sadece tag 'ler, grafitiler, mural 'ler değil; şiirler, kara kalem yapılmış resimler, iş arayan ve verenlerin ilanları var. Elle yazılmış, post-it 'lere. Geniş camlarda sergilenen kuklalar, sulu boyalar, fotoğraflar ve hatta dijital ajansın "Bizi seçin!" pankartı var. Üretkenlik mi bu — vitrinde üzerine spot yansıtılmış bir esere mi bakıyoruz? Emin değiliz hâlâ. Bager'in 12 numara, ikinci kattaki atölyesine varana kadar ilk izlenimimiz: Yeldeğirmeni, açık. İzlemeye, görmeye, gezmeye uğrayana. "Önünde bitki satan hırdavatçıya girdiniz mi?" diye soruyor Bager, kahveleri koyarken. İçeri girmedik, dikkatimizi çekti ama. "İşte biraz onun gibi Yeldeğirmeni'nde yaşam. İçeride hayatın akışını gösteren perdesiz camlar baktığınız yönün rotasını belirlemek içindir. Ama asıl üretim içeride. Seyirci değil, katılımcı olduğumuzda başlıyor." Bager Akbay 88 yılında, 12 yaşındayken Kadıköy Anadolu'da yatılı okurken geliyor Bager ilk kez Yeldeğirmeni'ne. Öğretmenin istediği kitabı bulmak için. Zamanın sokaklardan ziyade Aziz Berker İlçe Halk Kütüphanesi 'nde geçtiği yıllar. "Varlıklı Hıristiyan ve Yahudilerin Moda'da ekseriya yaşadığı dönemde burada daha çok onların çalışanlarının evleri vardı. Sokakta silahlı saldırılar olabilen bir yerdi Yeldeğirmeni. Tenha ve tedirgin." 2010'da birkaç arkadaşı buralara taşınmaya başlıyor, hâlâ biraz tekinsiz geceleri. Onları ziyarete gelerek tanışıyor aslen yine Yeldeğirmeni'yle. "O zaman Osman Koç, Candaş Şişman ve ben Rusya'da çalışıyoruz. Kazandığımız az biraz para var. Dönünce Yeldeğirmeni'nde atölye kuralım mı diye konuşuyoruz uyumadan önce bir gece. 2014 Ocak-Şubat, Gezi sonrası. TAK açılmış. O dönem kentin tasarımını üstlenme açısından ilginç bir proje. STK, belediye ve semt arasında bir yapı kurmaya çalışıyorlar. Sanatçılar, öğrenciler buraya taşınmaya başlamış. 100'ün üzerinde sanat atölyesi var. Bugünün parasıyla üç kişi 500'er lira koydu mu bir mesken tutabiliyorlar kendilerine. Kafe bir tane belki, bir de bira içilen yer var. Asıl parti sokaklarda ve evlerde yaşanıyor. Bir dönüşüm olacak ama henüz ne olacağını bilemiyoruz. Tutuyoruz atölyeyi. Bir anda Yeldeğirmeni ahalisinin parçası oluyoruz. Belediye kooperatiflere mahallenin gelişmesi için bütçe vermeye niyetli olduğunu söylüyor — sanatçılar soylulaştırmanın mahallede olumsuz etkiler yaratmasından, pahalılaştırmasından, Karaköy veya Cihangir örneklerine dönmesinden endişeli. Bütün bu bilinmez içerisinde keyifli bir şeyler yapalım istiyoruz. Toplanmaya başlıyoruz sadece. Gelen geliyor. Kadıköy Sanat Topluluğu adı altında bütün toplantılarımızı ses kaydı olarak arşivliyoruz. Amaca değil, sürece zaman ayırarak." Başarmak için değil, çabalamak için gidilen ortak alan: İskele 47 Bager'le kapıların arkasında küçük gruplarda başlayan sohbetlerin sokağa taştığı, tek sesin kolektif ruha dönüştüğü, su getirmek için uğrayan mühendisin yarının rehberini yazanlardan biri olduğu zamana dönmek istiyoruz. 2014'teyiz. "Atölyenin tabelası yoktu. Markete sipariş verirken İskele (sokak) 47 (numara) dediğimiz için ismi böyle oldu. Pazarlamayı hiç kaale almazsak daha çok üretim yapabileceğimize inanıyorduk. Bu yüzden 'anti-PR' yaptık. Logomuz güzel olmasın, ast-üst sistemi olmasın. Dertlerimiz bunlardı. İçeride dört beş şirket, Amber Platform, Başka Bir Okul Mümkün, Buluş-Biliş gibi dernekler; 10-15 freelancer vardı. Yeldeğirmeni bunun için çok uygundu çünkü hemen her şeyi mahalle ekosisteminde üretebiliyorduk. Çocuklar için scratch ile programlama kitabı yaptık, mahalledeki yayınevinin sahibi bize gidip geldiği için konuya hâkimdi. 'Basarız,' dedi. O kitap 80 bin sattı mesela." "Abi, şöyle bir şey yapsanıza," diyenlere "Yapmak mı istiyorsun yapılmasını mı istiyorsun?" denilen yer İskele 47. Fikrin her gün eğlenmek için ortaya atıldığı, üretilirken şekle şemale ve öncelikle mahalleye, ardından kurgulanan geleceğe faydaya dönüştüğü. "Bir mahalle kahvesi gibiydi aslında İskele 47. Hayal ettiğimiz kıraathane var ya, işte o," diyor Bager. Ütüsü bozulanın da çocuğunun ödevi için yardım isteyenin de geldiği. Arkadaş, arkadaşın arkadaşı, tanıdık, komşu ve mahalleliye bir "kamusal alan." Yeldeğirmeni mahallelisi Öğrenmeyi yeniden öğrenebilir miyiz? Zihni Sinir karikatürlerini hatırlarsınız. Hani "yalnızca istenilen saatte uyandırmakla kalmayıp aynı zamanda çayı demleyen saat" in ve daha nicesinin mucidi. Bager, İskele 47'nin yapısını ve öğrenmeye bakış akışını anlatırken aklımızdan geçenleri dile döküyor: "Zihni Sinir kafasında bir ortam. Sanat, teknik ve eğitimin bir arada olunca böyle bir alan çıkıyor ortaya. Biri dikey tarım alanı geliştirmeye çalışırken diğeri vegan deri yapmayı deniyor. Başkası kodlama yapıyor. İş, eğitim ve teknoloji; freelancer'lar, sivil toplum kuruluşları, şirketler ve öğrenciler yan yana. Dünyadaki küçük veye önemsiz gibi görünen şeyleri değiştirerek sistemi sorgulayan pek çok insanın kavuşma noktasıydı burası." "Nasıl yani?" diye geçiriyor insan içinden. Kolektif ortamda öğrenmenin formülsüzlüğünü anlatıyor: "Bir arkadaşım çocuklara ve gençlere ücretsiz kodlama atölyesi yapan Coderdojo'dan bahsetti. Biz de İskele 47'de yapalım dedik, duyurduk hemen. Pazartesi akşamı 18.00'e koyduk özellikle ki uzaklardan gelinmesin, daha çok mahalleli olsun diye. Duyurduktan sonraki ilk pazartesi sekiz-dokuz çocuk geldi. Hiçbiri birbirini tanımıyor. 'Ne yapacağız?' dediler. 'Açın bilgisayarları, kendiniz takılın,' dedik. Hiçbir araç yok, yapılandırma yok. Hepsi bir şeyler açtı. Scratch'le öyle tanıştık biz." Biri bize açın bilgisayarları kodlama yapın dese hemen yetişkin aklımıza sığınır, "İyi de nasıl?" diye önce bir panikleriz muhtemelen. "Kendi" yöntemini bulmak, çizgisiz deftere yazı yazmak, defterin dışına taşmak, hesaplamadan yola çıkmak; yöntemsiz bir yöntem. Okullarda öğretilmeyen, evlerde az rastlanandan. Öğrenmeyi yeniden öğrenebilir miyiz? Bager bunlara cevap niteliğinde devam ediyor anlatmaya: "Bu sırada atölyede öğrencilerimden Cansu vardı, 20-21 yaşında grafik tasarım öğrencisi. Çocukları gözlemledikten sonra kodlama öğrenmek istediğini söyledi. Oturdu 8-9 yaşında bir çocuğun yanına ki o da üç haftadır kodlamayla uğraşıyor, kodlama öğrendi. Bugün iyi bir okulda teknoloji öğretmeni Cansu ve muhtemelen 10 yıl sonra alanında en değerli isimlerden biri olarak anılacak." Birbirimize bakıyoruz. Sahi, bir şeyi öğrenmeden önce önümüze engelleri koyan biz değil miyiz? Başkasının deneyimleri üzerinden kendi deneyimimizi ölçmeye çalışan, öğrenmek için "uygun ortam"ı arayan, "önce"lerle başlayan cümleler kuran, suya atlamak yerine "Su nasıl?" diye soran. Bager'de cevabı var: "İyi pesimist bir şeyler dener,” — su nasıl, söyler. Bager, İskele 47'yi başka bir oyun olanına çeviren ilkeden, ek bir amaç olmadan organik öğrenmeden bahsediyor. Kitaplar bitirerek, o işin en iyilerini getirerek ve onları dinleyerek değil, öğrenmeye ve birlikte olmaya alan açarak yaratılıyor o öğrenme ortamı. Topluluk dürtüsüyle. Yeldeğirmeni'nde bir ikinci el dükkânı Sanat esnafları ve dönüşüm Yeldeğirmeni 2014'te vapurdan inip on dakikada varabileceğin, ucuz, denizi ve yeşilliği gören evleriyle sanatçıların ve öğrencilerin yaşamı keşfettiği bir mahalle. Mahalleli, İskele 47'ye uğrar mıydı peki diye merak ediyoruz. "Biri, 'Abi, bilgisayarın kablosu bozuldu, burada tamir edebilir miyim?' diye gelirdi, başkası geçerken üç boyutlu yazıcıyı görüp heyecanlanır, mekânın müdavimlerinden olurdu sonra. Diğeri kapıdan başını uzatırdı, 'Çocukların ödevini yapıyor musunuz?' diye. Az sonra babasıyla yollardı. Bir bakıyoruz, adam çocuğun ödevine müdahale ediyor. En sonunda anlardık ki o da aslında yaratmak istiyor." İskele 47 mahallelinin hayal edebildiği, üretim sürecine dâhil olduğu, ait hissettiği bir yere dönüşüyor. Şiddetsiz iletişimin merkezi. "Yeldeğirmeni'nde bunun gibi pek çok hikâye vardı ve birbirimizle paslaşabiliyorduk. Başka alanlarda olsak da birlikte olmanın gücü vardı. Alt sokakta mutfak vardı mesela, kendin gidip yemeğini yapabildiğin. İskele 47'nin perdesini çektiğimizde içeride fikirler oluşuyordu, orası arkadaşlarımıza kamusal alandı, kapıdan çıktığımızdaysa mahallenin üretim sürecini izliyorduk." Soylulaşmanın doğal bir yapısı var aslında. Gençler ve sanatçıların mahalleye gelişiyle esnaf bakkalını bırakıp kafe açmaya karar veriyor belki — atölyelerde etkinlikler yapılıyor, bento 'cularda yemek yiyor, bakkaldan sigarasını alıyor, esnaf da para kazanıyor. Mutlu anlar. Uzun yıllardır inşaatlara çalışan demirci, sanatçılarla heykel yaratmaya başlıyor, ahşap ustası tahtayı oyuyor bir apartman projesinde duvarda seyredilen şeye dönüşüyor. Yeldeğirmeni'ne sanat turizmine gelinmeye başlanıyor yan mahallelerden, İstanbul'un uzak semtlerinden. 2014-2016 arasında kiralar üç katına çıkıyor bir anda. Mahallelinin endişesi "Belediye barlara ruhsat verecek mi? Burası yeni bir Kadıköy veya Karaköy olacak mı?" sorularıyla şekilleniyor. "Ekonomik kriz sebebiyle boşalan evler dolacak mı? Her barda bir başka müzik sesi yükselecek mi?" derken pandemi başlıyor. Pandemi, mahallenin duraklama devri oluyor. Belki de bu sebeple tepeden inme soylulaştırma bir anlamda engelleniyor. Kat kat binalar, gökdelenler yapılamıyor mesela — dükkânlar, kiracılar arası devinim çok fazla olsa da. "Burada ben Cihangir-Taksim-Sultanahmet hattını görüyorum. Mesela Taksim, Sultanahmet olmaya başladı. Karaköy, Cihangir oldu ve hızla Sultanahmet olmaya doğru gidiyor. Yeldeğirmeni, Cihangir oldu — 2014-2016 yılları arasında hızla Taksim olmaya doğru gittiği görülünce kiralar arttı. Tam o noktada ekonomik krizle de değişim ve dönüşüm yavaşladı. Üzerine pandemi de etkiledi. Şu an tekrar 2016'ya geri sarıyor gibi görünüyor." sözleriyle özetliyor Bager, Yeldeğirmeni'ndeki dönüşümün hızını ve yönünü. Bugün kiralardan dolayı kimi sanatçılar atölyelerini taşınmak durumunda kalıyor. Nitekim burası onlar için ucuz, mahalle ilişkileri sıcak, kolektif bilinci yaygın olduğundan cazipti. Ucuzluk elden gitti. Kolektif bilinç ve sıcak mahalle ilişkileri hâlâ mahallede. Küff, Karakolhane Caddesi Kolektif mahalle 2010'da Kadıköy Belediyesi'nin ÇEKÜL'le başlattığı Canlandırma Projesi'nden önce ve sonra burada baki kalan bir şey var: kolektif ruh. Üretirken yanında başkalarının da ürettiğini görebilmek; Şikayet ettiğin ya da adını bilmediğin komşuların değil, kapısını çalabileceğin komşularının olması; saklanıp bir tarihî eser gibi korunası komşuluk kavramı. Şimdi nasıl bilirsin Yeldeğirmeni'ni Bager? "Yeldeğirmeni, çeşitliliği kucaklayan bir mahalle. Bir gün sokak düğünü oluyor, hepimiz kalkıp gidiyoruz, iki gün sonra aynı apartmanda kardeşler birbirine düşebiliyor, polis sirenleri duyuluyor. Paralel hikâyeler devam ediyor. 2010'ların başındaki vakalı Yeldeğirmeni'nden izler de var, bugününden de. Hâlâ o kolektif ruh ve üretim var. Kapısını çalabildiğim, sokakla konuşan atölyeler var. Sadece artık sayıları daha az." Bir mahallede kolektif üretme bilincini nasıl tanırız? Kapısını çalıp girebildiğin, ütün bozulduğunda kendin tamir edebildiğin öğrenme alanları olduğunda. Yandaki atölyeden boya ya da direkt atölyeyi ödünç alabildiğinde. Üretiminin önündeki psikolojik bariyerleri yıkan örnekleri görebildiğinde. Problem var diye kaçmak yerine neden, nasıl ve nerede o problemle karşılaşıldığını konuşabildiğinde. Burası, Yeldeğirmeni. Aylardan ekim, yıllardan 2021. Topluluk dürtüsüyle üretim devam ediyor. Burada sanatçı pazarları kuruluyor. Burada "vintage" fahiş fiyatlarda satılan ürünler demek değil, ileri dönüşüm demek. Burada sadece üretmek için var olabildiğin mahalle kahvesinden hâllice atölyeler var. Bir gün kapansanalar bile, kiralar arttığı için başka yere taşınmaları gerekse bile bu mahallede öğrendikleri bir şeyler var: başarmak için değil, çabalamak için yapmak ve fikri yaparken şekillendirmek. İskele 47 önünden geçiyoruz. Bugün kapalı. Pandemi ve Türkiye’nin ekomomik çöküşüyle yok olmuş. O ekibin içerisindeki pek çok kişi yurt dışına gitmiş yeni hikâyeler yazmaya. Bina belki yok şu an ama ruhu yaşıyor hâlâ.

Burası, Yeldeğirmeni. Aylardan ekim, yıllardan 2021. Kesin bilgi: kolektif ruh devam ediyor.

Ekim 17, 2021

·

Makale

Bir nevi dünya içinde dünya, matruşka mahalle Çukurcuma

Zıt kutup diye bir şey yok. Biri olmadan, diğeri yok nitekim. Tezatlık, birlikte bir varoluş hikâyesi. Gölgesi gelecekten seslenen, teknolojiyle yaratıcılık arasında yeni bağlantılar kuran, dedesinin tabiriyle soyut müesseseler insanı Lalin'in Çukurcuma gibi İstanbul'un en eski ve "antika" semtlerinden birinde oturması da tıpkı böyle. Soyut ve somut müesseseler "Yaptığım iş somut bir müessese olsa ortaya nasıl bir kısa film çıkardı?" diye düşünüyor Lalin. Soyut müesseselerin somut müesseselerde her daim ilişkide olduğunu aşikâr. "Mesela nakit akışı deyince ben uçan dolarlar görüyorum. Banknot kuşları gibi. Bankayla paranı bir yere gönderiyorsun ve arkada ne olduğunu bilmiyorsun. Ama arkada gözle göremediğimiz ve aynı zamanda görebildiğimiz sistemler var. Teknoloji, zannetiğimiz kadar soyut değil. Bu şekilde düşündüğün zaman çok eğlenceli hikâyeler çıkıyor ortaya." Orası öyle elbette. Peki ya senin Çukurcuma'nın analog ve antika dünyasıyla ilişkin nasıl? Senin hayallerinle buradaki somut dünya nasıl bağ kuruyor Lalin? Cevap köşedeki antikacı kadar yakın: "Son zamanlarda sihirli şeyleri yeni medya yüzlerinde ve teknolojide arıyoruz. Fakat mekanik ve dijital, somut ve soyut aradaki adımlar asıl büyüleyici olan bence. Aradaki o adımları görmeye başlayınca birçok şey somutlaşıyor. Harry Potter'ı düşünün mesela. Eski püskü antikacı bir dükkânın içinden sair dünyalara açılır. Çukurcuma da tıpkı böyle." Metaları başka bir yerde görüyor Lalin. Parçalara ayırıp tekrar birleştiriyor. Yaratıcı lığı buradan geliyor. Son işlevinin ötesinde her şeyin birbiriyle ilişkisini, bütünün dünyada kapladığı alanı, parçalarının kapladığı alanı ve nasıl bir araya geldiklerini düşünüyor. Her bir parça içinden yeni bir hikâye ve kurgu çıkıyor. Bir nevi dünya içinde dünya. Çukurcuma'da onu cezbeden bu. Matruşka mahalle. Lalin Akalan Çukurcuma'yı nasıl bilirdiniz? "Buraya içgüdüsel olarak yerleştim. Çukurcuma'da metropol hissi alıyorum. Komşum bana karışmıyor. Öyle içli dışlı bir mahalle hayatı yok. Burada insanlar birbirine daha çok alan tanıyor. Tolerans çok yüksek. Bir kadın olarak güvende hissediyorum. Diğer yandan yürüyerek şehre ulaşım ve yüksek tavan bile burada yaşamak için birer sebep benim için. Yabancı insanların yaşaması, bir yaratıcının ihtiyacı olan şeylerin yakında olması — Karaköy'deki perşembe pazarı mesela — Çukurcuma'yla ilişkimi sağlamlaştırıyor." Bu yanıtı alınca Lalin'i bir perşembe pazarında bir de antikacıların içinde yine metaları parçalarken ve yeniden kurgularken hayal ediyorum. Tarihten aldığını bugün üzerinden geleceğe bırakan bir sanatçı, dijitalle mekanik arasında yollar kurgulayan bir tasarımcı olarak. Bu sırada lafa giriyor: "Kullanılmış, hikâyesi olan şeyleri çok seviyorum. Tarih var burada: Hiç ölmeyecek bir hikâye, yüzyıllardır üzerine yazılıyor. İstanbul'un bir zamanları ve geleceği arasında devinimdeyim." Tam o sırada içinde bulunduğumuz 130 yıllık evin hemen karşındaki, daha yakın zamanda inşa edilmiş evi göstermek üzere pencereye doğru yöneliyor. Oranın eskiden müştemilat olduğunu, oturduğumuz bina için çalışan insanların burada yaşadığını anlatıyor. Bu sebeple Faik Paşa Caddesi boyunca sağ ve sol tarafta mimari farklı. Müteahhit, kentsel dönüşüm kapsamında eski Levanten evleri yıkıp yerine betonarme kimliksiz binalar yapmamış. Kentsel dönüşümün yolunun geçmediği mahalle burası. Nadide. Herkesi koruyup kollayan. Eskisine hâlâ yuva, yenisine açık. Dünyaya açılan sihirli antika dükkânı "5 liralık biblo, 500 bin avroluk antikayla yan yana durabiliyor. Antikacıların çoğu Art Nouveau gibi belli bir döneme ya da küllük gibi belli bir ürüne adanmış. Hepsinin bir odak noktası ve dolayısıyla anlatacak hikâyeleri var. Doğu ve Batı'ya aynı mesafede. Hızlı aramada Kayseri'den halıcı da var Avrupa'daki Victoria Dönemi'ne ait ürünleri kovalayan koleksiyonerler de. Bu dünyada her antikacı bir hikâye anlatıcı." Eh, İstanbul'da beş parmağı geçmez artık hikâyeleri ceplerinde esnaf. Katılıyorum. Bizim Galata da baktığında İstanbul'un en eski semtlerinden ama kapı komşumuz daha dün açılmış butik, dilim pizzacı ve turizm acentası. Antika dükkânı bir kenara, "antika" dükkân bulmak bile mucize. "Geçen gün kuyumcuda bir yüzük beğendim. Üzerinde yazan harfleri sorunca başlattı yüzüğün hangi prenses döneminde Ukrayna'dan nasıl geldiğini, nasıl yapıldığını anlatmaya. Bir yüzüğü beğendim dediğinde başka nerede böyle bir tarih dinleyebilirsin?" Lalin'in bu sözleriden sonra koruyamadıklarımız üzerine düşünelim biraz — "antika" bulduklarımızı yıkıp üzerine yeni inşa ettiklerimiz ve geride bırakacaklarımız üzerine. Yıl 3000'ler. İklim krizi, kriz olmaktan çıkmış, barış sağlanmış. Hadi bakalım . Peki ya şehirler ne âlemde? Bu dönemde arkeologlar, ne bulacak İstanbul'dan geriye? O zamana dijital arkeologlar yetişir mi? "İnsanlığın iyiliği için birinin bu işin peşine düşmesi gerek," diyor Lalin. Ama nasıl? Yaşanan deneyimi, esansları nasıl kaydedebiliriz? Nasıl hissettiğini, gördüğünü — soyut müesseseleri somut müesseselerle nasıl bir araya getirebiliriz? Çukurcuma'nın antikacılarından biri Mahalleli nicedir? Mahalleyi "mahalle" yapan mahalleliye gelelim. Nicedir mahallelin Lalin? "Estetik bir algısı var bu mahallenin, vitrinler açık sokak sergisi gibi. Nitekim herkesin kılık kıyafeti de. Muhakkak bir duruşu, karakteri var onların da. En iyisi müzikten anlıyor mahalleli ve esnaf. Opera, caz çalar; popüler hip hop açmaz kimse. Duyduğun müziğin bile hikâyesi var burada." Lalin camdan bakarken devam ediyor: " Estetik yanı bir tarafa mahallede komşuluk da var. Esnaflar belli saatlerde birbirilerine oturmaya gidiyorlar." Uslu bir çocuk olursak o misafirliklere katılabilir miyiz dersin? "Katılırsın tabii. Alaturka diye bir yer var, Erkal Abi akşam saatlerinde diğer işinden gelip sanatçı ve yurt dışından gelen misafirlerini ağırlıyor dükkânında. Kışın şömine karşısında vişne likörü ikram ediyor. Ben de haftaya gideceğim, gelin." Gelmez miyiz? Hay hay! Esnaf tamam. Peki ya komşular? Ev alma komşu al dedirtenlerden mi? Yoksa onlar da pek bir "antika" mı? "Komşular bombastik!" diye giriyor konuya. "Karşı komşum gece gündüz seramik yapıyor. Alt komşularımdan birinin evi Versailles Sarayı gibi. Tam alt komşum müzisyen. Bazen eve geliyorum ve beni canlı müzik karşılıyor. Dinlemek için kulağımı yere dayıyorum ya da mesaj atıyorum sesini biraz açmasını istemeye. Benden mutlusu yok." Yeşillik komşular Fikirden fikire, insandan insana Mahalle, Çukurcuma olunca buradaki yaratıcı iş birliklerinin nasıl olduğuna değinmek istiyoruz. "Müzisyenler, sahne tasarımcıları, mobilya tasarımcıları, restorancılar hepsi Çukurcuma'da. Fikirden fikire, insandan insana iş birlikleri şekilleniyor. İnsan iletişimi, mahallelerdeki gerçek bağ." Yaratıcılar bir mahalleye geldiklerinde o mahalleye değer de getiriyorlar. Bu bir grafiti, restoran, dükkân veya balkonun tasarımı da olabilir. Yaratıcı, mahalleyi dönüştürüyor. Bu organik olduğunda mahalleyi ve orada yaşayanları besliyor. Tıpkı onca antikacının, müzisyenin, yaratıcının Çukurcuma'yı bugünkü Çukurcuma yapması ve onlardan sonra gelen yaratıcılara da alan açması gibi. Tetikleyici, doğal akışında, "zıt" kutuplarıyla, soyut müesseselerden somut müesseselere: mahalle Çukurcuma.

Bir nevi dünya içinde dünya, matruşka mahalle Çukurcuma

Ekim 3, 2021

·

Makale

Teşvikiye: Herkesin görmeye ve görülmeye geldiği vitrin

Sadece ağaçlara ve gökyüzüne bakarak çıt sesi duymadan yaşanacak bir hayat pek bana göre değil. Nihayetinde odaklanmak ve rahatlamak için "şehir sesleri" ASMR ’ı açıp dinleyen bir insanım. Türkiye’de niye yaşıyorsam Teşvikiye’de de o yüzden yaşıyorum — bütün bu çapraşıklıktan, tezatlıktan yaratıcı bir haz alıyorum. 10 yılı aşkın bir süredir Teşvikiyeliyim, Çukurcuma’dan taşındım buraya. Önce Haci Emin Efendi Sokak'ta bir evi paylaştım arkadaşlarımla. Teşvikiye'ye ısındığım yıllardı o zamanlar. Hasan Hilmi Paşa Apartmanı'ndaydım — iki bloklu, devasa bir apartman. Geçenlerde bir kitapta okudum, eskiden kocaman bir köşkmüş burası: Hasan Hilmi Paşa Köşkü. Hıfzı Topuz, o köşkte doğmuş hatta. Odamın köşkün neresine düşeceğini hayal etmeye çalıştım ama pek beceremedim. İkinci durağım, birkaç yıl sonra, şimdi yaşadığım sokağın biraz aşağısında. Çok anısı var o evin. Tesadüfen birkaç Avrupalı yazarı konuk ettiğim, SabitFikir dergisini çıkardığım ev orası. İki roman yazıldı o dairede. Yıllarca SabitFikir dergisine geliyor zannederek Küçük İskender adına gelen postaları açtım. Sonra öğrendim ki aslında İskender'in annesiyle aynı apartmanda oturuyormuşum. Hiç tanışmadık onunla ama İskender'le sık sık haberleşirdik, bu ev mevzusunun şakalarını yapardık. O evi ve Teşvikiye'yi terk etmemin sebebi, yüksek lisansımı bitirmek icin Londra'ya gidip gelmem. Döndüğüm yer yine tesadüf eseri, belki de içgüdüsel olarak bu sokak oldu. Bugün küçük bir dairem var. Önünde bir açıklık var ama yine de pek çok apartmanı yakından görüyor. Komşularla bir yakınlık hissediyorum artık, karantinayı birbirimize bakarak geçirdik. Karşımda bir illüstratör oturuyor mesela. Perdeler açık çalışıyor, yaptığı işlerin çoğunu görebiliyorum. Elif Bereketli Görmek ve görülmek üzerine: Vitrin mahalle Teşvikiye kafe uğultuları; alışveriş paketleri; trafik sesi; topuklu ayakkabılarıyla hızlı hızlı ilerleyen kadınlar; elinde karton bardakta kahvesi, kulağında kulaklığıyla yürüyüşe çıkan insanlar; kilo almış sokak hayvanları ve ışıl ışıl dükkânlarıyla "Orta-üst sınıfın modern şehir hayatı," denince akla gelebilecek pek çok ses ve duyguyla örülü bir mahalle. Pek tabii Teşvikiye, sıradan bir 21. yüzyıl mahallesi tanımlamalarından ibaret değil. Nişantaşı-Teşvikiye hattı hem tarihte — özellikle 20. yüzyılın başlarında — oynadığı rol modelle de bugünkü durumuyla da kültürel, toplumsal yer yer de ideolojik bir vitrin. Herkesin görmeye ve görülmeye geldiği yer. Pek çok idealin hayat bulduğu sokaklar. Mahallede her ay bir yer kapanıyor, hemen yanına yöresine yeni bir yer açılıyor. Teşvikiye kafelerine sadece fotoğraf çekilip sosyal medya hesabında paylaşmak için gelen bir sürü insan var. Burası bir şekilde geçmiş yıllarda olduğu gibi hâlâ bir cazibe merkezi. Bir vitrin ve vitrinde olmak isteyenlerin uğrak noktası. Yoksa Teşvikiye'nin metrekareye en çok kuaför düşen mahalle olmasını nasıl açıklayabilirdik ki? Bir podyum edasına sahip olmasının bir sebebi de tıpkı Paris'teki gibi mekânların hep sokakla ilişkili olması — masa sandalyelerin hemen hemen her yerde sokağı izleyen bir konumda yerleştirilmesi. Teşvikiye Fırın Sokak'tan yürüyün, salının hatta. Buradaki restoran ve kafelerde oturanların önünde bir podyumda ilerliyorsunuz âdeta. Teşvikiye mahallelileri Sokaktaki tanıdık yüzler Teşvikiye'de komşuluk sürüyor fakat alışıldık biçimiyle değil. Öyle apartmanımdaki insanın kapısını çalıp "Biraz yiyecek ikram edeyim," demiyorsunuz burada pek. İsterseniz dersiniz ve mutlaka komşunuzu sevindirirsiniz de ama çok sık yaşandığını iddia edemeyeceğim. Burada mahallelilik ve komşuluk, “müdavimlik” üzerinden ilerliyor gibi geliyor bana. Vitrin bir mahallede görmek ve görülmek varken kim kapalı kapılar ardında buluşur zaten, değil mi? Mesela bir dönem The House Cafe'de arkadaşına birkaç gün rastlamazsan nerede bu diye merak ederdin — hatta tanımadığın ama her gün aynı sandalyede tünemiş bir mahalleliyi de. Şimdi aklından geçen herkesi ve mahalleye uzaktan ziyaret için gelenleri Sokrates'te bulabilirsin, mahallelicilik oynamak üzere . Bazı mekânların böyle bir gücü var Teşvikiye'de. Burada belli kafelerde, restoranlarda, Maçka Parkı’nda, Mıstık Parkı’nda, kitapçılarda defalarca karşılaştığım yüzler var — onlarla selamlaştığım, göz teması kurduğum ya da bazen ayaküstü sohbet ettiğim anlarda kendimi gedikli mahalleli gibi hissediyorum. "Soylu" bir mahallede soylulaştırma Teşvikiye’nin Beşiktaş’a bakan yokuş sokaklarında hâlâ televizyonlarda izlediğimiz iç ısıtan mahalle dizilerini anımsatan esnaflar var. Güler yüzlüler, hoşsohbetler; sana isminle hitap eder ve gelir geçerken selamını eksik etmezler. Lostram, terzim, çiçekçim ve börekçim tek bir sokak üzerinde mesela. Bakkalım da hemen 50 metre ileride. Biraz öteye, Şakayık’a çıktığınızda biraz daha silikleşiyor simalar fakat hâlâ ışıltılı Teşvikiye dekorunun ardında sahne arkasında görevli gibi şovun akışını sağladığını hissettiğim birkaç esnaf var — Peleki Pastanesi, karşısındaki kuaför, biraz ilerideki bakkal ve aktar. Yeni nesil esnaf vitrinleri Gel gör ki geniş açıdan baktığında tablo bu kadar sevimli değil. Teşvikiyeli esnaflar bir bir kepenk kapatıyor. Yıllarca gün aşırı gittiğim, her gidişimde sahipleriyle hoşbeş ettiğim pastanem yerini kendince havalı olmaya çalışan bir kafeye bıraktı yenilerde. Yıllarca gittiğim bakkalımın da hikâyesi de aynı olmuştu. Güneş gözlükleri, havalı kıyafetleriyle kahve içmeye gelen insanlar var şimdi, eskiden ekmeklerin ve gazetelerin satıldığı kapı önünde. Kaç yıllık fırınımız da şimdi sanırım bir Uzak Doğu restoranı. İnsan ne zaman bir yere ait hisseder? Esnaf bütçesinin Teşvikiye vitrinininde olmak isteyen yeni nesil yatırımcılarla yarışamadığı yolun sonunda pek çok esnafın tası tarağı toplayıp gideceği açık. Ben buna biraz içerliyorum. Bakkalım, fırınım, pastanem aynı zamanda benim hafıza mekânlarım. Eğer Teşvikiye’ye dair bir aidiyet duygum varsa bu mekânlar da benim kimliğimin parçası — kapanan her dükkân benim kimliğimden de bir parça alıp götürüyor aslında. Mahalle dediğimiz sadece evler, dükkânlar, apartmanlar ve insanlar yığını değil; bir ilişkiler bütünü ve bir ilişkilenme biçimi. İnsan bedeni, bilincinin tuttuğundan daha çok bilgi ve duyguyu barındırabiliyor. Ben uzun bir günün sonunda Teşvikiye Caddesi’ne doğru geldiğimde gevşeme, rahatlama ve boşvermişlik duygusuyla yürüdüğümü, bakışlarımın ağırlaştığını fark ediyorum. İnsan ancak kendini ait gördüğü ve güvende hissettiği bir yerde böyle davranır. Aidiyet mahallelilik hâlinin temelinde yatan kavramlardan en temeli belki de. Neye ait hissediyoruz peki? Mahallenin adına mı? Sokağına mı? Binasına mı? Ağacına mı? Yoksa — kapsayıcı bir bakış açışı olarak — mahalledeki ilişkilenme hâline mi?

Teşvikiye: Herkesin görmeye ve görülmeye geldiği vitrin

Kasım 21, 2021

·

Makale

"Köprünün bu tarafı Mimarsinan. Rumlardan kalma adıyla Kalikratya."

Berk Altındeniz 13:30'da Galata 'da otoparktan çıkıyoruz yola. Arabada dört kişiyiz. Büyükçekmece 'ye daha önce giden sayısı bir. Takribî varış saati 14:30. Trafik, kaza, bozulmuş ışıklar olmazsa. Siteler. Otobanda dikkatimizi çeken şeyler. Heyula değil. Gözün alabildiğince dizilmişler. En son geçtiğimizde bu soldakiler var mıydı? Peki ya şu karşıdakiler? Buradan en son ne zaman geçmiştik acaba? Havaalanı yolu kapandığından beri hiç belki de. Binalarda yaşayan insan sayısını hesaplamaya çalışıyoruz. Çok . Binden fazla mıdır? Birbirinin aynısı pencerelerde bölük pörçük gördüğüm hayatlara gidiyor aklım. Dantelli, araba figürlü perdeler, beyaz storlar, cama yerleştirilmiş peluş mor bir zürafa, ortancalar, sakızdan çıkma yapıştırmalar. Kapı komşusu, birbirine tezat ne kadar çok hayat var. Ve AVM 'ler. Henüz onlardan bahsetmedim. Kilometre başına bir tane sanki. Bursa yolundaki şeftali satan kamyonlar misali. Kuyumcukent diye AVM varmış! Alışveriş Merkezi Yatırımcıları Derneği bilgilerine göre Ocak 2021 tarihi itibariyle Türkiye'de bulunan 436 AVM'nin 125 tanesi İstanbul'da. 2021 sonuna kadar açılması planlanan AVM'ler ile birlikte 136 olacak. Düğün salonları, fuar alanları, Mahmutbey 'de İbrahim Tatlıses üst geçidinde duran araçlar ve açılan camlar. Varış saatimiz 14:46 olarak güncellendi. Büyükçekmece'ye girdiğimizde geride bıraktığımız egzoz ve betonların aksine mavi, kükürt kokusu, cankurtaran kuleli kumsal, denize nazır masalarda okey oynayanlar bekliyor bizi. Çocukluğumuzun sayfiye hayatına dönmüş gibiyiz şimdi. Arabayı park ettiğimiz anda ayakkabıları çıkarıp terlikleri giymek; bagajdan deniz yatağı, havlu, şemsiye alıp sahile doğru yürümek hissi hâkim. Berk kapıda. Balıkosman 'ın merdivenlerinden çıkıp, denizi benim soluma, Elif 'in sağına aldığımız; fonda Asu Maro , Nilüfer 'in bize eşlik ettiği masada dinlemeye başlıyoruz hikâyesini. Büyükçekmece'nin. Hiç bilmediğimiz. "Mimar Sinan tarafından 1567 yılında yapımına başlanan, gölle denizin birleştiği noktada yer alan köprünün sonrası Büyükçekmece. Şu an içinde olduğumuz mahallenin adı Mimarsinan . Eğer Büyükçekmece'ye tarihî gezi için gelmişseniz Kültür Park içindeki Sokullu Mehmet Paşa Camii , Kervansaray ve Hamam 'ı görmeniz şart. Ama siz benim mahallemi sordunuz. O zaman köprünün sonrasından başlıyorum anlatmaya. Mimarsinan'dan bu tarafa doğru gelince (Kumburgaz tarafını işaret ediyor) Mimaroba, Sinanoba, Ekinoba diye devam ediyor harita. Oba bir göçebe topluluğunun konak yeri demek. İçinde bulunduğumuz parsellerin tarihini anlatıyor aslında. Büyükçekmece tarafı benim çocukluğumda yoktu. Yazlık yerdi. Birkaç site vardı sadece. Mahalle olarak en eskisi Mimarsinan. Rumlardan kalma adıyla Kalikratya . Mübadele zamanı burdaki Rumlar, Selanik 'e gidiyor. Selanik'teki Müslümanları memleketlerine geri getiriyorlar. Yerel halkın büyük kısmı Yunanistan , Nasliç 'ten göçmen. O dönemde bu bölgede tuğla fabrikaları var. Ahşap teknelerle tuğlaları Haliç 'e götürüyorlar. Bu dükkâna ismini veren Osman dedem in babası da o işi yapıyor. Üç ahşap teknesi var. Dönemin armatörü: İsmail Kaptan . Ancak olaylar denizin üzerinde iyiye işaret etmiyor, bir süre sonra iki tekne batıyor, tayfalar ölüyor. İsmail Kaptan son kalan tekneyi satıp şu an oturduğumuz yerin altında küçücük bir kulübe alıyor. Balıkosman 'ın öyküsünün ilk bölümü bu. Berk, dedesi Osman'ın portresiyle Dedem Osman, astsubay. Denizaltıcı. İki sene görev için İngiltere 'ye gidiyor. Hayatını denizaşırı ülkelerde, dünyayı keşfederek yaşayacak. Kararlı. Ancak verem oluyor. Emekli ediyorlar askerlikten. Geri dönüyor obasına. Bizim ailede denizle iş yapmak isteyen bozguna uğruyor sanki. Yapacak pek bir şey yok. Burayı işletmeye başlıyor. Balıkosman, sahil kenarında kat kat bina değil tabii ki. Derme çatma bir kulübede mahallenin sulu yemekçisi. Sabahları denize açılacaklar veya balıktan dönenler kuru fasulye-pilava oturuyor. Öğlenleri ekşili köfteye, bulgura. Aile işletmesi tam. Üst katta babaannem ve dedem yaşıyor, aşağıda dükkân yemekler bitene kadar açık. Altı kardeşin en büyüğü olan babam bu binada doğuyor. Ardından iki amcam ve üç halam. Dedemden sonra babam ve iki amcam dükkânı devralıyor. Onlarla birlikte büyüyor: sulu yemekçiden önce mahallenin, sonra İstanbul ahalisinin müdavimi olduğu bir meskene dönüşüyor. Bir amcam marangoz. Onun eğitimini almış. O dükkânın yapım ve tamirat işleriyle ilgilenirken babam da gelen gidenle muhabbetten, şimdiki adıyla müşteri ilişkilerinden sorumlu. Ne amcam ne de babam esnaf olmayı planlamıyor aslında. 80 darbesi oluyor. Özal geliyor. Türkiye ekonomisi yükselişte. Restoranın en çok iş yaptığı dönem 80'ler sonu, 90'lar başı. Yeşilçam yıldızları kaçamak yapmaya, paparazilerden uzaklaşmaya geliyor. Bunun sebebi de dedem Osman. Alemci adam. İkide dükkânda iş bitermiş, Osman doğru Beyoğlu'na. Sabaha kadar Krependeki İmroz 'da, Pera sokaklarında takılmaya; tanıştığı sanatçıları, aktörleri, yazarları Büyükçekmece'de toplamaya. Ediz Hun 'lar, Filiz Akın 'lar, Türkan Şoray 'lar. 99 depremine kadar Balıkosman çok popüler. Seyyahart 'ın Balıkosman duvarındaki işi Dedem yaşlanıyor, dükkânı yavaştan babama emanet ediyor. Babam koyu Galatasaray lı, hatta yönetim kurulunda. Onunla birlikte yeni bir kitle şekilleniyor. Galatasaray takımı, yöneticileri, sporcuları. Aile geleneği devam ediyor. Babamdan sonra 2006'da kuzenim, 2012-2013 gibi de ben devraldım. Kuzenim iç mimar. O çehresini değiştirdi Balıkosman'ın; ben ahalisini, yemeklerini, müziklerini. Maç yayınlarını kaldırdık, Büyük Ev Ablukada çalmaya başladık bir pazar günü. Erkek erkeğe gruplar azaldı, kız kıza da gelinmeye başlandı. Hep çok iyi bir balıkçıydık ama ben yeni bir şeyler denemek istedim. " Deneysel çarşamba" konseptini oturttuk bir süre mesela. Her çarşamba elimizde mevsimsel ne malzeme varsa onlarla yeni tarifler denedik. Kimisi sırf onlar için gelmeye başladı. Bugün ne bulacağının heyecanıyla. Kimisi de ikram etsen yemez. Lavunya, ahtapot sigara böreği, suquet de peix , reyhanlı haydari, levrekli enginar dolması böyle girdi menüye. Ama durun, Ahmet Can 'ı çağırayım da biraz o anlatsın." "Deneysel çarşamba"ların birinde ortaya çıkan: Lavunya Ahmet Can, Berk'in ortaokul arkadaşı. Reklamcılık okuyor. Okulu bitirdikten sonra USLA Akademi 'ye giriyor. "Ailemden, yerimde, yuvamda hissettiğim Büyükçekmece'den ayrılmak çok da kolay olmadı," diyerek gittiği Barcelona'da eğitim yılları başlıyor. Michelin yıldızlı restoranlarda staj yapıyor. İstanbul'a dönüp restoran açmak istiyor aslında ama Berk'le sabaha uzayan, Cüneyt Abi 'nin darbuka sesleriyle şenlenen ev partilerinin sonunda Balıkosman'ın mutfağını devralmaya karar veriyor. Bir buçuk senedir mutfağın başında. O olmadığında meyve-sebze siparişi bile verilmiyor. Neden gittiğini, neden döndüğünü, Büyükçekmece'nin vazgeçilmezliğinin sebebini soruyoruz Ahmet Can'a. Havası mı, suyu mu insanları kendine bağlayan? Balıkosman'ın mutfağı Ahmet Can 'da Film gibi yaşarız biraz hayatı "Sülalemle bir arada yaşıyorum ben. Dedem 65-70 yıl önce buraya geliyor. Eski sinemacı. Açık hava sinemaları varmış. Hâlâ sağ. Daha telefonlar yokken başlamış mesleğe," diyerek anlatıyor dedesini. Sonra devam ediyor: "12 hane bir aradayız. Mutfak eğitimimi tamamlamak amacıyla Barcelona'ya gittiğimde zorluk çektim çünkü arkadaş, akraba bağlarım kuvvetlidir. Matraktır bizim aile. Coşkuludur, neşelidir, her haftasonu bir olay vardır. Geçen dansöz vardı mesela evde, öyle anlatayım. Belki de dedemin sinemacı olmasından kaynaklı, film gibi yaşarız biraz hayatı. Normalde eve gittiğinde yatarsın dinlenirsin, ertesi güne hazılanırsın ya, bizde öyle bir şey yok. Gece işten bitap dönmüş olsam bile, illaki bir mangalın, şen şakrak bir muhabbetin ortasına düşerim. Hayatımda yeni arkadaşlarım pek yoktur. Giderim ama dönerim. İleride bir gün emekli olunca bir arada, komün yaşanacak günlerin hayalini kurar insanlar, biz onun içinde yaşıyoruz zaten. Eğlenceye gitmeyiz. Eğlence gelir eve Cüneyt Abi'yle. Bakın geldi bile." Cüneyt Abi Cüneyt Abi, bir sandalye çekiyor o sırada yanımıza. Büyükçekmece'de Roman Mahallesi 'nde yaşıyor. Berk'in amcasının asker arkadaşı. Mutluluğun reçetesi gibi. Ne zaman birinin canı sıkkınsa Cüneyt Abi'yi arıyorlar burada. Darbukasını ve kanun, klarnet, keman çalan arkadaşlarını kapıyor. Bugün yoklar ama. Ekibin çoğu, belediyenin sunduğu 2 bin TL yardımı almaya gitmiş. Normalde bu günlerde ya Bodrum ya Antalya 'da turnede olurlarmış ama bu yıl daha İstanbul'da. "Selanik göçmeniyiz," diye konuya giriyor, "evde canınız mı sıkıldı? Arayın bizi, toplanır geliriz, keyfinizi yerine getiririz," diye anlatmaya devam ediyor. Yetmiyor bize sohbeti. Peşinden gidiyoruz mahallesine. "Çocukluğum, bu futbol sahasındaydı işte," diye anlatıyor Berk. İnsanın içindeki haylazlığın, haşarılığın, heyecanın hiç bitmediğini düşünüyorum doğup büyüdüğü yerde.

"Köprünün bu tarafı Mimarsinan. Rumlardan kalma adıyla Kalikratya."

Temmuz 25, 2021

·

Makale

"Barbaros Bulvarı'ndan aşağı indiğim, denizi gördüğüm anda eve varmışımdır."

Akaretler'deki Sıraevler, Osmanlı'nın toplu konutları bir zamanlar. Serencebey, elçilik görevlilerinin yaşadığı yer bugün. Osmanlı'nın modernleşmesinin başladığı coğrafyadayız. Global Yaşam Endeksi'ne göre bugün İstanbul'da yaşam kalitesinin en yüksek olduğu mahallelerden biri, Beşiktaş. "Neden?" diye soruyoruz Kerimcan'a. "Kapanmamış bir sahil şeridi; Ihlamur Kasrı; Maçka, Abbasağa ve Yıldız parkları; hâlâ anahtarını emanet edebileceğin, döviz kurundaki artışın sebebini konuşabileceğin esnafın varlığı," diyerek giriş yapıyor mahalleyi anlatmaya. "İstanbul'un en önemli hub'larından biri burası. Emlak raici olarak şehrin en pahalı semtlerinden biri. Arnavutköy, Ulus, Maçka, Levazım, Levent ve Etiler, Beşiktaş ilçesine bağlı — aynı zamanda gecekondu semti de vardır burada, daha mütevazi sokaklar da. Anadolu'da dolaşırken 'İstanbulluyum,' deyince neresinden diye sorarlar, 'Beşiktaşlıyım,' dersen 'İyi yerdensin,' derler." Kerimcan, mahallesi Beşiktaş'ta Üç yaşından beri Beşiktaş mahalleli Kerimcan. Avrupa'yı trenle veya otostopla gezmediği, şaman ayinlerine katılmadığı, İnkaların topraklarından dolaşmadığı, Cape Town'da Lions Head'e tırmanmadığı, Sayga 'yla gezmediği zamanlarda evi burası. Barbaros Bulvarı'nın bir tarafından diğerine taşınıyor sadece otuz üç yılda. "Burada herkesin bir anısı var. Ya biriyle buluşmuştur ya alışveriş yapmıştır ya maça girmiştir ya vapuru kaçırmıştır. Beşiktaş'ta yaşamanın duygusu da aslında tüm İstanbul'la beraber yaşamak hissini getiriyor. Türkiye doğrudan buraya sirayet ediyor," diyerek başlıyor hikâyesine. Az önce önünden geçtiğimiz, insanların kuyrukta beklediği kızarmış tavukçuyu soruyoruz hemen. Semte ilk girdiğimiz anda dikkatimizi çeken bir sıra var önünde: "Bir şey popüler olmayagörsün — kışın Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası gibi çöküyor Beşiktaş'ın sokaklarına ve dükkânlarına. Birbirine benzer mekânlar açılıyor. Ya da bir konsept bir şekilde tutuveriyor. Sonra sil baştan. Tavukçu da o tutan konseptlerden." Not defterine kaydetmek isteyeceğin sokak isimleri Kerimcan'ın ağzından Beşiktaş'ı dinliyoruz: Özel üniversiteyle soylulaşan bir mahalle Adı Bahçeşehir olan bir üniversitenin Beşiktaş'ı ele geçirmeye çalışması da bana hep ilginç geldi. "Keşke adını da değiştirseler, Beşiktaş Üniversitesi yapsalar da rahatlasak artık," diye düşünüyorum bazen. Semtte son yıllarda inanılmaz bir değişiklik söz konusu. Oturanların sosyokültürel ve sosyoekonomik seviyeleri farklılaştı. 20 sene önce daha orta sınıf semtiyken günümüzde gece hayatının ağırlık kazandığı vakıf üniversitesi öğrencisi merkezine evrildi. Buranın köklü üniversiteleri devlet okullarıydı. Yıldız Üniversitesi, Mimar Sinan, daha yeni olan Galatasaray, yukarıda İTÜ işletme ve konservatuvar var. Kazan, çarşı içinde semt meyhaneleri, buluşma alanı birkaç bardı. Barbaros Bulvarı üzerinde yemek yenecek hiçbir yer yoktu, bir iki esnaf lokantası vardı mesela. En önemli kırılmalardan biri özel Bahçeşehir Üniversitesi'nin Beşiktaş'ı ablukaya almasıyla oldu. Üniversitenin büyümesiyle birlikte konutlara talep arttı, çarşı ve çevresinin önce çehresi, ardından fiyatları değişti. Bu tür toplumsal dönüşümlerin hem olumlu hem de olumsuz etkileri oluyor. Beşiktaş da böyle etkilendi. Semte iyi hizmet veren, talebi karşılayan mekânlar da açıldı; ruhsuz, birbirinin kopyası birçok yer de. Bunların bir kısmı elbette yaşayamadı ama gedikli esnafları yerlerinden etmiş bulundular. Şimdi sürekli devir daim, ara ara kepenkleri kapalı dükkânlar bunlar. Az önce üzerine konuştuğumuz gibi kızarmış tavukçu, gurme hamburgerci, üçüncü dalga kahveci sayısının artmasını sağladı Bahçeşehir. Minoa'dan aşağı, Akaretler üzerinde yan yana dizilmiş barlar buna başka bir örnek. Tüketmeye dayalı bir yapılanma. Daha fazla kitapçı, tiyatro veya sinema salonu gelmedi. Beşiktaş'ın mural'ları Asmalı Mescit'ten Beşiktaş'a kayan gece hayatı Burası bir geçiş yeri. Kadıköy vapurundan inenin ilk durağı; Karaköy-Ortaköy hattında gezinenin soluklanma alanı; Gayrettepe ve Yıldız'dan aşağı salınanın varış noktası. Beyoğlu'nun çöküşü, Asmalı Mescit'in kapanmasıyla Beşiktaş ansızın gece hayatının da merkezi oldu. Eskiden mahallelinin gittiği lokal barlar değişti, genişledi. Zeytinburnu'ndan maça gelen; Balmumcu'ndan işten çıkan; Abbasağa'da oturanların kesişim kümesi oldu bu barlar. Yalnız burası bir öğrenci semti — 30 lira verip bira içemedi kimisi. O zaman kendi mikrokozmoslarını yarattılar. Migros'tan biraları alıp önündeki merdivenlere çömdüler. Gezi'den hemen sonra Galata Kulesi'nde yaşanan gürültü, kirlilik gibi sıkıntılar burada da gündemin ortasına oturdu. Bu durumla hiçbir sorunum yok ancak bu kadar konuta sahip bir yerde, bu yoğun gece hayatının sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Gezmek ve partilemek isteyenler kaybettiklerinin yerine koyacak mekân arıyorlar; semtte yaşayanlar çocuklarını uyutmaya, çalışmaya, sakin bir gece geçirmeye uğraşıyorlar. Burada sorunun kaynağının mahalleli değil, kentin dengesini bozan yöneticiler. Nasıl Şişli'den bir Bebek yaratamazsanız Beşiktaş'tan da bir Beyoğlu çıkmaz çünkü burası yüzyıllardır bir "rezidans." Mahalleli olarak insanların eğlenmesinden ziyade bunun yönetilemeyişinden şikayet ediyoruz. Masalardan yürünmeyen kaldırımlar, özellikle hafta sonları başa çıkılamaz bir çöp ve sokak kirliliği en temel problemler. Mahallelinin vitrini: Yorgancı Beşiktaş habitatı İç çemberde kültürel sahipsizlik var. Baharatçılar ve terziler, aynısının tıpkısı hamburgercilerle kızarmış tavukçulara dönüşüyor. Talebin bu olduğuna inanarak arz yaratılıyor. Bunlar elbette olacak — semte yeni taşınan kitlelerin istekleri doğrultusunda hayatın çeşitli alanları şekillenecek. Yeni nesi kahveler; ortak kullanım ofisleri; McDonald's ve Burger King yerine gurme hamburgerciler açılacak. Problem, tekdüzeleşmesi. Beşiktaş merkezde, çarşının içinde yaşanan durum bu. Biraz dış çembere çıkınca — Vişnezade'ye doğru gidince — "mahallecilik" devam ediyor. Hâlâ esnafa anahtar bırakılabiliyor, berber Mustafa ve kasap Çetin Abi'yle memleket meseleleri konuşuluyor. Hayatımı bir ay hiçbir araca binmeden bütün sosyal, kültürel, ticari ihtiyaçlarımı giderebilecek şekilde kurdum burada. Yukarıda Cemal Reşit Rey, Açıkhava, Lütfi Kırdar; aşağıda Millî Saraylar Resim Müzesi yürüme mesafesinde. Cumartesi günleri pazar kuruluyor, haftalık alışverişi yapma zamanı. Trafik ve korna sesinden bunaldığım anda Yıldız Parkı'nda; sohbet, laklak aradığımda The United Pub'dayım mesela. Köfteciye üç ay gitmesem "Abi uzun tuttun arayı," derler. Gözlükçüme gidiyorum, bir zamanlarımı ve şimdimi belki pek çok insandan daha iyi biliyor. Sıfırdan başlamıyor ilişkiler. Ev hissini veren bunlar — yaşayan insanlar ve çalışan esnaf. Muhafazakar değil Beşiktaşlı. Anlaşmaya meyilli. Bu mahalleyi hâlâ ev olarak görebiliyorsam en büyük nedeni semti birlikte paylaştıklarım. 33 senedir burada yaşayan biri olarak dönüşümü gözlemlememek mümkün değil. Diğer yandan Beşiktaş habitatının kökleri, hâlâ burada oturan eski sakinlerinden dolayı çok derinde ve sağlam. Buradaki apartman içleri hâlâ kavrulmuş soğan kokar; terziler pantolonların bellerini daraltır; ayakkabıcılar botları kışa hazırlar ve kemerlere bir delik daha açar. Evde pompası olmayan bir çocuğun gidebileceği lastikçi de var, baharatçı ve kasap da. Lokmacı gelir, çiğ köfteci gider ama komşumuz 45 senedir aynı yerden yoğurt almaya devam eder Beşiktaş'ta.

"Barbaros Bulvarı'ndan aşağı indiğim, denizi gördüğüm anda eve varmışımdır."

Kasım 28, 2021

·

Makale

"Odunpazarı: Sanatsal bir üretim merkezine dönüşme ümidini içinde taşıyan mahalle."

Akla gelebilecek her taraftan Eskişehirli bir ailenin çocuğu olarak Odunpazarı’nın “bir zamanlar”ını hep ailemden dinledim — anlattıklarıyla kesişen bazı çocukluk anılarım da var. Bunlar bugün turistik bölgede çoğu kahvaltıcı ya da hediyelik eşyacıya dönüşmüş Odunpazarı evlerinde geniş ailelerin yaşadığı, mevsimine göre meyvelerin, özellikle elma ve dutun yatakların altında kurutulduğu, hava güzel olduğunda insanların evlerinin avlusunda ya da kapılarının önünde oturduğu zamanlar. Birkaç aile büyüğünü yaşadıkları Odunpazarı’nda ziyaret ettiğim zamanlardan en çok aklımda kalansa bu alanlara girmenin bende yarattığı şaşkınlık — iç mekân, eşyalar ve pencereler apartman hayatımızdan çok farklı ve cool ’ du. Yirmi beş sene önce hâlâ odun sobalarıyla ısınan evlerin tatlı, parfüm gibi bir yanık kokusu da bir diğer ayrıntı. Belediye meselesi Odunpazarı 2000’lerden beri bir değişim sürecinde. Bu değişim, Büyükşehir Belediyesi’nin çoğu kötü durumda olan evleri ailelerden satın alıp restore etmesi ve bölgeyi turistik bir çekim merkezine dönüştürmesiyle başladı. Eskişehir’deki yirmi belediye müzesinin bir kısmı Odunpazarı’nda, bu evlerin içinde. Yine bu bölgede belediyeye ait bir hamam müzesi projesi var. Eskişehir halkının hâlihazırda kültür-sanata ilgisi ve sevgisiyle, şehrin de “Türkiye’deki şehirlere benzememesi”yle tanınan bir yer ve bunda belediye başkanı Yılmaz Hoca’nın (Büyükerşen) çok büyük bir rolü var. Sahne sanatlarına özellikle önem veriliyor. Şehrin altı tiyatro sahnesi, bir opera binası var — tiyatrolar hep kapalı gişe oynuyor, operalara bilet bulamıyorsunuz. OMM, böyle bir iklimin içine doğdu, projesinin dünyaca tanınmış, vizyoner mimar Kengo Kuma ’ya ait olması, koleksiyon ve sergilerinin uluslararası standartlarda olmasıysa sadece Eskişehir için değil, Türkiye için de bir şeyleri değiştiriyor. Büşra, OMM'da OMM'dan sonra Odunpazarı'nın geleceği OMM ve hemen yanındaki OMM INN açıldığından beri daha önce tarihî bir mahalle olarak, biraz daha geleneksel taraflarıyla tanınan Odunpazarı’nın şimdisinde ve geleceğinde nasıl ihtimaller taşıdığını görüyoruz. Mahalleyi müzenin içinden, ahşapların arasından görmek farklı bir deneyim. O geçmişe yeni bir perspektiften bakmamı da sağlıyor. Müzenin mümkün kıldığı film gösterimleri, atölyeler, seminerlerle Odunpazarı’nda yeni bir etkileşim alanı ortaya çıktı ve daha önce yolu düşmeyen şehir sakinleri bu mahalleye de uğramaya başladı. Aynı şekilde İstanbul’dan ve yurt dışından misafirleri de getirdi OMM. Buraya ek olarak Eldem Sanat Alanı ’nın Dalyancı Konağı 'yla birlikte yeni seramik ve cam atölyeleriyle yaratıcı endüstrilere ait bir hareket var. Bugünün Odunpazarı sanatsal bir üretim merkezine dönüşme ümidini içinde taşıyan bir mahalle. Tanabe Chikuunsai IV’ün OMM'a özel bambu yerleştirmesi "Gitmek ve gittiğin yerden biriktirdiklerinle dönmek insanın doğduğu yerle ilişkisini güçlendiriyor." Odunpazarı ve onun da üst tarafında yer alan Bademlik , şehrin en eski mahalleleri. Aslında şehrin merkezi dediğimiz yer, OMM'la tren garı arasında, Porsuk Çayı’na paralel uzanıyor. Bu rotaya bakarken nasıl şehrin adım adım büyüdüğünü görebiliyorsunuz. Ben çocukken merkez tren istasyonunun etrafında bitiyordu. Şimdi oradan Anadolu Üniversitesi’nin kampüsüne doğru uzanan büyük bir mahalle ve pek çok restoran var. Babaannemin gençliğinde “Eskişehirli,” çok homojen biriydi — uzun süredir burada yaşayan aileler birbirini tanır, çocukları beraber okula gider, zaten o aileden biri, bu aileden biriyle evlenmiştir gibi dinamikler vardı. Bu “küçük şehir” havasından kalanlar hâlâ olduğu gibi bir yandan da dışarıdan göç alan ve 70’lerden beri nüfusunun gittikçe daha büyük bir kısmı üniversite öğrencilerinin oluşturduğu bir Eskişehir var. New York’ta yaşarken bir noktada tanıştığım tüm Şikagoluları çok sevdiğimi fark etmiştim. Ortak noktaları iyi eğitim almış, sıcakkanlı entelektüeller olmalarıydı. Eskişehir ve Eskişehirlilerin de böyle iyi bir ünü olduğunu fark ediyorum. Odunpazarı biberleri Gitmek ve gittiğin yerden biriktirdiklerinle dönmek insanın doğduğu yerle ilişkisini güçlendiriyor, daha da önemlisi doğduğun yeri değiştirebilmeni sağlıyor. Şu anda biraz Joseph Campbell'den Kahramanın Sonsuz Yolculuğu 'nu düşünüyorum — “kahraman” başladığı yere döndüğünde o yolculuk tamamlanıyor diyebilir miyiz? Daha kişisel bir yerden bahsetmem gerekirse şunu söyleyebilirim: Ergenliğim boyunca Eskişehir’le çok kavgalıydım, çok sıkılırdım, orada insanların doğruluğuna inandığı şeyler bana yanlış geliyordu. Ama bana New York’taki yedi yıllık hayatımdan ayrılma cesaretini veren bu çok kavgalı olduğum yerdeki henüz doğmamış proje oldu. Müze projesine dâhil olduktan sonra Eskişehir’le barıştım, uluslararası bir projenin ortaokul ve lise yıllarımı geçirdiğim bu şehri tatlı tatlı değiştirişini, değişimin de engellenemez oluşunu gördükçe mest oluyorum. Sevdiğim biri büyüdüğün yer ve gittiğin yerlerden “kökler ve dallar” örneğiyle bahseder, bunlar aslında birbiriyle kavgalı olmak zorunda değil . Kökleri elimizi kolumuzu bağlayan bir şeydense bir yerle derin bağımız gibi gördüğümüzde dallar daha korkusuzca uzayabiliyor.

"Odunpazarı: Sanatsal bir üretim merkezine dönüşme ümidini içinde taşıyan mahalle."

Eylül 26, 2021

·

Makale

"Araba geçmezdi buradan. Belki yarım saatte bir. Gidiş geliş çalışırdı Bağdat Caddesi. Böyle bir gürültü yoktu."

Bir cumartesi günü, mevsim yaz. Saat 12.57. İstikamet Fenerbahçe Muhtarlığı 'nın oradaki park. Başımı gökyüzüne doğru kaldırıyorum. Gri, gri , siyah, az yeşil, az mavi, tekrar gri — her gün bir yenisi yükseliyor gibi gökyüzünde grilerin. Yaz kokan mahallede bile . Telefonum çalıyor. "Parka yürüyorum, iki dakikaya oradayım," diyorum. "Yürüme hiç, ışıklardan geç, Sütiş'in önünde buluşalım." Saat 13.00. Tam zamanında. Fotoğraf makinesi boynunda asılı, sırt çantası arkasında, hazırlıklı. Şapkasını takmış. Enerjik sesiyle selamlıyor beni, Tunç Abi . Doğduğu mahallede, Kalamış 'tayız: bir tatlı huzur için eskileri yâd edeceğiz. Ya da öyle mi? Çocukluk ve gençlik yıllarındaki Kalamış'ı dinlemeye, geriye dönüp kalanlara bakmaya geldik. Kaçırana, hayal gibi gelen yılları anmaya. 70-80-90'lar. Üç-dört katlılardan, 2020'li yıllara. Başlıyor Tunç Abi anlatmaya. "Burası Yelken Pastanesi 'ydi. En iyi dondurma burada yapılırdı. Taze sütle. Ne sıra olurdu!" Üzülüyorum bu hikâyeye. "Ee, var mı başka dondurmacısı mahallenin, başlamadan yürüyüşe alalım birer top? Serin serin." "Yok," diye cevap veriyor. "Kalmadı dondurmacının öylesi." "Zaten ne kaldı ki eskisi gibi," diye geçiriyorum içimden. O da aynısını hissetmiş olacak, başlıyor anlatmaya Hat Boyu 'nu. Tunç Uğurdağ , Dalyan'da Çocukluk yıllarında Kalamış " Bağdat Caddesi 'nde iki tane ray vardı. Tren geçeceği zaman yolu keserdi. Etraf, göz alabildiğine yeşildi. İş Bankası Konutları 'nın orada köşeden baktığın zaman denizi görürdün. Bostandı tabii zamanında orası da. Annem beni kıvırcık salata almaya gönderirdi. Koparırdım bostandan, götürürdüm. Araba geçmezdi buradan. Belki yarım saatte bir. Gidiş-geliş çalışırdı Bağdat Caddesi. Böyle bir gürültü yoktu." "Ne zamandı bu?" diye soruyorum. Benim tarihimden eski olmalı. "70'li-80'li yıllar bu anlattığım, " diyor. Rotayı o dönemin hikâyelerini balkonlarında ve önündeki kadim ağaçlarda saklayan birkaç alçak ve mütevazı binaya doğru çiziyoruz. Hat Boyu, bugünün Doktor Faruk Ayanoğlu Caddesi . Tren yolu iptal olunca Bağdat Caddesi ve civarı boyunca dikilmeye başlayan yüksek katlı binalar bile eski kalıyor bugünün rezidansları arasında. Ben onlara dalmış bakarken Tunç Abi giriyor araya: "Ya köşktü bunlar ya işte balkonlu bahçeli evler." Hayal ediyorum Bağdat Caddesi'nin o günlerini. Bostancı 'dan Kalamış'a uzanan mahallelerde kendi hâlindeki insanları. Kalamış'ta kentsel dönüşüm İstikamet, Eflatun Sokak . Şimdiki adıyla Mehmet Ali Kantarcı Sokak . Doğduğu apartmanı gösteriyor, ismi Sedef. Önünde gölgesinde dinlenmelik, yaşlı ve bilge ağaçlar. Biraz soluklanıyoruz. "Bak," diyor, "burası benim odamdı," birinci kattaki bir pencereyi işaret ederek. "Mahallenin gençleri de şu korkulukların önünde toplanırdı." Sonra biraz gençlik anılarını anlatıyor Kalamış'taki. Dolmabahçe Sarayı 'nın önü gibiymiş buralar. Ağaçlardan ve asmalardan evler görünmezmiş 80'li yıllarda. Herkes balkonlarda sere serpe. "O zamanlar komşuluk nasıldı?" diye soruyorum. Kalamış, eski dostluklarla bilinir bir yerde. "Öyle bir ahbaplık vardı ki babam akşam işten eve gelirken iki dakikada yürüyeceği sokağı yarım saatte eş dostla hoşbeş ede ede yürürdü," diyor. Şöyle bir bakıyorum kafamı kaldırıp gökyüzüne — nereden nereye. Şimdi kaç kişi tanıyor birbirini, selamlaşıyor asansörde? Tanır mı komşusunu sokakta görse? Yine kentsel dönüşüm, yine yalnızlaşma. Kalabalıkların, yalnızlıkla bir ilgisi olabilir mi? Bence olur. Kentsel ve kültürel dönüşüm 45 yıllık apartmanların önünden geçiyoruz. "Bak eski apartmanların hepsi balkonlu." Dışarıyla bağlantıda. Mahalle, mahalleli bir arada. "Şu çıkıntılılar, eski olanlar. Fiyakalı binalarda buna daha da izin verilmiyor. Havasız, balkonsuzlar artık." En güzeli hangisiydi bu apartmanların? Cephesine tek tek mozaikler yapıştırılan Fener-Kalamış Apartmanı mı? Tanju Okan'ın oturduğu Suat Bey Apartmanı mı? Bahçesinde konserler verilen mi? Ya sabah ya akşam muhakkak güneş alan apartmanlardan hangisi? Hayal etmek istiyorum, " Yok başka yerin lütfü ne yazdan ne de kıştan / Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan" çalsın arkada. "Türkiye'de Orhan Akçura'nın yaptığı en güzel ev vardı numara 16'da. Akçura Apartmanı oldu şimdi. 90'ların başı ya da 88-89 civarında, şimdi hatırlayamayacağım," derken biraz tadı kaçıyor. "Hadi," diyor. İstikamet bu defa Kalamış Yazlık Sineması . Nasıl ? Yelkenliler denizde Beyaz Kelebek 'leri ağırlayan Kalamış Yazlık Sineması, bugünlerde Wyndham Hotel : "Bütün semt gelirdi, öncesinde de pop konserleri olurdu film gösterimlerinin." Uzun yıllar boş kalan araziden söz ediyor ve otelin bugünkü misafirlerinden: Fenerbahçe'yle maça gelenler, turistler ve "düğüncü"ler. Todori Meyhanesi 'nin önüne gelince şen anılar, buruklaşmaya başlıyor. Eski bir Rum meyhanesi olan Todori'nin hemen bitişiğindeki Rum kilisesini fark ediyorum. Hiç dikkatimi çekmemiş. Derken Tunç Abi anlatıyor: "Bir dönem çok iyi bir Rum meyhanesiydi burası. Şimdi Koço da Todori de nasıl bilmiyorum." İskele Sokak 'tayız, Kalamış İskele 'ye doğru. Sağımızda Kalamış Yelken Kulübü . Tunç Abi içeriye doğru bakıyor sonra başlıyor: "Kulübün bittiği yer denizdi. Şimdi Divan'dı şuydu-buydu, marinaydı... Fenerbahçe burnunda İstanbul Yelken Kulübü'yle bir köprü vardır. Burası artık sadece idari bina." İskeleden marinaya "Burada bir çay bahçesi bir de ahşap iskele vardı. Kalamış'ın tüm çocukları ve gençleri, ben de dâhil olmak üzere burada öğrendik yüzmeyi. O zaman deniz temiz. İskeleden kalkan vapur, Kadıköy-Moda-Kalamış-Moda-Karaköy-Kadıköy yapardı. Nüfus da az: ben ilkokuldayken İstanbul nüfusu 2 milyonun altında. Babamla iskeleye gelir renkli kayıklardan bir tane ayırtırdık, sonra annemle kardeşimi alır açılırdık denize." Dalyan Deniz tabii — o zaman o da şimdiki gibi değil. Buradaki deniz hiçbir yerde yoktu. Tuz oranı düşük, buharlaşma az. Boğaz balığı da ondan güzeldi. Denizin arkasında yükselen binaların olduğu yerler hep boş arazi; biz gelincik toplardık, annelerimiz de şurubunu yapardı. Kalamış evlerinde bahçe de mühim meseleydi. Her evin bahçesi vardı ve bölgesel çalışan bahçıvanlar. Kirpisi, kaplumbağası... Bugün kedi köpek nasılsa öyleydi." Yürümeye devam ediyoruz. Dilek Pastanesi , Fenerbahçe'ye geldik. Biraz soluklanacağız. "Okulum da bu sokaktaydı," diyor. "Düşün bak, okuldan eve yürürken araba görmezdim ben. Burası (Dilek Pastanesi) yelken yarışlarına gitmeden toplandığımız yerdi. Bir Soley, bir Dilek vardı zaten. Akşamüstü buluşma alanı." İç geçiriyorum. Şimdi nerede buluşuyorsunuz dostlarla? Kahveci Mehmet Efendi 'nin eski köşkü, bugünkü Mezze House 'u söylüyor. Bir de Dilek. "Fotoğraf çekmeye nereye?" diye soruyorum, cevap "Kalamış-Moda arası ," oluyor. Sakin bir hayatın İstanbul'da mümkün olduğu yıllardan bugüne Bostancı-Dalyan hattında paylaştığımız neler kaldı peki? Kentsel ve kültürel dönüşümünün yarattığı yabancılaşma ve en azından hâlâ bir deniz semtinde olduğumuzu hatırlatan martılar ve sahil yolu cevaplarında hemfikiriz. Bir gün yine eski Yelken'in önünde buluşur, fotoğraf çekeriz belki. Dalyan-Bostancı sahil yolu hâlâ bizimken gün batımında yürürüz. Güneşin son demlerine doğru, demlenmek ve denizi dinlemek üzere.

"Araba geçmezdi buradan. Belki yarım saatte bir. Gidiş geliş çalışırdı Bağdat Caddesi. Böyle bir gürültü yoktu."

Ağustos 8, 2021

·

Makale

"Bir yere yerleşmenin, mahalleli olmanın sırrı köklere inmekte yatıyor."

Yorgo Andreadis’in Tamama: Pontus'un Yitik Kızı kitabında Tirebolu, Pontus Rum Devleti’nin yazlık kasabası olarak anlatılıyor. Trabzon'un sayfiyesidir. Annem işte bu atmosfer içinde doğuyor, altı aylıkken İstanbul'a taşınıyorlar. Babam Trabzonlu, benzer bir hikâyesi var. Altmış yıl İstanbul'da yaşadıktan sonra virüsle beraber evlere hapsoldukları zaman biz çocuklarının ısrarlarıyla doğdukları topraklara geri taşınıyorlar. Aslına bakarsanız ikisi de yabancı çünkü yıllar içinde yazları fındık toplamaya köye gelip İstanbul’a geri dönüyorlar. Onların tersine göç durumundan sonra tanışıyoruz biz de ilk kez Tirebolu'yla. Uzun uzun. Yeşil. Mavi. Nefis. Eksik. Bir yanım buraya dönmek, üretmek, hayal etmek istiyor. Diğeri kalktığım her sabah mücadeleden yorgun. Belki önce yaşadığım yere seyirci gibi bakabilirim diye düşünüyorum, ardından eleştirmen olarak — belki bir gün dönüşümün parçası olarak buluruz kendimizi. Bir zamanlar Mardin'de olduğu gibi. Emel, tarlada Tirebolu'da bir gün Denizle dağ arasında gidip gelirsin burada. Tireboluluların çoğunun köyde de evleri vardır, merkezde ve deniz kenarında da. Eğer sabaha plajdaki evde başlamışsam ve deniz havası varsa yüzümü yıkamak yerine suya atlar, sonra ekmeğimi alıp eve çıkarım. Kahvaltı ve işler halledilir, parklara, çarşıya çıkılır bir fasıl. Mutlaka Tirebolu Sahaf 'a girip laflarım o gün — kitaplar alır ve olabildiğince esnafla sohbet edip yaşadığım yeri anlamaya, tarihini tanımaya çalışırım. Deniz çağırır sonra. Rüzgârın ve insanın getirdiği pet şişeleri, plastikleri toplarken görebilirsiniz beni. Köydeki evdeysem toprağa, bahçeye, yeşile yakınımdır. Isırgan, karalahana, nane, damar otu ve salatalık toplarız. Taze meyve suyu sıkılır hepimize. Birlikteyizdir. Hem bizim evin ahalisi hem de komşularla. Tohum ekme işine girilir; fındık, fasulye, böğürtlen, elma toplanır; odun kırılır; boya yapılır; pekmeze, patoza, mısır öğütmeye, fasulye ayıklamasında güçler birleşir. Çok yağmur yağıyorsa kuzine yanında kitap okunur ya da ev işleri görülür. Yağmurdan sonra hop, lastikler ayağa — ormana tirmit, tavuk mantar, evelek aramaya! Tirebolu'da günün saat hesabı yoktur. Sahilden kaç kilo çöp topladık? Köyde kaç elmayı sepete attık? Toplananlardan kaç kişilik yemek yaptık? Kaç fideyi toprakla buluşturduk? Bunlarla ölçülür zaman. Emel'in dedesinin şapkası, anneannesinin tohumları Mahalle kavramını ayakta tutan esnaf Berber, terzi, tuhafiye, yorgancı, perdeci, köyden ürünler getiren manav, son model kuruyemiş dükkânı, “Mehmet Efendi de kimmiş!” diye atarlanan, kendi kahvesini kavurup satan satan bakkal — Tirebolu'da hemen her şey var. Tirebolulular Ayyıldız'ın sahibi buralı olduğu için Türkiye’ye mayo modelleri Tirebolu Plajı’ndan yayılmıştır diye övünürler. Altmış yaş üstü insanlarla, esnafla muhabbet koyudur. Hiç ummadığın bir yerde karşına edebiyatçı çıkabilir. Felsefe mezunu bakkalımız, sosyalist tekel bayisi, kitap kurdu Temel Avcı Abi ve eskileri deşen, çok okuyan Tirebolu Sahaf’ın sahibi Yılmaz Ayvaz buraya gelen herkesin tanışıp konuşması, uzun vakitler geçirmesi gereken insanlar. Esnaftan bir sürü şey öğreniyorum. Evden çıkıp yürüyerek gidilen çarşıyı, kendine has şeyler üretip satan yerleri seviyorum. Gökçe’ye uğradığımda ormanda görüp toplamaya emin olamadığım mantarları, bizim ağacın bu yıl vermediği taflanı bulmak harika. Mardin’de bir derneğin, müzenin veya kadın girişimcilerin kapısını çalıp çay içerken birlikte bir şeyler üretmeye başlar, Süryanilerin masalarında dertleşir, dillerine dokunur, eskileri anardık — burada Tirebolu Sahaf’ta Rumların, Ermenilerin nasıl yaşadıklarını, uzun bir tarihi dinlediğimde "Hah!" diyorum, "ait olduğum yerdeyim." Bir yere yerleşmenin, mahalleli olmanın sırrı köklere inmekte yatıyor. Eskileri öğrenmek bunun şimdiyle ilişkisini kurmak beni heyecanlandırıyor. Yerleşkenin sakinlerini tanımak, birlikte neler yapabilirizi görmek bizi oraya bağlıyor. Fotoğraf: Yılmaz Ayvaz İstihdam nasıl sağlanır? Fındık, çay, hayvancılık ve balıkçılık buraların temel geçim kaynağı. Balıkçılığın sonu çok kötü görünüyor. Endüstriyel balıkçılık, olta balıkçılığını bitirdi, avlanma denizlerde balıkları bitiriyor zaten — keşke balıkçılık kökten yasaklansa. Geriye gelir modeli oluşturmak için fındık ve çay kalıyor. Fındıkla haşır neşir olan bile (ailem dahil) fındığı toplayıp, kurutup, hemen kapıdan gitsin diye satıyor. "Şundan bir fındık sütü yapalım," diyen ya da "Biz bu fındıkla neler üretebiliriz?" diye kafa patlatan; yerel turizmi canlandıracak; ağaç kesmeye son verecek; Tirebolu'da istihdam sağlayacak projeler yapan, düşünen, konuşan yok. Eskiden plajdan denize girerken sadece yemyeşil dağı görürdün. Bugün gökdelen gibi siteler var. Tirebolu’nun merkezi Yeniköy Mahallesi, denizin bir üst sokağı, sıra sıra dükkânlar ve iki katlı eski tarihî evlerle doluydu. Şimdi dükkânların yüzde doksanı kapalı. Sokak ölmüş. Çok yazık. Eski olan terk ediliyor — oysa bu tarihin oluşum sürecinin parçası. Buraya dönen genç nesil kafe açma derdinde, yüzleri hep batıya dönük. Hamburger, patates çıkıyor mutfaktan. Belediyesi tarafından da kendi hâline bırakılmış bir mahalle gibi. Yılda bir hamsi yeme üzerine festivaller yapılıyor. "Bu muazzam doğada devamlılığı olan, işe yarayacak, çocukları tabiatla bağlayacak, yerel ürünleri dünyaya tanıtacak girişimler neden yok?" diye düşünüyorum ekseriya. Denize bu kadar yakın olan yerde kadınlı-erkekli gidilecek meyhane yok mesela. Kime sorsanız “Falanca otelde rakı içebilirsiniz,” diyor. Rakı otelin restoranında mı içilir arkadaş? Çeşit çeşit turşu ve ot kavurmasına; mısır ekmeğiyle, bezelye, fasulye tavalarıyla insanın aklını alan yemeklere sahip bir yerde hiç yöresel mutfağı olan mekânı veya kadınların işlettiği yeri yok. Aki ve Emel kumsalda Doğa bir okul olabilir Hayatımızın Birleşik Krallık kısmını Londra'da, Türkiye'ye ayak bastığımızda hemen her anı Tirebolu'da geçiriyoruz. Londra’nın çocuklara ve ailelere sunduğu imkânlar muazzam. Oyun grupları, müzeleri, kütüphaneleri, konserleri, yeşil alanlarındaki çocuk oyun parklarının tasarımları Aki'nin büyüme sürecinde çok değerli. Bir hastanenin bekleme odasındaki çocuk oyun alanını, kütüphanesini görünce şımarıyorsunuz. Ama doğrusu bu. Uzaktan buraya bakınca çocukların ne kadar kısıtlı imkânlarla yaşadıklarını daha net görebiliyoruz. Çocukları görmezden geldiğimizi, fazlalıklarmış gibi davranıp sürekli susturmaya çalıştığımızı düşünüyorum — bu pek çok travmanın kaynağı. Bir tarafımla da Tirebolu'da mümkün olanları görüyorum, Aki burada yaşasa doğada yaşamı öğrenirdi diye düşünüyorum. Bizimle beraber permakültürü, ekip biçmeyi, denizde balık olmayı — doğa, var olmayı, çalıştıkça başarılı olunacağını, azla yetinmeyi, bu hayatın ne kadar kolay olduğunu öğretiyor çünkü sana, onunla birlikte yol aldıkça. Büyük şehrin türlü oyuncaklarından, çeşit çeşit kıyafetlerinden, özetle tüketim çılgınlığından vazgeçiriyor. Olur da bir gün buralara göç edersek hayalim bir orman okulu açmak. Coğrafya kaderse aile de kader. Aki’nin elinden tutarken buradaki çocukların da elinden tutmalıyız. Köyde hâlâ kız çocuklarını liseden sonra okutmak istemeyen aileleri ikna etmek gerekiyor.

"Bir yere yerleşmenin, mahalleli olmanın sırrı köklere inmekte yatıyor."

Ekim 10, 2021

·

Makale

Merdiven altlarında gizli Ayvalık defineleri

Sabahın erken saatleri. Ayvalık'ta daha hiçbir dükkân kepenkleri açmamış. Şöyle "Bir sabah kahvesi içmek istiyorum!" desen en yakın istikâmet Cunda Taş Kahve . Bir kediler bir biz caddelerde. Onlar aheste, biz kahve arayışında beyhude. E artık tuttuk yolu, Beril'le buluşmak üzere. Dar sokaklar, eski Rum evleri — kimi üzerimize yıkıldı yıkılacak. Yeterince güçlü bir aşk rüzgârı bile indirebilir camlarını. Kimi takmış takıştırmış; bir bakanı olacak. O ev, bu ev, şu pencere, beri pencere derken tahin kokuları sarılmış bir sokakta yürüyoruz. Mint yeşili panjurlu bir evin önünde kapılar açık, içerisi mutfak. Kafamızı daha da içeri uzatıyoruz. İşte Beril! Arkasından Berlin ve Raw. Düz ayak evde sokağa taşan bir karşılama töreni. Beril, Balıkesirli. Küçükken Altınoluk'tan tekneyle geldiği Ayvalık'ın bir gün evi olması şaşırtıcı değil. Ayvalık, zamanında ailesinin de ev sahibi olmak istediği, küçüklüğünden beri gelmeyi sevdiği yer. Onu en çok etkileyen de Rum evleri ve ruhu — hatta Taylan da buralı. Cunda'da evlenmişler. 30'lu yaşlarının başında bu hayran olduğu topraklara geri gelen Beril'le, bir Rum evinin eşiğinde oturuyoruz şimdi. Tüm sokağı tahin kokutan sıcak, taze ve vegan kurabiyelere Ayvalık'ta sabah erken saatlerde "evde yoksa yok kahve" eşlikçi. Demeyin keyfimize. "Şu köşedeki benim evim olsa" hayalleri kurmamak işten bile değil. Burası Fevzi Çakmak Mahallesi . Değil mi, Beril? "Evet, şu an Fevzi Çakmak Mahallesi'ndeyiz. Aslında burada her mahalle birbiriyle iç içe. Pek derin ayrılıkları yok." Macaron'dur, Fevzi Paşa'dır, Fethiye'dir — birbiriyle benzer hikâyelerin anlatıcısı, öyküyü canlandıran ve ayrıştıran karakterler. Senin buraya taşınma hikâyen nedir? Nasıl yaşanır bu mahallede? Hayalle gerçek, romantikle realist yürür mü kol kola? "Bizim mahalleye taşınmak için rahat olmak ve hayatı ciddiye almamak gerek sanırım yoksa her şeyi kendine dert edinebilirsin. Kapının önüne kakasını yapan kediler, taş bina olduğu için mutfakta her yerde beliren örümcekler ve böcekler; gece kapının önüne oturan mahallenin gençleri; arabayla evin önüne gelemediğin için eşya taşımanın zorluğu gibi benim için sorun olmayan aksine keyif veren detaylar kimisine problem olabilir." Berlin, Raw ve Beril İki eşik, iki mahalle arası Beril'in anlattıklarının bir kısmı bizi çocukluğumuza veya gençliğimize götürecek cinsten nüanslar taşıyor. Sokakta insanların hâlâ bir eşiğe ya da köşeye oturup sohbet edebildiklerini düşünmek nostaljik bir imge. Değil mi? Ya da büyükşehirli olmanın yarattığı ulaşılmazlık ve kamusal alanın kaotik imajının etkisi olacak bunu düşünenlerin üzerinde — ondan bize nostaljik ve samimi gelişi; Beril'in saydığı bu detaylardan rahatsız değil, hoşnut olmamız. Beril, iki mahalle arası sürdürüyor yaşamını. Nişantaşı ve Ayvalık'ta. Şehrin temposundan kaçanlardan değil ama. Onun enerjisi, yapma cesareti ve üretme dürtüsü nereye gitse içinde. Dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya genişliyor Beril. "Karşılaştırma yapamayacak kadar zıt İstanbul'da ve Ayvalık'taki yaşam. İstanbul’da sabahları işe yetişmek için hızlı hızlı yürüyen insanlar, günün her saati sokaktan geçen motorlar ve köpeklerimi sürekli kaldırımda yürütmek gibi hep bir tedbirli olma hâli, telaş söz konusu. Ayvalık’taki sokağımız eski bir Rum Mahallesi'nde, araç giremeyecek kadar dar. Herkesin evinin önüne minderini oturup karşı komşusuyla karşılıklı çay içtiği o sevimli sokaklardan. Sokakta bizden ve kedilerden başka hareket eden bir canlı, nesne yok." Bir mahalleden her şeyi beklemek akıl kârı mı? Belki içimizde sohbeti başlatmak üzere iki ayrı eşik gereklidir. Belki, bundan sonra çoğumuz, iki mahalle arası bir yaşam süreceğiz. Biri karnımızı biri de ruhumuzu doyuracak. Distopik ya da ütopik. Karşılıklı. Ayrı. Ayvalık sokaklarında başkasının eskisi, birilerinin yenisi Bir define haritası: Ayvalık Türkiye'deki en büyük Rum Mahallesi Ayvalık'ta. Terk edilmişliğin ifadesi var evlerin yüzlerinde. Kimi tüm ihtişamıyla diğer hepsi için dimdik ayakta. Dar sokakların tabelasız antika dükkânları, hiç yazılmamış günlüklerin sayfaları gibi. Topladıkça hikâye birleşiyor, paragraflar yazılıyor. Biz bugün, bu hikâyenin peşinden buraya gelenlerden biriyle bir eşikteyiz. Antikaların tozunu alıyoruz. "Mübadele döneminde kaçabilmek için evlerde gizli kapılar, altlarında sığınaklar varmış. Rumlar, Mübadele Göçü sırasında hiçbir şeylerini almadan gitmişler. Bu sebeple de evlerin altlarında, tuğla duvarların arkasında zamanında Rumların evlerini terk ederken gömdükleri altınları ve değerli eşyaları varmış," diye anlatıyor Beril. Aklımız Kemal Sunal'ın define avcılı filmlerine gidiyor. Zamanında birileri kazıp değerli ne vardıysa almış bu evlerden. Bahçelerden çıkan testileri, küpleri, hokkaları — mahallenin altın değerinde olduğu aşikârdı tabii. Ama define avcılarına mabet olacak kadar olduğunu bilir miydiniz? Hatta define avcılarının gerçek olduğunu? Ayvalık işte öyle bir mabetmiş ki taşınırken bir teknenin duvara çarpmasıyla duvardan altın döküldüğüne dair bile hikâyeler var. Beril devam ediyor: "1928 doğumlu Orhan Amca var, komşumuz. Kendi zeytinliklerinde zeytinyağı üretiyor. Bir gün satarken görünce gittik sohbet ettik. O da meraklı olduğumuzu görünce evine davet etti bizi. İnanılmaz ihtişamlı bir evi var — eskinin varlıklı ailelerinden birinin eviymiş. Dolayısıyla Orhan Amca'nın evine hâlâ define avcıları geliyormuş. Burada bu bir sektör. Define avcıları gerçekten var." Ayvalık mahallelisi bisikletinin üzerinde Hangi restorasyon hangi define? Dar sokaklar boyunca restore edilmiş, eski, az eski, dökülmüş, yanlış restore edilmiş, terk edilmiş, eski ve az eski diye sırayla devam ediyor Ayvalık'taki Rum evleri. Gözlerimiz karşıdaki ihtişamlı eve dikince Beril giriyor araya: "Karşı komşumun evi Ayvalık’taki en eski binalardan ama klasik Rum mimarisi değil. Burada nadir bulunan İtalyan tarzı evlerden olduğu söyleniyor. Mübadele döneminden de öncedir yıkılmamış, deve hanı olarak kullanılıyormuş." Her yıl Ayvalık'a gelince yeni restore edilmiş evlerle karşılaşmak veya tam tersi dökülmek üzere evlerin daha da döküldüğünü görmek mümkün. "Küçüklüğümde geldiğimizde burası harabeydi. Şimdilerde evlerin çoğu satıldı ve yeni sahipleri tarafından restore edildi. 20 yıl önce 30-40 bin liraya alınıyordu — bugün 1,5 milyon isteniyor içi dökülen evlere. Terası, bahçesi varsa üst kattan deniz görüyorsa zaten iki katı nerdeyse." Görülen o ki evlerin içi boşalınca farklı bir define avcılığı gelişmiş mahallede. Ulu orta define: Rum evleri. Bu hikâyeleri dinledikten sonra içinde maddi ederi olan ne varsa alınmış, kendisi yok olmaya terk edilmiş evleri, kültür ve mirası koruma yasalarını düşünmemek elde değil. 1950'den beri burada oturanlar var. Evlerin korunması için herhangi bir önlem yok — insanların bu evleri doğru restore ettirecek imkânları da. Durum böyle olunca en ucuz malzemeyle işe girişiyor ya da satıyorlar. Usta bulmak bile zor. Dar sokaklardan araba geçmiyor, malzeme taşımak da bir mesele. Evlerin para etmesi mahallelinin evi satmak için motivasyonunu artırıyor. Başka bir seçenek de bir tarihî eseri yok etmek pahasına kapalı kapılar ardından yanlış restorasyon uygulamalarına devam etmek. Tüm bunlar masaya konunca bu denli değerli evlerin bunca yıl sadece içindeki defineler kadar kimseyi ilgilendirmemesi ve ederi olmaması bugün gelinen durum kimin sorumluluğunda? Ayvalık'ın yeni mahallelilerinin mi? Burada, bu mirasla yaşamayı tercih edenlerde mi? Onu mecburen ya da tercihen terk edenlerde mi? Belediyede mi, yasa yapıcılarda mı, turistte mi? Cevapları biliyoruz ve bilmiyoruz. Bildiğimiz bir konu, büyük şehirlerin artık insan ölçeğinden çok uzak olduğu. Farklı alternatifler, iki şehir-iki mahalle-iki eşik arası yaşamlar mümkün. Ayvalık’a gelirsek, buradaki altın, define avcılarının aradıklarından başka. Ayvalık'a dair başka sorular, başka mahalleliler: Sarp Dakni'yle Fethiye Mahallesi ve Ayvalık'ı konuştuğumuz sayı burada .

Merdiven altlarında gizli Ayvalık defineleri

Ekim 24, 2021

·

Makale

"Ayvalık, şimdilik Ayvalık. Beş yıl sonra tekrar konuşuruz."

Neoklasik, bakımlı, mavi panjurlu bir ev görüyorum. Burası mı? Emin değiliz. Hangi ev olduğunu hatırlamaya çalışıyor Hazal. "Geceydi," diyor, "son geldiğimde." Yönünü bulamamış seyahat yazarı olmanın utangaçlığı var üzerinde. Heyecanla kuyruk sallayan beyaz bir köpek koşuyor bize doğru. Sarp (Dakni) sesleniyor ilerideki dar sokaktan. İşte orası! Yürüyoruz. Asmaların arkasında Astro , Roko , Juno karşılama töreni için hazır. Biraz oynaştıktan sonra kafamı kaldırıp bakabiliyorum duvarların arkasındaki şiir gibi yaşam alanına. Böyle demem romantikleştirme gayesinden değil. Yıllardır bu evde yaşayan kim varsa hepsinin rengini alan duvarların kafiyelerinden. Memnun oldum — tanıştığımıza da, burada olduğuma da. Görkem (Bilgin) "Roze alır mısınız?" diye soruyor. Pek tabii. Misafirperver beş ev sahibi kadar ev de ağırlıyor bizi. İçeriye doğru genişliyor sanki. Cömert, göz önünde değil fakat gözde. Ev, sahibinden bilinirmiş. Soldan sağa: Juno, Görkem , Astro, Sarp , Roko Roko uyukluyor yamacımda. Bahçedeyiz — gölgede, esiyor. "Sizi hangi rüzgâr attı buraya?" diye soruyoruz, âdettendir. Sarp başlıyor anlatmaya: "Güney'e ya da Ege'ye yerleşelim, Ayvalık'tan ev alalım gibi bir planımız yoktu. İstanbul'dan gitmek istiyorduk, o kadar. Bodrum'a, Yalıkavak'a bakındım biraz. Yok, olmayacak. Güney Ege'de ne fiyatlar ne hayatlar bize uymayacak. Her ağustosta birlikte Midilli'ye gittiğimiz bir arkadaş grubumuz var. Tekneler buradan kalkıyor, öncesinde Ayvalık'ta turluyoruz. Hoş bir yer. Ruhu var. Bütün bildiğimiz bu. Bir gün, Ayvalık'ta bir ev ilanı gösterdi Görkem. Şu an içinde olduğumuz evi." Görkem giriyor söze: "Aslında benim ailem mübadele göçünde geliyor Ayvalık'a. Dedem nalbur, babam Ayvalık'ta doğuyor. O zamanlar burası gözden uzak. Biraz da unutulmuş, kendi hâline bırakılmış. Sanırım bu sebeplerden herkesin kendi topluluğuyla yaşayabildiği bir yer olmuş. Hâlâ devam ediyor bu, bir arada farklılıklarını koruyor. 'Ailem buralı, köklerime döneyim,' diye düşünmedim hiç fakat tarihini bildiğim bir yerin şimdisinde de onu yaşattığını görmek iyi geldi. Olduğumuz yer Fethiye, arkası Roman Mahallesi. Onun da arkası Kürt Mahallesi. Her mahalle kendi başına bir gezegen. Kapı önü sohbetleri, en yaygın sosyalleşme yöntemi. Düğünler, dernekler eksik olmaz. Normalde sen işe gömülmüş çalışırken dışarıdan gelen her sesten rahatsız olursun. Fakat o enerji çok güzel burada. Bir kere 'Öf!' dediğimizi bilmiyorum. Herkesin herkese saygısı var. Yokmuşuz gibi davranılmıyor; aşırı ilgi, alaka, dedikoduyla da bunalmıyoruz." Sarp giriyor söze: "Buraya taşınmak, gün batımlarında sahilde volta atmak dışarıdan romantik gibi görünse de aslında pek değil. Biz şanslıyız. İşimizi getirebildik yaşam alanımıza. Her şeye sıfırdan başlamadık. Ben editörüm, yazmaya devam ediyorum. Görkem, hukukla ilgileniyor, avukat. İstanbul'la çalışıyor hâlâ, orada olmasak da." Ofisini gösteriyor Görkem — cam önü, sakin. Derli toplu bir masa. Burada çalışmak, yaşamak gibisi yoktur. Açık, ferah, davetkâr. "Bizim gibi şehirden taşınan insanların buraya hem yararı hem zararı var. Bu evleri birileri almazsa bakımsızlıktan yıkılacak. O yüzden Ayvalık'ta pek çok evin renovasyonunu üstlenen Fırat (Aykaç) gibi insanların burada olması çok önemli — sadece bir evi değil, kültürü, geçmişi koruyorlar. Fakat sonradan taşınan insanların Ayvalık'ı cazibeli göstermesi de tehlikeli. Birçok mahallede ve ilçede gördüğümüz soylulaştırma burada da yaşanmaya başlanıyor. Big Chefs ve Macrocenter'ın açılacağına dair dedikodu gazetesinden haberler geliyor. Fiyatlar, nüfus artıyor. Buranın yerlisi bir bakıma kazanırken bir anlamda da arz talep dengesinde kendini döndüremez hâle gelebiliyor. Biz üç yıl önce taşındık, Fethiye Mahallesi’nin yüzüne kimse bakmazdı. Şimdi etrafta büyük şehirlerden gelmiş bir sürü komşu var. Şehirden gelen oraların alışkanlıklarını da yanında getiriyor. Biz de bunun bir parçasıyız." Ayvalık'ta hareket hâlinde insanlar Sarp’ın anlattıkları uzun süredir kafamda dönüp duran bir mesele. "Soylulaştırma" olarak çevirdiğimiz gentrification üzerine düşünüyorum. Devletin, belediyelerin organizasyonel yapısı ve girişimleri kadar bireylerin taleplerinin de etkisi üzerine — seyahat ettiği yerde V60 kahvesini arayan, tarladan sofraya romantizmini isteyen fakat domatesini Migros'tan alan şehirlinin talebi. Burada lafım tatil, keşif ya da yaşamak için gittiği yerde de bunu arayan ve isteyene. Talebi karşılamak ve kazanç uğruna bu kararın alınmasına önayak olana. Gittiği her yere trafiği, tekdüzeleştirilmiş ve hayatın küçük zevklerinden lüks ve pratiklik adı altında arındırılmış alışkanlıkları taşıyana. Sözüm, pek çok yere, kişiye. Bir seyahat yayını olarak kendimize de. Gittiğimiz, gördüğümüz, dinlediğimiz yerleri ve hikâyelerini nasıl anlatmalıyız? Yerel olanı keşfetmeye ve yeniden mahalleli olmaya teşvik ederken bir şeyi atlıyor muyuz? Bu düşünceler aklımdan geçerken dile de getiriyorum. Sarp ekliyor: "Ayvalık’ın dönüşümü konusunda avantaj sayılabilecek şey, burada yaşamın çok da kolay olmaması. Var olmak için burayı kabul etmek gerekiyor. Kış koşulları çetin, yaz sezonu iki ay kadar sürüyor. Deniz uzak. Akşam müzik dinlemek ve dans etmek istesen pek öyle yer yok. Dışarıdan gelen değil, hem yaz hem kış yaşayan mekân açıyor. Tabii ki bunların sayıları göç edenlerle doğru orantılı olarak artıyor fakat bir zamanlar Karaköy'ün yaşadığı travmayı yaşamıyor Ayvalık. Siga siga (yavaş yavaş) ilerliyor. Yaşadığımız dünyanın akışında, hızında soylulaştırma, mecbur — yalnız bu illaki göçülen yerin ruhunu bozacağı anlamına gelmemeli. Ayvalık'a hayattaki meselelerini de alıp gelmiş, bilgi birikimleri ve yetenekleriyle katkı sağlayan insanlar var. Defne Koryürek ve Vasıf Kortun , burası için çok değerli iki insan. Defne, ekolojik meselelerin peşinde. Farkındalık yaratmaya ve ses çıkarmaya burada. Zeytinlik alana ev yapılacak, kimsenin ruhu duymuyor. Defne orada bir liderlik rolü üstleniyor engel olmak için. Badem toplamaya gidiyoruz onlarla. Hasat, hayatımızda hiç yapmadığımız bir şeydi. Bir topluluğa dâhil olmaya başladık. Yer, göçmüşlük hissi değil fakat bizi birleştiren tek şey. Birbirini seçmenin, üretmenin, diğerinden öğrenecek çok şey olduğunu görmenin hazzı." Cumhuriyet Caddesi'nde bir silüet Şehirler insan ölçeğini ve yaşama elverişini kaybettikçe farklı yeteneklere ve farkındalıklara sahip insanlar taşınmaya devam edecek. Hazırlanmamız gereken senaryoda gidilen yerleşim yerinde kolektif bir yaşam sürmenin yollarını aramak var. Soylulaştırmanın değil, adil ve iyi dönüşümün bir parçası olabilmek var. Ve hâlihazırda sahip olduğumuz alışkanlıklarımızı değil, yaşadığımız yere uygun olanı talep etmek ve birbirimizden öğrenebileceklerimize odaklanmak. Yaşadığımız yerle asimile (sindirim) değil, entegre (bütünleşme) olmak! Ayvalık, şimdilik Ayvalık. "Beş yıl sonra tekrar konuşuruz," diyor Sarp. Olanlar ve gelişecekleri kastediyor. Fethiye Mahallesi’nden bildirdik. Ayvalık bülteninin devamı gelecek...

"Ayvalık, şimdilik Ayvalık. Beş yıl sonra tekrar konuşuruz."

Eylül 5, 2021

·

Makale

"Dolapdere'de villalar, siteler yok. Camdan cama muhabbetler, turşucular, günaydınlar ve filozoflar var."

Trafik. Baki. Bahriye Caddesi 'nin fırını önünde sıkışınca ekmek kokuları doldu arabaya. Kırmızı, yeşile dönüp durdukça ilerliyoruz olduğumuz alanda. Yüzüme sıcak ve asfalt çarpıyor. Ufuk, Sururi Parkı 'nı geçtikten sonra biraz daha açıldı. Ne güzel isimler: Bahriye Caddesi, Sururi Parkı. "Geç kaldım, kalıyorum, kesin kalacağım," endişelerini bir kenara bırakıp sağımda ve solumda yükselen binaları izlemeye başlıyorum. Eski yıllarda havaalanından dönerken gece yarısı açık manavlarından limonu, şeftaliyi kese kâğıdına doldurmak için durakladığım; tamponunda "Kaderimsin" yazılı, ışıltılı arabalarıyla fiyaka atan mahallenin gençlerine denk geldiğim Kasımpaşa 'dan Dolapdere'ye uzanan yolda, şimdi Sheraton Otel, Yargıcı Genel Merkezi, Shopi go binası, Dirimart Galerisi, Evliyagil Müzesi, Pilevneli binaları dikili. Lastiklerin sergilendiği kaldırımların cansız mankenler dizili vitrinlerle birleştiği kavşakta, dadaist bir şeyler oluştuğunu düşünmeye başladığım noktada "Tamam," diyorum. "Geldik." Sağda, siyah boyalarla futbol topuna benzetilmeye çalışılan plastik top, araba altına kaçtığı için ağlayan çocuğu geçince Çin Lokantası'nın yanında ineyim. Arkadakiler kızmasın, korna velvelesi başlamasın diye ani bir hamleyle çıkıyorum. Başındaki hasır şapkasıyla güneşten korunmaya çalışan oğlan "May I?" diyerek tutuyor kapımı. Sonra da henüz boşalttığım koltuğa oturup kırık Türkçesiyle "Gayrettepe lütfen," diyor. Pek centilmen. Durup dururken cinsiyet atamış oldum. Kibar... Birey? Dolapdere'nin eklektik kozmopolitizmine hoş geldim. Dedesi semtin ilk sakinlerinden olan Rinaldo Marmara 'nın kaleme aldığı Pangaltı (Pancalti) kitabında, 1860'larda mahalleye yerleşen, İtalya'dan gelen göçmen Giovanni Battista Pancaldi 'den adını alan Pangaltı ve başlangıçta küçük bir Rum köyü olan, Rumca "at ahırları" anlamına gelen Tatavla , bugünkü adıyla Kurtuluş mahallelerinin kapı komşusu, Dolapdere sokaklarındayız bugün. Hah! Ali (Özbatur) de geldi! Panayia Avangelistria Kilisesi'nin çanları bizim için çalar mı diye beklerken arabalar üstünden geçsin de çiğnesin diye yola serilen halıların olduğu sokaklarda gezeceğiz. Zil yerine "Çekilin!" diye bağıran çocukların arasından ilerleyip mural 'lere, tag 'lere, pencereler önündeki ortancaları çevreleyen ferforje korkuluklara bakarak yürüyoruz şimdi. "Aliiii, eve gel!" diye bağırıyor bir başka Ali'nin annesi. Gazozu sağ elinde, sol eli cebinde, arkadaşlarına "Bay bay!" dedikten sonra sesin geldiği yöne ilerliyor öbür-Ali. "Acaba şu 1855 yılında siyasi sığınmacı olarak ülkesinden ayrılarak İstanbul'a yerleşen Polonyalı şair Adam Mickiewicz'in evi mi?" diye soruyorum. "Hayır. O Tatlı Badem Sokak 'ta," diye mahallenin ünlülerini anlatıyor bize bizim-Ali. Ali (solda) ve oto yıkamacı Mehmet Abi Ali, 5 yıldır Dolapdereli. Taşındığı yıllarda Arter binası, Pilevneli Galerisi , Dirimart henüz yok. Sabah beşte kapıda kaldığı için balkonundan kendisininkine atlamak isteyen komşusu; mahalleli delikanlılar arasında sık sık çıkan kavga sesleri; camdan cama, sigara eşliğinde gıybet saatleri; "Gel bir çayımızı iç, içini dök," diyen oto tamircisi Mehmet Abi var. Neden buradasın Ali? Başlıyor sohbetimiz. Ali'nin müdavimi olduğu Kurtuluş'la Dolapdere'yi bağlayan Eşref Efendi Sokak 'ta Kot Sıfır 'dayız şimdi. "Aile evinden çıkmayı planlıyordum. Uzun yıllar Gümüşsuyu 'nda yaşadım. Beyoğlu luyum. Okula orada gittim. Gençliğimle ilgili ilk anılarım Pera sokaklarında. Dersten çıkardık. Tophane 'de adam bıçaklanırdı, onu hastaneye götürürdük. Keşmekeş hayata alışkınım. Bakınmaya başladım. Nerede yaşarım? Cihangir 'de ev tutsam, iki gün sonra 'Bu bina yıkılacak, çıkın,' diyecekler; evim, elimde kalacak. Gayrettepe , Balmumcu 'da biraz daha uygun fiyatlı evler var. Ama yok. Gitmek istemedim oralara. Birçok kültürün ortasındaki Dolapdere çıktı karşıma. Mahalle hayatına sahip ama steril değil. Bir tarafı tanıdık, bir tarafı canlı. Oto tamircileri ve inşaat alanları ortasında, o zamanki okulum İstanbul Bilgi Üniversitesi var mesela. Yürüdüm, bakındım. Oldu. Dolapdere'ye taşındım. İlk zamanlarımda yeni yer korkusu vardı. Burada birey olarak kendimi ne kadar dışa vurabileceğimi bilemiyordum. Kapalı bir mahallecilik olduğunu, dışarıdan gelenin kabul edilmeyeceğini sanıyordum. Alakası yokmuş. Şimdi Dolapdere'nin herkesi kucaklayabilecek bir çorba olduğunu düşünüyorum. 90'lar jenerasyonunun içine doğduğu bir hayat tarzı var burada. Manavın 'Günaydın,' der, 'Fırından taze çıktı ekmek,' diye seslenirler arkandan. Masalar, sandalyeler, çocuklar, kucağa açılan piknikler, müzik, zaman zaman kütüphaneler sokağa taşar. Kapı önü sohbetleri vardır. İçeride yan gözle dizi izlenirken sigara tüttürülür mesela, çekirdek çitlenir. Tenekede ateş yakılır ve etrafında muhabbet edilir. Bir yerden bir yere giderken merhabalaşıp çay içilir. Bizim mahallenin oto tamircisi Mehmet Abi, sabahları 'Gel, börek yiyelim,' der. Fill 'e uğrarım. Serkan Abi 'yle felsefe konuşuruz. Geçenlerde keyfim yoktu bir gün. Mehmet Abi çok zorladı. 'Gel, otur,' diye. Ben kaçmaya çalıştıkça 'Otur be,' dedi, çayı söyledi o sırada. Havadan sudan konuştuk. Üstü kapalı, içten gelen bir dayanışma, unuttuğum insani bir taraf vardı, değerli hissettim. Biz sürekli iş konuşuyoruz diye düşündüm eve gittiğimde o gün. 'Ne haber, nasılsın?' demeyi unutuyoruz. Hayatı akıtmıyoruz. O iyi niyeti burada bulmak iyi geliyor bana. Etrafındaki insanları tanımaya açık oluyorsun. 800 daireli distopik apartmanlar yok burada. Aynı eşikten geçtiğin 200 kişiyle paylaştığın tek bir adres yok. Kınalı Keklik Sokak 'ta oturuyorsun mesela. Bir pencere açıyorsun, o sırada karşı komşun da camda. Gelene geçene bakınıyor. Birden hayatlarımız birbirine açılıyor, aradan mesafeler kalkabiliyor, apartman kapıları kapandığında birbirinden ayrışmıyor. Ben Dolapdereliyim. Kimliğimin parçası buralı olmak. Buradan bir gün taşınabilirim ama sebebi Dolapdere'yi bırakmak değil, başka bir Ali olmak olur." O sırada Gökçen devreye giriyor yandan. Sigarasını tüttürürken bizi duymuş. Mahallenin "Elalem ne der?" kaygısıyla yaşayanı sınırlayabilen hâlinden bahsediyor. "Bazen iyi geliyor," diyor, "kimsenin seni tanımadığı binalarda, birbirinin aynı, okul forması gibi sosyokültürel yapıların belli olmadığı sitelerde, betonlarda yaşamak. Doğduğun mahalle sende hem aidiyet hem de onunla gelen sıkışmışlık yaratabiliyor," diye devam ediyoruz sohbete. Yaşamayı seçtiğin mahalle, kan bağı olmayan ailen gibi belki de. Onun içinde buluyorsun kendini, şimdini ve geleceğini. Kot Sıfır'ın Pearl Jam çalan zamanından çıkıp Despina'nın, Niko'nun yaşadığı Tatavla apartmanları önünden geçerek ilerliyoruz. "İleride belli ki olay var, şu yandan kaçalım," diyor Ali. Adana Ocakbaşı 'na bir bakalım.

"Dolapdere'de villalar, siteler yok. Camdan cama muhabbetler, turşucular, günaydınlar ve filozoflar var."

Ağustos 15, 2021

·

Makale

"Mutfağı için, havası için, suyu için, doğası için gelinecek yer: Cunda"

Yıllar yılı ikisi birlikte anılmış, birini ziyaret eden öbürünün de kapısını çalmadan Kuzey Ege'den ayrılmamış: Ayvalık ve Cunda, iki komşu. Cunda, diğer adıyla Alibey Adası, Ayvalık ilçesinin en büyük adası. Yazlık nüfusu, kimi zaman kışlık nüfusunun beş-altı katına çıkan ada, bu kadar işletme açılmadan önce de yıllar yılı balık lokantaları, pek tabii balıkçıları ve zeytincileriyle nam salmış. Cundalı Ayvalık'tan, Ayvalıklı Cunda'dan ayağını kesmemiş. Bugün eskiden bu topraklarda yaşayan Rum Ortodoks ahalisinden kalma birçok kilise ve manastırla komşu restoranları, otelleri ve dükkânlarıyla süzüm süzüm süzülüyor. Bize kalırsa Cunda, Ayvalık'tan daha turistik. Hediyelik dükkânlarından, her sene ismi değişen restoranlardan, her sezon yenisi açılan otellerden o da nasibini almış almasına ama biraz çıktın mı yoldan, 1980'lerde bırakılmış film seti gibi sahiller. -mışlar ve -mişler, orada duruyor, yaşanmış. Ayvalık'ın o özgür ruhuna dair de bir şeyler orada. Cunda mahallelisi: Çiğdem Özsüt "Ayvalık daha bohem. Türkiye'nin en büyük Rum mahallesi. Yaz-kış yaşamak için daha merkezî, kalabalığın olduğu yer. Cunda özellikle de sonbahar-kış aylarında inzivada sanki, sakin, Ayvalık'ın sayfiyesi gibi biraz. Ayvalık, şehrin çoğu imkânını yaz-kış sunuyor. Cunda, henüz o kadar değil, ada ruhunu koruyor," diye anlatıyor Çiğdem. Ayvalık-Cunda arası, üç-beş Paul Desmond parçası ve sinemada bir film arası kadar yakın. Onları ayıran bir sonbahar. Taş Kahve'de günde yaklaşık 5000 fincan kahve dövülüyor Cundalı Cunda'nın bir farkı da şu: dışarıdan gelenin komşusu da buralı. Hayatını değiştirmek isteyen geliyor buraya. Samimiyet ve sıcaklık arayan. Mahallesinin, komşusunun kapısını çalabilmek isteyen. Ondandır belki Cunda'nın yoğun turizme ve göçe rağmen değişmiyor havası. Hele ki el ayak çekilince daha iyi anlıyor insan, buraya yaşamaya gelenleri. "Buralı insan yerine sahip çıkıyor, koruyor. Dokuz senedir gözlemlediğim dönüşüm, agresif bir değişime sebep olmadı. Yıllar içinde mekânlar, evler ve yaz-kış oturan nüfus arttığı için ihtiyaçlar tabii doğru orantılı olarak fazlalaşıyor. Belediyecilik tarafında gelişime ihtiyaç duyuluyor. Altyapı yetişmiyor. Misal doğalgaz yok burada. Bunun gibi büyüdükçe çözülmesi gereken problemler var. Özellikle yazdan sonbahara geçerken adadaki ihtiyaçlar daha net gözler önüne seriliyor fakat bu Cunda'ya has değil." Mümkün olan o başka hayatı "erkenden" görmek, mevcut düzeni bırakıp göçme kararını almak. Çiğdem, onları Cunda'ya getirenin seçme hakkı, kararlılık ve cesaret olduğunu söylüyor. İki çocuklarının da hayatının daha özgür olduğunu anlatıyor. Temiz havada, toprağa, kuma bulanarak büyümek var çünkü Cunda'da. Yaz-kış denizle iletişim kurmak demek Cundalı olmak. Trafikte harcanan vaktin aileyle evden-işe, işten-eve, evden-okula, okuldan-eve yürüyüş yapılarak geçirilen bir zaman dönüşmesi demek. Çocuğun bir birey olabilmesi ve özgürce hayata katılması. "Çocuklar çok sosyaller. Şehirden gelen çocuklarla ciddi fark var olduğunu gözlemliyorum. Çıplak ayak çimende koşuyorlar, esnafla sohbet ediyorlar. Yaşama daha çok dahil oluyorlar. Cunda bu anlamda sunduğu mahalle ortamıyla da doğasıyla da eğitim imkânlarıyla da avantajlı bir yer." Kokteylleri ve kapı önü muhabbetleriyle meşhur Orman Eylülde gel, hep kal Büyük şehirlerin ne kendine ne de içinde yaşayan insanına yetememesi; işsizlik; dijitalleşmeyle farklı iş modellerinin gelişmesi, işletme açmayacak olan şehirliyi bile bir rüzgâr, bir kafa atması, bir hayalle küçük beldelere taşıdı. Cunda'nın sonbahar-kış ahalisi, mahallelisi nasıldır şimdi? "Biz buraya ilk geldiğimizde çok gençsiniz orada ne yapacaksınız diyenler şimdi ne kadar doğru karar vermişsiniz diyor. Bu bile insanların artık küçük beldelere taşınmakla ilgili düşüncelerinin değiştiğini gösteriyor. Sonbahar-kış aylarında gelen, bizi daha da iyi anlıyor," diye açıklıyor Çiğdem Cunda'nın son yıllardaki sonbahar-kış seyrini. "Buranın yaş ortalaması 2000'lerin başında daha yüksekti, artık orta yaş grubundan insanlar da Cunda'ya göçmeye başladı. Bodrum ve Çeşme gibi beldelere nazaran hâlâ ucuz. Hâlâ kaçabileceğin bir alan var. Çevrim içi işler yapan veya gelip yerel lezzetlerle kafe, restoran açan da çok. Özellikle pandemiden sonra yaz-kış, şehir-bucak üzerine düşünceler ve alışkanlıklar değişince Cunda'da da yaşam değişti. Emekliler büyük şehre hiç gitmedi, uzaktan çalışanlar adaya yerleşti. 'Yazlık'lara şimdilerde klimalar takılıyor, evde ısıtıcılar açılıyor. Hatta sırf Cunda'nın değil, Gömeç ve Burhaniye'nin nüfusu bile değişti." Artık cesaret etmek mi daha kolay yoksa şehirlerin yaşam koşulları mı daha zor yoksa C şıkkı, "Hepsi ve diğerleri," mi bilinmez ama özellikle Ege beldelerindeki mahallelerin nüfusu büyük oranda değişiyor. Bu değişim, farklı dönüşümleri de tetikliyor. Sonbahar-kış aylarına iki mahalle arası gel-gitle yaşayanların sayısı her geçen gün artıyor. Farklı yaş grubundan, şehirden ve meslekten insan, üretmek ve farklı bir yaşam kurmak için Kuzey Ege'nin, Karadeniz'in, Akdeniz'in mahallerinde buluşuyor. Dört mevsim Cunda Meydan gelişiyor, kalabalıklaşıyor Diğer bir mesele, "konar-göçer"ler. Turizm turizmi bitirebiliyor, malum. Gidilen yere tüketim alışkanlıklarını götürmek, yalnızca turizm endüstrisine ve sezonlarına hizmet eden tercihlerle bölgeye gitme sebebini yok etmek de mümkün; sezon dışına çıkmak, yerel olanı desteklemek, alışkanlıkları değiştirmek de. Nasıl daha duyarlı ve daha az tüketerek seyahat edebiliriz sorusu var aklımızda, yola çıktığımızdan beri. Karşımızda yaşadığı mahallede aynı zamanda otel sahibi bir mahalleli olunca sormamak olmuyor: Turizmin, turizmi bitirmemesi, en önemlisi de oradaki yaşamı olumsuz yönde etkilememesi için neler yapılabilir? "Sadece yaz tatiline çıkma alışkanlığından, 'temmuz-ağustos' hırçınlığından vazgeçebilirsek bile bir şeyler değişebilir." diye başlıyor anlatmaya Çiğdem. Altın çizmek istediği özellikle Türkiye'de yaz tatili ya da kış tatili olarak adlandırılan, deniz ve kayak tatillerinin çok fazla tercih edilmesinin "yüksek sezon" yoğunluğuna sebep olduğu. Böyle olunca da yalnızca iklimine ve buna uygun sunduğu imkânlara göre seyahat destinasyonunun belirlenmesi, işletme sahibinin, yıllık gelirini yüksek sezonda çıkarmaya çalışması. Nüfus yoğunluğunu bölgenin altyapısı kaldıramıyor. Kirlilik, enerji yüklemesi, kalabalık ve dahası. Peki Cunda'da bu iş nasıl Çiğdem? "Aslında yazın Cunda'ya gelenler, en kötü zamanına geliyorlar. Haziran başı; eylül, ekim, kasım aylarında Cunda'da gittiğin mekânlarda daha iyi hizmet alırsın. Kalabalık yoktur, taze malzeme tarladan sofraya kadar gelmiştir. Zeytin hasatının bereketi hissedilir. Doğa canlanır. Eğer Cunda'nın asıl güzel mevsiminin sonbahar-kış ayları olduğunu anlatabilirsek hem Cunda hem Cundalı hem turist rahatlayacak. Burada birçok mekân gelen giden olmayınca giderlerinin karşılayamadığı için kışın kapatıyor. Böyle olunca mekânlar sürekli el değiştiriyor. Sadece yazın gelen turistten tüm yılı çıkarmaya çalışıyor, ne yapsın? Böyle olunca ne mekânın ne de müşterinin sürekliliği oluyor." "'Deniz tatili' için yazın buraya gelmek de bir seçenek elbette ama tek seçenek değil. Kışın da Cunda'da yapılacak çok şey var. Cunda, Kuzey Ege mutfağı için, havası için, suyu için, doğası için gelinecek bir yer. Sonbaharda zeytinlikler arasında yürüyüş yapmak gibisi yok. İnsanların bakış açısını değiştirmek için bunu anlatmak bile bir adım. Bizim kışın açık olmamızın en büyük sebeplerinden biri bu. Bu güzellikleri tanıtmak." Tatil anlayışını değiştirmek lazım — birçok açıdan. Şehirlerin, beldelerin, bucakların tüm nimetlerini anlatmak lazım. Tüketme değil keşfetme güdüsüyle, "orada olmak" ya da sadece "yolda olmak" için çıkmalı yola. Cunda'ya, sonbaharda balık sezonuna, zeytin hasatına; ilkbaharda doğanın çoşkusuna, topraktan ot toplamaya.

"Mutfağı için, havası için, suyu için, doğası için gelinecek yer: Cunda"

Kasım 7, 2021

·

Makale