Abdullah Esin
LATEST STORIES
Babala TV: Kılıçdaroğlu bagajından kurtulabildi mi?
Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Babala TV’de katıldığı yayın birkaç saat içerisinde milyonlarca görüntülenme alarak büyük kitlelere ulaştı. Ana akım medyanın muhalefet liderlerine kapalı olduğu, karşı mahallenin duvarlarını aşarak derdini anlatmanın yapısal bir soruna dönüştüğü Türkiye siyasetinde, Kılıçdaroğlu’nun programda göstereceği performansın seçim sonuçlarını değiştirebilecek bir etki yaratacağı bile düşünülüyor. Programın seçim sonuçlarına olası etkisi bir yana, ‘korktuğu’ için programa katılmayacağı düşünülen Kılıçdaroğlu’nun kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplar ve 7 saatten fazla süren program boyunca gösterdiği sakin ve dinamik performans şimdiden büyük beğeni topladı. CHP Genel Başkanlığına yükselişi ve partideki lider imajının pekişmesinde Mehmet Mir Dengir Fırat ve Melih Gökçek gibi AK Parti’nin önde gelen isimleriyle yaptığı birebir tartışmalardaki performansının büyük pay sahibi olduğu Kılıçdaroğlu, Babala TV’deki performansıyla bunu genç seçmene de kanıtlamış oldu. Programın ilk önemli kazanımının bu olduğunu düşünüyorum. 10 yıldan uzun bir süredir iktidar tarafından sistematik olarak hedef gösterilen, ‘liderlik vasfından yoksun olduğu’ toplumsal bir ön kabul haline getirilen ve adaylığı açıklandığı günden beri her türlü yalan ve kara propagandayla iktidar seçmeni nezdinde şeytanlaştırılan Kılıçdaroğlu kendisini filtresiz, sansürsüz ve doğru bir şekilde topluma anlatabilmek için önemli bir fırsat elde etti. Seçmenin oy tercihini değiştirip değiştirememek bir yana, en azından genç seçmenin gözündeki Kılıçdaroğlu imajının önemli ölçüde değişeceği kanaatindeyim. Kılıçdaroğlu’nun kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplar da önemli ölçüde tatmin ediciydi. Yeri geldiğinde hatasını kabullenen yeri geldiğinde de yanlış bilinenlerin doğrusunu anlatan Kılıçdaroğlu, samimi üslubuyla izleyicileri tatmin etti. Hem CHP’nin muhafazakâr seçmenin gözündeki olumsuz imajı hem de iktidarın kara propagandası nedeniyle sırtında büyük bir bagaj taşıyan Kılıçdaroğlu, bundan tümüyle kurtulamasa da önemli bir kısmını sahnede bırakıp gidebildi. Yükü hafifledi, karşı mahallenin duvarlarını tümden yıkamasa da surda büyük gedikler açabildi. Kendisine yöneltilen sorular beklendiği üzere PKK, HDP, başörtüsü yasağına karşı tutumu, TOGG, İHA-SİHA’lara neden karşı (!) olduğu ekseninde gelişti. Bunlara ek olarak, eğitim, ekonomi, SMA hastalarına yönelik vaatleri ve mevcut sorunları nasıl çözeceğine ilişkin sorular da soruldu ancak programın ana eksenini Kılıçdaroğlu’nun Türkiye vizyonundan ziyade AK Parti propagandası nedeniyle üzerine yapışan suçlamalar ve toplumsal önyargılar oluşturdu. Kılıçdaroğlu, kendisine yöneltilen sorulara onların oylarına talip olan bir siyasetçiden bekleneceği üzere istenilen cevabı vermek yerine hem katılımcıları hem de izleyicileri demokrasi ve hukuk devleti ekseninde düşünmeye zorlayacak yanıtlar verdi. Selahattin Demirtaş’a ilişkin sorulan bir soruya verdiği cevap bunun en net örneğiydi: “Selahattin Demirtaş’ı, Osman Kavala’yı serbest bırakacak olan ben değil yargıdır. Ben neden yargılandılar diye itiraz etmedim, benim itirazım mahkeme kararlarının neden uygulanmadığınadır. Emine Şenyaşar. Kürtçe biliyor, Türkçe bilmiyor. 2 çocuğu öldürüldü. Kocasının kafasına hastanede bir tüp vurularak öldürüldü. Bu kadın gitti bir kağıdın üzerine ‘Adalet İstiyorum’ yazdı. Bu aile PKK’lı denilerek kadın linç edildi. Her türlü suçlama yapıldı. Bu kadının bir günahı yoktu. 8 savcı iddianame düzenlemedi. Avukatı bana ulaştı. Burada bir adaletsizlik var. 2 çocuğu, kocası öldürülmüş bir kadın var burada ama savcılar korkudan iddianame yazamıyor. Gittim, Adalet Sarayının önünde kadını buldum ve avukat arkadaşlarıma ‘bu kadının hakkına sahip çıkın’ dedim. Bu kadın hayatı boyunca bize hiç oy vermemiştir, belki sandığa bile gitmemiştir. En sonunda bir savcı iddianame hazırlamak zorunda kaldı. Buna hepimizin isyan etmesi lazım. Anne annedir, her anne için evladı vazgeçilmezdir. Dolayısıyla bizim yeni bir sürece evrilmemiz lazım, kutuplaşmanın önüne geçmemiz lazım. Birisi yanlış düşünebilir, ben de hata yapabilirim. Hata insana özgüdür. Eleştirel bakmamız lazım. Yanlışımız olur, hatamız olur. Hatadan dönmek bir erdemdir. Adaleti getirmek için her birimizin tek tek uğraşması lazım. Bu ahlaki bir görevdir, bir erdemdir.” Kılıçdaroğlu’nun Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması gerekliliğini hukuk ve adalet ekseninde açıklaması, adaletin kendimizden olan için değil toplumun her bir ferdi için savunulması gerektiğini vurgulaması ve hatayı kabullenmenin bir erdem olduğunu belirtmesi Türkiye siyasetini ve kamusal tartışmayı yeni bir hatta çekme isteğinin dışa vurumu oldu. Kılıçdaroğlu’nun verdiği cevaplar zihin dünyamızı başka bir düzleme çekmeye çalışsa da kendisine yöneltilen sorular zihin dünyamızın, özellikle de genç seçmenin hapsolduğu otoriter-milliyetçi-şovenist ekseni gözler önüne serdi. Siyaseti değerler ve vaatler üzerinden değil karşıtlıklar üzerinden okuyan ve buna göre pozisyon alan bir toplumda, karşı mahallenin duvarlarını yıkmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha gördük. Medya ambargosu ve muhalefete yönelik sistematik baskı nedeniyle Kılıçdaroğlu’nu dinlemenin ve anlamanın neredeyse imkânsız hâle geldiği bir ortamda, böyle bir fırsat bulunmuşken onu tanımaya çalışmak yerine iktidarın kara propagandasının yarattığı yanlış algıların hesabını sormaya çalışmak muhalif figürlerin toplum nezdinde ne kadar şeytanlaştırıldığını görmemizi sağladı. Programda öne çıkan bir diğer olgu da iktidarın medya üzerindeki hegemonyası ve algı yönetimi ile ekonomik kriz ve artan yolsuzluk gibi konuların sorumluluğunu kendi üzerinden atarak toplumsal öfkeyi muhalefete yönlendirmedeki başarısıdır. “Ben neden TOGG alabilecek gelire sahip değilim, siz iktidara geldiğinizde alım gücünü nasıl artıracaksınız?” diye sormak yerine Kılıçdaroğlu’na “TOGG projesini neden desteklemiyorsunuz?” demek bunun çok net bir göstergesi oldu. Türkiye’de yaşanan bütün siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların kaynağını 21 yıldır tek başına iktidarda olan AK Parti-Erdoğan yönetiminde aramak yerine sorunların kaynağını muhalefette görmek vatandaşlar olarak demokrasi ve hesap verilebilirlik gibi kavramları yeterince özümseyemediğimizin bir göstergesi. Vatandaş olarak yaşanan her sorunda ve yapılan her hatada iktidardan hesap sorabilme hakkımız ve gücümüz olduğunu kabullendiğimiz zaman Türkiye’de demokratik bir rejimin hayalini de kurabileceğiz.
AB’nin tercihi: Tampon bölge
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri , Avrupa’ya göç dalgalarının hızlandığı 2015’ten itibaren önemli ölçüde ‘Göçmen Mutabakatı’ üzerinden şekilleniyor. AB liderlerinin Erdoğan hükümetine karşı tutumu mutabakatın devam ettirilebilmesi hedefiyle pragmatist bir çizgiye yerleşirken Türkiye’deki seçimlere ilişkin Avrupa basınında yapılan haber ve analizlerde de olası bir hükümet değişikliğinde Göçmen Mutabakatının akıbetinin ne olacağı tartışılıyor. Avrupa merkezli haber kuruluşu Euronews , 30 Mart’ta “ Eğer muhalefet seçimi kazanırsa AB ile Türkiye arasındaki göçmen mutabakatına ne olacak? ” başlıklı bir makale yayımlamıştı. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu da Twitter hesabından bu makaleye “ Bu konu hakkında başından beri çok netim. Önce Türkiye ” ifadeleriyle cevap vermişti. Almanya'nın eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ile Mart ayında yaptığımız röportajda da bu konuyu gündeme getirmiştim . Fischer, "Muhalefet seçimleri kazanırsa Türkiye-AB ilişkilerinde ne gibi değişimler yaşanabilir?" sorusuna cevap olarak "Türkiye seçimlerine müdahale etmek istemiyorum. Ben Türkiye’nin dostuyum ve bir demokratım. Demokratik, adil ve şeffaf seçimlere inanıyorum. Gerisi Türkiye’deki siyasi partilere kalmış bir şey" ifadelerini kullanmıştı. Fischer, "Göçmen Mutabakatı revize edilmeli mi?" sorusuna da şu cevabı vermişti: "Eğer bu konuda bir ihtiyaç varsa, ki bence var, taraflar yeniden müzakere masasına oturmalı. Sadece Türkiye değil, AB de sığınmacılar konusunda büyük bir baskı altında. Maalesef, hem Türkiye’de hem de Avrupa’da sığınmacı konusuna ilişkin olumsuz görüşler hâkim. Şunu söylemeliyim ki Türkiye bu konuda çok fazla şey yaptı, bu yüzden minnettarız. Mevcut konjonktürde, anlaşmanın yeniden müzakere edilmesi gerekiyorsa, ki gerekiyor, taraflar arası görüşmelere tekrar başlanması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, 6 Şubat depremlerinin hem Türkiye’de hem de Suriye’de yarattığı korkunç insani dram, bizleri birlikte hareket etmeye motive edebilir." Göçmen Mutabakatı: beklentiler ve sonuçlar Türkiye ile AB arasında 2016'da Ahmet Davutoğlu hükümeti tarafından imzalanan “Göçmen Mutabakatı” ile Türkiye, AB’ye giden düzensiz göçün önlenmesi ve göçmenlerin geri kabulü koşullarını kabul etti. 2011'de başlayan Suriye iç savaşının etkisiyle Suriye'den Avrupa'ya doğru büyük bir göç dalgasının başlaması ve beraberinde AB ülkelerinde yükselen göçmen karşıtlığı AB liderlerini bu konuda somut adımlar atmaya zorladı. 18 Mart 2016’da imzalanan mutabakatta, AB tarafında Almanya ve Hollanda mutabakatın hazırlanmasında ve imzalanmasında temel aktörler olarak ön plana çıktılar. Bu, düzensiz göçün tüm sorumluluklarını neredeyse tek başına üstlenmek anlamına geliyordu. Anlaşmanın en çok tartışılan iki maddesi şu şekilde: 20 Mart 2016'dan itibaren Türkiye'den Yunan adalarına geçen tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye'ye iade edilecek. Yunan adalarına ulaşan göçmenler, usulüne uygun olarak kayıt altına alınacak ve sığınma başvuruları Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile işbirliği içinde bireysel olarak işleme konulacak. Dayanaktan yoksun ya da kabul edilemez bulunanlar Türkiye'ye iade edilecek. Türkiye, AB'ye yönelen yeni düzensiz göç güzergahlarının oluşumunu engelleyecek, deniz ve kara güzergahlarını önlemek için her türlü tedbiri alacak ve bu doğrultuda AB'nin yanı sıra komşu devletlerle de işbirliği yapacak. Anlaşma gereği, AB Komisyonu tarafından Türkiye’ye ödenecek olan fonlar, döviz kaynağına ihtiyacı olan hükümet için o dönemde kısa vadeli bir kaynak girişi yaratmıştı. İlk aşamada 6 milyar avro olarak belirlenen tutara, 2024 yılına kadar ek 3 milyar avro daha eklenecek. Fonların tamamının ödenmemesi konusunda iktidar tarafından eleştiriler yapılsa da taahhüt edilen tutar kısa vadeli bir ekonomik rahatlama yaratacağı beklentisiyle kabul edilmiş oldu. Ayrıca, Türkiye'ye vaat edilen vize serbestisi konusunda ise hiçbir somut adım atılmamakla birlikte son 2 yılda Türkiye'den yapılan vize başvurularının red oranlarında büyük artışlar yaşanıyor. Suriye'de iç savaşın başlamasıyla AB’ye yönelen göç dalgası, başta Almanya olmak üzere birlik içerisindeki ülkelerde göçmen karşıtı söylemleri ve hareketleri artırdı. Göçmen karşıtlığının yaratacağı siyasi ve toplumsal problemleri önlemek isteyen AB ülkeleri, Türkiye ile yapılan 'Göçmen Mutabakatı' ile tüm sorumluluğu Türkiye’ye bırakarak kısa vadeli bir siyasi rahatlama yaratabildi. Bunun karşılığında da Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve otoriterleşmeye yönelik tepkilerin dozu sistematik olarak azaltıldı. Erdoğan açısından bakıldığında da siyaseten kazançlı olan bu anlaşma ile birlikte göçmenlerin AB’ye karşı bir koz olarak kullanıldığı görülüyor. Yaşanan her krizde AB’yi sınır kapılarını açmakla tehdit eden Erdoğan, iç ve dış politikada kendine hareket alanı yaratabiliyor. "Türkiye bir hendek ülke" İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 2022 yılında partisinin hazırladığı "Göç Doktrini ve Stratejik Eylem Planı" tanıtımında içişleri bakanlığı döneminde emniyet bürokrasisinin göç konusunda kendisine verdiği brifingi dile getirmişti. Akşener'in konuşmasında öne çıkanlar şunlar olmuştu: "Ben İçişleri Bakanlığı görevine atandığımda bütün birimlerin müsteşarları geldiler bir gün boyunca işleyişin brifingini verdiler. 'Sayın bakanım şimdi bir brifing daha almanız lazım' diyerek göçle ilgili benim bir brifing almam gerektiğini söyledi. Türkiye'den bir göç hareketliliği her zaman olacak ve Batılı bundan çok rahatsız. Bugünler yok daha ve sabahtan akşama bu konuyu konuştuk. 'Yurtdışından size gelecekler ve bir anlaşma, esneklik talep edecekler. Bunun anlamı bu ülkeyi hendek haline çevirmektir' dediler. 'Avrupa Birliği için bile buna esnek davranmayın' denildi bana." Akşener, konuşmanın devamında Türkiye'nin "hendek ülke" hâline geldiğini şu ifadelerle anlattı: "Benden sonra da bütün İçişleri Bakanlarına bu brifing verilmiştir ama anlaşılıyor ki AK Parti iktidarı sayın Erdoğan'ın işbaşına geçişi ile birlikte bu brifingler, bilgiler ortadan kalkmış. Çünkü her şeyi bilen bir zat-ı muhterem ile karşı karşıyayız. Bugün Türkiye bir hendek ülke. Avrupa'nın çöplerinin de getirildiği bir ülke. Maalesef bugün geldiğimiz noktada kaynak ülke Suriye, hendek ülke Türkiye, hedef ülkeler Avrupa haline gelmiş durumda." Türkiye mutabakattan ne kazandı? Prof. Dr. Ayhan Kaya, TÜSİAD Küresel Siyaset Forumu için kaleme aldığı “ AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı: Tampon Ülke? ” raporunda Göçmen Mutabakatının siyasi dinamiklerini şu ifadelerle açıklıyor: “AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı, AB’nin Göç ve İltica Politikalarını dışsallaştırma yoluyla yönetmesi konusunda geliştirilmiş ve daha sonra başka kitlesel göç süreçlerinin, Libya-İtalya örneğinde olduğu gibi, yönetilmesinde örnek olarak kullanılmıştır. Söz konusu dışsallaştırma yaklaşımının beraberinde getirdiği bir olgu da, başta Türkiye olmak üzere benzeri ülkelerin mültecilerin bekletildiği 'mülteci ambarlarına', mültecileri misafir eden ülkelerin de 'tampon ülkeler' haline dönüşüyor olmalarıdır.” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bugün Avrupa ülkeleri hâlâ huzur içinde yaşıyor olmalarını, Türkiye'nin 4 milyon sığınmacıyı kendi topraklarında misafir etmesine borçludur” sözleri de Göçmen Mutabakatından fayda sağlayan tarafın AB olduğunu gösteriyor. Mutabakatın en önemli maddelerinden olan “ Yunan adalarından Türkiye’ye iade edilen her bir Suriyeli mülteci karşılığında Türkiye’den bir Suriyeli mültecinin AB’ye yerleştirilmesi ” planı da uygulamada başarısız oldu. Göç İdaresi Başkanlığı verilerine göre 17 Mayıs 2023 itibarıyla birebir formülü kapsamında Türkiye’den çıkış yapan Suriyeli sayısı toplamda 37 bin 574. Öte yandan, 2019 yılında Türkiye’den Yunanistan’a giden mültecilerin sayısı 2019’da 59 bin 726 iken bu sayı 2020’de 9 bin 714’e düşmüş. Millet İttifakının göç politikası Millet İttifakı, toplumda yükselen göçmen karşıtlığı ve Zafer Partisi’nin artan popülaritesiyle birlikte yükselen oy oranları karşısında göçmenlerin geri gönderilmesi retoriğini benimsedi ve Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde bu konuda somut vaatlerde bulundu. Metinde öne çıkan politikalar şunlar: Türkiye ile AB arasındaki 2014 Geri Kabul Anlaşması ile 18 Mart 2016 Mutabakatını gözden geçireceğiz. Düzensiz göçün kaynağı olan ülkelerle Geri Kabul Anlaşmaları yapacağız. Herhangi bir resmî ve kamuoyuna açıklanmış anlaşma ve mutabakat olmaksızın Türkiye’ye giriş yapan göçmenlerin menşe/üçüncü ülkelere sınır dışı işlemlerini hızlandıracağız. Suça karışan göçmen ve sığınmacıları hızlı şekilde sınır dışı edecek ve ülkemize yeniden girişini engelleyeceğiz. Geçici Koruma Altındaki Suriyelilerin güvenli ve iç hukukumuz ile uluslararası hukuka uygun biçimde mümkün olan en kısa sürede ülkelerine geri dönmelerini sağlayacağız. Geri dönüş çalışmalarını ülkemizdeki geçici koruma altındaki Suriyeliler, Suriye yönetimi ve uluslararası kurumlarla yakın işbirliği içinde yürüteceğiz. Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacılar ve düzensiz göçmenlerin geri dönüşlerinde diğer ülkelerle külfet ve sorumluluk paylaşımına gideceğiz. Burada yer alan göçmen mutabakatının gözden geçirilmesi, sığınmacıların ülkelerine gönderilmesi ve külfetin diğer ülkelerle paylaşılması gibi maddeler AB’nin göç politikasını temelden değiştirmesine neden olabilir. Erdoğan ve AK Parti hükümeti ile belirli bir finansal destek ve siyasi tavizler karşılığında göçmenlerin Türkiye’de tutulması konusunda anlaşan AB’nin, anlaşmayı aynı koşullarla Millet İttifakı'nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu ile sürdüremeyeceği aşikâr.
AB’nin tercihi: Tampon bölge
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri , Avrupa’ya göç dalgalarının hızlandığı 2015’ten itibaren önemli ölçüde ‘Göçmen Mutabakatı’ üzerinden şekilleniyor. AB liderlerinin Erdoğan hükümetine karşı tutumu mutabakatın devam ettirilebilmesi hedefiyle pragmatist bir çizgiye yerleşirken Türkiye’deki seçimlere ilişkin Avrupa basınında yapılan haber ve analizlerde de olası bir hükümet değişikliğinde Göçmen Mutabakatının akıbetinin ne olacağı tartışılıyor. Avrupa merkezli haber kuruluşu Euronews , 30 Mart’ta “ Eğer muhalefet seçimi kazanırsa AB ile Türkiye arasındaki göçmen mutabakatına ne olacak? ” başlıklı bir makale yayımlamıştı. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu da Twitter hesabından bu makaleye “ Bu konu hakkında başından beri çok netim. Önce Türkiye ” ifadeleriyle cevap vermişti. Almanya'nın eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ile mart ayında yaptığımız röportajda da bu konuyu gündeme getirmiştim . Fischer, "Muhalefet seçimleri kazanırsa Türkiye-AB ilişkilerinde ne gibi değişimler yaşanabilir?" sorusunu "Türkiye seçimlerine müdahale etmek istemiyorum. Ben Türkiye’nin dostuyum ve bir demokratım. Demokratik, adil ve şeffaf seçimlere inanıyorum. Gerisi Türkiye’deki siyasi partilere kalmış bir şey" ifadeleriyle geçiştirmişti. Fischer, "Göçmen Mutabakatı revize edilmeli mi?" sorusuna da şu cevabı vermişti: "Eğer bu konuda bir ihtiyaç varsa, ki bence var, taraflar yeniden müzakere masasına oturmalı. Sadece Türkiye değil, AB de sığınmacılar konusunda büyük bir baskı altında. Maalesef, hem Türkiye’de hem de Avrupa’da sığınmacı konusuna ilişkin olumsuz görüşler hâkim. Şunu söylemeliyim ki Türkiye bu konuda çok fazla şey yaptı, bu yüzden minnettarız. Mevcut konjonktürde, anlaşmanın yeniden müzakere edilmesi gerekiyorsa, ki gerekiyor, taraflar arası görüşmelere tekrar başlanması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, 6 Şubat depremlerinin hem Türkiye’de hem de Suriye’de yarattığı korkunç insani dram, bizleri birlikte hareket etmeye motive edebilir." Göçmen Mutabakatı: beklentiler ve sonuçlar Türkiye ile AB arasında 2016'da Ahmet Davutoğlu hükümeti tarafından imzalanan “Göçmen Mutabakatı” ile Türkiye, AB’ye giden düzensiz göçün önlenmesi ve göçmenlerin geri kabulü koşullarını kabul etti. 2011'de başlayan Suriye iç savaşının etkisiyle Suriye'den Avrupa'ya doğru büyük bir göç dalgasının başlaması ve beraberinde AB ülkelerinde yükselen göçmen karşıtlığı AB liderlerini bu konuda somut adımlar atmaya zorladı. 18 Mart 2016’da imzalanan mutabakatta, AB tarafında Almanya ve Hollanda mutabakatın hazırlanmasında ve imzalanmasında temel aktörler olarak ön plana çıktılar. Bu, düzensiz göçün tüm sorumluluklarını neredeyse tek başına üstlenmek anlamına geliyordu. Anlaşmanın en çok tartışılan iki maddesi şu şekilde: 20 Mart 2016'dan itibaren Türkiye'den Yunan adalarına geçen tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye'ye iade edilecek. Yunan adalarına ulaşan göçmenler, usulüne uygun olarak kayıt altına alınacak ve sığınma başvuruları Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile işbirliği içinde bireysel olarak işleme konulacak. Dayanaktan yoksun ya da kabul edilemez bulunanlar Türkiye'ye iade edilecek. Türkiye, AB'ye yönelen yeni düzensiz göç güzergahlarının oluşumunu engelleyecek, deniz ve kara güzergahlarını önlemek için her türlü tedbiri alacak ve bu doğrultuda AB'nin yanı sıra komşu devletlerle de işbirliği yapacak. Anlaşma gereği, AB Komisyonu tarafından Türkiye’ye ödenecek olan fonlar, döviz kaynağına ihtiyacı olan hükümet için o dönemde kısa vadeli bir kaynak girişi yaratmıştı. İlk aşamada 6 milyar avro olarak belirlenen tutara, 2024 yılında kadar ek 3 milyar avro daha eklenecek. Fonların tamamıyla ödenmediği konusunda iktidar tarafından eleştiriler yapılsa da taahhüt edilen tutar kısa vadeli bir ekonomi rahatlama yaratacağı beklentisiyle kabul edilmiş oldu. Ayrıca, Türkiye'ye vaat edilen vize serbestisi konusunda ise hiçbir somut adım atılmamakla birlikte son 2 yılda Türkiye'den yapılan vize başvurularının red oranlarında büyük artışlar yaşanıyor. Suriye'de iç savaşın başlamasıyla AB’ye yönelen göç dalgası, başta Almanya olmak üzere birlik içerisindeki ülkelerde göçmen karşıtı söylemleri ve hareketleri artırdı. Göçmen karşıtlığının yaratacağı siyasi ve toplumsal problemleri önlemek isteyen AB ülkeleri, Türkiye ile yapılan 'Göçmen Mutabakatı' ile tüm sorumluluğu Türkiye’ye bırakarak kısa vadeli bir siyasi rahatlama yaratabildi. Bunun karşılığında da Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve otoriterleşmeye yönelik tepkilerin dozu sistematik olarak azaltıldı. Erdoğan açısından bakıldığında da siyaseten kazançlı olan bu anlaşma ile birlikte göçmenlerin AB’ye karşı bir koz olarak kullanıldığı görülüyor. Yaşanan her krizde AB’yi sınır kapılarını açmakla tehdit eden Erdoğan, iç ve dış politikada kendine hareket alanı yaratabiliyor. "Türkiye bir hendek ülke" İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 2022 yılında partisinin hazırladığı "Göç Doktrini ve Stratejik Eylem Planı" tanıtımında içişleri bakanlığı döneminde emniyet bürokrasisinin göç konusunda kendisine verdiği brifingi dile getirmişti. Akşener'in konuşmasında öne çıkanlar şunlar olmuştu: "Ben İçişleri Bakanlığı görevine atandığımda bütün birimlerin müsteşarları geldiler bir gün boyunca işleyişin brifingini verdiler. 'Sayın bakanım şimdi bir brifing daha almanız lazım' diyerek göçle ilgili benim bir brifing almam gerektiğini söyledi. Türkiye'den bir göç hareketliliği her zaman olacak ve Batılı bundan çok rahatsız. Bugünler yok daha ve sabahtan akşam bu konuyu konuştuk. 'Yurtdışından size gelecekler ve bir anlaşma, esneklik talep edecekler. Bunun anlamı bu ülkeyi hendek hâline çevirmektir' dediler. 'Avrupa Birliği için bile buna esnek davranmayın' denildi bana." Akşener, konuşmanın devamında Türkiye'nin "hendek ülke" hâline geldiğini şu ifadelerle anlattı: "Benden sonra da bütün İçişleri Bakanlarına bu brifing verilmiştir ama anlaşılıyor ki AK Parti iktidarı sayın Erdoğan'ın işbaşına geçişi ile birlikte bu brifingler, bilgiler ortadan kalkmış. Çünkü her şeyi bilen bir zat-ı muhterem ile karşı karşıyayız. Bugün Türkiye bir hendek ülke. Avrupa'nın çöplerinin de getirildiği bir ülke. Maalesef bugün geldiğimiz noktada kaynak ülke Suriye, hendek ülke Türkiye, hedef ülkeler Avrupa hâline gelmiş durumda." Türkiye mutabakattan ne kazandı? Prof. Dr. Ayhan Kaya, TÜSİAD Küresel Siyaset Forumu için kaleme aldığı “ AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı: Tampon Ülke? ” raporunda Göçmen Mutabakatının siyasi dinamiklerini şu ifadelerle açıklıyor: “AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı, AB’nin Göç ve İltica Politikalarını dışsallaştırma yoluyla yönetmesi konusunda geliştirilmiş ve daha sonra başka kitlesel göç süreçlerinin, Libya-İtalya örneğinde olduğu gibi, yönetilmesinde örnek olarak kullanılmıştır. Söz konusu dışsallaştırma yaklaşımının beraberinde getirdiği bir olgu da, başta Türkiye olmak üzere benzeri ülkelerin mültecilerin bekletildiği 'mülteci ambarlarına', mültecileri misafir eden ülkelerin de 'tampon ülkeler' hâline dönüşüyor olmalarıdır.” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bugün Avrupa ülkeleri hâlâ huzur içinde yaşıyor olmalarını, Türkiye'nin 4 milyon sığınmacıyı kendi topraklarında misafir etmesine borçludur” sözleri de Göçmen Mutabakatından fayda sağlayan tarafın AB olduğunu gösteriyor. Mutabakatın en önemli maddelerinden olan “ Yunan adalarından Türkiye’ye iade edilen her bir Suriyeli mülteci karşılığında Türkiye’den bir Suriyeli mültecinin AB’ye yerleştirilmesi ” planı da uygulamada başarısız oldu. Göç İdaresi Başkanlığı verilerine göre 17 Mayıs 2023 itibarıyla birebir formülü kapsamında Türkiye’den çıkış yapan Suriyeli sayısı toplamda 37 bin 574. Öte yandan, 2019 yılında Türkiye’den Yunanistan’a giden mültecilerin sayısı 2019’da 59 bin 726 iken bu sayı 2020’de 9 bin 714’e düşmüş. Millet İttifakının göç politikası Millet İttifakı, toplumda yükselen göçmen karşıtlığı ve Zafer Partisi’nin artan popülaritesiyle birlikte yükselen oy oranları karşısında göçmenlerin geri gönderilmesi retoriğini benimsedi ve Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde bu konuda somut vaatlerde bulundu. Metinde öne çıkan politikalar şunlar: Türkiye ile AB arasındaki 2014 Geri Kabul Anlaşması ile 18 Mart 2016 Mutabakatını gözden geçireceğiz. Düzensiz göçün kaynağı olan ülkelerle Geri Kabul Anlaşmaları yapacağız Herhangi bir resmî ve kamuoyuna açıklanmış anlaşma ve mutabakat olmaksızın Türkiye’ye giriş yapan göçmenlerin menşe/üçüncü ülkelere sınır dışı işlemlerini hızlandıracağız Suça karışan göçmen ve sığınmacıları hızlı şekilde sınır dışı edecek ve ülkemize yeniden girişini engelleyeceğiz. Geçici Koruma Altındaki Suriyelilerin güvenli ve iç hukukumuz ile uluslararası hukuka uygun biçimde mümkün olan en kısa sürede ülkelerine geri dönmelerini sağlayacağız. Geri dönüş çalışmalarını ülkemizdeki geçici koruma altındaki Suriyeliler, Suriye yönetimi ve uluslararası kurumlarla yakın işbirliği içinde yürüteceğiz. Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacılar ve düzensiz göçmenlerin geri dönüşlerinde diğer ülkelerle külfet ve sorumluluk paylaşımına gideceğiz. Burada yer alan göçmen mutabakatının gözden geçirilmesi, sığınmacıların ülkelerine gönderilmesi ve külfetin diğer ülkelerle paylaşılması gibi maddeler AB’nin göç politikasını temelden değiştirmesine neden olabilir. Erdoğan ve AK Parti hükümeti ile belirli bir finansal destek ve siyasi tavizler karşılığında göçmenlerin Türkiye’de tutulması konusunda anlaşan AB’nin, anlaşmayı aynı koşullarla Millet İttifakı'nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu ile sürdüremeyeceği aşikâr.
AB’nin tercihi: Tampon bölge
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri , Avrupa’ya göç dalgalarının hızlandığı 2015’ten itibaren önemli ölçüde ‘Göçmen Mutabakatı’ üzerinden şekilleniyor. AB liderlerinin Erdoğan hükümetine karşı tutumu mutabakatın devam ettirilebilmesi hedefiyle pragmatist bir çizgiye yerleşirken Türkiye’deki seçimlere ilişkin Avrupa basınında yapılan haber ve analizlerde de olası bir hükümet değişikliğinde Göçmen Mutabakatının akıbetinin ne olacağı tartışılıyor. Avrupa merkezli haber kuruluşu Euronews , 30 Mart’ta “ Eğer muhalefet seçimi kazanırsa AB ile Türkiye arasındaki göçmen mutabakatına ne olacak? ” başlıklı bir makale yayımlamıştı. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu da Twitter hesabından bu makaleye “ Bu konu hakkında başından beri çok netim. Önce Türkiye ” ifadeleriyle cevap vermişti. Almanya'nın eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ile mart ayında yaptığımız röportajda da bu konuyu gündeme getirmiştim . Fischer, "Muhalefet seçimleri kazanırsa Türkiye-AB ilişkilerinde ne gibi değişimler yaşanabilir?" sorusunu "Türkiye seçimlerine müdahale etmek istemiyorum. Ben Türkiye’nin dostuyum ve bir demokratım. Demokratik, adil ve şeffaf seçimlere inanıyorum. Gerisi Türkiye’deki siyasi partilere kalmış bir şey" ifadeleriyle geçiştirmişti. Fischer, "Göçmen Mutabakatı revize edilmeli mi?" sorusuna da şu cevabı vermişti: "Eğer bu konuda bir ihtiyaç varsa, ki bence var, taraflar yeniden müzakere masasına oturmalı. Sadece Türkiye değil, AB de sığınmacılar konusunda büyük bir baskı altında. Maalesef, hem Türkiye’de hem de Avrupa’da sığınmacı konusuna ilişkin olumsuz görüşler hâkim. Şunu söylemeliyim ki Türkiye bu konuda çok fazla şey yaptı, bu yüzden minnettarız. Mevcut konjonktürde, anlaşmanın yeniden müzakere edilmesi gerekiyorsa, ki gerekiyor, taraflar arası görüşmelere tekrar başlanması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, 6 Şubat depremlerinin hem Türkiye’de hem de Suriye’de yarattığı korkunç insani dram, bizleri birlikte hareket etmeye motive edebilir." Göçmen Mutabakatı: beklentiler ve sonuçlar Türkiye ile AB arasında 2016'da Ahmet Davutoğlu hükümeti tarafından imzalanan “Göçmen Mutabakatı” ile Türkiye, AB’ye giden düzensiz göçün önlenmesi ve göçmenlerin geri kabulü koşullarını kabul etti. 2011'de başlayan Suriye iç savaşının etkisiyle Suriye'den Avrupa'ya doğru büyük bir göç dalgasının başlaması ve beraberinde AB ülkelerinde yükselen göçmen karşıtlığı AB liderlerini bu konuda somut adımlar atmaya zorladı. 18 Mart 2016’da imzalanan mutabakatta, AB tarafında Almanya ve Hollanda mutabakatın hazırlanmasında ve imzalanmasında temel aktörler olarak ön plana çıktılar. Bu, düzensiz göçün tüm sorumluluklarını neredeyse tek başına üstlenmek anlamına geliyordu. Anlaşmanın en çok tartışılan iki maddesi şu şekilde: 20 Mart 2016'dan itibaren Türkiye'den Yunan adalarına geçen tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye'ye iade edilecek. Yunan adalarına ulaşan göçmenler, usulüne uygun olarak kayıt altına alınacak ve sığınma başvuruları Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile işbirliği içinde bireysel olarak işleme konulacak. Dayanaktan yoksun ya da kabul edilemez bulunanlar Türkiye'ye iade edilecek. Türkiye, AB'ye yönelen yeni düzensiz göç güzergahlarının oluşumunu engelleyecek, deniz ve kara güzergahlarını önlemek için her türlü tedbiri alacak ve bu doğrultuda AB'nin yanı sıra komşu devletlerle de işbirliği yapacak. Anlaşma gereği, AB Komisyonu tarafından Türkiye’ye ödenecek olan fonlar, döviz kaynağına ihtiyacı olan hükümet için o dönemde kısa vadeli bir kaynak girişi yaratmıştı. İlk aşamada 6 milyar avro olarak belirlenen tutara, 2024 yılında kadar ek 3 milyar avro daha eklenecek. Fonların tamamıyla ödenmediği konusunda iktidar tarafından eleştiriler yapılsa da taahhüt edilen tutar kısa vadeli bir ekonomi rahatlama yaratacağı beklentisiyle kabul edilmiş oldu. Ayrıca, Türkiye'ye vaat edilen vize serbestisi konusunda ise hiçbir somut adım atılmamakla birlikte son 2 yılda Türkiye'den yapılan vize başvurularının red oranlarında büyük artışlar yaşanıyor. Suriye'de iç savaşın başlamasıyla AB’ye yönelen göç dalgası, başta Almanya olmak üzere birlik içerisindeki ülkelerde göçmen karşıtı söylemleri ve hareketleri artırdı. Göçmen karşıtlığının yaratacağı siyasi ve toplumsal problemleri önlemek isteyen AB ülkeleri, Türkiye ile yapılan 'Göçmen Mutabakatı' ile tüm sorumluluğu Türkiye’ye bırakarak kısa vadeli bir siyasi rahatlama yaratabildi. Bunun karşılığında da Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve otoriterleşmeye yönelik tepkilerin dozu sistematik olarak azaltıldı. Erdoğan açısından bakıldığında da siyaseten kazançlı olan bu anlaşma ile birlikte göçmenlerin AB’ye karşı bir koz olarak kullanıldığı görülüyor. Yaşanan her krizde AB’yi sınır kapılarını açmakla tehdit eden Erdoğan, iç ve dış politikada kendine hareket alanı yaratabiliyor. "Türkiye bir hendek ülke" İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 2022 yılında partisinin hazırladığı "Göç Doktrini ve Stratejik Eylem Planı" tanıtımında içişleri bakanlığı döneminde emniyet bürokrasisinin göç konusunda kendisine verdiği brifingi dile getirmişti. Akşener'in konuşmasında öne çıkanlar şunlar olmuştu: "Ben İçişleri Bakanlığı görevine atandığımda bütün birimlerin müsteşarları geldiler bir gün boyunca işleyişin brifingini verdiler. 'Sayın bakanım şimdi bir brifing daha almanız lazım' diyerek göçle ilgili benim bir brifing almam gerektiğini söyledi. Türkiye'den bir göç hareketliliği her zaman olacak ve Batılı bundan çok rahatsız. Bugünler yok daha ve sabahtan akşam bu konuyu konuştuk. 'Yurtdışından size gelecekler ve bir anlaşma, esneklik talep edecekler. Bunun anlamı bu ülkeyi hendek haline çevirmektir' dediler. 'Avrupa Birliği için bile buna esnek davranmayın' denildi bana." Akşener, konuşmanın devamında Türkiye'nin "hendek ülke" hâline geldiğini şu ifadelerle anlattı: "Benden sonra da bütün İçişleri Bakanlarına bu brifing verilmiştir ama anlaşılıyor ki AK Parti iktidarı sayın Erdoğan'ın işbaşına geçişi ile birlikte bu brifingler, bilgiler ortadan kalkmış. Çünkü her şeyi bilen bir zat-ı muhterem ile karşı karşıyayız. Bugün Türkiye bir hendek ülke. Avrupa'nın çöplerinin de getirildiği bir ülke. Maalesef bugün geldiğimiz noktada kaynak ülke Suriye, hendek ülke Türkiye, hedef ülkeler Avrupa haline gelmiş durumda." Türkiye mutabakattan ne kazandı? Prof. Dr. Ayhan Kaya, TÜSİAD Küresel Siyaset Forumu için kaleme aldığı “ AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı: Tampon Ülke? ” raporunda Göçmen Mutabakatının siyasi dinamiklerini şu ifadelerle açıklıyor: “AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı, AB’nin Göç ve İltica Politikalarını dışsallaştırma yoluyla yönetmesi konusunda geliştirilmiş ve daha sonra başka kitlesel göç süreçlerinin, Libya-İtalya örneğinde olduğu gibi, yönetilmesinde örnek olarak kullanılmıştır. Söz konusu dışsallaştırma yaklaşımının beraberinde getirdiği bir olgu da, başta Türkiye olmak üzere benzeri ülkelerin mültecilerin bekletildiği 'mülteci ambarlarına', mültecileri misafir eden ülkelerin de 'tampon ülkeler' haline dönüşüyor olmalarıdır.” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bugün Avrupa ülkeleri hâlâ huzur içinde yaşıyor olmalarını, Türkiye'nin 4 milyon sığınmacıyı kendi topraklarında misafir etmesine borçludur” sözleri de Göçmen Mutabakatından fayda sağlayan tarafın AB olduğunu gösteriyor. Mutabakatın en önemli maddelerinden olan “ Yunan adalarından Türkiye’ye iade edilen her bir Suriyeli mülteci karşılığında Türkiye’den bir Suriyeli mültecinin AB’ye yerleştirilmesi ” planı da uygulamada başarısız oldu. Göç İdaresi Başkanlığı verilerine göre 17 Mayıs 2023 itibarıyla birebir formülü kapsamında Türkiye’den çıkış yapan Suriyeli sayısı toplamda 37 bin 574. Öte yandan, 2019 yılında Türkiye’den Yunanistan’a giden mültecilerin sayısı 2019’da 59 bin 726 iken bu sayı 2020’de 9 bin 714’e düşmüş. Millet İttifakının göç politikası Millet İttifakı, toplumda yükselen göçmen karşıtlığı ve Zafer Partisi’nin artan popülaritesiyle birlikte yükselen oy oranları karşısında göçmenlerin geri gönderilmesi retoriğini benimsedi ve Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde bu konuda somut vaatlerde bulundu. Metinde öne çıkan politikalar şunlar: Türkiye ile AB arasındaki 2014 Geri Kabul Anlaşması ile 18 Mart 2016 Mutabakatını gözden geçireceğiz. Düzensiz göçün kaynağı olan ülkelerle Geri Kabul Anlaşmaları yapacağız Herhangi bir resmi ve kamuoyuna açıklanmış anlaşma ve mutabakat olmaksızın Türkiye’ye giriş yapan göçmenlerin menşe/üçüncü ülkelere sınır dışı işlemlerini hızlandıracağız Suça karışan göçmen ve sığınmacıları hızlı şekilde sınır dışı edecek ve ülkemize yeniden girişini engelleyeceğiz. Geçici Koruma Altındaki Suriyelilerin güvenli ve iç hukukumuz ile uluslararası hukuka uygun biçimde mümkün olan en kısa sürede ülkelerine geri dönmelerini sağlayacağız. Geri dönüş çalışmalarını ülkemizdeki geçici koruma altındaki Suriyeliler, Suriye yönetimi ve uluslararası kurumlarla yakın işbirliği içinde yürüteceğiz. Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacılar ve düzensiz göçmenlerin geri dönüşlerinde diğer ülkelerle külfet ve sorumluluk paylaşımına gideceğiz. Burada yer alan göçmen mutabakatının gözden geçirilmesi, sığınmacıların ülkelerine gönderilmesi ve külfetin diğer ülkelerle paylaşılması gibi maddeler AB’nin göç politikasını temelden değiştirmesine neden olabilir. Erdoğan ve AK Parti hükümeti ile belirli bir finansal destek ve siyasi tavizler karşılığında göçmenlerin Türkiye’de tutulması konusunda anlaşan AB’nin, anlaşmayı aynı koşullarla Millet İttifakı'nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu ile sürdüremeyeceği aşikâr. Kılıçdaroğlu, dün katıldığı Babala TV yayınında kendisine yöneltilen bir soruya verdiği "Kılıçdaroğlu, "Suriyelilerin kendi ülkelerinde daha rahat edeceğine inanıyorum. Evet, Suriye’de meşru hükümetle oturacağız, anlaşacağız, buradan gidenlerin can ve mal güvenliğini sağlayacağız. Avrupalılar, Suriyelilerin haklarını korumazlarsa, evlerini, yollarını, hastanelerini yapmak için para vermezlerse, Geri Kabul Anlaşması’nı feshedeceğiz. Burası sığınmacı deposu olmayacak." cevabıyla da seçimi kazanması durumunda Türkiye'nin göç politikası ve AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması'nın tümüyle değişeceğini net bir şekilde ifade etmiş oldu.
Yeniden Refah, işçi sınıfının desteğini nasıl kazandı?
Fatih Erbakan liderliğindeki Yeniden Refah Partisi , genel seçimlerde 1,5 milyonun üzerinde oy alarak %2,79 oy oranına ulaştı ve 5 milletvekili çıkardı. Yeniden Refah, Cumhur İttifakı çatısı altında kendi listesiyle girdiği seçimde İstanbul’dan 3, Konya ve Kocaeli’nden 1'er milletvekili çıkardı. Partinin %2,79’luk sürpriz oy oranının temelinde, Saadet Partisi ve AK Parti’den uzaklaşan muhafazakâr seçmenlerin ve özellikle Kocaeli gibi sanayinin güçlü olduğu bölgelerde yaşayan işçi sınıfının desteğinin olduğu düşünülüyor. Yeniden Refah’ın işçi nüfusunun yoğun olarak yaşadığı yerlerde elde ettiği kayda değer oy oranlarının nedenlerini Bağımsız Maden-İş Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu ile konuştum. Başaran Aksu, 12 Mart 2022’de Twitter’dan yaptığı paylaşımda Yeniden Refah Partisi’nin yükselişine dikkat çekmişti: 2022 yılında attığınız bir tweette Yeniden Refah Partisi'nin genç işçiler arasında ciddi bir örgütlenme faaliyeti yürüttüğünü söylemiştiniz. Partinin 14 Mayıs seçimlerinde aldığı %2,79 oy oranının genç işçi kesimlerinden mi geldiğini düşünüyorsunuz? Genç işçi kesimleri ve kır emekçilerinden ağırlıkla oy aldığını düşünüyorum. Yeniden Refah Partisi, özelliklere kadın haklarına yönelik kısıtlayıcı söylemleriyle bilinen radikal bir İslamcı sağ parti olarak görülüyor. Bu partinin işçiler arasındaki yaygın örgütlenme ve popülaritesini neye bağlıyorsunuz? İdeolojik bir yakınlıktan söz edebilir miyiz? Bu kesimlerin oy verme motivasyonunda, partinin kullandığı etkin sosyal adaletçi söylem büyük öneme sahip. İşçi direnişlerini ziyaret etmeleri ve dayanışmaktan uzak durmamaları işçiler arasında kazandıkları popülaritenin önemli nedenlerinden. Geleneksel aile yapısını da darmadağın eden kapitalist gelişmeye duyulacak olağan öfkeyi İslamcı sosyal adalete vurgu yapan bir hamasetle başarılı bir şekilde kendilerine yönlendirmeyi başarabiliyorlar. Özellikle çalışmak için gurbette olan, çocuklarıyla ilgili gelecek hayali kurmaya çalışan genç işçi ailelerin temsilcileri kentin korkutuculuğu, yoksulluğun sınırlayıcılıkları ve mali güçsüzleşme karşısında somut bir cemaat korunağı ararlar. Burada bu dayanışmayı bulup bulamayacağı meçhul ama tanıdıklarla geliştirilen somut ilişkiler önem taşıyor. Siyasi cemaatler de bu somut ilişkileri kurma konusunda başarılı olabiliyorlar. Yeniden Refah Partisi'nin örgütlenme faaliyetleri yürüttüğü yerlerde sosyalist/sol partilerin de aynı oranda bir örgütlenme faaliyeti var mı? Yoksa, sol partilerin boşluğu Yeniden Refah Partisi tarafından mı dolduruluyor? Sosyalist partiler bir toplumsal örüntüyü örgütlemeye dönüştürmeye çalışmazlar, o civarda yaşayan birilerini kendilerine, kendi örgütlerine devşirme çabasına örgütlenme derler. Genelde devşirdikleri kişileri daha önce bulundukları sosyal ortamlardan, hemşehri ilişkilerinden kopartıp partinin birbirini seven, birbiriyle vakit geçirmeyi daha önemseyen steril yalıtılmış ortamına katarlar ve kişi hızla içinden geldiği eski kültürel ilişkilere yabancılaşır, üstten yaklaşır, bir tür hakikatin sırrına kendi ermiş ama geri kalanlar aptal olduğu için bu güzide hakikati kavramıyor gibi davranırlar. Bu tipler hangi siyaseti temsil ederlerse etsinler profil olarak emekçinin seveceği, yakınlık hissedeceği tipler olamazlar hiçbir zaman. Solda bunun dışında bir arayışı temsil etme derdinde olan oldukça sınırlı, küçük çabalar var. Değişim ihtimali de sadece bu küçük çabalara bağlı. Özellikle fabrikalarda ve organize sanayi bölgelerinde sendikal örgütlenmelerin veya sol partilerin faaliyetlerinin kamu gücüyle kısıtlandığını düşünüyor musunuz? Bu anlamda, kolluk kuvvetleri ve devlet kurumlarının Yeniden Refah gibi iktidara ideolojik olarak yakın parti ve sendikal örgütlenmelere alan açtığını söylemek mümkün mü? Ülkede oldukça hiyerarşik ve vahşi bir çalışma rejimi var. Devletin bu alandaki davranışını büyük sermaye grupları ile sendikalar arasındaki ilişkiler belirler. Bu hiyerarşik düzenin bir alt basamağında patron örgütleri ve Türk-İş ile Hak-İş yönetimleri vardır. Bu iki örgütün, kendisi de bir işveren olan devletin kontrolünde olduğunu da belirtmekte fayda var. DİSK, son on yılda doğrudan ya da dolaylı ilişkilerle bu eksene çekildi. Sendika merkezlerine çöreklenmiş astronomik ücretler alan, aidatlar üzerinden servet biriktiren, %90’ı AKP-MHP bağlantılı yönetici şebekelerinin oluru olmadan işçiler kendi sendikalarında yönetici seçilemezler. Seçim yoktur atama vardır ya da atanmış delegelerle “seçimler” vardır. Örneğin Yeniden Refah Partisi bu yapının karşısındaymış gibi davrandı ve işçilerin oylarını almak için bu bile yeterli oldu. Solun neredeyse tamamı bu olağanüstü boyunduruk ilişkisine dair bir cümle kurmaz. Sendika bürokrasilerinde hâlâ azımsanmayacak derecede solcu uzman istihdam edilir. Oralarda ilişkili uzmanların ve az sayıda yöneticinin varlığı solun geniş kesimlerini, yukarıda anlattığım bu hiyerarşik ilişkinin sorgulanması konusunda susturur. Bazı örneklerde bu yapılarla işbirliği yapıldığı bile görülür. Devlet ve işverenler; her alanda bunun dışındaki sendikal ve sınıfsal arayışları ivedilikle bastırır. Devlet kurumlarının Organize Sanayi Bölgelerinde (OSB) ana hassasiyeti; işçilerin yanlış fikirlere kapılarak giriştikleri örgütlenmeleri bastırmaktır. Bunu da patronlar, bu şirketlere taşeron iş yapan cemaatler ve yerel mafya grupları ile; muhalefette olanlar da dahil olmak üzere partilerin il ve ilçe temsilcileri ve sarı sendikalarla ilişki halinde yaparlar. Vatan hainliği ve teröristlikle damgalamak, göçmen düşmanlığıyla hedef şaşırtmak önceliğiyle hareket ederler. Haliyle bu korkunç ilişki ağlarını kıramayan işçiler o dünya içindeki sosyal adaletçi ve gerçek düşmanı somut hedef olarak yanlış yerde gösteren akımlara yönelirler.
Erdoğan'ın sığınmacı politikası: Suriyeli muhacirler nasıl ucuz işgücü oldu?
2011’de başlayan Suriye iç savaşının ardından Türkiye’ye yönelen büyük bir göç dalgası, ardından da İran üzerinden Afganistan ve Pakistan’dan gelen kaçak sığınmacılar Türkiye’yi dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan ülkeler sıralamasında 1’inci sıraya yükseltti. Yaşanan ekonomik kriz, işsizlik ve yüksek enflasyon nedeniyle günlük hayatın her geçen gün daha da zorlaşması, göç sorununu kamuoyunun gündemine daha fazla taşıyarak siyaseti bu konuda adım atmaya zorladı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından yapılan bir araştırmada, Türkiye nüfusunun %85’inin sığınmacıların ülkelerine geri gönderilmesini desteklediği belirtiliyor. Kamuoyunda yükselen sığınmacı karşıtlığının siyasetteki yansıması Zafer Partisi’nin yükselişi, ATA İttifakı cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan’ın %5,28’lik oy oranı ile ikinci tur seçiminin sonucunu belirleyecek güce ulaşması ve Millet İttifakı’nın lokomotifi olan CHP-İYİ Parti ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun sığınmacıların ülkelerine gönderilmesini seçim vaatlerinin merkezine yerleştirmesi oldu. Cumhur İttifakı ise sığınmacılar konusunda toplumun ve siyasetin geri kalanından çok farklı bir söylem ve strateji benimsiyor. Kampanya sürecinde de ilk turun ardından yapılan açıklamalarda da sığınmacıların geri gönderilmesine ilişkin bir vaatte bulunmayan Cumhur İttifakı, önümüzdeki süreçte de açık kapı politikasına devam edeceğinin sinyallerini veriyor. Erdoğan'ın açık kapı politikası 2011 yılında Suriye’de iç savaşın başlamasının ardından AK Parti hükümetinin uyguladığı açık kapı politikası neticesinde ilk büyük göç dalgaları gelmeye başladı. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu 1 milyon sığınmacının “psikolojik sınır” olduğunu söylemişti ancak bu eşik yaklaşık 2 yıl içinde aşıldı. Özellikle İstanbul ve İzmir gibi metropollere ve Güneydoğu’daki şehirlere dağılan Suriyeli sığınmacıların sayısı 2015-2016 yılların itibarıyla yaklaşık 3 milyona ulaştı. Bu dönemde uygulanan açık kapı politikasının temelde 4 hedefi vardı. Birincisi, Suriyeli sığınmacılara kapılar açılarak ve ÖSO gibi Esad rejimi karşıtı silahlı örgütler direkt olarak desteklenerek Beşar Esad’a karşı siyasi kozları güçlendirmek. İkincisi, Arap Baharı’nın ardından Orta Doğu’da güç kaybeden ve bazı ülkelerde tamamen çöken Müslüman Kardeşler hareketinin bıraktığı boşluğu doldurarak Erdoğan’ın ‘Müslüman dünyasının lideri’ imajını güçlendirmeye çalışması. Üçüncüsü de Türkiye’nin 2013’ten itibaren girdiği sermaye birikimi ve ekonomik büyüme krizini Suriyeli sığınmacıların yarattığı ucuz işgücü kaynağı ile çözebilme amacı. Dördüncüsü de Avrupa Birliği (AB) ile imzalanan Geri Kabul Anlaşmasıyla birlikte sığınmacıları AB'ye karşı bir siyasi koz olarak kullanmak ve AB fonlarıyla artan dış finansman ihtiyacını karşılamak. Suriye'de iç savaşın başlamasıyla AB’ye başlayan göç dalgası, başta Almanya olmak üzere birlik içerisindeki ülkelerde göçmen karşıtı söylemleri ve aşırı sağ hareketlerin gücünü artırdı. Göçmen karşıtlığının yaratacağı siyasi ve toplumsal problemleri önlemek isteyen AB ülkeleri, Türkiye ile yapılan ' Göçmen Mutabakatı' ile düzensiz göçün tüm sorumluluğu Türkiye’ye bırakarak kısa vadeli bir siyasi rahatlama yaratabildi. Bunun karşılığında da Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve otoriterleşmeye yönelik tepkilerin dozu sistematik olarak azaltıldı. Erdoğan açısından da siyaseten kazançlı olan bu anlaşma ile birlikte göçmenler konusu AB’ye karşı bir koz olarak kullanılıyor. Yaşanan her krizde, AB’yi sınır kapılarını açmakla tehdit eden Erdoğan iç ve dış politikada kendine hareket alanı yaratabiliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bugün Avrupa ülkeleri hala huzur içinde yaşıyor olmalarını, Türkiye'nin 4 milyon sığınmacıyı kendi topraklarında misafir etmesine borçludur.” sözleriyle AB ile Türkiye arasındaki 'Göçmen Mutabakatının' siyasi dinamiklerini net bir şekilde dile getirmişti. Suriyeli sığınmacıların özellikle kayıt dışı ekonomide artan istihdam oranları, iktidarın sığınmacıların varlığına olan ihtiyacının ve açık kapı politikasını devam ettirmesinin temel göstergelerinden biri olarak görülebilir. 2020 yılı itibarıyla, kayıt dışı ekonomide istihdam edilen Suriyelilerin sayısının 750.000-950.000 arasında olduğu öngörülüyor. Kayıt dışı ekonominin Türkiye işgücü piyasasının %31’ini oluşturduğu göz önünde bulundurulduğunda sığınmacıların varlığının emek-yoğun sektörlerde faaliyet gösteren sanayici ve ihracatçılar için büyük bir maliyet avantajı yarattığını söylemek mümkün. Suriye’den Türkiye ekonomisine giren yabancı sermaye ve Suriyeli sığınmacılar tarafından kurulan şirketlerin artan sayısı da iktidarın göç politikasıyla yarattığı yeni politik ekonomi düzeninin ana göstergelerinden biri. Eski Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, 2019 yılı itibarıyla Türkiye’de faaliyet gösteren Suriyeli şirketlerin sayısının 15 bin 159 olduğunu açıklamıştı. Bu sayı, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı şirketlerin %20’sini oluşturuyor. 2017 yılında dönemin Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak, kamuoyunda artan sığınmacı karşıtlığına yönelik yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanmıştı : “ Türkiye 3 milyon insanı beşeri sermaye olarak da görmelidir. 3 milyon insan içinde yüksek tahsilliler, uzmanlar var. Şu anda Kahramanmaraş’ta, Adana’da, Osmaniye’de, Gaziantep’te hatta Ankara’da Ostim’de birçok ilde eğer Suriyeliler olmazsa düz işçilik yapan yok. Fabrikalarımız durur.” Suriyeli sığınmacılar tarafından yaratılan ucuz işgücü kaynağı, özellikle emek-yoğun sektörlerde faaliyet gösteren orta ölçekli işletmeler açısından büyük bir maliyet avantajı yaratmaya başladı. KOBİ’lerin çatı kuruluşu olarak bilinen MÜSİAD da iktidarın açık kapı politikasına yönelik desteğini her fırsatta belirtti. Dolayısıyla, iktidarın açık kapı politikasının temelinde hükümet-sermaye ittifakının etkin olduğunu söyleyebiliriz. Sermaye kesimlerinin açık kapı politikasının devam etmesi yönündeki talebi ve sığınmacıların yeni ekonomik modelin ana taşıyıcılarından biri haline gelmesi Erdoğan’ın bu konudaki söylemlerinin değişmesine neden oldu. Ensar-muhacirden ucuz işgücüne Suriye’den gelen ilk göç dalgasının ardından Erdoğan ve iktidar üyeleri kamuoyunda yükselmeye başlayan tepkileri ensar-muhacir argümanı ve İslami referanslarla kontrol altına almaya çalışırken ilerleyen süreçte bu söylemlerde sığınmacıların ekonomiye olumlu etkileri ön plana çıkarılmaya başlandı. Erdoğan, 2014 yılında cumhurbaşkanı seçildikten sonra ilk yurtiçi ziyaretini Suriyeli sığınmacıların yoğun olarak yaşadığı Gaziantep’e yapmıştı. Burada vatandaşlara seslenen Erdoğan “ Bizler Türkiye olarak yaklaşık dört yıldır sizleri burada misafir etmenin memnuniyeti sevinci ve haklı gururu içerisindeyiz. Sizleri muhacir oldunuz. Mecburiyet içerisinde yurtlarınızı terk ettiniz. Bizler de ensar olduk sizin için tüm imkanlarımızı seferber ettik. Kim ne derse desin sizler bize asla yük değilsiniz.” ifadelerini kullanmıştı . İktidarın ensar-muhacir söylemi , artan ekonomik kriz, sığınmacı sayısı ve devamında kamuoyunda oluşan tepkiyle birlikte değiştirilmek zorunda kaldı. Özellikle Zafer Partisi’nin kurulmasıyla birlikte sığınmacı karşıtlığının siyasi arenaya güçlü şekilde taşınması ve diğer muhalefet partilerinin de bu konuda söylem ve politika geliştirmeye başlaması iktidarı sığınmacıların varlığını ekonomik söylemlerle meşrulaştırmaya zorladı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, sığınmacılardan rahatsız olduklarını söyleyen bir topluluğu şu ifadelerle sakinleştirmeye çalışmıştı: “ Afganistan , Pakistanlıları gönderelim. Çobanlığı kim yapacak, birtakım yerlerde kimler çalışacak. Bakın hepimiz biliyoruz arkadaşlar. İstanbul’a ilk Karadenizliler geldi, en ağır işlerde onlar çalıştı. Sonra Kürtler geldi, onlar çalıştılar. Şimdi aşır işlerde kimler çalışıyor bana bunu söyler misiniz?”. 2022, sığınmacı ve kaçak göçmenlerin hem siyasetin hem de kamuoyunun gündeminde merkezde taşındığı yıl oldu. Hem ekonomik krizin giderek artan etkileri hem de Ümit Özdağ liderliğindeki Zafer Partisi’nin sığınmacı karşıtı söylemleri iktidarı ve muhalefeti bu konuda söylem geliştirmeye ve adım atmaya zorladı. Erdoğan, 3 Mayıs 2022’de yaptığı açıklamada "Ülkemizde misafir ettiğimiz 1 milyon Suriyeli kardeşimizin gönüllü geri dönüşünü sağlayacak yeni bir projenin hazırlıkları içindeyiz" dedi. Kamuoyundaki artan sığınmacı karşıtlığı ve ekonomik krizin giderek günlük hayatı zorlaştırması nedeniyle yapılan bu açıklama Erdoğan’ın düşen oy oranını tersine çevirmek için yapılan hızlı bir söylem değişikliğiydi. Bu açıklamadan sadece 1 hafta sonra MÜSİAD’ın ‘Türkiye’nin Gücü Ödül Töreni’nde konuşma yapan Erdoğan bu sefer tamamen farklı bir söylem geliştirerek şu ifadeleri kullandı: "Birilerinin kalkıp ülkemize hicret eden ama Suriye, ama Afganistan, ama Irak, İran fark etmiyor, biz muhacirlik ve ensar olma kabiliyetinin ne olduğunu en iyi bilen bir kültürün mensuplarıyız. Muhacirlik, ensar nedir bunu anlamayan, bunu bilmeyenlerle bizim işimiz yok. Suriye'den savaştan çıkıp ülkemize sığınan bu kardeşlerimize sonuna kadar sahip çıkacağız Bay Kemal. Kendileri arzu ettikleri zaman vatanlarına dönebilirler ama biz onları asla bu topraklardan kovmadık ve kovmayacağız.” Sadece 1 hafta içerisinde yapılan iki farklı açıklama, Erdoğan’ın sığınmacı politikasında tepkisi giderek yükselen kamuoyu ile yeni ekonomi modeli nedeniyle ucuz işgücü varlığına mahkûm olan sermaye sınıfının tercihleri arasında sıkıştığının göstergesiydi. Genel seçimler öncesinde enflasyonu tarihi seviyelere taşımak pahasına işsizliği kontrol altına almayı hedefleyen Erdoğan yönetimi için sermaye sınıfının tercihleri daha ağır basıyordu. Seçim kampanyası sürecinde de Erdoğan sığınmacı konusuna neredeyse hiç değinmedi. Katıldığı bir televizyon programında kendisine sığınmacılarla ilgili yöneltilen bir soruya da şu cevabı verdi: "Halkının yüzde 99'u Müslüman olan bir ülke olarak ülkesindeki savaş sebebiyle orada yaşam koşulları itibarıyla terör örgütleriyle adeta ölüm kalım mücadelesi veren bir Suriye halkı var. Biz kendilerine şu an itibarıyla 100 binin üzerinde Suriye'nin kuzeyinde konutlar inşa ettik. Hayır kurumları vasıtasıyla devlet olarak ve saire ve bu vesileyle de peyderpey şu anda bizdeki muhacirler bu konutlara göç etmeye başladı. Ama bunları 'Ben gelince tekrar ülkelerine gönderirim. Bunları Türkiye'de yaşatmam.' Ben şahsen böyle bir anlayışa taraftar değilim. Bu bir defa zulüm olur. Bu insanlar bizim ülkemize geldiklerinde yani bunlar göçmendir diye biz bunları hemen tekme tokat kovalayalım mı? Bu bir defa insani değil, vicdani değil, hepsinden öte İslami değil. Bunları kapıya koyamayız. Bunların içerisinde hakikaten yaramazlık yapanlar varsa onlar da tabii emniyet güçlerimiz tarafından onlara bedeli ödettiriliyor.” İlk tur seçimlerin ardından, Süleyman Soylu "Türkiye'yi göçmen deposu yapmayız ama Suriyelileri de ölüme gönderemeyiz" derken Hulusi Akar da “Suriyeli kardeşlerimizi zora sokacak herhangi bir karar almamız asla söz konusu olmaz. Suriyeli kardeşlerimiz rahat olsunlar.” ifadelerini kullandı. Seçimin sonucunu sığınmacı politikası mı belirleyecek? Türkiye, 28 Mayıs'ta düzenlenecek 2'nci tur cumhurbaşkanlığı seçimine giderken ATA İttifakı cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan ilk turda aldığı %5,28 oy oranıyla seçimin sonuçlarını etkileyebilecek güce sahip. Şimdiye kadar hem Cumhur hem de Millet İttifakı Sinan Oğan ile iletişime geçti. ATA İttifakı'nın lokomotifi olan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ile Sinan Oğan ise hangi adayı destekleyeceklerini henüz ilan etmediler ancak kendi şartlarını kabul edecek tarafı destekleyeceklerini belirttiler. Cumhur İttifakı'nın cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan'ın açık kapı politikası ve sığınmacılara ilişkin söylemleri göz önünde bulundurulduğunda Oğan'ın Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nu desteklemeye daha yakın olduğunu söylemek mümkün.
Anketler neden yanıldı?
14 Mayıs’ta düzenlenen cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerinin sonuçları, birçok anket firmasının seçim öncesinde kamuoyuyla paylaştığı seçim tahminlerinin büyük oranda yanıldığını gösterdi. Seçimden önceki perşembe günü KONDA tarafından açıklanan anket Kemal Kılıçdaroğlu’nun açık ara farkla seçimi ilk turda önde bitireceğini, hatta ilk turda kazanma ihtimalinin de büyük olduğunu göstermişti. Bu anket hem kamuoyunda hem de piyasalarda önemli bir karşılık bulmuş ve beklentileri yükseltmişti. Anket sonuçlarına bakıldığında; Kılıçdaroğlu için öngörülen %49,3 oy oranına aslında Recep Tayyip Erdoğan’ın ulaştığı, Sinan Oğan’ın beklenenden yüksek oy aldığı ve Kılıçdaroğlu’nun öngörülenden 4 puan daha az oy aldığı görülüyor. ORC Araştırma’nın seçimden önceki son anketine bakıldığında ise meclis seçimleri için öngörülen sonuçlarda büyük kaymalar olduğu göze çarpıyor. AK Parti için öngörülen oy oranları seçim sonuçlarıyla büyük ölçüde uyuşsa da CHP, İYİ Parti, Yeşil Sol Parti ve MHP’nin oy oranlarında büyük sapmalar olduğu görülüyor. CHP için %28,4 oy oranı öngörülürken seçim sonuçlarında CHP %25,42 oy aldı. İYİ Parti, anketteki %13,7'ün oldukça altında kalarak %9,88 oy oranına ulaştı. MHP ve Yeşil Sol Parti seçimlerdeki en sürpriz sonuçları elde ettiler. MHP, birçok ankette %7’nin altında veya biraz üstünde görülmesine rağmen %9,96 oy oranına ulaştı. Beklentilerin üzerinde gelen oy oranında AK Parti’den yaşanan kaymaların büyük etkisi olduğu düşünülüyor. Yeşil Sol Parti ise %8,78 oy alarak beklenilenden yaklaşık 2-3 puan kayıp yaşadı. YSP yetkilileri, beklentilerin altında kalan oy oranlarına ilişkin özeleştiri yapacaklarını açıkladı. Anket firmalarının hem cumhurbaşkanlığı hem de meclis sonuçlarına ilişkin yaptıkları anketlerde yaşanan büyük sapmaların nedenlerini Bilgi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Emre Erdoğan ile konuştuk. Emre Erdoğan, anket şirketlerindeki büyük yanılmaların sebeplerini şu şekilde açıklıyor: Kamunun erişebildiği anketlerin yöntemleri önemli bir sorun. Bunların önemli bir kısmı telefonla görüşme yöntemiyle yapılan anketlerdi. Bu yöntemin yanılması muhtemel. Bu anketlerin örneklemleri de sorunlu. Türkiye’de tüm nüfusu temsil edecek bir telefon örneklemi çekmemize izin verecek bir yapı yok. Sabit telefonların hangi bölgede kullanıldığı bilgisine ulaşabiliyorsunuz ancak bu cep telefonları için pek de mümkün değil. Cep telefonları için bir coğrafi bilgiye sahip değilsiniz. Sabit telefon kullanım oranı da %30 düzeylerinde. O yüzden, telefonla görüşme yöntemiyle yapılan anketlerin örneklemi belli değil. Ayrıca, veri tabanının nereden alındığı da belli değil. İkinci önemli sorun da insanların telefon anketlerinde hassas bilgileri paylaşmak istememesi. Dolayısıyla telefonla yapılan anketlere katılanlar radikal olarak değerlendirebileceğimiz partilere oy vereceklerini genelde söylemiyor. Bu nedenle, telefonla yapılan anketlerde hassas sorular sormak yerine gündeme ilişkin sorular sormak daha makul bir seçenek. Telefon anketi ABD’de de büyük bir sorun. Mesela siyahlar genelde bu anketlere katılmıyor. Dolayısıyla, özellikle MHP ve Yeniden Refah Partisi’nin oylarındaki beklenmeyen artışın anket sonuçlarına yansımamasını bu şekilde açıklayabiliriz. Prof. Dr. Emre Erdoğan, anketlerin daha doğru sonuçlara ulaşabilmesi için neler yapılması gerektiğine sorusuna şu cevabı veriyor: Anketler yüz yüze görüşme yöntemiyle hanelerde, evlere gidilerek yapılır ve aynı haneye birden fazla kez ziyaret yapılır. O yüzden 2 günde anket sonucu açıklanmaz. Türkiye’de çok deneyimli bir kamuoyu ve pazar araştırmaları sektörü var. Piyasada anket yapanlar sadece seçim döneminde anket yapıyorlar sonra bir araştırma yapmıyorlar. Bu çok ciddi bir sorun, bunlar gri alanda olan ve merdiven altı iş yapan anket firmaları. Bu firmalara ilişkin etkin bir kalite kontrolü yapılmaması da ayrı bir yapısal sorun olarak önümüzde duruyor. Anket metodunun amacı tahmin yapmak değil trendleri açıklamaktır. Ben kimin Sinan Oğan’a oy verdiğini anlayabilirsem oy oranını doğru tahmin etmenin önemi yoktur. Bir önceki seçimde doğru tahmin etmenin de bir anlamı yoktur. Hasbelkader tutturmuşsunuzdur. "Bu iş sosis yapmak gibidir" Bu iş sosis yapmak gibidir. Sosisin nasıl yapıldığını bilirseniz yemezsiniz. Medyanın anket okuryazarlığı da düşük olduğu için 'anketi yapan iyidir o yüzden sonucu da iyidir' algısına kapılıyoruz. Bu da sahte bilimdir. Emre Erdoğan, anketlerin radikal partilerin yükselişini anlayamamasının temel nedenlerinden biri olarak bu partilere oy veren kişilerin tercihlerini anketörlerden saklaması olduğunu söylüyor. Sosyal boyutu var bu işin. Biz yeni tanıştığımız insanlara aykırı bir tip olarak gözükmek istemeyiz. Hoşa gitmek isteriz. O yüzden anket soru formunda sorduğunuz sorular çok önemlidir. Geçmişte ne yaptınız sorusuna doğru cevap vermek zordur. Radikal hareketlerin yükselişini anketlerle ölçmek çok zor. Dip milliyetçi dalga da bu yüzden ölçülemedi. Türkiye’de aşırı sağ veya milliyetçiliğin yükselişi konusunda seçim sonuçlarından ziyade bizim yapmamız gereken şey insanların dünyaya bakışında milliyetçilik yükseldi mi yükselmedi mi sorusuna cevap vermektir. Emre Erdoğan, “ Hangi anketlere güvenmeliyiz? ” sorusuna da şu cevabı veriyor: Parasını vermediğiniz hiçbir ankete inanmayın. Kimin finanse ettiğini bilmediğiniz ankete de inanmayın. Medeni ülkelerde medya ya da üniversiteler bu işi yapar. ABD’de de mesela The New York Times ve CNN gibi büyük medya kuruluşları bu işi yapıyor. Yöntem de çok önemli. Telefon anketleri ölüdür. Öte yandan, seçime on gün kala anket sonucu yayınlamak yasak, bu yasağı delen anketlere inanmayın. Bir insan neden yüzbinlerce lira harcayarak yaptığı anketin sonuçlarını bedava kamuoyuyla paylaşıyor? Bu paylaşım yasağı manipülasyon olmasın diye getirilmişti. Peki neden yayınlıyorsunuz? Manipülasyon yapıyorlar. Cumartesi günü yayınlanan anketler manipülasyon yaptılar. Türkiye’de muteber olarak bilinen kişiler alenen yasayı çiğniyorlar. Araştırma şirketinin kamuoyunu bilgilendirme görevi yoktur. Medya, üniversite kamuoyunu bilgilendirmekle görevlidir. Peki, 28 Mayıs’ta yapılacak ikinci tur seçimine kadar yayınlanacak anketlere güvenmeli miyiz? Seçime kadarki yayınlanacak anketleri silin. Oy oranı anketini okumayın ama mesela Sinan Oğan’a oy verenlerin neden oy verdiğini açıklayan bir anketi okuyun, ben bunu merak ediyorum. Trend analizi yapan anketleri okurum. Seçim tahmini yapılan her anketten uzak durulması gerekiyor. Bunun vebali var.
73 yıl sonra, 14 Mayıs'ta millî irade yeniden tecelli edecek
Türkiye, bundan tam 73 yıl önce, 14 Mayıs 1950’de tarihinin ilk demokratik seçimine girdi. “Gizli oy, açık tasnif” yönteminin ilk kez uygulandığı seçimlerde Demokrat Parti oyların %55,2’sini alarak iktidara geldi. İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin 27 yıllık iktidarı son buldu. Başta TSK olmak üzere devletin tüm kurumları üzerinde tam kontrole sahip, Cumhuriyetin kurucu partisi olan, devlet ile partinin tamamen iç içe geçtiği bu dönemde seçimleri kaybeden Millî Mücadele’nin öncü isimlerinden İnönü seçimlerden önce şu açıklamayı yapmıştı: "Seçimlerin neticesi ne olursa olsun kadere boyun eğmek lazım gelecek" kaynak: Edgar Şar 14 Mayıs’ta seçimleri kaybeden İsmet İnönü, verdiği sözde durdu, demokrasiye inancını tüm dünyaya gösterdi ve hükümeti barışçıl bir şekilde seçimlerin galibi Demokrat Parti’ye bıraktı. Bu tarihten itibaren, askerî darbeler, muhtıralar ve darbe girişimleriyle neredeyse her 10 yılda bir kesintiye uğrayacak olan Türkiye’nin demokrasi serüveni başlamış oldu. Tarihimizin en önemli seçimi 73 yıl sonra bugün, 14 Mayıs 2023’te Türkiye yine tarihî bir seçime gidiyor. 1946’dan bugüne dek düzenlenen 20 genel seçimden farklı olarak Türkiye bu kez tarihinin en önemli seçimine gidiyor. Birçok kişi bu yorumu abartılı bulup eleştirse de ben dahil milyonlarca insan bu seçimin bir dönüm noktası olduğunun bilinciyle oyunu verecek. 21 yıllık AK Parti-Erdoğan iktidarının Türkiye’ye maliyeti artık geri dönülemez seviyelere ulaştı. Türkiye, hemen hemen tüm demokrasi endeksleri tarafından “demokratik olmayan ülkeler” kategorisinde gösteriliyor. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, protesto ve gösteri hakkı neredeyse fiilen sona erdirilmiş durumda. Kadın hakları, LGBTİ+ hakları veya herhangi bir azınlık grubun yaşam ve ifade özgürlüğü hemen hemen her gün saldırıya uğruyor. Kamu kurumları, Cumhur İttifakı tarafından kendilerine yakın isimlerin getirileceği bir kadro ve maaş kaynağı olarak görülüyor, kurumların içi boşaltılıyor. Bağımsız kurumlar, üniversiteler, basın kuruluşları ve sivil toplum kuruluşlarına sistematik baskı uygulanarak kurumların finansal kaynakları ve kurumsal özerklikleri yok ediliyor. Türkiye Ekonomi Modeli denilen ekonomi politikasıyla milyonlarca insan her geçen gün daha da fakirleşiyor, insanlar yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum ediliyor. Başta Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu olmak üzere muhalif siyasetçiler mesnetsiz suçlamalarla hapse atılıyor veya siyaset yasağı getirilmeye çalışılıyor. Türkiye, her koldan baskı altına alınmış, kaynakları sömürülmüş, kurumları çökertilmiş bir şekilde yeniden rahat bir nefes almak, geleceğe bir adım atmak ve barışçıl yeni bir toplumsal mutabakat yaratmak için büyük bir kararlılık ve hevesle değişim talebini sandığa yansıtmak için yarını bekliyor. Toplumun her kesimi bir değişim istiyor ve değişime hiç olmadığımız kadar yakın olduğumuzu biliyor. Toplumdaki değişim isteği ve muhalefetin önlenemez yükselişi Cumhur İttifakı ve Erdoğan açısından seçimlerin kaybedileceğini net bir şekilde gösteriyor. Muhalefetin ve cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nun anketlerde birinci turda %50’yi geçen oy oranı ve daha önce iktidarın kalesi olarak görülen Kayseri, Konya, Rize ve Trabzon gibi şehirlerde yapılan kalabalık ve coşkulu mitingler gelmekte olan dip dalgaya dair çok net mesajlar veriyor. Seçim yarışı başladığı günden beri tamamen muhalefeti hedef alarak negatif bir kampanya yürüten, tüm olumsuzlukları perdelemeye çalışan ve daha önceki yılların aksine vaat siyaseti yürütmeyen Erdoğan-Cumhur İttifakı, bunların yerine muhalif seçmene hakaret eden, LGBTİ+’ları şeytanlaştıran, montaj videolarla dezenformasyon yapan ve soğanın, patatesin fiyatından yakınan seçmeni küçümseyen bir kampanya yürüttü. Kampanya süreci başlamadan önce bile oy oranı %40-45 aralığına sıkışmış olan Erdoğan, kendi oy oranını artıramadığı gibi kararsız seçmeni de büyük oranda Kılıçdaroğlu’na yönlendirdi. Öte yandan Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı, siyaset bilimi literatürüne girecek ve otoriter rejimlerle mücadele eden tüm muhalif partilere yol gösterecek bir seçim kampanyası yürüttü. Deniz Baykal döneminde Ege kıyılarına sıkışıp kalan muhalefet, 2019’dan itibaren yeni bir kimliğe büründü. Toplumun her kesiminin oyuna talip olan, geçmiş başarıları değil bugünkü sorunları konuşan, geçmişteki hatalarıyla hesaplaşıp helallik isteyen ve 85 milyon için yeni bir Türkiye vizyonu ortaya koyan Kılıçdaroğlu, HDP’nin de desteğini alarak yeni bir toplumsal mutabakata kararlı adımlarla yürüyor. Seçmene umut veren, değişim talebini gören ve bunu sandığa taşıyan kampanya süreci bugün itibariyle başarıya ulaşmış görünüyor. Son 1 hafta içerisinde yapılan kamuoyu anketleri de büyük oranda toplumdaki değişim talebinin sandığa yansıyarak seçimlerin ilk turda biteceğini öngörüyor. Anketler ne söylüyor? 2018 seçimlerine dair en doğru tahminde bulunan araştırma şirketlerinden biri olan KONDA’nın 6-7 Mayıs tarihlerin 3480 kişiyle yüz yüze gerçekleştirdikleri anketin sonuçları şu şekilde: Son 2 haftada oy oranını yaklaşık 4 puan artıran Kılıçdaroğlu %49,3’e ulaşırken, Erdoğan’ın oy oranı %43,7 olarak hesaplanmış. Bu anketin, Muharrem İnce’nin cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmeden önce yapıldığını hatırlatmakta fayda var. YÖNEYLEM Araştırma da 9-10 Mayıs tarihlerinde 27 ilde yaptıkları anketin sonuçlarını açıkladı. İnce’nin adaylığını çekmesinden önce yapılan anketin sonuçları şu şekilde: Kemal Kılıçdaroğlu ilk turda %49,5 oy oranına ulaşırken Recep Tayyip Erdoğan’ın oyları %44,4’te kalıyor. Adaylıktan çekilen Muharrem İnce %1,4, ATA İttifakı cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan ise %4,7 oy oranına sahip. İnce’nin adaylıktan çekilmesinin ardından anket sonuçlarını güncelleyen Türkiye Raporu, Kılıçdaroğlu’nun seçimleri ilk turda kazanacağını öngörüyor. ORC Araştırma’nın 10-11 Mayıs tarihlerinde 28 ilde 3920 katılımcı ile yüz yüze görüşme yöntemiyle yaptığı ankette Kılıçdaroğlu’nun ilk turda büyük bir farkla seçimi kazanacağı öngörülüyor. Son 1 hafta içerisinde yapılan kamuoyu anketleri, Kılıçdaroğlu’nun ilk turda seçimi kazanmasının yüksek bir ihtimal olduğunu öngörüyor. İnce’nin adaylıktan çekilmesinin ardından seçmen kitlesinin blok hâlinde Kılıçdaroğlu’na oy vermeyeceği kesin ancak önemli bir bölümünün seçimleri ilk turda bitirmek amacıyla oy kullanacağını söyleyebiliriz. Özellikle Erzurum’da İmamoğlu ve muhalif seçmene yapılan taşlı saldırı, montaj video ve yalan haberlerle Kılıçdaroğlu’na yönelik yürütülen negatif kampanya ve iktidar kanadından gelen sert açıklamalar seçimlerin ilk turda bitirilmesinin hem iktidar hem de muhalefet seçmeni için büyük önem taşıdığını gösteriyor. Millî iradeyi tanımamak mümkün mü? Kamuoyu araştırmalarında Kılıçdaroğlu’nun seçimi ilk turda kazanma olasılığının öne çıkmasının ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından seçimi kaybetseler dahi iktidardan çekilmeyecekleri algısı yaratan açıklamalar yapıldı. Soylu’nun paralel bir seçim takip sistemi kurma planının YSK tarafından reddedilmesine rağmen çalışmalara devam etmesi, 14 Mayıs gecesi için TSK’dan zırhlı araç ve personelin hazır bulundurulmasını talep etmesi ve Erdoğan’ın "Milletin iradesine ve demokrasimize gölge düşürmeyiz, gerektiğinde 15 Temmuz gecesi olduğu gibi hayatımız pahasına istiklâl ve istikbalimize sahip çıkarız" açıklaması bu iddiaları güçlendirse de temelde tek bir amaca hizmet ediyor: muhalif seçmenin sandığa gitmesini engelleyerek seçimleri ikinci tura bırakmak. Yazının başında 1950 seçimlerini ve İnönü’nün açıklamasını böyle bir ihtimalin mümkün olmadığını hatırlatmak için ele aldım. Cumhuriyetin kurucu partisi olan, Millî Mücadele kahramanı olarak TSK tarafından tartışmasız lider olarak görülen ve devletle tamamen iç içe geçmiş parti yapılanmasına rağmen İsmet İnönü sandıktan çıkan sonucu kabul ederek iktidarı barışçıl bir şekilde yeni sahibine bırakmıştı. Bu olay, Türkiye’deki demokrasi kültürü üzerinde büyük etkiye sahip. Her 10 yılda bir darbelerle kesintiye uğramasına, ifade ve fikir özgürlüğünün hiçbir zaman tam olarak güvence altına alınamamasına ve özellikle son 10 yılda protesto ve gösteri hakkı fiilen elinden alınmış olmasına rağmen Türkiye halkı sandığın tartışmasız gücüne inanıyor, millî iradesini her şeyin üzerinde görüyor. AK Parti ve Erdoğan’ı 21 yıldır iktidarda tutan da millî iradenin tartışılmaz gücü olmuştu. 14 Mayıs akşamında millî irade bir kez daha tecelli edecek, büyük ihtimalle de mevcut iktidarı gönderip yeni bir iktidarı yönetime getirecek. Değişime olan sarılmaz inancımız ve yeni bir Türkiye idealine olan umudumuzla yarın sandığa gidip oyumuzu kullanacağız. Her bir oya sonuna kadar sahip çıkarak 15 Mayıs sabahında millî iradenin her gücün üzerinde olduğunu ve hiçbir engel tanımadığını tüm dünyaya bir kez daha göstereceğiz. Peki 15 Mayıs'ta ne mi olacak? Artık kendinden olmayan yaşam hakkı tanımayan bir iktidar değil, kendine muhalif olanı da kucaklayan bir iktidar olacak. 85 milyonun alın teri iktidara yakın bir avuç insana değil, bu ülkenin insanına, çocuklarına harcanacak. Adalet, güçlü olan için değil herkes için eşit olacak. Fikir özgürlüğü, iktidarı savunan için değil eleştiren için de geçerli olacak. Hatasını başkalarının üzerine atan değil, kabullenip telafi etmeye çalışan bir yönetim olacak. 85 milyonun kaderi bir tek kişinin keyfine göre değil, ortak akıl ve istişareye dayanarak belirlenecek. Herkesin birbirinden nefret ettiği değil, kendinden olmayan saygı duyduğu bir ülke olacak. En önemlisi de geleceğe dair umudunu kaybetmiş bir halk değil, yarınlara umutla, heyecanla bakan bir toplum olacak. Değişim bizim elimizde, kaderimiz bizim ellerimizde. Yeni bir Türkiye'yi yaratacak olan yarın kullanacağımız ve sonrasında sahip çıkacağımız tek bir oyumuzdur. Artık kaybedecek tek bir günümüz bile yok. Başkalarının ikbali için kaybedeceğimiz bir geleceğimiz yok. "Birleşe birleşe kazanacağız."
Soylu, 14 Mayıs için TSK’yı göreve mi çağırıyor?
CHP İzmir Milletvekili Murat Bakan, İçişleri Bakanı ve AK Parti İstanbul Milletvekili adayı Süleyman Soylu’nun GAMER üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri'nden (TSK) 14 Mayıs günü için zırhlı araç ve personel talebini içeren belgeyi de kamuoyu ile paylaştı ve Soylu hakkında suç duyurusunda bulunduklarını açıkladı. “Arkadaşlar savaşa mı gidiyoruz, seçime mi gidiyoruz? Seçim için TSK’ya neden ihtiyaç duyuyorsunuz? TSK’nın zırhlı araçları neden hazır bulundurulacak?” ifadelerini kullanan Murat Bakan, açıklamasının devamında şunları söyledi: GAMER üzerinden yapılan yeni bir operasyondan bahsediyorum. Bu gördüğünüz belge, İzmir Valiliği İl Güvenlik ve Acil Durumlar Koordinasyon Merkezi'nin (GAMER) yazısıdır. İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü'nü bir yazısın il valilikleri ordu komutanlıklarına gönderiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ne istiyor GAMER arkadaşlar söyleyelim: 'Oy verme günü öncesinde alınacak tedbirler kapsamında kolluk birimlerimize ait zırhlı ve hava araçlarının göreve hazır vaziyette bulundurulması ile seçimin güvenli şekilde yapılmasını sağlamak amacıyla Valilerimizce gerek görülmesi halinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ait personel, zırhlı araç ve diğer araçlardan istifa edilebileceği bildirilmiş olup, kolluk birimlerine ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ait personel ile zırhlı araç ve diğer araçların göreve hazır vaziyette bulunulması hususuna ve gereğine arz ve rica ederim.' Murat Bakan, konuşmasının devamında Valiler ve TSK’ya seslendi: "Buradan valilere sesleniyorum: Suça ortak olmayın. Türk Silahlı Kuvvetlerimize sesleniyorum: Bu normal rutin bir seçimdir, Türkiye'de seçimler her 5 yılda bir olur. Bu seçim de öyle bir seçimdir. Herkes oyunu kullanacak. Kanun dışı emirlere riayet etmemelerini, onların İçişleri Bakanlığı'na ya da herhangi birisine bağlılıklarının olmadığını, asıl bağlılıklarının Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasası, kanunu ve milletine olduğunu hatırlatmak istiyorum." 2021’deki yasal düzenleme Soylu'nun, 14 Mayıs gecesi için TSK'dan zırhlı araçların ve personelin hazırlanması talebi 6 Ocak 2021’de yapılan bir yasal düzenlemeye dayanıyor. 6 Ocak 2021 tarihli Resmî Gazete'de bu konuya ilişkin bir yönetmelik değişikliği yapıldı. Bu yönetmelik değişikliğiyle TSK’ya ait silah ve taşıtların “terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketleri” gerekçesiyle MSB’nin onayıyla Emniyet ve MİT’e devredilebilmesinin önü açıldı.
İstanbul ikinci bölge: 2018 sonuçları, öne çıkan adaylar
İstanbul 2'nci bölge Bayrampaşa, Beşiktaş, Beyoğlu, Esenler, Eyüpsultan, Fatih, Gaziosmanpaşa, Kağıthane, Sarıyer, Sultangazi, Şişli ve Zeytinburnu ilçelerinden oluşuyor. 2'nci bölgedeki toplam milletvekili sayısı 28 ve 2018 seçimlerindeki toplam seçmen sayısı yaklaşık 3 milyon 100 bin kişiydi. 2018'de İstanbul 2'nci bölgede partilerin ve ittifakların aldıkları oy oranları şu şekilde: Cumhur İttifakı'nın toplam oy oranı %53,29, ittifakın çıkardığı toplam milletvekili sayısı 15 AK Parti, %45,17 oy oranıyla 13 milletvekili çıkardı. MHP, %8,11 oy oranıyla 2 milletvekili çıkardı. Millet İttifakı'nın toplam oy oranı %34,02, ittifakın çıkardığı toplam milletvekili sayısı 10 CHP, %24,83 oy oranıyla 8 milletvekili çıkardı. İYİ Parti, %7,61 oy oranıyla 2 milletvekili çıkardı. Saadet Partisi, %1,57 oy oranıyla milletvekili çıkaramadı. İttifak dışındaki partilerin durumu HDP, %12,22 oy oranıyla 3 milletvekili çıkardı. HÜDA PAR, %0,20 oy oranıyla milletvekili çıkaramadı. Vatan Partisi, %0,20 oy oranıyla milletvekili çıkaramadı. 2'nci bölgede öne çıkan milletvekili adayları AK Parti AK Parti’nin 2'nci bölge 1'inci sıra milletvekili adayı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu . 2008-2009 yıllarında Demokrat Parti Genel Başkanlığı yapan Soylu, AK Parti’ye katıldıktan sonra önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak görev yaptı. Soylu, 2016 yılından beri İçişleri Bakanı olarak görev yapıyor. Soylu, geçtiğimiz günlerde muhalefete yönelik konuşmasında "Biz gideceğiz, bu LGBT'ciler gelecek, aynı cinslerin evlenmesini isteyenler gelecek.” ifadelerini kullandı. AK Parti’nin 3'üncü sıra adayı Rabia Kalender İlhan İstanbul Kadın Kolları Başkanlığı görevini yürütüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu, Kalender İlhan’ın İBB’nin AK Parti tarafından yönetildiği dönemde belediyeden 128 bin avro, 123 bin TL ve 9 bin dolar burs alarak yurtdışına eğitime gönderildiğini tespit etti . İBB, kamu zararının tahsil edilmesi için Rabia Kalender İlhan hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu. AK Parti'nin 4'üncü sıra milletvekili adayı DSP Genel Başkanı Mehmet Önder Aksakal . Aksakal, bir süre Millet İttifakı’na katılmak için görüşmelerde bulunmuş ancak AK Parti listelerinden 4 milletvekilliği kadrosu alarak Cumhur İttifakı'na katılmıştı. AK Parti'nin 5'inci sıra milletvekili adayı Mustafa Demir hakkında 17 Aralık soruşturması kapsamında “ örgüt kurmak, yolsuzluk, resmi belgede sahtecilik ” suçlamalarıyla dava açılmıştı. CHP CHP'nin 1'inci sıra milletvekili adayı Namık Tan, 2010-2014 yılları arasında Türkiye’nin Washington büyükelçisiydi. 1996-1997 yılları arasındaki Dışişleri Bakanları Emre Gönensay, Tansu Çiller ve İsmail Cem'in özel kalem müdürlüğü görevini yürüten Tan, Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde Bakanlık Sözcüsü olarak görev yaptı. CHP'nin 2'nci sıra milletvekili adayı Yunus Emre, CHP Parti Meclisi Üyesi ve 27'nci dönem İstanbul Milletvekili. Doktorasını Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamlayan Doç. Dr. Yunus Emre, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştı. CHP'nin 4'üncü sıra milletvekili adayı Enis Berberoğlu eski gazeteci ve milletvekili. Uzun yıllar çeşitli medya kuruluşlarında gazetecilik yapan Berberoğlu, MİT TIR’ları davasında suçlu bulunarak 3 Haziran 2017’de 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve milletvekilliği 4 Haziran 2020’de düşürüldü. Berberoğlu, CHP Genel Başkan Yardımcılığı görevini yürütüyor ve 25, 26 ve 27'nci dönemlerde İstanbul’dan milletvekili seçildi. CHP'nin 10. sıra milletvekili adayı Fuat Yıldırım , Gezi olayları sürecinde camide içki içildiği iddialarını “Din adamıyım, yalan söyleyemem” diyerek yalanlayan müezzin olarak biliniyor. Yıldırım, içki iddialarını yalanladıktan sonra sürgün edilmiş ve uzun bir süre böbrek yetmezliği tedavisi görmüştü. Fuat Yıldırım, İsmail Saymaz’a verdiği röportajda “Sen nasıl cumhurbaşkanımızı yalanlarsın?” diyen bir grup tarafından darp edildiğini açıkladı. İYİ Parti İYİ Parti'nin 1'inci sıra milletvekili adayı Buğra Kavuncu, İYİ Parti İstanbul İl Başkanlığı görevini yürütüyordu. Kavuncu ardından, partide Genel Başkan Başdanışmanlığı görevini üstlendi. İYİ Parti'nin 2'nci sıra milletvekili adayı Salim Ensarioğlu, 19, 20 ve 21'inci dönemlerde Doğru Yol Partisi’nden Diyarbakır milletvekili seçilmiş ve 51, 52 ve 54'üncü hükümetlerde Devlet Bakanlığı yapmış. Ensarioğlu, 2018’de İYİ Parti’den Diyarbakır milletvekili adayı olmuştu. Salim Ensarioğlu’nun oğlu Vejdin Ensarioğlu, İYİ Parti’den Diyarbakır 1'inci sıra, kuzeni Galip Ensarioğlu ise AK Parti’den Diyarbakır milletvekili adayı oldu. İYİ Parti'nin 3'üncü sıra milletvekili adayı Bahadır Erdem, İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesinde akademisyen olarak görev yapıyor. Erdem aynı zamanda Genel Başkan Yardımcılığı ve Genel İdare Kurulu üyeliği görevlerini yürütüyor. MHP MHP'nin 1. sıra milletvekili adayı Celal Adan, 2018’den beri MHP Meclis Başkanvekili görevinde bulunuyor. MHP'nin 2. sıra milletvekili adayı Cemal Çetin’in , AK Parti’nin eski Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’den hakimlik-savcılık mülakatları için torpil isterken yakalandığı iddia ediliyor . Yeşil Sol Parti Yeşil Sol Parti'nin 1'inci sıra milletvekili adayı Cengiz Çiçek 2018 seçimlerinde HDP’den Van Milletvekili seçildi. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu Çiçek HDP İstanbul İl Başkanı olmuştu. Çiçek, KCK operasyonları kapsamında tutuklanmıştı. Yeşil Sol Parti'nin 3. sıra milletvekili adayı Hasan Cemal gazeteci ve yazar. 1969 yılında Devrim gazetesince meslek hayatına başlayan Cemal çeşitli basın kuruluşlarında gazetecilik yaptı ve en son T24’te köşe yazarlığı yapıyordu. 2015’te yazdığı “ Akan kanın bir numaralı sorumlusu, Saray’daki Sultan’dır, nokta! ”, " Heyy sen! " ve " Sen Cumhurbaşkanı ol, hem de… " başlıklı yazıları nedeniyle "Cumhurbaşkanı'na hakaret" suçlamasıyla hakkında soruşturma açıldı. TİP TİP'in ilk sıra milletvekili adayı Ahmet Şık , 2018’de HDP listelerinden İstanbul milletvekili seçildi ve ardından istifa ederek TİP’e katıldı. Uzun yıllar gazetecilik yapan Şık, Ergenekon soruşturması kapsamında 2011’de “Ergenekon terör örgütüne üye olma” suçlamasıyla tutuklandı ve 2012’de tahliye edildi. Ahmet Şık 2016’da da “Tahir Elçi'yi tutuklamak yerine katletmeyi tercih ettiler. Katil sürüsü bir mafyasınız.”, “'Katil devlettir' deyince bozuluyorsunuz.” , “Suikastçinin Nusracı değil FETÖ'cü olduğunu kanıtlama gayretindeki iktidar ve yancıları katilin polis olduğu gerçeğini ne yapacaksınız?” tweetleri gerekçe gösterilerek ‘terör örgütü propagandası yapmak’ ve ‘Türkiye Cumhuriyeti ve kurumlarını alenen aşağılama’ suçlamalarıyla gözaltına alındı. TİP'in 2'nci sıra milletvekili adayı Mısra Öz, Çorlu tren kazasıda 9 yaşındaki oğlu Oğuz Arda Sel ve eşi Erkan Sel’i kaybetmişti. Mahkeme heyetine söylediği "Üç maymunu oynamayı tercih eden bir heyet" ifadeleri nedeniyle hakkında soruşturma açılan Öz’e mahkeme heyeti 8 bin 800 lira para cezası kesti. TİP'in 3. sıra milletvekili adayı Zeynep Esmeray Özadıktı tiyatrocu, köşe yazarı ve LGBTİ+ aktivisti. Trans sanatçı Esmeray, 2013’te HDP Parti Meclisi üyesi olmuştu.