aposto-logoÇarşamba, 29 Mart 2023
aposto-logo
Çarşamba, Mart 29, 2023
Premium'a Yüksel

Esra Ece Kuleci

Esra Ece Kuleci
Üreten insanların, süreçlerini kayıt altına almaya merak sarmış biri 👀

LATEST STORIES

Muğlak mekânlar, açık duygular: Ekin Tümer

Ekin’e ilk sorum çocukken hikâye anlatmayla ve de hayvanlarla arasının nasıl olduğuna dair oluyor. Annesi ve babası yoğun çalıştığı için daha çok babaanne ve dedesiyle vakit geçiren Ekin resimli bir çocuk kitabını, eve gelen misafirlere saatlerce anlattığını dile getirirken hayvanlarla arasının bugünkü kadar iyi olmadığını söyledi. O yaşlarda köpekleri sadece uzaktan seviyormuş. Ekin'in çocukluk fotoğrafları. İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Bilgi Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nden mezun olan Ekin şu an bu bölümle ilgili hiçbir şey yapmıyor, hem bunun nedenini merak ettim hem de yazar olmaya nasıl karar verdiğini. Bir ortak noktamız çıktı! "Senaryo yazmaya çalışmak." “İtalyan Lisesi'nde okurken en sevdiğim şey film izlemekti ve İtalya’ya gitmek gibi bir hayalim vardı. Queen Mary'de de sinema eğitimi vardı, ona başvurdum ama ilk sene hazırlık okudum. Sonraki yıl İstanbul’a dönünce, Bilgi Üniversitesi'ne girdim. Bu dört beş yıl boyunca kamerayı elime iki ya da üç kez almışımdır. Hep teorik kısmıyla ilgileniyordum sinemanın. Senaryo yazmak istiyordum ve bu zor geliyordu, onun farklı bir matematiği vardı, becerebildiğimi de düşünmüyordum. Derken daha serbest yazmak üzerine bir şeyler yapabileceğimi anladım ve bu yola girmiş oldum.” Kitap kapağının taslak çizimi, Can Küçük Bu ilk kitabın yazılış süreci yaklaşık iki yıl sürmüş, ben kitabı okurken "Acaba bu kitap ilk önce İngilizce olarak mı yazıldı?" diye düşündüm.👀 “Bu soru bana daha önce de geldi. Böyle bir hissi var gerçekten. Ben yazmaya dair pek bilgim olmadığını düşündüğümden birkaç tane kitap okumuştum. Nasıl kurgu dışı yazı yazılacağı üstüne bir kitaptı ve ben bunu aslında kurgu üstüne yazmayı anlatan bir kitap sandım ve de öyle okudum. İkinci taslağımdayken bu kitaptan yola çıkarak sadeleştirmeler yaptım. İkinci bir sebep de ben çok fazla küçüklüğümden beri İngilizce okuyorum.” İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Kitaptaki karakter isimleri bir dilde anlamı olmayan kelimeler. Ekin'in neden böyle bir seçim yaptığını merak ediyor, anlamlı isimleri özellikle düşünmemeye çalışıp çalışmadığını sorguluyorum. “İlk başta anonim ve tek karakter düşünmüştüm ama anlaşılır olmadığına karar verdim. İlk taslağı oluştururken yan karakterler ekledikçe bu isimlerle ekledim ki kim oldukları anlaşılsın. Kitabın mekânı belli değil, bazı bölümlerin zamanı muğlak, o yüzden bir yere ait isimler olsun istemedim. Layna ve Saba mesela, anlamı olmayan kısa isimler uydurmaya çalıştım. Dediğim gibi, bir anlamı olmamasını özellikle tercih ettim.” Kitabın bir bölümünde tarih not düşülerek hikâyeyi 90’lı yıllarda geçiyorsun, neden özellikle bu yıl? “Karakteri elli yaşında biri yapmak istedim ve nedense bugün elli yaşında biri yapsam bilmediğim özellikler eklemem gerekecek gibi hissettim. 90’lı yıllarda elli yaşında olmuş bir örneğim de vardı, dedem. Tamamen ondan ilham oldu diyemem ama sebebi bu.” Çalışma: Yasin Arıbuğa - afterwork Fotoğraf: Ekin Tümer Kitabın farklı bir tanıtım süreci oldu. Aranıyor ilanları, duvarlarda afişler, bu fikir nasıl doğdu? “Kitap çıktığından bir iki ay sonra oldu bu çalışmalar. Kitabın tanıtımlarını da ben yapmak istiyordum, yayıneviyle de bu şekilde anlamıştım çünkü çevremdeki insanlarla birlikte bir şeyler yapmak istiyordum. afterwork’ten Yasin’in işlerini çok seviyordum ve ona bu fikirle gittim, o da bu çalışmaları yaptı. Kitap sokağa, kafelere taşınmış oldu.” Dosya tasarım: Can Küçük, görsel Midjourney'de yapıldı. Geçtiğimiz aylarda Drive üzerinden bir öykünü hem İngilizce hem Türkçe olarak paylaştın. Dijital mecralardan okuyucuya ulaşmakla ilgili ne düşünüyorsun? “Ben şu an bir öykü kitabı yazmaya çalışıyorum. Bu öykü de onlardan biriydi ve sevince beklemeden paylaşmak istedim. Drive aracılığıyla paylaşma fikri arkadaşım Can'dan geldi, ben de sıcak baktım. Bugün bunu bir dergi ya da yayıneviyle paylaşmak belki kitap olmasını beklemek demek bir sene bile sürebilen bir süreç. Bugünde yazılan bir şeyi gününde paylaşmak istedim. Okucuyla etkileşimi de hızlı yapmamı sağlayan bir süreç oldu.” Öyküyü okumak için tıklayınız Üretim Kaydı'nda artık her konuğa soracağım yeni bir sorum var.👀 Bir kayıt cihazı seçsen ses/fotoğraf ya da videodan hangisini seçerdin ve bugünden geleceğe ne kaydederdin ? Ekin bu soruyu yanıtlarken, yakın zamanda Aftersun ’ı izlediğini ve çok etkilendiğini söylerken, kaydettiği şeyin sadece kendisine kalmasını istediğinin altını çizdi. “Videoyu seçerek köpeğim Robin’i kaydetmek isterdim. Bu sene sekiz yaşına girdi ve bu konuda biraz duygusalım, telefon hariç sadece buna özel bir cihazla onu kaydetmek istiyorum.” Fotoğraf: Selin Ünsel Ekin ile kayıt sonrasında da konuşmalarımız devam etti, özellikle de kitap önerilerimiz. Dedik ki bu kitaplar da kayıtlara geçsin.👀 Evet, Ekin'nin sesinden okumaya devam edebilirsiniz. 2022'de okuduğum son kitap, Yaşa ya da Öl - Anne Sexton 'du. 2023'ün ilk kitabı ise Earthlings - Sayaka Murata Kendime önümüzdeki aylarda okumak için altı kitap belirledim: - Kocanın Güzelliği: 29 Tangoda Kurgusal Bir Deneme, Anne Carson - Mutfak, Banana Yoshimoto - Salt Slow, Julia Armfield - Yabani Kalbin Yakınlarında, Clarice Lispector - Walking Through Clear Water in a Pool Painted Black, Cookie Mueller - Wielding the Force: The Science of Social Justice, Zainab Amadahy Biz bu yayını 7 Şubat Salı günü için planlamıştık, ancak erteleme kararı aldık. Bu süreçte Ekin, ANGST için şubat ayını anlatan iki yazı kaleme aldı. Hakiki bir dayanışmaya doğru ve Öfkeye sahip çıkmak yazılarını okuyabilirsiniz. Buradan ona "kalemine sağlık!" demek istiyorum.

07 Mar 2023

Bir arada üretmek, "birbirini" yönetmek

Tiyatro Hemhâl 2018 yılında Nezaket Erden, Hakan Emre Ünal ve Ayşe Draz tarafından kurulmuş profesyonel bir tiyatro topluluğu. Hemhâl'in kelime anlamı "durumları aynı olan (kimseler)" demekken. Bu bölümde, isimlerindeki şapkalı â'nın şapkasının altında bir araya gelen bu şahane üçlünün ikisiyle hasbihal edeceğiz. 🌟 Topluluk, N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hâli, Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit ve Tırnak İçinde Hizmetçiler isimli üç oyunla bu sezonda da seyirci ile buluşuyorlar. Hemhâl'in kurulma hikâyesine geçmeden evvel, bu ikilinin çocukluklarını ve nasıl tanıştıklarını dinlemek istiyorum ve çocukken oyunla olan ilişkilerinin peşine düşüyorum. Nezaket, doğa ile iç içe bir çocukluk geçirirken oyunlar uydurmayı, doğayı dinlemeyi, diğer çocuklarla yarışa girmediği, aksine onlarla birlikte ürettiği anların peşinde koşmuş. Hakan Emre ise sokakta, sokağın nabzını tutan bir çocukluk geçirmiş. Kola tenekelerinden yapılma topla tek kale maçlar, bir dönem bazı kulüp takımlarında oyuncu olması geçirdiği sakatlıkla yerini evde vakit geçiren, kitaplarla tanışan bir Hakan Emre'ye bırakmış. Onlar o günleri anlatırken bir an karşımda Yusuf Umut ve Dirmit'i görmedim desem kayıtlara geçireceklerim eksik kalır. O yüzden söyleyeyim. Bu tutku ikisinde de daha o yaşlardan geliyor. Nezaket, Emine, Munise ve Hakan Emre kola şişesiyle İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Nezaket, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden, Hakan Emre ise Bilgi Üniversitesi İşletme Bölümü'nden mezun. İkilinin yolları Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümü yetenek sınavlarında kesişiyor, sonrasında alınan ortak derslerle önce arkadaşlıkları başlıyor sonrasında ise partner oluyorlar. Hemhâl'in kurulması da üretimlerine özgürce alan açacak bir alan arayışıyla başlıyor. Hakan Emre ve Nezaket Hakan Emre: "O dönem ben farklı farklı tiyatro gruplarıyla oyunlar yapıyordum. Trom devam ediyordu, çok güzeldi farklı farklı sahnelerde olmak ama insan kendi üretimlerini yapacak özgür bir alan da istiyor. Tırnak İçinde Hizmetçiler oyunu ve Sevgili Arsız Ölüm ile bu yola girmiş olduk. Ayşe Draz da Tırnak İçinde Hizmetçiler oyunu ile bu yola bizimle girdi, iyi ki de girdi." Nezaket: "O dönem Emre'nin Trom isimli oyunu benim için önemliydi. O çok yol gösterici olmuştu ve Emre'yle tanışmak, onun hayatımdaki varlığı. Onun öncesinde, yani mezun olmadan önce bir sürü alakasız işlerle çalışıyordum. Bazı çocuk oyunlarında da yer aldım ama katkısı olmadığını hissedip sadece geçinmek için yaptığımdan sevemiyordum. Şimdi düşünüyorum o yıllarda cesaret etmeseydim acaba bugün her şey nasıl olurdu? Kolay bir karar değildi o dönem öyle bir yola girmek." Hakan Emre: "Şunu da söyleyebilirim, biz bir fikrin peşinde kuruyoruz tasarıyı, sonunda ulaştığımız şey ilk fikirden neredeyse yüz seksen derece farklı da olabiliyor. Hemhâl bize bu alanı da sağlayabiliyor işte." Hakan Emre ve Nezaket burada bir anılarından bahsettiler. Hakan Emre, " Sevgili Arsız Ölüm'deki Dirmit için, bu oyun bir yerde oynanacak olsa ve seçmeler olsa belki ne Nezaket seçilirdi ne de Nezaket o seçmelere katılmak için evet ben Dirmit'im, derdi." Onlar aralarında geçen bu konuşmadan bahsedince ben de bu oyunu ilk izlediğimde zihnimde beliren "Dirmit ondan başkası olamazdı" cümlemi kayıtlara geçiriyorum. Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit'in Moda Sahnesi'nden canlı yayınla seyirciyle buluştuğu günden bir fotoğraf. Yönetmen Hakan Emre reji masasını fotoğraflamış, Gelelim Nezaket'in Dirmit ile tanışma hikâyesine... Nezaket lisans eğitimine devam ederken bir yandan da oyunculuk üzerine bir atölyeye katılıyormuş. Akademi 35 Buçuk' ta Vahide Perçin'in dersinde romandan uyarlama bir sahne hazırlamaları gerekiyormuş. Nezaket'in ilk seçimi Madam Bovary olmuş ama istediği gibi bir sahne çıkmayınca ondan vazgeçmiş. Bir kitabevi ziyaretinde Sevgili Arsız Ölüm 'ü rafta görmesiyle kitabın ismine vurulmuş ve bir gecede okumuş. Bu dersten sonra bunu bir oyuna dönüştürmek isteyen Nezaket, Hakan Emre'ye fikrini açtığında onun "anlat" cümlesiyle, Nezaket'in romanı Dirmit'in perspektifinden anlattığını fark etmişler ve bu şekilde anlatıcının konumu ve oyunun adı şekillenmiş. Nezaket: "Okulda zorlandığım bir dönemdi, kitabı okumak çok iyi hissettirmişti o yüzden. Kitapta bir göç hikâyesi ve uyum hikâyesi var, dolasıyla şehirle ilişki var. Bütün ailenin kurduğu ilişki var hâliyle bitmek bilmeyen bir gücü ve merakı var. Tüm bunlar beni çok etkilemişti. O yüzden ya o çalışma bitti ama kitabın etkisi ve bende hissettirdiği hisler hep kaldı. Sonra Kadir Has'a girdiğimde ve bitirme projesi yapma zamanı geldiğinde tekrar aklıma Dirmit düştü." Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit'den bir sahne Hakan: "Nezaket bana kitabı anlatırken aslında farkında olmadan Dirmit'in gözünden anlatıyordu. Ben de Nezaket olarak anlatmasını ve kitaba bakmasını istemiştim. O dönemler de sevgiliydik ve sürekli beraberdik. Yatarken, kalkarken, otobüste bir yere giderken, yürürken kitap sürekli hayatımızın en önemli yerinde duruyordu. Bu birkaç ay devam etti ve sonra oyunu Dirmit'in gözünden kurmaya başladık. Metnin dili, karakterin dili, konuşulan yerler derken kapsamlı bir Sevgili Arsız Ölüm sözlüğü çıkardık. Önce kutu kutu bir sürü hikâyemiz oluştu ve onları kurgulamak, birleştirmek derken bu sefer başka bir çalışma süreci başladı. En sonunda Dirmit'in uyayamadığı tek bir gece geçen, köye hayali bir yolculuk yaptığı bir hikâye evrildi." Yazarı zaten yıllardır tanıyormuş gibi bir hisle oyuna çalıştıkları için daha sonra sahnelemek için yazardan izin almak ve bunun için ona ulaşmak gerektiğini tatlı bir şekilde hatırlamışlar. Sonrasında yazar Latife Tekin'in kapısını çalmışlar ve ilk aldıkları yanıt olumsuz olmuş. Bunu anlamak mümkün. Kitap, yazarın anılarını içeriyor ve Latife Tekin kitabı o günlerden beri tekrar açıp okumadığını söylüyor. Yazara ulaşmalarının nasıl olduğunun ve oyunun ilk sahnesindeki anılarının peşine düşüyorum. Devamını onlardan dinleyin isterim. 👀 Nezaket: "Latife Tekin'e ulaşmak ve ona oyunu gösterebilmek biraz zaman aldı. Onun çok yoğun bir dönemiydi çünkü. En sonunda ona gösterdik ama önce bir izin vermeme durumu oldu. Biz de buna üzüldük o dönem tabii ama çalışmıştık, bu yüzden ücretsiz gösterim yapmaya karar verdik, Kadir Has'ta. O da o ilk gösterilere geldi, izledi ve 'Siz zaten yapmışsınız, sizin olmuş' dedi. Ve sahnelememize izin verdi." Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit Hakan: "İlk oyunda sahne çığlıkla bitiyordu, ışıklar da yavaş yavaş kararıyordu. Tek o çığlığı duyuyor ve sonlandırıyorduk. Kadir Has Üniversitesi'nin blackbox sahnesinde oynamıştık. Işığı da ben yapıyordum merdivenden indim sahneye selam vermeye çıktım, insanlar alkışlıyor ama Nezaket'e dokunsam ağlayacak benim zaten gözlerim doldu ağlaya ağlaya teşekkür ettim. Sonra üzerine düşündük bırakmak istediğimiz, insanları salondan uğurlamak istediğimiz his bu değildi. Umutsuz bir yerde bitmesini istemiyoruz hikâyenin ki zaten roman da öyle değil. Bizim şu hisle çıkmamız lazım, Dirmit bir şekilde ne olursa olsun ,buradan güçlü bir şekilde çıkacak. Oyun umutsuz bir noktada bitmeyecek. Ona göre şekillendi yine çığlık var ama şimdi oyunun sonunda değil." Nezaket: "Kurgusal alandaki büyü biraz da bu hislerde. Gerçek zaten yeteri kadar acı, o hissi istemiyorduk. İlk oyunda bir sürü duygu bir aradaydı benim için. Altı tane ücretsiz oyun planlamıştık ve insanlarla buluşmak çok iyi gelmişti ama bir yandan izin alamadık, oynamayacağız hissi vardı içimde. Latife Hanım bu altı oyunun sonuncusuna geldi ve oyun bitimi 'Siz bunu oynayın çocuklar' dedi." Kulisten bir fotoğraf 💌 N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hali, daha Hakan Emre sahneye çıkmadan başlıyor, ışık ve müzikle kurduğu dünya o kadar gerçek ki ben bir oyun izliyor gibi hissetmiyorum, sadece yeni tanıştığım Yusuf Umut'un hikâyesini dinliyorum. Yer yer ışıkları açıp kapatmak için reji masasına laf atması, telefonun ışığının gölge oyunlarıyla bizi çekmesi... Bu kişi Hakan Emre mi yoksa Yusuf Umut mu? diyorum. Bir yandan da İşte aradığım ortam diye içten içe seviniyorum. Kayıttan önce dayanamayıp bu iki isimliliğin sebebini soruyorum. Ben de iki isimli olduğumdan bunun yarattığı kafa karışlığını, bir yere aidiyet arayışıyla da oyunda görmek beni mutlu etmişti. Hakan Emre: "Yusuf'u dedesi koyuyor, Umut'u annesi koyuyor. Yusuf daha geleneği sembolize ederken, Umut da adı gibi daha dilemeyi, umudu simgeliyor. Ben de iki isimliyim, tercih biraz buradan da geliyor. Ürettiğim hikâyelerin çoğunda iki isim meselesi önemli bir yer alıyor. Hakan Emre isminin yani iki isimli olmamın getirdiği bir durum büyük ihtimalle." N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hali oyunundan bir sahne Oyunun aynı zamanda yazarı da olan Hakan Emre, bu hikâyenin altı yıllık bir hayalin sonucu olduğunu söyledi. Pandeminin başlarındaki kapanma döneminde bunun üstüne düşünme ve çalışma fırsatı olmuş. Tek başına yazmakta zorlandığını ve sürece Nezaket ve Ayşe'den sonra Alis Çalışkan'ın da eklenmesiyle çalışma son hâlini almış. Dördü de bu hikâyede kendi çevrelerinden tanıdıkları anlatılara rastlamışlar. Hakan Emre: "Yusuf Umut, bizim kabullendiklerimizi kabullenmeyen bir karakter. Okuldaki zorbalığı kabullenmeyen, evdeki görünmeyen şiddeti, duygusal baskıyı kabullenmeyen. İçinde olan biteni hiçbir filtreleme yapmadan dışarı çıkartabilen bir karakter olsa nasıl olur? Sokakla tanışınca ve orasıyla tüm sertliğiyle karşılaşması nasıl olur? gibi soruları sorduk." N'Olcak Bu Yusuf Umut'un Hali sahne öncesinden bir fotoğraf "Bir ortam arıyor kendi için. Bu yüzden 'benim aradığım ortam bu' diye sürekli tekrarladığı bir cümlesi var." Sahneye çıkmadan önce seyirciyle tanışmasıyla ilgili konuşuyoruz. Bunu her oyunda tercih ettiğini ama Yusuf Umut'la bunu biraz daha ileri taşıdığını söyledi. Özellikle turnelerde buradaki tanışmalar güzel anılara dönüşüyormuş. Oyun boyunca neredeyse hiç durmuyor Yusuf Umut, bir seratonin saçılması var. Yer yer ışık tasarımı ve müzik de bunu destekliyor. Hareket tasarımında Ekin Tunçeli ile çalışılmış, ışık tasarımı ise Ali Dönmez'e ait. Oyununun yönetmenlerinden Nezaket'in hareket yönetimi ve ışığa dair söylediklerini kayıtlara geçirelim. "Biz çalışırken her şey bir arada şekilleniyor, önce metin yazıp sonra sahneye geçmiyoruz. Emre çıkıyor, doğaçlıyor, sonra metne döküyoruz. Metni oynarken tekrar değişiyor, ışıkla ilgili fikirler orada gelişmeye başladı. Renkli bir dünya olacağını düşünüyorduk, Yusuf Umut sürekli renklerden bahsediyor zaten. Emre bir provada telefonuyla ışık yaptı ve oluşan gölgeleri nasıl daha iyi yansıtabilirizin peşine düştük. Perde fikri oradan geldi. Emre'nin bedeninden çıkan bir sürü şey var. Ekin'i davet etmiştik provaya, o birkaç provaya eşlik etti ve bazı bölümleri bir düzene soktu. Emre'nin bedenindeki hareket kalitelerinin daha iyi olması için fikirler verdi." Hakan Emre: "Bizim yaptığımızla başta kaba, savruk bir şey çıkıyor harekette de ışıkta da. Sonra işin ehli olan ve bize de samimi gelen, birlikte çalışmak istediğimiz insanlarla beraber bunu dönüştürmeye başlıyoruz." Bu harika ve tam yerinde olan müzikleri nasıl seçtikleri ise güzel bir hikâye barındırıyor. Müziğe dair süreçte tanıştıkları Büşra (Keskin), oyunun hareketli afişini de tasarlamış. 📌 Okuyanlar ve dinleyecekler için bir not - biz sadece oyunun sonundaki şarkıya dair konuştuk, diğer iki şarkının ne olduğuna dair bilgi vermek istemiyorum. Ama oyun çıkışı beni bulup teşekkür etmek isteyeceksiniz. Nezaket: "Biz zaten oyunlara hazırlanırken de müzik dinliyoruz, bazen o müzik oyunda da yer alabiliyor. Kardeşim Emine hazırlık aşamasında oyunu izlediğinde bana bir şarkı attı ve bu şarkı bana Yusuf Umut'u hatırlattı dedi. Senin de 'Bu şarkı ne?' diye bize sorduğun o, Turkodiroma grubunun şarkısı. Ben de hakikaten hatırlatıyor dedim. Sonra Emre dinledi ve bir provada onu sona koyarak oynadı. Tüm ekip şarkıya yükseldi." Hakan Emre: "İlginç mesela, o şarkının yazılış dönemi bizim oyunu çalışmaya başladığımız dönemle neredeyse aynıymış. Sonra kullanmaya karar verince grubun üyeleri Doruk ve Doğa provalara geldiler. İlk oyunun akışını izledikten sonra Doruk, 'Ben de şarkıyı yazarken Yusuf Umut'a benzer bir hisler yaşamıştım' dedi mesela ve dert ortaklığı kurduğumuzu gördük. Çok kıymetliydi. Doruk'un akışı izlemeye gelen arkadaşı Büşra (Keskin) bize hareketli bir afiş yaptı. Birçok provamıza, oyunlarımıza geldiler. Müzik ve tiyatro aracılığıyla çok kuvvetli bir bağ kurduk. Şarkının bir iki bölümünü düzenlemelerini rica ettik ve kullanmaya başladık. Yusuf Umut "Ben Yağmurum Geceye" oldu. Çok özel bir karşılaşma oldu." Ali Ercivan'ın kısa filmi Lekesiz'de Hakan Emre ve Nezaket birbirine sevgisi bitmiş, sıkışmış bir evli çifti oynuyorlar. Bu kadar zamandır bir arada olan bu uyumlu çiftin uyumsuz bir çifti oynama kabiliyetine açıkçası hayran kaldım, sorarken kendime "ne amatörce bir soru bu?" desem de merakım daha ağır bastı ve sordum. Çift olarak oynamak nasıl bir deneyimdi? Nezaket: "Biz birlikte çok çalıştığımız için zorlanmadık aslında, evet birlikte oynamadık ama çok fazla üretim yaptık. Dolayısıyla o çalışma sırasında bir mesafe koymayı becerebiliyoruz artık. Oynadığımızda onu iş olarak görebiliyoruz. Belki başlarda daha zordu çalışmalarda, bazı krizler çıkıyordu bu yüzden." Lekesiz, İzem ve Tolga Yönetmen: Ali Ercivan Hakan Emre: "Karakteri düşününce zaten mesafe geliyor kendiliğinden, İzem'le Tolga'nın arasındaki o iletişimsizliği doğru irdelediğinde oynamak ve yansıtmak mümkündü, onu yaptık." Sorularım bitmişti ama bizi bıraksanız iki saat daha konuşurduk. Üretim Kaydı ile yeni tanışanlara bir minik hatırlatma: Burada konuştuklarımızdan kayda geçenlerin detayları ve çok daha fazlası konukların sesinden podcastte. Yusuf Umut'un selamıyla uğurluyorum - Adiosss!

24 Oca 2023

Müzikle zamansız ve evrensel bir anlatıcı olmak: Efe Demiral

Çocukken enstrüman olan bir evde büyüyen Efe, babasının saz ve gitar çaldığını ama o yaşlarda müzikle olan ilişkisini net hatırlayamadığını söyledi. Hatta babasının gitarının kaybolma ve tekrar bulunma hikâyesi de var ve o gitar hâlâ Efe'de. On altı yaşında gitar çalmaya başlayan Efe’nin ilk gitarı amcasının hediyesi olan Campbell marka bir klasik gitarmış, çaldığı ilk şarkı ise Gülnihal'miş. İstanbul Üniversitesi Jeofizik bölümünü kazanan ama bitirmeden Bilgi Üniversitesi'nde Müzik bölümünü burslu olarak kazanan Efe, eğitime önce mühendislik okumaya başlaması için ise ailesinin sanat okumak gibi bir yönlendirmesi olmadığını söyledi. Mühendisliği bırakıp müzik okumaya karar verince ailesinin ne tepki verdiğini merak edip sorduğumda "burslu kazanınca kabullendiler diyebilirim" yanıtını verdi. Üretimlerinde en çok dinlediklerin etkilendiğini söyleyen Efe'nin ç ocukken müzik dinlediği anlardan bir fotoğrafı. İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Bir dönem müzik yazarlığı yapan Efe pek çok söyleşi ve yazı yazmış, bunu ben de soru hazırlarken öğrendim. Şuraya Efe'nin PJ Harvey yazısını bırakıyorum. O yıllardan bu zamana ilham ve deneyim olarak neler taşıdığını sorduğumda ise Marc Ribot'la olan anılarını anlatıyor. Marc'ın asistanlığını yapmış, atölyesine katılmış ve üstüne onunla bir yazı da yazmış. O yıllara gitmek isteyenler için tık tık . Fotoğraf: Maxime Fayet Efe'nin "sektörde" ilk yolculuğu sahneyi paylaştığı müzisyenlerle başlıyor. "Sektör dediğimizde ilk etapta şunu söyleyebilirim, kendi üretimlerinle başlama fırsatın zaten pek yok. Ben, müziğini ve kendilerini sevdiğim arkadaşlarımla sahneyi paylaşarak sektör dediğimiz şeyde kısmen yer aldım. O da hem bana hem benim müzikal gelişimime çok fazla şey kattı. Ben de onların müziğine bir şeyler kattığımı düşünüyorum. Bu süreçte kendi müziğimle uğraşmaya da devam ettim." Efe'nin ilk solo gitar albümünü Ocak 2016’da ‘Inside Out’ adıyla yayınlandı, albümün dış sesler de dahil tüm kayıtlarını evde gerçekleştirmişler. Ben de önce o yıllara gidelim ve o albümün üretim sürecini düşünelim istedim. İlk albüm zordur deyip, Efe'ye geriye dönsen değiştirmek istediğin şeyler var mı? diye sordum. "Her şeyin o dönem yapıldığı hâliyle güzel ve özel olduğuna inanıyorum. O dönem düşünüp fazla gelen fikirler ya da eksikler şimdi güzel de geliyor. Öyle hissetmişim ve öyle bir doku yaratmışım o dönem içerisinde. Bu albüm, miksini benim yaptığım ilk albümdü, şimdi dinleyince değiştirmek isteyeceğim şeyler elbette var. Teknik açıdan daha iyi kayıtlar almak isterdim sanırım ama düşününce de o versiyonlar çok samimi geliyor. Kaygısız şekilde bir şeylerin üstüne gitmişim. O his şu an bile yansıyor bana, bugün de aradığım bir his." Uyku Pansiyon albümü ise ilk albümden üç sene sonra, 2019 Ocak'ta bizlerle buluşuyor. Kimilerine bu süre uzun gelebilir, kimine göre de kısa. Ben burada Efe'nin o üç yılda neler yaptığını merak ediyor ve bu albümün bizimle buluşma sürecinin peşine düşüyorum. "Bu soru iyi bir soru çünkü bu sürelerin dinleyici gözünde çok başka anlamları olabiliyor. Bazen albüm çıktığında bile ''Yeni şarkı ne zaman?'' sorusu gelebiliyor. Aslında o üç yıllık süreçte bir beste birikimi olmuştu, albümü 2018 Haziran ayında kaydetmiştik. İki senelik bir üretim diyebilirim. Normal bir süre gibi geliyor bana, daha sık üretim yapmak benim de istediğim bir şey ama burada başka etkenler de var. Albüm yaparken kapağından müzisyenine, miksinden yayınlanmasına, hepsi birer maliyet kalemi, bu şartlarda da o harcamalar çok rahat yapılamıyor bence." October klibinden görüntüler Oyuncular: Bige Önal, Mertcan Tekin Yönetmen: Ali Kanıbelli, Editör: Zag Erlat Görsel dünyalar ve maliyetler demişken bir müzisyenin en özendiği ve dinleyici ile buluşmasına, hikâyesini anlatmasına olanak sağlayan bir diğer mecra olan video klipleri konuşmaya geliyor sıra. October ’in ve Uyku Pansiyon 'un video klipleri her iki şarkının da dünyasını öyle güzel anlatıyor ki, bir film izlemekle aynı tadı alıyorum. Bu yüzden her iki klibin de hikâyesini Efe'den dinlemek istiyorum. "Çekimleri Köln’de gerçekleşen klibin yönetmenliğini ve animasyonunu Gizem Güvendağ, görüntü yönetmenliğini Damir Bašić üstleniyor. Beden ve uyku arasındaki kovalamaca oyununu konu eden klipte, dansçı Johann Bae’nin uykuyla dansına tanık oluyoruz." "October klibinde süreç yönetmen Ali Kanıbelli'nin 'Bir fikrim var ve ben çekmek istiyorum' demesiyle başladı. Ali parçayı çok seviyordu, Bige Önal ve Mertcan Tekin'in oyunculuğuyla, benim müziğimle onun görsel dünyası birleşmiş oldu. Bir klip gibi değil hakikaten bir iş bilirliği gibi benim için de. Yapım sürecinde bir taslak dışında hiçbir izleme bile yapmadım, ben de son bitmiş izledim. Dönüp dönüp arada izliyorum, gerçekten. Zamansız ve mekânsız bir havası var. Uyku Pansiyonu'nu Gizem Güvendağ yaptı, onun bireysel olarak tasarladığı ve bana sunduğu bir fikirdi. Görsel dünyasının albümün kapağıyla olan uyumunu ben de çok seviyorum. " Efe, Kolaj albümünün kapağını hazırlarken, Fotoğraf: Simge Pınar Efe, Kolaj albümünün kapağını kendi emekleriyle hazırladı, bu süreç bir buçuk ay kadar sürmüş. Sonra Alara Dırahşan bu görselle kapak tasarımını yaptı ve hareketli bir videoya dönüştürdü. Albüm yayınladığı hafta pek çok uluslararası listeye girdi ve radyolarda çalındı. Efe bu kolaj görseli hazırlamanın tatlı zorluğundan bahsederken ben albümün kayıt sürecine dair merak ettiklerimi sordum. Kolaj, 2021 Şubat ve 2022 Şubat olmak üzere iki sensionsla MİAM Stüdyolarında canlı kaydedildi. Ateş Erkoç kayıt sorumlusuyken Simge de kayıt asistanıymış. Bu iki seans arasında Efe, albümdeki dört parçayı yazmış, Stardust albümdeki eskiz olmadan bir günde ortaya çıkan tek parça. Kayıtta doğaçlamaya yer verip vermediklerine dair de bir şarkıda en fazla dört tekrar almış olduklarını dile getirdi. Miam Stüdyolarında Kolaj'ın kayıt zamanlarından "Çok tekrar almayı tercih etmiyordum zaten, Mert Can ve Eren'in de isteği bu yöndeydi. Çünkü bir yerden sonra çok tekrar almak müzikle olan ilk tanışıklık halini kaybettiriyor ve parça biraz ezbere dönmeye başlıyor gibi, ben öyle olmasını istemiyordum. O anlamda yeteri kadar doğaçlamaya alan açtığımızı düşünüyorum. Miksiyle ve kaydıyla çok içime sinen bir albüm oldu." Ekipman masası Efe pek çok müzisyenle çalışıyor ve kimiyle de sahneyi paylaşıyor. Bu değişen rollere, deneyim aktarımı ve denge üzerine konuştuklarımızdan kayıtlara geçenler: "Çok iyi müzisyenlerle çalıştım ve hepsinden çok önemli şeyler öğrendim. Sezgisel olarak beni besleyecek taraflara odaklanıyorum, 'Evet, burada olmam gerekiyor' dediğim yerde oluyorum. Başka başka rollere bürünmüyorum, rahat hissettiğim hâlimleyim ve sorduğun denge kolay değil gerçekten, gruptaki denge de önemli." Efe Demiral ve Simge Pınar Efe ve Simge'nin hayat ve iş partnerliği benim gözlerimden kalp çıkararak izlediğim bir birliktelik. Simge'nin son albümü Sevgideğer'in düzenlemelerini Efe yaptı. O albümden benim düzenlemesine "vauv burada neler yaptılar?" diye merakta olduğum Yalnızlık Cesaret İster üzerine de konuştuk. Efe ilham aldığı isimlerden detaylı olarak bahsetti, ben bu konuyu onun kadar iyi aktaracağımı düşünmediğimden sizi podcaste uğurluyorum. Efe ve Simge kısa bir süre önce müzik prodüksiyonu ve ses tasarımı yaptıkları Klik şirketini kurdular. Efe ile bu birlikteliğin ve fikrin de nasıl başladığını konuştuk. "Simge ile dinlediklerimiz çok yakın. Simge iyi bir arşivci ve iyi bir rock dinleyicisi. Yalnızlık Cesaret İster'de de ilk demo daha farklıydı, sonradan buna evrildi. Klik'in kurulması da bizim bir reklam müziğini birlikte yapmamızla başladı aslında, sonrasında Simge MİAM'a girdi ve mezun oldu. Kompozisyonlarını benim yaptığım mix'leri de Simge'nin yaptığı 'Klik'te bir üretme hâlimiz var." Yoğun bir sahne takvimi olan Efe'ye kendine zaman ayırıp ayıramadığını soruyor, son zamanlarda üretime dair onu düşündüren ismin peşine düşüyorum. "Dönem dönem değişiyor, bazen eve gitmek bile zor oluyor. O yoğun dönemlerden çıkınca kendimle vakit geçirince şarj oluyorum. Turne ve üretim zamanları arasında denge olmalı kesinlikle, ben mesela ayda yirmi konser verebilecek bir insan değilim. En son Sanatçı'nın Yolu kitabındaki uygulamaları yapıyordum. O çok iyi gelmişti ki tamamını yapıp kitabı bitiremedim. Ona rağmen iyi geldi." Bu sayı özelinde bu yayın için yazma sürecime dair ben de bir not düşmek istiyorum. Efe'nin söylediklerini yazıya dökerken albümlerini dinlemek için sık sık kaydımızı dinlemeye ara vermem gerekti. Albümlerinin bende bıraktığı zamansızlık etkisi olsa gerek, yeni yılla birlikte Kolaj, bu yayınla hayatımda ayrı bir anlamı olan bir albüm olarak kayıtlara geçiyor. Teşekkürler Efe Demiral Trio.

10 Oca 2023

Edilgenlikle kendini keşfetmek arasında oynamak: Kübra Balcan

2018 yılından bu yana profesyonel oyunculuk yapan Kübra, oyun kavramıyla bağ kurmaya daha çocukluk yıllarında başlıyor. Denizci bir baba ve hemşire bir annenin çocuğu olan Kübra, sıkılmamak için uydurduğu oyunlarla başlamış oyun oynamaya. O böyle anlattıkça yaşlarda müzik, resim, oyun gibi kavramlardan hangisine daha yakın olduğunu merak ettim. "Çocukken galiba her şeyi yapıyordum, anne-babam çok yoğun çalışıyordu ve çok fazla mekân değiştiriyordum o yüzden hep 'Burada nasıl eğlenebilirim?' diye düşünüyordum. Çok fazla resim yapıyordum, hatta ödüllerim bile vardı. Belirli günler ve haftalar gibi şeylerin de içinde bulunurdum tabii. Hatta ilkokul 4. sınıftayken bir oyun yazmıştım, selam olsun o dönemki arkadaşlarıma. O oyunu yazdığım dönemde yazan ve başrol oynayan ben olunca kendi yazdı oynadı gibi algı olmuştu orada küsüp kırılmışım mesela daha yeni yeni hatırlıyor ve anlıyorum. Sonra uzun bir süre korolarda bulundum." Böylesi yetenekli bir çocukluktan sonra sahnede olmaya karar verdiği o anı soruyorum. Beş yaşından çok tatlı bir anısını anlatıyor Kübra. Barış Manço'nun TRT'de yayınlanan "Adam Olacak Çocuk" programını hatırlayanlar vardır. Kübra o programın televizyonda yayınlanmayan ama gezici bir tiyatro gibi sahne sahne gezen bir gününe Haldun Taner Sahnesi'ne babası tarafından götürülmüş. Sahneye çıkmak için üç kere niyet ettiğini ama o sahneye hep başka çocukların çıktığını söyleyen Kübra, sahnede olma dürtüsünü daha o yaşta hissetmiş. Böyle bir etkinliğe elinden tutup götüren bir babası olduğunu öğrenince ailesinin onun oyuncu olma kararına çok sevindiğini düşündüm. 👀 "Ailem destek oldu tabii ama ilk duyduklarında tereddütleri çok oldu, bu yüzden müzikle ilgili adımlar atmamı daha çok istediler. Babam opera okumamı çok istiyordu mesela. Onların desteğine esprili bir dille ızgara efekti diyorum, bir ısınıyor bir soğuyor." Kararını verdikten sonra ilk büyük adımını 16 yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı sınavlarına girmek için atan Kübra'ya ilk sınavında kibarca "büyü gel evladım" demişler. Sonraki sene tekrar sınava giren Kübra, lisenin son senesindeyken konservatuvarda müzikal bölümünde okumaya başlıyor. Peki o sınavı nasıl kazandı derseniz, o sınavdan hem komik hem de aksilik dolu anıları var. Onun ağzından dinlemeniz için sizi podcaste uğurlamak isterim ama en güldüğüm anısını yazacağım. Çok gergin ve heyecanlı olduğu için tanımadığı bir insandan pasiflora ikramı almış ve ne olduğunu bilmeden kabul edip içmiş. 👀 Neyse ki bir ders çıkarıp müzikalin ikinci senesindeyken gireceği Kadir Has Üniversitesi sınavından önce kulaklıklarını takıp sakince beklemiş. "Müzikalin üçüncü senesindeyken Kadir Has’a geçtim, aslında ailemi de ikna süreci içinde oyunculuğa yumuşak bir geçiş içindi müzikal bölümü okuma isteğim." İlk projesi ve ilk set deneyimi daha öğrenciyken 2011 yılında yönetmen Cem Karcı ile Uçurum isimli televizyon dizisi için olan Kübra, o dönemi şöyle anlatıyor: "İstanbul Üniversite'sindeki son senemdeyken, fakültenin önündeki bir sette Rabia Sultan Düzenli ile tanıştım ve onun vasıtasıyla, Uçurum dizisine girdim. Bir hayat kadınının zorlu yaşamını anlatıyordu karakterim, karakterimin ruh hâlinden dolayı ailem de başta endişeli bir tepki verdi. Okurken çalışmaya başlamıştım, sonra okulun bitebilmesi için o çalışmaya bir süre ara verdim ve mezun olunca gerçekten zorlandım, bir depresyon hâline büründüm." Kübra, Baba oyununun provasında “Gerçekten okul, setler ve bulunduğun, ürettiğin alanlar enerjisiyle seni yüksek tutarken mezun olunca bir anda tek kalıyorsun. Şanslıysan bunu fark edip bana ne iyi gelir deyip, oradan çıkmanın yollarını arıyorsun. Bazen de bu çıkma süreci uzun olabiliyor ya da tekrar düşebiliyorsun, çünkü mesleğimiz gereği biraz edilgen tarafta kalıyoruz. Oyunculuk çok edilgen bir meslek, hep dış koşula göre kendine şekil verme hâli. O yüzden bunu öğrenmek dört senelik eğitim kadar önemli.” Büyük İstanbul Depresyonu, Yönetmen: Zeynep Dilan Süren, Nazlı Bulum ve Kübra O depresyon deyince konu onu ilk izlediğim Büyük İstanbul Depresyonu'na geliyor. "Ben, filmin çekildiği o dönemde tam da karakterimin hikâyesini yaşadığım bir dönemdeydim. Agorafobim oluşmaya başlamıştı, Balat'ta eski bir evde yaşıyordum o dönemde, rüyalarımda İstanbul’daki yapıların üzerime devrildiğini görüyordum. O dönem ailemin yanına taşındım sırf bu yüzden. Nazlı ve Dilan projeye başlamışlardı zaten. İlk buluşmamız aslında dışarıdan bir göz olarak senaryoyu okumam içindi ama meğerse minik bir ön buluşmaymış. O üretim hâlinde ya da çalışırken kendine dair bir şeyle karşılaştığın zaman o senin için de çok önemli oluyor. O yüzden, Büyük İstanbul Depresyonu benim için gerçekten çok önemli bir noktada. Tam senaryoya işlenmiş hâlim. Ve tüm ekip çalışmak istediğim kadınlardan oluşuyordu.” Filmi ben ilk kapanmaların olduğu dönemde izlemiştim ve bana iyi gelmişti. Bir oyuncu olarak Kübra'nın o dönemde evde olma hâli ve üretememe, çalışamama durumuyla nasıl başa çıktığını merak ediyorum. "Bana iyi geldi o dönem, zaten bizim meslek bir belirsizlikle boğuşma hâli, o bekleme hâli bende bir anksiyete yaratmadı o yüzden. Çünkü ben o beklemeyle mücadele etmeyi zaten öğrenmiştim.” Kübra, Baba oyununda Şerif Erol ile. Baba oyununu iki kere oynadıktan sonra kapanmalar yüzünden oyun sezona ara vermek zorunda kalmıştı. O oyuna dair de Şerif Erol ile çalışmak, aynı sahnede olmak nasıl bir his diye Kübra'ya soruyorum. "Onunla oynamak gerçekten başlı başına bir okuldu, Baba oyununun konusunun da bende çok ayrı bir yeri var. Okul arkadaşlarım ve dönemdaşlarımla oynamak da bir konfor alanı sağladı bana. Talihsiz olan bir durum vardı, biz oyunu çıkardık ve ikinci oyunumuzda pandemi başladı.” "Terk Edilmiş Kıyılar// Negatif Fotoğraflar" prova sürecinde yönetmen Yeşim Özsoy ve Kübra Online oyun izleme deneyimiyle yeni yeni tanıştığımız dönemde, dijital alan ile konvansiyonel tiyatro arasında bir bağ, bir dil ve estetik önerme oluşturma amacını olan "Terk Edilmiş Kıyılar// Negatif Fotoğraflar" yas hissine odaklanırken, bir araya gelemeyen bir ailenin hayal ettikleri akşam yemeğini ele alıyor. Oyun aynı zamanda Kıraathane Kitap Şenliği'nde Habitus Kitap'ın düzenlediği Okuma Tiyatrosu kapsamında da Kübra tarafından oynandı . Bu oyundan sonra yine bir GalataPerform oyunu olan Kalanlar da bir sinema filmi izleme deneyimi ile sahnelenmeye başlıyor. Böyle olunca Kübra'ya bu deneme alanlarına dair neler hissettiğini soruyorum. "GalataPerform'un bu alanda çok önemli bir yer olduğunu düşünüyorum. Bu alana kazandırdığı çok fazla hem oyun, hem yazar var. Hem iyi bir deneme alanı hem de kumpanya gibi, çalışma disiplinleri de bunu veriyor bana. Yeşim ile çalışmak çok keyifli. "Terk Edilmiş Kıyılar// Negatif Fotoğraflar" bana kapanma döneminde geldi. Sessiz bir çekim yaptık ve ben o çekimin üzerine kırk dakika boyunca konuştum. Ses kaydını alacağımız zaman ben covid oldum ve daha aşı bile olmadığımız dönemlerdi. Kaydı iptal etmedik ve evde akustik bir ortam yaratmaya çalışarak Yeşim'in Zoom üzerinden yönetmesiyle kaydettik. Ateşler içinde ara vererek yaptığım bir kayıttı." Son işi BluTV'de yayınlana mini dizi MetaAşk'taki Vildan karakteri ve çekim sürecine dair şunları söyledi: “Karakter girdiği kabın şeklini alıyor, risk alıyor, 'iyi mi kötü mü?' gibi sınırları yok. Kıvanç Sezer’le çalışmak ve green box't a oynamak da farklı bir deneyimdi. Meta evrendekiler daha tiyatro sahnesi gibiydi, diğer ofis sahneleri ise dizi çekiminde olduğumu hissettirdi diyebilirim. İki yere ait gibi de değil gibi de bir evren. Vildan benden farklı da bir karakter.” Kübra oyun provasında gülümsüyor Her konuğuma sorduğum son zamanlarda okudukları ya da izledikleri, üretim üzerine ilham aldıkları sorusuna ise Susan Sontag'ın Günlükler 'ini söyledi.

20 Ara 2022

Atmosferik müzikler yaratmak ve şehri kaydetmek

Taner, çocukken müzik sesine aşina olduğu bir evde büyüyor. Çocuk yaşlarda müzikle olan bağı bir org çalma deneyimiyle başlasa da o yaşlarda "bunu eğlenerek yapmadığından olsa gerek" mutlu olduğu bir alan olmadığını anlatıyor. O yıllarda resme ve çizmeye daha tutkunmuş, böyle olunca onu üniversite de animasyon, çizgi film okumaya karar verdiren şeyin de ne olduğunu merak ediyorum. Ve tekrar müziğe döndürenin. Çocukken bunlar arasında gidip gelse de bir yerde bir dürtü daha belirgindir diye düşünüyorum. Ve buna dair konuşarak başlıyoruz sohbetimize. "Annemler, çok iyi taklit yaptığımı söylerdi. Zaten taklit dediğimiz şey de sesi hafızaya atmak ve onu tekrar canlandırmak." Taner çocukluk yıllarında ilk walkmani ile "Güzel sanatlar lisesine gitmem ve resim okumayı seçmem aslında çok zor bir karar olmadı. Çocukluğumdan beri resme yatkındım, en büyük oyuncağım kağıt kalemdi, bana çok destek oldu ailem bu konuda. Seslere ilgimi de o yıllarda okulda keşfettim, koridorda bir sürü enstrüman sesi duyuyordum, okulun bir orkestrasında davul çalmaya başlamıştım, sonra gitar çaldım. Sesle görseli birleştirebileceğim tek bölüm olduğu için Eskişehir’de animasyon, çizgi film bölümünü okumaya karar verdim. Mimar Sinan’da resim bölümünü de kazanmıştım ama İstanbul’da olmak istemedim." Taner, lisans eğitimini tamamlamadan İstanbul'a dönme kararı almış. O yıllarda Eskişehir'de pek çok grupta çalan ve yeni şeyler deneyen Taner, hem şehri hem bölümü bırakmak gibi iki zorlu karar almış ve müziğin peşinden gitmiş. Ben de bu kararı alma sürecini merak ettim. "Konservatuar da okuyanlar anlar beni, yaratıcı düşünemediğin bir eğitim düzeni oluyor okulda, ben de öyle hissediyordum. Müzikte ilkel olarak keşfettiğim şeyler ve orada üretiyor olmak büyük haz veriyordu, o yüzden bu kararı aldım.” İstanbul'da yıllarca yaşamış olsa da sonuçta başka bir şehirden buraya eğitimini almadığı bir alanda üretmek için geliyor ve yeni bir yola başlıyor. Sektörü düşününce, eğitimini almadan sektöre girmiş olmasına dair bir sorun ya da önyargı yaşayıp yaşamadığını merak ediyorum. "Yaşadım tabii, hatta ilk işim bir jingle şirketindeydi, müzik üstüne hiçbir iş vermediler orada bana. Sabah erkenden uyanıp Tuzla'dan kalkıp Bebek'e gidip stüdyoyu açıyordum. Zaten bu yüzden de bıraktım işi bir süre sonra.” Taner'in gitarları ve evine vuran güneş Domuz Records nasıl bir ihtiyacın sonucunda doğdu? "Benim gibi üretmek isteyen, bağımsız üretmek isteyen insanlarla birlikte işler yapmak istedim, yakınlarımdan başladım. Hem prodüksiyonlarını yapayım hem de kaset olarak basayım gibi bir fikrim vardı. Kaset o yıllarda bu kadar hipster itemi değildi tabii.🙃” "Tophane’de tek kişilik aşk, tek kişilik oda" nasıl bir dönemin ürünü olarak bizimle buluştu? "Hayatımın en kötü dönemimin ürünü, bir fabrikanın bir odasında yaşıyordum o dönem, setlerde çalışıp, bir yerde menemen yapıyordum. Tam gezi öncesiydi hatta, öyle bir dönemin ürünü o şarkı.” Taner'in çalışma masası Film ve dizi müziklerinde evrenini yansıtma konusundaki başarısından ötürü gelen teklifleri nasıl değerlendirdiğini, nasıl karar verdiğini ve çalışma sürecinin nasıl olduğunu merak ediyorum ve buna dair bir soru ile ona gidiyorum. "Daha önce yapmadığım bir iş olmasına dikkat ediyorum, ürettiklerimden yola çıkarak bir brief geliyorsa onu da yeni fikirlerle başka bir şeye eviriyorum. Sete mutlaka ziyarete gidiyorum, rengini görmeden demoyu çıkartamıyorum çünkü. Okuma provasına kesinlikle gidiyorum, çünkü kendi okumamdan, kafamda kurduğum dünyadan farklı olduğunu görüyorum. Bu gözlemlerimden de hareketle önce duygu durumlarını çıkartıyorum." Limonata, Cemil Şov, Bana Karanlığını Anlat filmlerinden sonra en son GAİN'deki Cezailer dizisinin de müziğini yapıyor Taner. Limonata filminde müzikleri Ahmet Kenan Bilgiç ve Okan Kaya ile birlikte üretmişlerdi. Benim de onu tanımama vesile olduğu için önce bu filmin sürecinden konuşmaya başlıyoruz. İlk set ziyareti deneyimini ve o atmosferi görmenin önemini o filmde anladığını söyleyen Taner, yönetmen Ali Atay'dan brief'in çok iyi geldiğini ve balkan ezgileri ağırlıklı değil, bir yol filmi temasında bir şeyler ürettiklerini dile getirdi. Cemil Şov ve Bana Karanlığı Anlat filmleriyle Adana Film Festivali'nde en iyi film müziği ödülü alan Taner, ödüllerin ona motivasyon verdiğini ama buradaki "en iyi" kavramına çok kapılmamaya çalıştığını söyledi. Bana Karanlığını Anlat filminde ben daha adını görmeden onun üretimini tanırken, bir arkadaşı da Cezailer dizisinde müziğin Taner'in ellerinden çıktığını anlayıp jenerikte onun adını görünce sevinmiş. Taner bu yorumlara ve yarattığı atmosferik evrenin fark edilmesine sevindiğini söyledi. Bağımsız üretenler kaşesinden fiyat teklifine kadar ürettikleri alanın her şeyiyle ilgileniyor. Bu bence çok yorucu bir şey. Bununla ilgili sen ne düşünüyorsun? "Yıllardır ben tek başıma yürüttüm bu süreçleri ve yoruldum cidden. Cezailer işinde hem koordinatör hem de menajerlik gibi bir yardımla Yaren Avcı ile çalıştım. Çok büyük bir artı oldu benim için, sözleşmeyi bir avukata okutmak bile kafanı rahatlıyor." Biraz da çalışma biçimini konuşalım: Kadıköy'de oturuyorsun, gürültülü bir semtimiz. Bunun kayıt alırken seni zorladığını düşünüyorum ama bir yandan da son işine bakınca Cezailer'de, "İlham buradan gelmiş" demedim desem yalan olur. Ne düşünüyorsun gürültülü şehrimizin üretim üzerindeki etkisine? "Var galiba. Field recorder’im var, stok sample, hazır ses bankası kullanmayı çok sevmiyorum, ses bankamı da kendim oluşturuyorum, Güneş Özgeç’in evinde aldığım ses kayıtlarını kullandım bu işimde. Sabaha karşı martı seslerini kaydettim mesela, sonra onları bozup kullandım." Hata olarak gördüğün ve değiştirmek istediğin bir durum var mı? "Aynı müzik programını kullanıyor olmam hata gibi geliyor bana bazen, sanki başka programlar öğrensem başka estetikle desteklenmiş gibi olurdu. Her programın farklı bir estetiği var ve aslında farklı imkânlar da sunabilirler. Karşı tarafla aynı dilde konuşmak için de her programın dilini bilmek gerekiyor." Disleksik olan Taner, üretim süreçlerini nasıl yönetiyor? Son teslim tarihine kadar nasıl gerilmeden ilerleyebiliyor merak ediyorum. Taner bu konuyla ilgili bana hiç de yabancı gelmeyen bir açıklama yapıyor. "Bir üretim sürecindeyken ve o süreçte başka bir iş daha konuşulduysa, elimdeki projeyi bir an evvel bitirme motivasyonuna kavuşuyorum. Çünkü bitmeli ki bir an evvel diğerine başlayabileyim. Bir de görsel dünya kurarak, çizerek bir yol haritası çıkartıyorum, o çok yardımcı oluyor bana." Bir Rüya klibi ekip, Fotoğraf: Merve Terzioğlu Nilipek.'le birlikte yaptıkları Vazgeçtim ve Güneş Özgeç'le yaptıkları "Bir Rüya" şarkılarının hikâyeleri hakkında konuşuyoruz. 🌟 Bir Rüya'nın hikâyesi, Taner'in Sara Pınar Önder'in Charette (2022) isimli kısa filmi için yaptığı bir arka sese, Güneş ve Taner'in birlikte söz yazmasıyla başlamış. Hatta Taner bu şarkı için "Ben normalde söz yazamıyorum, hayatımda yazdığım tek söz bu." diye de ekledi. Sonrasında video kasetli kameralarla çekilen bu video klip doğmuş. İtiraf ediyorum videoda dans edenler içinde olamadığıma üzülüyorum. Nilipek. ve Taner Fotoğraf: Yaren Avcı ✍️ Vazgeçtim ise, onların da yazdığı gibi "Her şeyi arkada bırakıp yeni bir hayata atılma gücü veren tatlı bir umutsuzluğun şarkısı Vazgeçtim; hiçbir şeyi umursamadan dans ederek başlanan yeni bir hayat." Mert Tugen'in çizimiyle birleşen bu video klibi buradan izleyebilirsiniz. "Pandeminin ortasında sırf müzik yapmaktan uzaklaşmamak için bir odaya girmiş dört kişi o gün o odadan bir şarkıyla çıktı: Aslen Taner Yücel bestesi olan şarkı o gün Nilipek.’in sözleri ve vokalleriyle, Berkay Küçükbaşlar’ın ritmleriyle ve Can Aydınoğlu’nun gitar ve tuşlu melodileriyle buluştu." Taner de bu şarkının ortaya çıktığı dönemi, her şeyin kötü gittiği ama yeni başlangıçların da başladığı bir dönemin ürünü olarak adlandırıyor. Nilipek. karşı komşusuymuş ve köpekleri Fıstık onun da o dönemde yakın arkadaşı olmuş. Ev buluşmalarında telefona kaydedilen bir demo nun hatırlanmasıyla şarkı bizimle buluştu. Sanatçılarla çalışma süreçlerini nasıl yönetiyorsun? Onları iyi tanımaya çalışıyorsun biliyorum, bu çok kıymetli. Genelde arkadaş oluyorsun ve insanların tercih etmeyeceği bir yöntem bu ama ben bunu daha doğru, kıymetli buluyorum. Bu da yansıyor çıkan işe, bu konuda sen ne düşünüyorsun? "Evet ben öyle yaklaşıyorum, 'Ne istiyorsun? Ne hissinin peşindesin?' gibi sorular da soruyorum. Hikâye anlatıcının hikâyesini anlamak için hikâyeye dahil olmak gerekir."

06 Ara 2022

Her gün farklı bir sahnede olmak

Efe, oyunculuk hayatında on birinci sanat yılına girerken aynı zamanda müzisyenlik, podcast sunuculuğu ve stand-up yapıyor. Stand-up için 2018, BKM - Açık Mikrofon'u başlangıç sayarsak beş sene diyebiliriz. Efe'nin elinde mikrofon tuttuğu bir çocukluk fotoğrafını görünce, çocuk Efe'nin oyun, müzik, taklit kavramlarından hangisine daha yakın olduğunu anlamaya çalışıyorum. Efe, oyun kavramına o yaşlarda babası sayesinde yaklaştığını söylüyor. "Babamdan ötürü aslında, tek çocuk olduğum için babamın sıkılmamı engellemek gibi misyonu vardı. Onun yaptığı da bir tür bir performanstı, eve geldiğinden dayanamazdı sıkılmama bir muhabbet açardı. Benim için de bir yerde ilk fark ettiğim şey, oradaki sıkıntı seviyesi oluyor. Katlanamıyorum orası sıkıcı bir durumdaysa, kendimi hiç düşünmeden, kendi itibarımı, prestijimi hiç düşünmeden 'yeter ki gülelim' gibi saçma sapan bir şeye giriyorum mesela. Benim doğduğum senelerdeki figürler, doksanlar yani eğlence sektörünün çok patlama yapmaya başladığı dönemlerdi bir yandan. O yüzden televizyonda hep elinde mikrofon olan, böyle deri ceketiyle gezip inanılmaz şarkılar çalan müzisyen, sahnedeki o güçlü figür, benim kafama çok yer etmiş. Onu sonradan fark ettim." Efe'nin çocukluk fotoğrafları, İllüstrasyon: F. Nazlı Kuleci Efe'nin bugün de devam eden, Batman'e ve süper kahramanlara olan ilgisinin onu oyun kavramına yaklaştırdığını düşünüyorum ve buna dair bir soru ile ona gidiyorum. "Kesinlikle, muhteşem bir soru bu. Çocukken her sabah Batman’in çizgi filmini izliyordum ve beni çok etkiliyordu. Çocukken o psikolojik alt yapısının tabii ki farkında değildim ama bir yalnızlığın, bir travmanın üstüne inşa edilmiş bir persona Batman, çok arkadaşı yok, kimseye güvenemez, geceleri şehir onun oyun alanıdır. İçten içe yalnızlık üzerinden bir bağ kurmuş olabilirim onunla, doğru." Çocukluktan liseye doğru da aslında yolu spor ile kesişmiş bu kadar farklı alanlarda olunca, "Ben oyuncu olacağım" dediği anın peşine düştüm. “Sporda başarısızdım ve sporcu olmak çok popülerdi o zamanlar ama başarısız olduğumdan da biraz dışlanıyordum. Sahneye çıktığım anlar hafızamda vardı ama keyif almak, haz üzerinden vardı. O zamanki lise giriş sınavını yapamayacağı ve o tarafta bir yeteneğim olmadığını fark ettim, keyif aldığım şeyin peşinden gidip buna karar verdim. Sağ olsun ailem de destek verdi. Başlarda biraz korktular, 'başka bir şey daha mı okusan?' dediler ama annemin izlediği bir Şener Şen söyleşisi, onun fikrini değiştirdi.” Müziğe olan ilgisi ise pek çok 90'lar çocuğu gibi gitar çalarak başlıyor. Kuzeninin MSN' den attığı Pink Floyd, Comfortably Numb' da gitarlar onu çok etkilemiş. Sonrasında bir albümle hikâye anlatmak da derken gitarı daha iyi çalma, o sesin peşinden gitme arzusu müzikle olan bağını güçlendirmiş. Bu süreç oyunculukla paralel gitmiş. Oyuncu olmaya karar verdikten sonra konservatuar sınavlarına hazırlanan ve kendine Mimar Sinan'ı kazanma hedefi koyan Efe, ilk denemesinde başarılı olamamış ancak o sene Haliç Üniversitesi'ni kazanmış. Tekrar denerken bir yandan da bölüme başlamasının sene kaybı gibi bir korkudan gelip gelmediğini merak ediyorum. "Mimar Sinan'ı çok istiyordum, sınavda çok da heyecanlanmıştım, olmadı ilk sene ama Haliç olmuştu o sene. Sene kaybetmek gibi bir korkudan değil de 'Olmayacak galiba orası' dediğim bir yerden karar verdim. Beni sınavlara hazırlayan arkadaşım Selin Zafertepe de Haliç'e gitmem konusunda desteklemişti. İyi ki de bir sene oradaydım, Müşfik Kenter'den ders aldım. Sonra da Mimar Sinan'ı kazanınca Zeliha Berksoy'dan ders aldım. İkisinden ders alabildiğim için şanslıyım." Mezuniyet sonrası London Academy of Music and Dramatic Art'ta fiziksel tiyatro üzerine iki aylık bir atölyeye katılan Efe, aslında audition teknikleri üzerine bir atölyeye de katılmak istemiş ancak onun kayıt gününü kaçırmış. Uzun süre kalmasa da oradan dönünce buradaki üretme hâllerine alışmasının ne kadar sürdüğünü soruyorum. London Academy of Music and Dramatic Art zamanlarından bir hatıra "Ne yaptığını bilen bir ekip var orada, her şeye verdikleri cevaplar son derece metodik. Şöyle bir cümle söylemişti hoca bana mesela 'Sen seçim yapamazsın, sadece doğru seçim seni yapmaya geldiğinde hazır olabilirsin.' Dönünce de ne olabileceğini görüyorsun. Yani o biraz zor oldu hakikaten, çok basit, dediğim gibi metodik ve tamamen organizasyonel olan bazı hamlelerle yaratıcılığın ne seviyelere çıkabildiğini, bunun için de öyle inanılmaz acılar çekmem gerekmediğini görüp sonra buraya gelince ve asla olunamayacağına da karar verince o kaosa kendini bırakmak birkaç senemi aldı." Oyunculuk eğitiminin zorluklarına dair konuşuyoruz, Efe bölümü bırakmayı hiç düşünmemiş. O dönemde çok eğlendiğini söylüyor. Metotlar ve dersler üzerine konuşurken de o günlerden bugüne taşıdıklarını kayıtlara geçiriyor: "Zeliha Hoca'yı es geçemeyeceğim bu soruda. Okulda Hamlet'i Çehov'u oynarken 'Olmamış,' derdi ve anlatmaya başlardı. Anlamazdık o an. 'Neden bunu anlatıyor?' derdik. Sınıftan çıkarken de 'Bir gün anlayacaksınız' derdi. Berkun Oya'nın da bir cümlesi vardır bana 'H içbir zaman mutluluğunu başka bir insanın iki dudağının arasına bırakma' diye. Ben, bana birilerinin rol vermesini beklemeyi bırakmayı önce Zeliha Hoca sayesinde bıraktım. O derdi, 'K afanızda hep bir şey olması lazım, olmayan bir oyunun rejisini yapman lazım, birkaç tane yapımcı ya da başkaları patronumuz değil' diye. Bir de Bülent Hoca (Emin Yarar) 'E ğlenin' derdi." Mimar Sinan günlerinden bir hatıra Efe arkadaşlarıyla üreten, kolektif bir yapıyla da birbirine destek olan bir topluluğun içinde. Pek çok insan 'Yalnız üretmem lazım' fikriyle başlıyor bu yola, öyle olmadığını da görünce de kötü bir döneme giriyor. Daha öğrenciyken insanların birbirine rakip gibi bakmalarına yol açan bir sistem var ama bunu da aşmanın mümkün olduğunu onlara bakınca görüyorum. Bu yüzden Aralık Hareketi'nin nasıl başladığını Efe'den dinlemek istiyorum. Ama önce 2013 yılına gidelim mi? Açık Radyo'nun düzenlediği 10. Radyo Şenliği'nde Aralık Hareketi'nin videosunu buraya bırakıyorum. (Esme Madra, Tuğçe Altuğ, Ulaş Tuna Astepe, Hakan Kurtaş ve Efe Tunçer) "Hakan'ın yazdığı Avaz Avaz adında bir oyunu, okulda oynamak için Zeliha Hoca'ya götürmemizle başladı her şey, o dönem için çok kabul gören bir durum değildi. Öyle başladı. 'Samimi duygularla başladığında oluyormuş bu işler' hissinin başlangıcıydı bizim için. Üretimle ilgili her durumu çok dikkatli konuştuk kendi aramızda, Hakan da ben de çok dikkat ederiz kırmamaya, Ulaş üretimin üstüne düşünür, dört tane cümle söyler sana, ben düşünmeden uygularım mesela. Rekabet hissetmedik aramızda. Stand-up'ımın ilk hâli aslında Hakan ile sabaha kadar yaptığımız konuşmalardan çıktı. Dediğin gibi üretmek yalnız başına olamıyor, üretim sürtünmeli ortamlardan çıkıyor. Bunu kendi aramızda oyun bahçemiz olarak gördük. Hepimizin farklı alanlarda olması benim çok hoşuma gidiyor." Her bölümde üniversite bitimi depresyonu dediğimiz bir dönem oluyor, oyunculukta bu dönem sürekli audition vermek ama bir dönüş alamamak, neyin hatalı gittiğinin farkında olmamak ya da sektörde kendin kababilmekle ilgili sınavları verdiğin bir döneme de dönüşebiliyor. Efe bu dönemini kendi gibi oyuncu olan arkadaşlarıyla birlikte geçirmiş. "Ben hiçbir zaman kendimi arkadaşlarım tarafından terk edilmiş hissetmedim, kimse o çukurdan tek çıkamaz bence. Hikâye anlatmayı ve dinlemeyi seven biri olduğunuzda o dönemde ilham alacak, oradan tutunacak bir şey bulunabiliyor. Kariyer hedefli değil, 'Ne anlatmak istiyorum'a odaklanarak çıkılabilir. Biz çok spektaküler sonuçlarının olmasını bekliyoruz hareketlerimizin, toplum olarak da bu sonucu vermeyen işlere kıymet vermiyoruz. Buna takılmamak gerekiyor. Bütün resim güzeldir." Kral Lear'da bir prova günü Kral Lear'da son oyunu oynarken ne hissettiğini kayıtlara geçiyoruz. "Oyun Atölyesi'nde Haluk Bilginer ile oynamak çok başka bir histi, başta konuştuğumuz o çocuk Efe'ye bir borcumdu bu benim. Oyun biterken de o çocuk Efe ile de vedalaştım sanırım, 'Tamam bak büyüdün artık, sakin ol, oyuncu oldun, oyuncu olmana karar vermeni sağlayan insanlardan biriyle dört sene geçirdin, rahatla' dedim." Ses Tiyatrosu başka bir yerdir. Pera'daki Hayalet'te oynamak ve Ses Tiyatrosu'nda olmak nasıl bir histi? Oyun da aslında üretmekle ilgili müzikal bir oyundu. O dönem, oynarken oyunculuğa dair sorguladığın şeyler oldu mu kendinde? "Evet, ben mekânları, oyunculuğu mistifiye etmeyi çok sevmiyorum ama orada bir şey var gerçekten. Küçücük kalıyorsun orada, Ferhan Şensoy derdi, 'Burası bağırmalı çağırmalı bir tiyatro' diye. Düşük ve kendi hâlinde olmana izin vermiyor. Stand-up personam da biraz orada şekillendi. O dönemde Müjgan Ferhan Şensoy ile de çok konuşuyorduk bunu, müzikal oynamak zaten oyunculuğun sınırsızlığına dair seni düşündürüyor. Ses Tiyatrosu bana başka bir Beyoğlu'nu gösterdi ve yaptığın şeyin anlam ifade etmesini öğretti." İstila! kulisinden İstila ! , oyunun konusu mültecilik gibi ağır bir konu olduğundan bu kadar zor bir oyunda ekipçe nasıl dengede kaldıklarını ve ruh hâllerini nasıl koruduklarını merak ettim. Efe, kuliste çok eğlendiklerini ve bu sayede ruh hâllerini koruduklarını söyledi. Bu oyunla ilgili güzel bir tesadüf de beni gülümsetti, kayıttayken fotoğraflarımızı çeken Deniz Sabuncu, İstila! oyunun da afiş fotoğrafını çeken isim.👀 Barış Gönenen, Hakan Kurtaş, Seda Türkmen ve Efe Tunçer; İstila! oyunu Fotoğraf: Deniz Sabuncu Efe, Yeşilçam'da gazeteci Faik karakterini oynuyor Efe de benim gibi bir nostalji sever. Analar ve Anneler'den sonra Yeşilçam gibi yüksek prodüksiyonlu bir dönem işinde nasıl hissettiğini kayıtlara geçirmek isterim. Efe sette kendine deyim yerindeyse oyun alanı yaratmış, çekim aralarında kostümlerle kendi kendi eğlendiğini dile getirirken tüm dönem işlerinde en çok zorluğu kostüm ekiplerinin çektiğini de bana hatırlattı. Aynı anda farklı farklı alanlardasın, böyle bir dönemin olmamıştı sanırım daha önce, nasıl geçiyor günler, 'Ben bugün hangisiyim' dediğin oluyor mu? "Gerçekten diyorum, sabah hatırlatıyorum bugün bu diye. Hep başka biri gibi olman gerekiyor, bu biraz yorucu. Fakat iyi tarafı da şu, boğulmuyorsun bir olayın sesi içinde. Sürekli bir oyuncu gibi düşünmek çok zor bir şey. Çok pasifize eden bir olay. Sürekli bir komedyen gibi yaşamak da çok zor bir şey. Bazen de komik hiçbir şey yoktur yani. O yüzden bunların arasında dolanmak iyi geliyor." Efe ve Hakan, evde bir prova gününden. Hakan ve Efe'nin izlemeyi ve dinlemeyi çok sevdiğim bu videosunu buraya bırakıyorum. Hakan'ın yazdığı Tesadüfen şarkısı, Kalben ile bir kulis ziyaretinde tanıştırılıyor. Sonrası bizi kapanmaların olduğu o ilk aylarda "oooof" eşlikçimiz ve sondaki gitar solosuyla bir parkta dolanmanın sonsuzluk hissini veren o video . Hayyam Stüdyoları'nda kaydedilen bu kaydın videosu, Ali Farkhonde'nin yetenekli ellerinden çıktı. Efe de Kalben'in, Harbiye ve Bodrum Antik Tiyatrosu'ndaki konserlerinde sahnede yer aldı. Tabii bu iki büyük sahnede olmayı, çalmayı hayal bile etmediğini kayıtlara geçirdi. 29. İstanbul Caz Festivali'nde Harbiye sahnesindeki Kalben konserinde Efe Fotoğraflar: Hakan Bintepe, İllüstrasyon: F.Nazlı Kuleci Müzik, tiyatro, stand-up... Hepsi sahnede ama seyirci ile kurduğu diyalog farklı. Tiyatroda mesela seyirci oradadır ama göz göze gelsen bile görmemiş gibi yapman gerekir, şov ise bunun tam tersi? Şovda bu seni zorluyor mu? Ya da şov sonrası tiyatro sahnesindeyken bu durum seni zorladı mı? "Evet. Şovun ilk zamanları Kral Lear'da oynarken seyircinin gözünün içine bakarken yakaladım kendimi. Hatta Arif (Pişkin) Abi ya da Haluk Abi, tam hatırlayamadım, 'Ne yapıyorsun?' dedi. O zamanlar özelikle bu sabah buyuz, bak bugün sahnede çalıyoruz, gidip enstrümanımızla ısınıyoruz, diyerek kendime hatırlatma yapıyordum." Efe, stand-up şovunda Efe, okumayı izlemeyi ve dinlemeyi sevdiğini biliyorum. Bu aralar etkilendiğin, seni üretim üzerine düşündüren konser/ kitap/ dizi/ film var mı? "Heat filminin devamı kitap olarak yazıldı. O beni çok etkiledi. Bence fikirleri birbirine bağlamanıza gerek yok, yeteri kadar derinleştirirsen onları, onlar dipte bağlanır. Kendilerinin bağlanmasına izin verecek kadar derinleştirmek gerekiyor sadece. Biraz öyle bir şey. Puzzle yaparken, sağ taraf sol taraf vardır arası boş kalır bulamazsın ya, birleşmesi için aradaki o boşluğu da görmene ihtiyaç vardır. Üretmek bu aralar bana bu hissi veriyor." Ülkece zor bir dönemdeyiz, üretenler olarak göç kavramını hiç konuşmadığımız kadar konuşuyoruz. İstanbul ve üretmek için neler söylemek istersin? Besliyor mu seni ? "Burası çok katmanlı, labirent gibi bir yerdir. Çok üzer seni fakat bir şekilde affettirir ve sen onu sevmeye devam edersin, biz bunun bir parçasıyız, yapacak bir şey yok. Şu anki hâlini savunacak hiçbir tarafım yok. Çok zor sokaklarında bile yürümek. Ben burada doğdum. Hep gurur duydum bunu söylemekten ve hep duyacağım. Ben buralıyım. Ben buranın kodlarıyla büyüdüm. Bir şey ürettiğimde buradaki insanların gözünde mutluluk görmekten hoşlanıyorum. Hiçbir zaman inancımı kaybetmedim ben İstanbul'un güzelliğine. Her zaman burada onun için, onu gerçekten sevenler için de üretmeye elimden geldiğince ben ve arkadaşlarım devam edeceğiz. Söz veriyorum. Burada güzellikler var. Gömülü ama var. Sen ve bu yaptıkların da bu şehri güzelleştiren şeylerden biri, bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Teşekkür ediyorum." Kaydı sizin de şaşırmadığınız üzere kahkahalarla bitiriyoruz. Kahkahalarımız bitimi zihnimde, Terry Eagleton 'un Mizah kitabında okuduğum şu Nietzsche , cümlesi beliriyor. "Belki de bugün hiçbir şeyin geleceği olmasa bile, kahkahamızın bir geleceği var."

22 Kas 2022

"404 not found"

20'likten " En büyük korkun ne?!" sorusu geldiğinde tüm gün düşündüm. Aklıma hemen bir şey gelmemesini de garipsedim. " Benim, korkum yok mu? Korkusuz olamam sanırım " diye düşünüp neden korktuğumun peşine düştüm. Cevap belki oradadır diyerek, bilinçaltının en gizli çekmecelerinin açıldığı rüyalarımı düşünmeye başladım. Ve buldum! Dijital mecrada arşiv niteliği taşıyan bir iş yaptığını düşünen ve bu alanda üreten bir insan olarak en büyük korkum bir gün Üretim Kaydı ile herhangi bir linkin " 404 not found " hatası vermesi. Blade Runner'daki gibi kara gün sayılan bir dijital yok olma en korktuğum şey. Evet! Rüyalarıma bile giren korkum dijital dünyada ürettiğimiz şeylerin geri gelmeyecek bir şekilde yok olması.

27 Eki 2022

Gece Denizi’nde bir kere yüzmek

Şebnem, seksen üç doğumlu bir seksen kuşağı insanı. Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde okurken kültür-sanat muhabiri olarak da çalışmış. O zamanlar yazmak konusunda ilk öğretmeni Atilla İlhan olmuş. Yıllardır yayınevilerinde basın, editörlük, son okuma ve çevirmenlik gibi görevlerde yer aldıktan sonra şimdilerde Kafka Kitap’ta yayın sorumlusu olarak çalışıyor. Hâliyle ilk sorum da yazarlarla ve yazmakla olan ilişkisini anlamaya yönelik oluyor. Kitabın sonuna bir tarih ve gece yarısından sonrasını not düşen Şebnem, genellikle gece saatlerinde yazabildiğini söylüyor. Sabahlarını e-posta yanıtlamakla ya da toplantılarla geçiriyor. Pek çok çalışan gibi. “Bütün gün evin içinde dönüp duruyorum. Evden çalışıyorum genelde, sonra geceden sabaha kadar oturup yazdığımı bilirim ama bunu da çok tercih etmiyorum. Sonraki günü de öldürebiliyor çünkü.” Daha önce radyoda jazz & blues programı yaptığını bildiğim için çalışırken müzik dinleyip dinlemediğini soruyorum. Okurken ve yazarken bir yandan müzik dinleyemediğini dile getiren Şebnem’in küçük yaşlarda keman eğitimi aldığını bu vesileyle öğreniyorum. Dinlediği müzik türü ise tek bir türle sınırlı değil. "Klasik müzik, jazz & blues’un yanına aslında türkülerimizi de dinliyorum" diyor. Romanı düşününce türkü yanıtına şaşırmıyorum. “Okurken müzik dinleyemem ama okuduğum şeylerin aklıma getirdiği müzikler vardır. Okuma bitince dinlerim. Çalışacağım zaman genellikle mutlak bir sessizlik arıyorum. Dinlediğim şeylerden ilham alıp yazdığım da oluyor, müziğin yaratıcı gücüne inanıyorum tabii.” Kitapta masallar ve mitler dünyasına sıkça atıf var. Şebnem’in çocukluğunda böyle bir anlatıcı ile sürekli bir ilişkisinin olup olmadığını merak ediyorum. Annesinin onu bu konuda çok beslediğini söylerken, ansiklopedi okuyan bir çocuk olmanın bugününe etkisinden de bahsediyor. O yaşta okuduğu ansiklopedilerin peşinde düşmeye, sahaf sahaf gezerek kendince bir koleksiyon oluşturmaya başlamış. Şebnem Soral Tamer Şebnem, eski İstanbul anılarından bahsediyor. Benim de dört senemi geçirdiğim Avcılar ilçesi eskiden sayfiye yeriymiş. Anneannesi ise Salacak'ta yaşadığı için bu iki nokta arasından çokça yolculuk yapmış. O yıllarda gördükleri ve duyduklarının da bu kitabı beslediğini söylüyor: “Anneannem ve babaannemden duyduklarım var tabii ama bu sürekli olan bir şey değildi. İkisi de farklı kültürdendi, bu beni çok besledi. En çok da Salacak ve Avcılar arasındaki tren yolculukları, göçmenlerin yoğun olduğu bir yerdi. Avcılar o yıllarda sayfiye yeriydi, çok güzeldi o yıllar. İçimdeki merakı, orası ve o yıllar besledi. Mısır kültürünü çocukken ansiklopedide görmüştüm mesela. Zaten Yaşar Kemal ile tanıştıktan sonra hiçbir şey benim için eskisi gibi olmadı. Ondan dinleme şansım oldu. Köy köy gezip ağıtların, destanların hikâyelerini defterlerine not edermiş.” Romanda genç bir kadının kültür ve sanat sektöründe stajıyla başlayan hikâyesinden de yerler var. Ben kendi anılarımın benzerlerini görünce burada otobiyografik ögelerin olup olmadığını sormadan edemedim. Şebnem, bu çizginin çok belirsiz olduğunu ve onun da neyin otobiyografik olduğunu, neyin olmadığını bilmediğini söyledi. “Yazmaya yeni başlayan birisi için zor olan bir şeyi denemek istedim. Biyografik gerçeklikleri alıp ondan yeni bir gerçeklik yaratmak. Tabii sen de benzerleri yaşamışsın, sorman doğal. Ama doğru mu değil mi? Benim başıma gelip gelmediği konusunda ben bile bilmiyorum. Büyülü gerçeklik akımındaki gibi başka bir hikâye yaratabilir miyim? Onu söyleyebilirim.” Şebnem kendine “acemi yazar” diyor. Romanı için de “başkası için onun metnini düzenlemişim gibi geliyor bazen” deyince editör olmasının bu kitabı okurla buluşturmasında gecikmeye sebebiyet verip vermediğini merak ediyorum. Yayıncılık alanı tanıdıklar ve tanışlıklar üzerinden ilerliyor, bunu onaylamasak da bir derecede böyle. Şebnem de yazdıklarına objektif bir gözle bakılmasını istediğinden, daha doğrusu editör olmasının yazdıklarının önünde olmasını istemediğinden, “kör randevu,” yani romanın dosyasını yayınevine isimsiz olarak iletmiş. Onay geldikten sonra kimliğini açıklamış. Burada Şebnem sonradan çalışma arkadaşlarından özür dilediğini ancak sebebini de çekinmeden açıkladığını dile getirdi. Editörlükle ilgili şunları söyledi: "Kariyerim böyle başlamadı. O zamanki işimden istifa edip bir süre boyunca evde çalıştım. Freelance editörlük işleri alıyordum ufak ufak. Evim ine dönmüştü, düzenli gelirim yoktu, gün ışığı görmeden sürekli okuma yaptım ve editörlük için kendimi besledim. Yazarın düştüğü yerde elinden tutup kaldırmak editörün görevi. Kafka Kitap ve Epsilon için çalışmam da bu sürecin sonrasında başladı. Yaklaşık dört yıldır da burada editörlük yapıyorum. Okuduğum insanlarla yemek yeme şansımın olduğu yıllardı. " Kitabın sürecini konuşmaya devam ediyoruz. Bu roman belirli ve parça parça metinlerin beklemesi ya da birleşmesiyle oluşmamış. Mutlak sessizlikte çalışmayı seven Şebnem, çok gürültülü bir akşamda bu romanı yazmaya başladığını söyledi: “Mutlak sessizlik dedim ama kitabın ilk sayfalarını yazmaya çok gürültülü bir akşamda başladım. Devamını yazarken tabii yine sessiz anlarda yazdım ama başlangıcı böyleydi. Üç dört ay gibi sürede bitirdim. Sonrasında yıllık iznimi kullanarak giriş kısımlarındaki araştırma metinlerini bitirdim. Kitabın adı da eşim Mert’in askerlik dönemindeki Mardin ziyaretimden geliyor. Bir gece şehrin üstünde sıcaklık farkından doğan denizi görmüş ve etkilenmiştim. Kitabın son bölümünde de yazdım bunu, zaten ikinci roman için de oradan alıp devam edeceğim. İkinciyi yazmaya cesaret verecek güzel yorumlar aldım." Kitabın kapağında René Magritte' in bir tablosunu görüyoruz. Hem kapak tasarım sürecini hem de Şebnem'in sanat tarihine ilgisini merak ediyorum. 👀 Kitabın kapak tasarımı Mert Tamer'e ait. “Kitabın kapağını tasarlayan eşim Mert ile çalışma odasında sırtlarımız birbirimize dönük çalışıyoruz. Bu tabloyu gördüm ve “Aa Servi” dedim. Dönüp baktığı anı unutamıyorum. Servi’yi yansıtmamız gerekiyordu. O yüzden tablo üzerinden Servi’yi yansıtan eklemeler yaptık.” Sanat tarihinde sadece belli isimlerin ön planda olmasından biraz yakındı ve Celil Sadık ile birlikte yürüttükleri "Uygarlığın Ayak İzleri" kitap serisinden bahsetti. 📌 Kitabın düzeltisini Nur Çakır, sayfa tasarımlarını ise Berna Özbek Keleş yapmış.

02 Ağu 2022

Guilty Pleasure: Eğlenmek suç mu?

Hayatımıza nereden ve nasıl geldiğini bilmediğim bir kelime var: “ guilty pleasure .” Türkçe karşılığı suçluluk duyulan zevk olan bu kelime öbeğini ne ara bu kadar benimsedik, inanın bilmiyorum. 20’li yaşlarımın son demlerindeyken yine bu yaşların başındaki beni düşünüyorum. Yeni yaşamaya başladığım bir şehirde bambaşka bir kültürle haşır neşir olmaya çalışıyordum. Zevk almayıp, almış gibi yaptığım çok şey vardı bu yaşlarımın başında. Benzersiz bir zevk dünyam varmış meğer, bilmediğim. Bana özel, biricik… “ Guilty pleasure ” larımızın olmasını öyle bir benimsedik ki! Sarhoş olmadan ya da güvenli alanlarımızın dışında bunu biriyle paylaşamıyoruz ya da tam tersi büyük bir rahatlıkla “ benimki bu, seninki ne? ” gibi bir soru soruyoruz. Bu soru bana ilk sorulduğunda ‘“ zevk ve suçluluk” “mutluluk ve utanma” yan yana nasıl gelebiliyor? ’ diye sorgulamış, “ benim yok galiba ” diye bir yanıt vermiştim. Şimdi nasıl oldu ben de bilmiyorum ama listelerce “ uff bunu yapmamam lazım, izlememem lazım, dinlememem lazım hatta okumamam lazım! ” dediğim guilty pleasur e listelerim var. Neyse ki ilk zamanlarda kurduğum bu cümleleri, Fran Lebowitz sayesinde hatırlıyorum. Kendisi Türkiye’de yazar kimliğiyle çok tanınan biri değil çünkü hiçbir kitabı Türkçeleştirilmedi. Ben de kendisiyle Netflix’de yer alan Fran Lebowitz: Bir Yazarın Portresi isimli belgesel serisi ile tanıştım. 18 yaşından beri New York’ta yaşayan ve şehirle huysuz-tatlı bir ilişkisi olan bu kadınla tanışmak benim için büyük zevk. Sayesinde zihnimde şu cümle yankılanıyor: Zevk aldığımız şeylerden suçluluk duymayı ne zaman ve nasıl kabul ettik? Fran Lebowitz, Vanity Fair Oscar Party. (Larry Busacca/VF13 / Contributor) Onun “ guilty pleasure ” konseptine dair söyledikleriyle, ben de kendimle tekrar yüzleşiyorum.Önce hukuken suç sayılan şeyleri yapanların suçluluk duymadığı dünyadan bahsediyor ve ekliyor: “ İki tabak spaghetti yediğim ve polisiye okuduğum için suçluluk mu duyayım? ” Haklı. Neden bir vampir dizisini tekrar tekrar izlediğimizi birbirimize söylerken, mesela, utanıyoruz? Fran, ‘ bizi mutlu eden filmleri ve kitapları okumaktan neden suçluluk duyalım?’ cümlesini masanın ortasına bırakıp, entellektüelliğin ördüğü saçma duvarlardan bahsediyor. “İnsanların suçluluk olarak addettiği zevkler pek de yüksek sanat olarak addedilmeyen bir formdan keyif almakla ilgilidir hep.” PRETEND IT'S A CITY (L to R) FRAN LEBOWITZ in episode 101 of PRETEND IT'S A CITY Cr. NETFLIX © 2020 Eleştirmenlerden düşük puan alan bir filmi defalarca seyretmeyi istememiz bizi suçlu yapmaz. İki saatte bitirdiğimiz çerezlik romanları okumayı istemek de daha iyi bir romanın bizde bırakacağı etkiye gölge düşürmez. Fran, belgeselde bu konuya dair konuşmasını kendine has tavrıyla sonlandırıyor. “Bir kişinin, bunu neden yapıyorsun sorusuna cevabı “eğlenceli” ise bu benim için yeterlidir.” Benden tüm 20’liklere not, duyduğunuz an dans etme isteği uyandıran şarkıyı kimin söylediğinin önemi yok! O zaman DANS!

28 Tem 2022

Geçmiş güzel miydi bilmem ama şimdi çok güzel: Çilingir Sofrası

Ben, Ali Kemal ile bu film sayesinde tanışmış olsam da o kitabı yayımlanmış bir yazar ve hem yönetmen hem de oyun yazarı olarak tiyatroda işler üretmiş bir isim. Eğitimini Long Island University’nin Medya Sanatları bölümünde yaptığını da öğrenince ilk sorum bu anlatma isteğinin nereden geldiği oluyor. Eğitimi sırasında kısa filmler de çeken Ali Kemal, bunun çocukluktan beri kendini belli eden bir durum olduğunu söyledi. Bir emin olma anından bahsetmenin zor olduğunu söylese de yaz aylarında evlerinin arka bahçesinde arkadaşlarıyla Notre Dame'ın Kamburu ’nu oynadıkları anısından bahsetmesi benim ondaki bu dürtüyü anlamamı sağlıyor. “Her zaman sinemacı olmak istiyordum, ilk girdiğim bölüm Bilgi Üniversitesi'nde Karşılaştırmalı Edebiyat'tı ama yapamayacağımı anlayıp ikinci senede bölümü bırakıp yurtdışına gittim.” Yurtdışındaki bu eğitimden sonra buraya döndüğünde zorlanıp zorlanmadığını merak ediyorum ve bunun üstüne konuşmaya başlıyoruz. Burada da şaşırmadığım bir yanıt geliyor, her ne kadar verdiği yanıt benim nezdimde üzücü olsa da... Oradaki deneyimlerinin burada “fazla” bir karşılığının olmadığını dile getiriyor. “Bir senaryo toplantısına gittiğimde yurtdışında kısa film yazmış olmak, hatta onun ödül almasının bile öneminin olmadığını gördüm. O toplantılarda sorulan soru, 'Burada bir dizi senaryosu yazdın mı?' oluyordu. Önem verilen şeylerin farklı olduğunu anlıyorsun.” Ali Kemal Güven O bu deneyimini anlattıktan sonra sıra Çilingir Sofrası’nın farklı ve "cesur" hikâyesine geliyor. Filmin ilk adımları Antalya Film Forum’dan Beta Film Uluslararası Danışmanlık Özel Ödülü kazanan İstanbul’un Erkekleri isimli, yine kuir temalı bir dizi projesiyle atılmış. Ödül kazandıktan sonra filmin yapımcılarından Seda Özkaraca ile kendilerine telefonlar geleceğini, online platformların bunu çekmek için hevesli olacağını düşünmüşler ancak öyle bir telefon gelmemiş. İstanbul’un Erkekleri ’nin çok mekânlı, çok karakterli bir proje olmasından dolayı gelişme ve bekleme süresi devam ederken, onun izinden giden ama ona nazaran hayata geçmesi daha kolay bir proje üretmek istemişler. Bu sayede de Çilingir Sofrası 'nın ilk tohumları atılmış. Başlangıçta bir mini dizi olarak düşünülen bu filmin her bölümünün 10-15 dakika olacağını hayal etmişler. Çekimleri de bunu düşünerek gerçekleştirmelerine rağmen kurgu sürecinde bunun bir film olması gerektiği kendini göstermiş. Filmin kurgusunu Selda Taşkın üstleniyor. “ İstanbul’un Erkekleri projemiz çok karakterli ve mekânlı bir projeydi. Olacaksa öyle olmalıydı. Seda ile ben inatçıyızdır. Bu projeden bağımsız ama yine kuir bir dizi çekmek istiyordum. O fikirle yola çıktık. Çilingir Sofrası 'nı yazarken, 'Yazıyorum ama yapamayacağız' gibi düşüncelerim vardı. Bağımsız olarak çekip 'En kötü YouTube’a koyarız' diye düşündük. Onu planlayarak çektik. Ancak çekimler bittiğinde ve izlediğimizde bu duygu bütünlüğünü bölümlere bölmenin hata olacağını anladık. Artık bir film olduğu için kendi iç sesim de susmuyor tabii, 'Keşke bir yarım saat daha çekseydim' dediğim oluyor.” Çilingir Sofrası Filmin müzikle olan bağına gelince... Salonda Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah ’ta alkış seslerini duymak, gözleri dolu insanları görmek ve şarkıyı filmin Abla’sı Ecrin Bolkar ’ın sesinden bambaşka bir yorumla dinlemek kelimelere sığmıyor. Müziği filmin temeline yerleştirmeyi baştan planlayıp planlamadığını merak ediyorum. “Ben müziksiz bir şey yazamıyorum ve hayal edemiyorum. O da kurguda kendini gösterdi diyebilirim. Bu projeyi platformlara sunacağımız zaman bir kurgu ile gitmemiz gerekiyordu, bölümler arası duygu geçişini koruması için müzikleri yerleştirmiştim, böyle ortaya çıkmış oldu.” Filmin çekimleri pandemi döneminde gerçekleştirilmiş, mekânların belli saatlerde kapatıldığı, sokağa çıkmanın belli saatlerden sonra yasak olduğu, hepimize on yıl öncesi gibi gelen o dönemde. 👀 Ali Kemal, bunun filmde hayal ettiği dünyayı kurmak için bir avantaja dönüştüğünü söylüyor. “Zaten dünyada bir tek ikisi kalmış gibi bir his istiyordum. Figürasyon da kullanmaya niyetim yoktu. O kadar kalabalık bir sokakta bu dönem sayesinde o hissi verebildiğim çekimler yaptık. Dört beş gecede ve dört beş saatlik çekimler yapmamız gerekiyordu. Çok planlı, kare kare ne çekeceğimi bildiğim bir sete çıktım. En sorunsuz setimdi.” Bizim kuşağa kolay kolay nasip olan bir şey değil, bir filmin çekildiği mekânı bilmek, o mekânın yaşıyor olması yani. Günümüzde çekim yapılan mekânların pek çoğu özel izinler istiyor. Konuyu uzatmayayım. 👀 Bugün çekilmiş ve bir mekânın önünden geçerken hatırlayabileceğimiz bir filmimiz olduğu için ne kadar mutlu olduğumu Ali Kemal'le paylaşırken soruyorum, "Neden Sofyalı 9 Meyhane?" "Ben Atıf Yılmaz hayranıyım, Beyoğlu benim için o yüzden çok çok önemli. Sofyalı 9 Meyhane’ye girdiğimiz an anladık buranın aradığımız yer olduğunu. Benim film öncesi gidip içtiğim bir meyhane değildi, hatta oradaki ilk rakımızı da nisan ayında film gösteriminden önce ekipçe içtik." Kayıtlara geçsin: Film seyirci ile buluşmadan önce buluşulan masa. Barış Gönenen, Ahmet Rıfat Şungar ve Ali Kemal Güven Sofyalı'da. Çilingir Sofrası’nın adının nereden geldiğine dair pek çok rivayet var, bilirsiniz. Filmimizin ismi ise çilingir sofralarının kalplerdeki kilitleri açmasından ilham alıyor. Ali Kemal, bu sofranın başka dillerde karşılığının olmadığının altını çizerken filmin yurtdışında alacağı ismi de benimle paylaşıyor. "A Night in 4 Parts"🌑 🎬 Oyuncu seçimleri Festivalin en iyi erkek oyuncu ödülünü birlikte alan Barış ve Ahmet Rıfat'ın yollarının nasıl kesiştiğinin peşine düşüyorum. 👀 "Barış en başından beri vardı ama o zaman konuşulan fikir komediye daha yakındı. O değişti tamamen. Bu filmin cast süreci sandığımdan uzun sürdü. Bizim oyuncularımız “böyle rolleri” oynamayı pek istemiyorlar. Hatta görüşmelerimizde bu rolü sunduğunuz oyunculardan 'Ama ben gay değilim, biliyorsunuz değil mi?' diye soranlar bile oldu. Bu süreç hayal kırıklığıydı diyebilirim. Bir kuir rol alıp sonradan başka bir rol alamamaktan mı çekiniyorlar bilemiyorum. Ahmet Rıfat, o dönem başka bir projede gay bir karakteri oynayacağına dair haberlere çıkmıştı ama sonradan proje olmadı sanırım. Ahmet Almanya’da yaşadığı için biz Zoom'dan görüştük. Ahmet böyle cümleler kurmadı. İlk konuşmalarımız bir insanı sevmekte ilgiliydi, bunun üstüne uzunca konuştuk ve bu konuşmanın bitiminde normalde profesyonel durup bunu söylemem ama Ahmet’e, lütfen bu rolü sen oyna dedim.” “Süreç boyunca Ahmet ve Barış’ın çok fazla bir araya gelmelerini istemedim. Yıllarca görüşememenin verdiği o gergin hissi almak istedim. Sette bile bir uzaklık talep ettim onlardan. Bir tek Zoom'dan okuma yaptık, o kadar.” Filmin Abla'sı Ecrin Bolkar’ın cast ’e dahil olmasına dair de şunları kayıtlara geçirdi: "Ecrin oyunculuğunu duyduğum bir isimdi, henüz yayınlanmayan bir filmden dolayı onu tanıyordum. Filmden bahsettik ve 'Yayınlayamayabiliriz de' demiştik. O da 'Ben size inandım, içinde olmak istiyorum,' dedi ve yer aldı. Şimdi de GAİN için çektiğim Aslında Özgürsün dizisinde plazada trans bir iş kadınını oynuyor." Ali Kemal, bu proje için başlangıçta en inatçı kişinin yapımcısı Seda olduğunu her fırsatta dile getirdi ve yola "İlk olacağız," "İlk biz yapacağız" gibi bir motivasyonla çıkmadıklarını söyledi. Seda ile 2007 yılında bir film akademisinde tanıştıklarını ve o yıllardan beri de birlikte ürettiklerini anlatırken aralarındaki uyuma dair kurduğu bu cümleler kayıtlara geçsin: "Bir ortağımız daha var Metin(Kıcır). Biz tanıştığımız gün kurduk bu ortaklığı aslında. Ortaklık öyle bir şey ki iyi günde kötü günde yan yana olmayı gerektiriyor. Birbirini motive etmek hep önemli. ” Seda Özkaraca ve Ali Kemal Güven Kapatırken GAİN'de yer alan Aslında Özgürsün'ü konuşuyoruz. Bu romanı daha önce tiyatroya uyarlayan Ali Kemal, Duygu Asena hayranlığından bahsederken bu romanın onun için önemini de anlattı. “Annemin kitaplığından alıp okuduğum ilk Duygu Asena romanıydı. Onun kalemi zamanının ötesinde. Seda ile hep dijital dizi projesi yapmak istiyorduk. Seda’nın 'Aslında Özgürsün’ü dizi yapmalıyız,' demesiyle bu yola girdik.” 📌 Bu hikâye kadınların dayanışma hikayesi. Dizide Duygu Asena’yı Zuhal Olcay oynuyor. Biz kaydı alırken odamda duvara asılı olan 18. Film Festivali’nin afişindeki Zuhal Olcay’a selam veriyorum.

19 Tem 2022