Keşif Sahnesi

Her hafta keşfedilecek bir yeni müzisyen

17 Hikâye

Tuhaf bir müzik: upsammy

Gözlerim kapalı. DJ kabinine beş adım uzaklıktayım. Bedenim yönünü sesin kaynağına, zihnim ise içinde hep bir hareket olan düşüncelerimi en başa döndürdü. Kalabalığın ortasında hem tekilleşme hem de çoğalma hissini aynı anda yaşamak mucizevi. Gecenin başında neden dakikaları girişteki vestiyere bıraktığımızı anladım. Yer, Club Zollamt (Stuttgart). Yıl 2013. Bu gece yaşandı. Sadece DJ kabininde başka biri vardı. Bu yazıyı yazarken o anlar tekrarlandı. Bu sefer kulağıma Thessa Torsing ’in, yani upsammy ’nin müziği dolandı. “İçine girebileceğim ve orada kalarak iyi hissedebileceğim bir ortam” yaratığını söyleyen upsammy ’nin peşine takıldım. Eşlik etmek isteyen? Thessa Torsing Fotoğraf: Sophie Wright MTV Lounge Vol. 3: Hollanda doğumlu Torsing’in elektronik müzikle ilk tanışması, babasının arşivindeki ülkenin milli kahramanı olarak görülen Tiësto ’nun Forbidden Paradise CD’leriyle oldu. O dönem MTV Lounge Vol. 3 derleme albümünde dinlediği Moby ve The Future Sound Of London sayesinde kendi beğeni çizgisini oluşturdu. 16 yaşından itibaren arkadaşlarının düzenlediği rave partilere katılan Torsing, her zaman bulunduğu ortamda müziği belirlemek isteyen "o çocuk" oldu. Aynı dönem çeşitli müzik gruplarında enstrüman çalmayı deneyen Torsing, bu sırada tüm kontrolü elinde tutmak istediğini fark etti. Çok geçmeden hem DJ kabininde hem de prodüksiyon koltuğunda tek başına kaldı. Kendi içine bakmak: “Dans etmeye gittiğimde her zaman şaşırmak istiyorum. Eğlenmek için herhangi bir takviye almak istemiyorum. Sadece müzikteki tuhaflığı duymak istiyorum.” diyen Thessa Torsing , kısa sürede DJ kabininde bakışları üzerine çekmeye başladı. “Çaldığım kulübe belirli bir alan duygusu katmak istiyorum. Müziğim insanlara belirli yerleri veya anıları hatırlatıyor. İnsanlara bir şekilde dokunmak, topluluğun bir parçasıyken kendi içlerine bakmalarını sağlamak istiyorum. Dans pistindeki insanların tuhaf seslere verdiği farklı tepkileri görmek harika.” sözleri ise Torsing’in yarattığı atmosferi tanımlıyor. Jimi Hendrix’in psychedelic sesleri: Torsing, 2016 kışında kendini yatak odasına kapattı ve takıntılı bir şekilde Ableton üzerinden parçalar yapmaya başladı. Müziği, hayatındaki pek çok olumsuzluktan kaçmak için kullanan Torsing, bir dönem hayranı olduğu Jimi Hendrix ’in psychedelic seslerini takip ederek Zona adını verdiği ilk parçasını yarattı. Parçayı SoundCloud’a yükleyen Torsing, böylelikle upsammy dönüşümünü de gerçekleştirmiş oldu. Hemen ardından Utrecht’teki Stranded FM radyosuna konuk olan upsammy , Nous'klaer Audio’nun dikkatini çekti ve plak şirketinin 2017 çıkışlı derleme albümünde yer aldı. Bundan tam bir yıl sonra aynı plak şirketinin etiketiyle Another Place isimli bir kısaçalar yayımlayan upsammy, böylelikle elektronik müzik sahnesinde ilk meyvesini vermiş oldu. Tuhaf bir müzik: upsammy , 90 ile 124 BPM arasında dolaşan müziğinde ambient , downtempo , enstrümantal hip hop , dubstep , house , techno ve IDM ’e dair elementleri sezgisel bir iskelette buluşturuyor. Kendisinin yaptığı tek tanımlama ise ‘"tuhaf". Benim için ise tamamıyla meditatif. upsammy ile ilk tanışmanızı Eye Filmmuseum’ın 1927 tarihli bilimsel filmine yaptığı muazzam soundtrack 'le yapabilirsiniz. Samimiyeti ilerletmek için ise geçtiğimiz haziran ayında Dekmantel bayrağı altında yayımlanan Zoom albümünü rafta bekliyor. Gözlerim şimdi açık.

Tuhaf bir müzik: upsammy

Mart 10, 2021

·

Makale

Tek seslilikten çoğulculuğa: Sarah Davachi

Kanada’nın batısındaki Calgary şehrinde soğuk bir kış günü. Tüm şehrin üstüne beyaz bir battaniye çekildi. Yataktan çıkmak, sokağa adım atmak tercih dâhilinde bile değil. Buna rağmen birisi o gün erkeden yola çıktı ve henüz ilk yılını doldurmadığı tur rehberliği işi için Ulusal Müzik Merkezi Müzesi’ne vardı. Tek işi müze turu sırasında sergilenen enstrümanlar hakkında bilgi vermek olan Sarah Davachi , hiç kimsenin ziyaret etmediği günlerde merakına yenik düştü. Bir süre sonra Sarah, klasik piyano eğitiminin verdiği cesaretle 1600’lerden kalma akustik enstrümanlarla ve hayal edebileceğiniz tüm elektronik müzik aletleriyle arkadaş oldu. Tam 10 yılını bu müzede geçiren Sarah’ın en yeni synth ’lerden asırlık organlara kadar uzanan enstrümantasyonundaki genişlik, kuşkusuz ürettiği müziğe de sirayet etti. Sarah Davachi bizleri yarattığı samimi işitsel alanlara davet ediyor. Katılmak isteyen? Batı müziğinin kalıpları: 10'lu yaşlarının sonlarına kadar klasik piyano eğitimi almış bir çocuk olarak müziğe giriş yapan Sarah Davachi , o dönemlerde üzerinde en çok Johann Sebastian Bach ’ın etkisini taşıdı. Kraliyet Müzik Konservatuarı’nda eğitimine devam eden Sarah’ın okulun standart repertuarında var olmayan müzikleri ifade etme arzusu zihninde dolaşmaya başladığında ise yaşı 17 oldu. Daha o zamanlarda bir notaya basılı tutarken ortaya çıkan parıltılı armoni tonlarını dinlemekten zevk aldığını itiraf eden Sarah, çok geçmeden bu deneyini Ulusal Müzik Merkezi Müzesi’nde tanıştığı her enstrümanda denemeye başladı. O dönem yaptığı deneylerin birer beste değeri taşıdığını ise yıllar sonra eğitim aldığı Mills College’da fark etti. Erken yaşlarda aldığı Klasik Batı Müziği eğitiminin kalıplarını yıkmayı amaçlayan Sarah için dokunduğu enstrümanların çıplaklığını hissetmek ve kendi sezgiselliğini yaratmak uzun yıllar aldı. Bu yolda en büyük ilham kaynağı ise hem güzel hem yavaş hem bilinçli hem de dürüst olunabileceğini ona ispatlayan La Monte Young oldu. Minimalist yaklaşım: Kendini hayatın birçok alanında pratik yapan bir hedonist olarak tanımlayan Sarah Davachi , “Sadece estetik amaca değil, herhangi bir şeye hizmet edecek şekilde sanat yapmak istemiyorum.” şeklindeki açıklamasının ardından “Odağın seste kalmasını ve müziğin nesne işlevinden çıkmasını istiyorum. Kendi pratiğimde bunu minimalist yaklaşımla yapabileciğimi düşünüyorum.” sözleriyle müzikle olan ilişkisini anlamlandırıyor. 2013’te yayımladığı The Untuning of the Sky isimli albümünün ardından üretkenliğini her yıl daha da artırdı. Bir çeşit arşivsel dürtüyle albümlerini hazırlayan Sarah Davachi , sesin mekânsal bir deneyim olduğunu düşünenlerden. Dolayısıyla konserlerini Londra'da beton bir yeraltı mağarasında veya Berlin'de eski bir Doğu Alman teknesinde vermesine şaşırmadım. Tıpkı Thom Yorke ile birlikte performans sergilemesine şaşırmadığım gibi… Benim Sarah ile tanışmam henüz bu ayın başında yayımladığı Play The Ghost şarkısıyla oldu. Onunla daha çok vakit geçirmek için Bandcamp hesabına uğrayarak büyüleyici diskografisinde dolaşabilirsiniz. Emin olun tıpkı müzedeki gibi size rehberlik edecektir.

Tek seslilikten çoğulculuğa: Sarah Davachi

Mart 10, 2021

·

Makale

Kendi bildiği yoldan: Richard Spaven

Richard Spaven Richard Spaven , yedi yaşında bir sabaha uyandı. O günü diğerlerinden ayıran babasının heyecanlı teklifi üzerine akşam Buddy Rich konserine gidecek olması. Bir süredir ritim tutma sevgisini farklı oyuncaklardan çıkardığı seslerle babasına gösteren Spaven, nihayetinde tüm zamanların en iyi caz davulcularından biri kabul edilen Buddy Rich 'le tanışma şansına erişti. O akşam bir çocuğun gözlerinde ve kulaklarında canlanan masalsı hikâye, çok geçmeden günde ortalama yedi saat pratik yaptıracak bir tutkuya dönüştü. Sonra ne mi oldu? Meraklı bakışlar ve kulaklar aşağıya gelsin. • Davulcu, prodüktör, besteci: Yıllar sonra dönüp geriye baktığında Richard Spaven , hayatına eklediği davulcu, prodüktör ve besteci etiketlerinin başlangıç noktası olarak gittiği Buddy Rich konserini, caz davulcusu Freddie Wells ’ten aldığı dersleri gösteriyor. Başından beri caz bayrağı altında kalan ve tekniğini bu tarafta kusursuz hâle getiren Spaven, zamanla Flying Lotus, Gregory Porter, Bill Laurance, The Cinematic Orchestra, Stuart McCallum başta olmak üzere pek çok grubun ve müzisyenin gerek albüm kayıtlarında gerekse canlı performanslarında davul eşlikçisi oldu. Farklı müzik türlerine yaptığı bu ziyaretler Spaven’in caz eksenli tekniğine kendisine özgü geçişler ekledi. Bu da onu çok geçmeden Birleşik Krallık'ta modern müziğin en çok aranan davulcusu hâline getirdi. • 90'lar ve kulüp kültürü: Londra’yı bir araya gelen, paylaşan, kolektif üretimde bulunan ve tüm bunları farklı farklı sahnelere entegre edebilen benzersiz bir şehir olarak tanımlayan Richard Spaven , müzikal yolculuğunun bir diğer kırılım noktasını kulüp kültürüne bağlıyor. 90’ların sonunda Spaven’in kulağına dolan drum & bass , breakbeat , jungle ve UK garage etiketli müzikler sayesinde bir caz davulcusunun becerileri, bir kulüp müdaviminin zihniyetine taşındı. Bu da onu Spaven’in şimdilerde imzası olarak görünen katmanlı müziğinin temelini oluşturdu. • Re:freshed: “Her zaman arka planda kendi müziğim üzerine çalıştım ama odak noktamın hep diğer projelerde davul çalmak olduğunu hissettim.” diyen Richard Spaven ’in “Bitmemiş birçok işim vardı ve hiçbirini tamamlamak için gerekli motivasyonum yoktu.” itirafı, kişisel üretimden uzak geçen yılları açıklıyor. Bu durum, Jazz re:freshed plak şirketinin Spaven’in kapısını çalıp bireysel üretimlerini yayımlamak istemesiyle değişti. Bu sayede 2010 yılında Spaven’s 5ive isimli ilk albümü ortaya çıktı. Sonra sırasıyla Whole Other *, The Self ve Real Time albümleri geldi. Davulcuların başı çektiği albümlerde baskın davul sesleri ve solo yoğunluğu, istenilen müziğin ortaya çıkmasını engeller. Spaven, bu iki tuzağa da hiç düşmedi. Üstüne ömürlük partneri Jordan Rakei ile yakaladığı uyum, onu bambaşka seslerin peşine düşürdü. İkilinin uyumuna tanıklık etmek isterseniz bu videoya konuk olabilir, favori albümün Real Time 'la samimiyetinizi artırabilirsiniz. Dilerseniz yedi yaşındaki Spaven’e de bir gülücük bırakabilirsiniz.

Kendi bildiği yoldan: Richard Spaven

Mart 10, 2021

·

Makale

Lizbon’dan sevgilerle: Bullion

Arama motoruna girdim ve Lizbon yazdım. Görüntü kalitesini yüksek olarak değiştirdim ve fotoğraflar arasında dolaşmaya başladım. Yeterli olmadı. Daha bireysel çekimlerin peşine düştüm. Farklı platformlarda bakınmaya devam ettim. Şehrin güneşle olan ilişkisini pek sevdim. Dar sokaklarında dolaştım, renkli binalarının önünden geçtim, denize açılan balkonlarında sohbete daldım. Daha doğrusu hepsini hayal ettim. Yüzüme yerleşen gülümsemeyle Nathan Jenkins ’in 2018 yılında arkadaşlarının 1987 model Renault 9 Super’ına atlayarak Portekiz kıyılarında yaptığı gezinin ardından neden Londra’daki yaşamını Lizbon’a taşımak istediğini anlamaya çalıştım. Geride kalan yaz aylarının hüznünü kendime saklayıp Jenkins’in Bullion mahlasıyla ürettiği müziğin izinden gitmeye karar verdim. Kim bilir belki tüm yollar Lizbon’a çıkıyordur. Neden olmasın? Fotoğraf: Thyra Dragseth Asi pop duruşu: Nathan Jenkins ’in hem prodüktör kimliğiyle hem de Bullion projesiyle sergilediği asi pop duruşunun temeli çocukluğuna dayanıyor. Sıkça yatak odasında vakit geçiren Jenkins, alt katta bulunan babasının çalışma odasından yükselen Annie Lennox , The Pet Shop Boys ve Madonna şarkılarına uzun bir dönem eşlik etti. Babasını iş stresinden uzaklaştıran pop müzik, Jenkins’in zihninde ise kalıcı bir yer edindi. Türler arası flört: Doğup büyüdüğü Batı Londra’nın müzik akışına kendini kaptıran Jenkins, şehrin titreşimle beslenen sokaklarında ve gece kulüplerinde kafasında çalan tanımsız tınılara arkadaş bulmaya çalıştı. The Beach Boys ile J Dilla ’yı buluşturduğu 2007 tarihli mashup albümü Pet Sounds in the Key of Dee , bir anda Bullion adının duyulmasını sağladı. Farklı tarzlar arasında yaptığı yolculuklardan tutarlı dışavurumlarla geri dönen Jenkins, solo çalışmalarını kısık ateşte tutup Paul Epworth , Sampha , Nilüfer Yanya , LISS ve Westerman gibi isimlere prodüktör olarak eşlik etti. Kötü alışkanlıklar döngüsü: Farklı projelere yaptığı yaratıcı dokunuşlardan çok keyif alan Jenkins, epey bir süre göz önünde olmak istemedi. Boş zamanlarında alan açtığı solo kariyeri 2012 yılına kadar teklilerle ilerledi. 2012’de Pop, not slop sloganıyla kurduğu DEEK Recordings isimli plak şirketiyle müzikal bağımsızlığını kazanan Jenkins, bu tarihten itibaren laboratuvar görevini üstlenen kısaçalarlarının yanı sıra Rooster ve Loop the Loop albümleriyle türler arasındaki denemelerini sergilemekten kaçınmadı. 2018 yılında “Kendimi ve gerçekte kim olduğumu düşünmem gerekiyordu." itirafının ardından yaptığı “Londra’da kötü alışkanlıklar döngüsünde sıkışmıştım ve gerçekte kim olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bence etrafınızda daha az insanın olduğu ve çevrenizde tanıdık olan daha az şeyin olduğu sessiz bir yere geldiğinizde, gerçekten kendiniz hakkında daha çok şey anlayabilirsiniz.” şeklindeki çıkarımının ardından Lizbon’a taşındı. Melankolik bir liman: Geçtiğimiz şubat ayında John Berger kitaplarından esinlenerek ortaya çıkardığı We Had A Good Time kısaçalarıyla güneşli Lizbon günlerinin ilk yaratımını gerçekleştiren Bullion , pop müziğe göz kamaştırıcı bir yaratıcılık ve renk kattığını tekrardan kanıtladı. Thom Yorke ’un In The Absence Thereof… çalma listesinde tanıştığım Bullion , rezonanslarla dolu gündelik hayatta sakin ve melankolik bir liman olarak bizleri selamlıyor. Ben yine Lizbon fotoğraflarındayım. Bu sefer yanımda Bullion var.

Lizbon’dan sevgilerle: Bullion

Mart 10, 2021

·

Makale

John Carroll Kirby: “Üçüncü nesil egzotik"

Bundan beş ay önce kendi kendime konuşur, aklımda dönüp duran ve sığınacak yer arayan düşüncelerime ses olurum diyerek başladığım Beni Bana Anlat isimli podcast serimde, ilk olarak hayatta tesadüflere alan açmayı konuşmuştum. Monotonluğun kıskacında alınan kararların tekrarlı deneyimlerinden kaçmaktan bahsetmiştim. Tıpkı yakın arkadaşını Sydney’deki Tamarama Plajı’nda yer alan evinde ziyarete giden John Carroll Kirby ’nin okyanusa nazır çaldığı bir şarkıda yanlış bastığını düşündüğü bir akordu kayıtta değiştirmemesi gibi. O şarkının artık bir adı var: By The Sea . Tesadüflerin de yaşamımızda her zaman yeri var. Niyetim Solange ve Frank Ocean ’ın kimlikleşen modern soul pop müziğinin arkasındaki isim olan John Carroll Kirby ’i daha yakından tanımak ve solo çalışmalarına odaklanmak. Merak edenler bana eşlik edebilir. Fotoğraf: https://daily.bandcamp.com/ Nevrotik Woody Allen karakteri: 20. yüzyılın öncü mimarından biri olan Charles Sumner Greene ’e ait bir evde büyüyen John Carroll Kirby , çocukluğunu Güney Kaliforniya’daki Arroyo Seco nehrinin yanı başındaki çimlerde koşturarak geçirdi. Müzikle 13 yaşındayken tam bir nevrotik Woody Allen karakteri olarak tanımladığı piyano öğretmeni sayesinde tanışan Kirby’e, lise ve üniversite yıllarında Kaliforniya caz sahnesinin tanınmış basçılarından biri olan John Clayton mentorluk etti. Sonraları Beastie Boys grubunun turne ekibinde yer alan piyanist Mark Ramos-Nishita ile tanıştı. Nishita’dan aldığı kalıplaşmış öğretilerin dışına çıkma ve kendi ifade şeklini bulma tavsiyeleri sayesinde piyano ve synthsizer ’larla samimiyetini artırdı. Kirby icin artık müziğin peşinden gitme vakti gelmişti. Sezgilerini takip etmek: Başta Mark Ramos-Nishita olmak üzere Norah Jones ve Blood Orange ile yıllarca turneleyen John Carroll Kirby , bu sürecin ona kattıklarını "Bu kadar çok isimle çalıştıkça müzikte hiçbir kuralın olmadığını anladım. Müzisyenler sadece sezgilerini takip ediyor ki bu gerçekten yapabileceğiniz en iyi şey.” sözleriyle ifade etmiş. Zamanla arkadaş çemberine dâhil olan Frank Ocean, Bat For Lashes ve Solange gibi isimlerle ortak çalışmalarda yer alan ve onlara prodüktörlük yapan Kirby, dikkat çeken kayıtlara imza attı. Çok geçmeden çalıştığı projelerin arasına Shabazz Palaces, Connan Mockasin, Kali Uchis ve Harry Styles gibi köklü caz seslerinin peşine düşmüş sanatçıları da ekledi. Pürüzsüz caz ve oda müziği arasında: Kendi günceliyle alan açmaya ve bu alanı müziğiyle doldurmaya karar verdiğinde John Carroll Kirby , solo kariyerini başlatmış oldu. 2017 yılında yayımladığı Travel isimli albümünü, sırasıyla Meditations in Music ve Conflict takip etti. Son olarak Kirby, Etiyopyalı piyanist Tsegué-Maryam Guèbrou ’dan aldığı ilhamla pürüzsüz caz ve oda müziği arasında konumlanan My Garden adını verdiği albümünü gün yüzüne çıkardı. "Benim için önemli olan hikâyeler, yerler, insanlar ve duygular arkasındaki kavram." diyen Kirby, bir nevi anılarıyla baş başa kaldığı arka bahçesini ziyarete açtı. Müziğini "üçüncü nesil egzotik" olarak tanımlayan John Carroll Kirby , şimdilerde meditasyon yaptığı hardal tarlasının yanı başındaki evinin çatı katı penceresinden manzarasına Washington Dağı’nı alarak dünyaya bakıyor. Ben de usulca yanına oturuyorum. Keyfim yerinde.

John Carroll Kirby: “Üçüncü nesil egzotik"

Mart 10, 2021

·

Makale

İkili delilik: Ohmme

Hiç gitmediğim şehirlerin sokaklarında sanal tur yapmayı seviyorum. Özellikle o şehrin kimlikleşen müzik noktalarında dolaşmak, konser öncesi caddeye taşan kalabalığı ya da çıkışta atmosfere karışan mutlulukları hayal etmek favori etkinliklerim arasında. Bu haftanın konuğu olan Sima Cunningham ve Macie Stewart ikilisinin hayat verdiği Ohmme ’yi daha yakından tanımadan önce onların sıklıkla sahne aldığı Şikago’daki konser mekânlarının etrafında dolaştım. Önce “Buradan düz yürü, köşeyi dönünce sağda.” diyecek kadar birbirine yakın olan Constellation ile Hungry Brain’ e, sonra da “ABD'nin en iyi kulüplerinden biri” diye tanıttıkları Hideout ’a uğradım. Şimdi müsaadenizle vokalist ve piyanist olarak Şikago sahnesinde tanınan iki müzisyenin Ohmme adı altında elektronik gitarla gerçekleştirdikleri sonik deneylere daha yakından bakmak istiyorum. Ohmme Indie rock ’tan caza: Aynı liseden mezun olan ikilinin tanışma hikâyesi, Sima Cunningham ’ın kardeşinin grubunu dinlemeye gittiği zaman sahnede vokaliyle harikalar yaratan Macie Stewart ’ı görmesiyle başladı. Marcie’den dört yaş büyük olan Sima, birlikte geçirdikleri kısa sürenin ardından beraber müzik yapmanın iyi bir fikir olduğuna inandı. Amaçları, uzun yıllar Şikago müzik sahnesinin onlara kazandırdığı doğaçlama performans tecrübesini bu sefer kendilerinin öncülük ettiği bir projede kullanmaktı. Sahip oldukları ses derinliğini, cesur gitar yürüyüşleri ve esnek vokallerle birleştirdiklerinde indie rock ’tan caza uzanabilen geniş yelpazeli Ohmme grubu doğmuş oldu. Stewart’ın "Grup olmamızın tek nedeni, müzikal fikirlerin aramızdaki sıçrayışısını sevmemizden kaynaklanıyor. Bence doğaçlama müzik, bunu gerçekleştirmenin en iyi yollarından biri. Bu sayede sözsüz iletişim kurabiliyoruz.” sözleri ise bu durumun özeti. Şikago müzik sahnesi: İkilinin Ohmme ile gerçekleştirdiği müzikal yolculuğa dâhil olmadan önce Şikago sahnesine daha yakından bakmakta fayda var. Her müzik türüne ait toplulukların olduğu, müzisyenlerin bir arada üretme konusunda istekli olduğu ve her şekilde birbirlerini desteklediği bir şehir düşünün. Bu şehrin içine de 75’ten 1.500 kişilik kapasiteye uzanan ve bağımsız müzisyenlere ve gruplara kucak açmış sayısız konser mekânı yerleştirin. 10 yıldan uzun bir süredir pek çok farklı projeyle sayısız turneye çıkan Sima Cunningham ve Macie Stewart ikilisi, Şikago’yu böyle bir yer olarak tanımlayıp ekliyor: “Bu olanaklara sahip başka bir şehir olduğunu sanmıyoruz.” Bu çeşitliliğin içine müzik zevki yüksek dinleyicileri de dâhil ettiğimizde sürekli yeni projeler doğuran bir organizmayı tamamlamış oluyoruz. Hatta "keşif sahnesinin içinde keşif" diyerek ikilinin geleceğini parlak gördüğü NNAMDI ve V.V Lightbody isimli iki projeyi de buraya bıraktım. Pürüzlü gitar sesleri: Ohmme ’ye geri dönelim. Grup, 2014 yazında kuruldu. 2016 yılında kendi isimlerini taşıyan bir kısaçalar yayımladı. İki yıl sonra Parts adını verdikleri bir uzunçalarla yavaş yavaş diskografisini inşa etmeye başlayan grup, Twin Peaks , Wilco ve Iron & Wine ’ın turnelerine katılarak bilinirliğini artırdı. İkili, melodik armonilerin üstüne pürüzlü gitar seslerini ekleyip tamamlayıcı vokallerini de ön planda tuttukları bir müzikal kimlik yarattı. Kate Bush, Brian Eno, Cate Le Bon ve Feist ile referans çizgisini oluşturan Ohmme , son olarak geçtiğimiz haziran ayında Joyful Noise Recordings bayrağı altında Fantasize Your Ghost isimli yeni albümlerini paylaştı. Tek bir adımda deneysel topraklara giriş yapabilen Ohmme , içgüdüsel kararlarla müziklerini hissedilebilir kılabilen bir güce sahip. Bu güç sayesinde aralarında cereyan eden tüm ikilemlerden beslendikleri bir yapı var. Bu farklı iletişimi, grubun geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiği Tiny Desk Concert performansında görebilirsiniz. Müsaadenizle ben Şikago sokaklarındaki sanal turuma geri dönüyorum. Ohmme size emanet.

İkili delilik: Ohmme

Mart 10, 2021

·

Makale

Sakinleşme zamanı: Nana Adjoa

Sorunlardan uzaklaşma yöntemlerimi seviyorum. Çocukken dört yanı kapalı daracık oyun alanlarında geçirdiğim sayısız mutlu anları hatırlatıyor bana. Dışarıda fırtınalar koparken (bu yazı yazılarken İstanbul’a dolu taneleri düşüyordu), derin konular ve kocaman belirsizlikler kapıda beklerken ben kabuğuma çekilirim ve hayatı kısa süreliğine de olsa kendime indirgerim. Bu yolculukların geri dönüşleri yanında hep yenilikleri getirir. Henüz 10’lu yaşlarındayken ayrılık sürecinde olan anne ve babasının çatışma ortamının içinde kalan Nana Adjoa , kaykayını yanına alıp dışarıda saatlerce vakit geçirirken sadece uzaklaşmak istedi. Bir süre sonra merkezinde kaykay olan bir topluluğun parçası olan Adjoa, zamanla etrafındakilerin de evlerinde yaşadıkları sorunlardan kaçmak için buluştuğunu fark etti. Dışlanmışlık hissiyle büyüyen Adjoa, “Müzik, mantıkla dolduramadığınız boşluklara sızmakta oldukça güçlü” sözleriyle kendi yöntemini keşfetti. Nana Adjoa; bugün şarkıcı, söz yazarı ve multi-enstrümantalist unvanına sahip bir sanatçı olarak karşımızda. Üstelik ilk albümü Big Dreaming Ants da geçtiğimiz hafta yayımlandı. Benim çoktan Adjoa ile yolum kesişti. Sıra sizde. Nana Adjoa Fotoğraf: Latoya van der Meeren Bodrum katında denemeler: Sıklıkla 70’ler funk , soul ve reggae müziğin çaldığı bir evde büyüyen Nana Adjoa , klavye ve gitarla çeşitli denemeler yaptı. Daha sonra, şimdilerde asıl enstrümanı olan bas gitarda karar kıldı. Bir dönem annesinin de bas gitar çaldığını öğrenen Nana Adjoa , bu enstrümanla olan bağını kuvvetlendirdi. Evlerinin bodrum katında yer alan bateri seti ve gitar amfileriyle birlikte ilk grup denemelerini yapan Adjoa, müzikle bir ifade biçimi yaratmayı başardı. Karar verme zamanı geldiğinde ise tercihini Conservatorium van Amsterdam ’dan yana yaparak yürüyeceği yolu seçmiş oldu. Caz bölümüne giren Nana Adjoa , okulda geçirdiği yıllarda farklı enstrümanlardaki hakimiyetini artırdı. Bu da kişisel üretimleri için önünü açtı. İlham kaynakları: Nana Adjoa ’nın müzik kariyerine geçmeden önce ilham kaynaklarını öğrenmekte fayda var. Türleri harmanlaması, güçlü sesi ve hikâye anlatma yeteceğiyle Nina Simone , söz yazarlığı ve yenilikçi denemeleriyle Wilco , fısıltılı sesi, narin ve sakin müzik tarzıyla J.J. Cale ; tutkusu, ruhu ve deneyselliğiyle Stevie Wonder ve janrlardan bağımsız eşsiz üretimleriyle Jeff Buckley , Nana Adjoa ’nın yol göstericileri olarak değişmez bir yere sahip. Onun müziğiyle samimileştikçe ilham kaynaklarının izlerine denk gelmeniz fazlasıyla mümkün. Soyut bir yol: İsminizi taşıyan bir müzikal projede, enstrümantal ifadenizi tek başınıza oluştururken şarkı sözlerini içselleştirmek kaçınılmaz. Nitekim Nana Adjoa ’nın “Şarkı yazmak benim için kendimi anlamanın, düşüncelerime ve hislerime yer açmanın soyut bir yoludur.” sözlerinde benzer yaklaşımı bulmak mümkün. Genellikle tek bir kelime ya da cümleyle başlayan serüven, duygular ve düşüncelerin peşinden koşar. Son ana kadar değişmeye devam eder ve nihayetinde yaşayacağı evi seçer. Nana Adjoa ’nın sözlerine bu kadrajdan bakmakta fayda var. Ruhani lirizm: 2017 yılında bir süredir cebinde biriktirdiği şarkıları Down At The Root (Pt. 1) adını verdiği bir kısaçalarla paylaşma kararı aldığında Nana Adjoa ’nın solo kariyerine başlama vakti gelmişti. Bir yıl sonra Down At The Root (Pt. 2) ve A Tale so Familiar kısaçalarlarıyla sahneye alışan Adjoa, radyoların ve uluslararası basının ilgisini çekmeye başladı. Kırılganlıklarını, korkularını ve güvensizliklerini müziğine taşıyan Adjoa, kısa sürede tüm bu hislerini onunla paylaşan dinleyicilerle buluştu. Geçtiğimiz hafta Bloomer Records etiketiyle yayımlanan ilk albümü Big Dreaming Ants , içe dönük duygusallığın, ruhani lirizmin, Afrika köklerinden gelen hipnotik gitar seslerinin ve alçakgönüllü davul dokunuşlarının buluştuğu deneysel bir yapım. Ben albümü kaykayla parkta dolaşan küçük Nana Adjoa ’yı hayal ederek dinledim. Bu sefer onun oyun alanında buluştuk…

Sakinleşme zamanı: Nana Adjoa

Mart 10, 2021

·

Makale

Hayatın peşinden giden sesler: Joseph Shabason

Uzun bir süre hafızamla ilgili şüphelerim oldu. Sevdiğim filmlerin, müziklerin, sözlerin aklımda kalması, hafızamda yer etmesiyle ilgili hep boşluklar oluştu. Zamanla anladım ki hayatıma dâhil edip hiç unutmadığım şeyler, ya duygusal bir bağlamla içselleşti ya da hikâyesel bir örgüyle bütünün parçaları oldu. Saksafoncu ve besteci Joseph Shabason ’u daha yakından tanıdıkça ardı ardına karşınıza çıkan hikâyeler peşinden gidilecek cinsten. En azından benim için öyle oldu. Müziğiyle kalplere ve zihinlere girerek içe dönük deneyimler yaşatan Joseph Shabason ’un Broken Hearted Kota şarkısıyla başladığım yolculuğa sizi de davet etmek istedim. Varoluşsal sıkıntılar: Caz piyanisti bir babanın Afro-Küba müzik zevki eşliğinde büyüyen J oseph Shabason ’un eline aldığı ilk enstrüman gitar oldu. Daha sonra hâlen devam eden Humber College Community Music programına katıldı ve 11 yaşında saksafon öğrenmeye başladı. Saksafon, 20’li yaşlarının başında enstrümanla varoluşsal sıkıntılar yaşayana kadar ve kendini tamamen caz müzikten uzaklaştırana kadar Shabason’un hayatında kaldı. "Asla isteyerek pratik yapmadım.” diyen Shabason, uzun bir süre faturalarını ödemek için çıktığı konserler dışında saksafonu eline dahi almadı. Ta ki 2010 yılında Destroyer grubuyla birlikte çalmaya başlayana kadar. Farklı müzik formlarını deneyimleyen Shabason, bu sayede enstrümanla olan ilişkisini de sorgulama fırsatı yakaladı. Joseph Shabason Dokusal müzik: Saksafonundan ayrı kaldığı dönemde hayatına Yamaha DX7 ve Roland JX-3P synthsizer ’larını ekleyen Joseph Shabason , zamanla kendini müzikle ifade etmeye başladı. Enstrüman çalma keskinliğini bir kenara bırakınca hayatındaki izlerin peşine düştü. Bu değişim ilk olarak davulcu Kieran Adams'la birlikte kurduğu DIANA isimli synth-pop projesini doğurdu. Ardından Terry Riley, Gigi Masin, Masabumi Kikuchi, Midori Takada, Jon Hassell gibi müzisyenlerin ona aşıladığı dokusal müzik sayesinde bireysel çalışmalara yöneldi. İlk albüm: 20’li yaşlarının tamamını müzikal sorgulamalarla geçiren Joseph Shabason , ambient müzik ve minimalizm tutkusu sayesinde kendi yolunu açmayı başardı. Brian Eno ’nun iyi müziğin göz ardı edilebileceği sözüyle önünü aydınlatan Shabason, bu sayede 2017 yılının en iddialı deneysel albümlerinden biri olan Aytche ’yi kaydetti. Merkezine Nazi Almanyası’nın Yahudi Soykırımı’ndan kurtulmayı başaran büyükanne ve büyükbabasının yaşanmışlıklarını alan albüm, Shabason için geçirkenliğin ve dürüstlüğün sembolü oldu. Bir hastalığın ardından: Aytche albümünün açtığı kapıdan geçtikten sonra Joseph Shabason için geri dönüş mümkün değildi. Nitekim öyle de oldu. Parkinson’a yakalanan annesiyle yaptığı dejeneratif hastalık deneyimlerine dayanan röportaj, Shabason’un bir sonraki albümüne ilham verdi. Yeni albümü Parkinson hakkında konuşmak için bir platform olarak kullanmak isteyen Shabason, annesiyle olan sohbetini müzikal olarak yorumlamayı, onu şarkıların çatlaklarına yerleştirmeyi denedi. Shabason, 2018 sonbaharında yayımlanan ve annesinin adı Anne 'i taşıyan ikinci albümüyle dokusal müziğine eşsiz bir anlam daha yükledi. Geçenlerde okuduğum bir kitaptan Douwe Draaisma ’ya ait “Her insan içinde, hayat hikâyesinin sürekli yeniden gözden geçirilen bir ham taslağını taşır.” sözünü notlarıma ekledim. Görünen o ki Joseph Shabason , hayat hikâyesini yorumlamanın ve anlamlandırmanın bir yolunu buldu. Onun yaşanmışlıkları arasına kurulan empati köprülerinden geçmek, ben de bambaşka duygular uyandırdı. Umarım ucu size kadar dokunur.

Hayatın peşinden giden sesler: Joseph Shabason

Mart 10, 2021

·

Makale

Toplumsal normlara karşı: Nadine Shah

Geçtiğimiz hafta Nuri Bilge Ceylan ’ın filmografisini en baştan izlemeye başladım. Hâlihazırda yönetmenin tüm filmleri MUBI'nin “Öze Dönüş” olarak adlandırdığı bir seri kapsamında çevrim içi izlemeye açık. Taşra üçlemesi olarak adlandırılan Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak’ın ardından kafamda soru işaretleriyle birlikte arşivlere daldım. Özellikle Uzak filminin sokak arkalarında dolaşırken Nuri Bilge Ceylan ’ın 11 Ocak 2004 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nden Aslı Selçuk’a verdiği bir röportajla karşılaştım. Nuri Bilgi Ceylan , Aslı Selçuk’un daha giriş yaptığı üç noktalı “Filmlerinizde insanın yalnızlığındaki olguya yoğunlukla yer verdiğinizi söylemek olası…” cümlesinden pası alıp kendi açılışını yapmış: “Bunlar beni zorlayan, ilk gençliğimden beri acısını çektiğim konular. Gençliğim yalnızlığın karanlık zindanlarında geçti sayılır. Ama insanın toplumdaki yalnızlığı kadar evrendeki yalnızlığı da beni ilgilendiriyor. Bu nedenle insanın varoluşunu kozmik bir boyutla da ilişkilendirebilmeyi isterim.” Karşınızda acısını çektiği konuları beyaz perde yerine şarkı sözlerine ve müziğine taşıyan bir sanatçı var. İsmi Nadine Shah . Kendisi Norveç ve Pakistan köklerine sahip bir şarkıcı, söz yazarı ve müzisyen. Yolu daha önce iki kez İstanbul’dan geçse de bir de Keşif Sahnesi’nin konuğu olsun istedim. Nadine Shah Pastoral yıllar: 2000’li yılların başı, Londra’da köşe barı. İçeride müzik sesi yüksek. Heyecanlı muhabbetler gitar riff ’lerine karışsa da gülüşmelerin ayrıştığı tek bir masa var. Üstüne üstlük masada baş başa olan iki kadının müziğe eşlik etmesinden kisme de rahatsız değil. Orada olmasak da meraklı bakışlarımız üzerlerinde. Bu iki kadından biri Nadine Shah , diğeri ise Amy Winehouse . Onlar için sıradan bir bar buluşması, bizim içinse zaman tünelinde bir yolculuk. 11 Eylül sonrası artan İslamofobinin kurbanı olan Shah, pastoral çocukluk yıllarını sonlandırarak 17 yaşında kardeşiyle birlikte Londra’ya taşınmak zorunda kaldı. Bu değişiklik henüz müzik kariyerinin başında olan Shah için bir fırsatı da beraberinde getirdi. Caz şarkıcısı olarak iş bulsa da kısa bir süre sonra başkalarının şarkılarını söylemekten sıkıldı ve sanat okumak için müzik kariyerine kısa bir ara verdi. Amy Winehouse ile ne oldu peki? İkinin arası çok geçmeden bozuldu. Yıllar sonra bir caz festivalinde Nadine Shah sahne aldığı sırada seyirciler arasında artık gerçek bir yıldıza dönüşen Winehouse’u gördü. Kısa bir süre göz göze geldiler. Winehouse, eski arkadaşına göz kırptı ve ona bir öpücük yolladı. Bu da ölümünden önce Shah’ta kalan son anı oldu. Mesele var: Post-punk ve gotik pop eksenli müziğini kişiliğinde taşıdığı kara mizah soslu sözlerle buluşturan Shah’ın bizzat mesele hâline getirdiği konulara daha yakından bakmaktan fayda var. “Asyalı olmaktan bahsetmemeyi reddediyorum. Bazı insanlar Asyalı kimliğimi öne çıkarmamı fırsatçılık olarak görse de sesimi yükseltmek için bir sorumluluk hissediyorum. İslamofobi tamamen yükselişte ve bu çok korkutucu.” sözlerinden Shah’ın tüm yargılardan sıyrılarak mesaj verme kaygısı taşıdığını anlamak mümkün. Onun için hâlâ Pakistan’tan Birleşik Krallık'a göçen birinci nesil olan babasını seyirciler arasında görebilmek aşırı duygusal bir durum. Bununla birlikte müzik sahnesinde yaşla ilgili ayrımcılığa dikkat çeken Shah, onu yaşlandıkça daha görünmez olunduğuna ve çoğunlukla gençliğin para ettiğine inandıran pek çok anıya sahip. “ Şu anda genç kadınların sesleri kadar yaşlı kadınların seslerine de ihtiyacımız var. Bu konuda gerçek bir eksiklik var." diyen Shah, müzik sahnesindeki cinsiyet eşitsizliğinin yanı sıra toplum tarafından kadına atanan rollerin de tam karşısına geçti. Dönüm noktası: Uzun bir süre en ön sıradan PJ Harvey gibi güçlü kadınları izleyen Nadine Shah , yolu Depeche Mode 'un yapımcısı Ben Hillier ile kesiştikten sonra şarkı sözü yazım sürecini hızlandırdı. Çok geçmeden Hillier ile birlikte karanlık ve sersemletici sesini ağırlayacak müziği bulan Shah, ilk albümü Love Your Dum and Mad ’i 2013 yılında yayımladı. Yazı yazmak için "Eğer uyarılmazsam, zihnim dolaşır ve sağlıksız alışkanlıklar devreye girer." diyen Shah, eski erkek arkadaşının intiharından sonra yeniden kaleme sarıldı ve 2015 yılında çıkan Fast Food adını verdiği ikinci albümünü kaydetti. Belgesel yapımcısı olan ağabeyi tarafından küçük yaşlarda siyasetle tanıştırılan Shah’ın zihninde, 10 yaşında protestolar için Londra'ya gittiğine dair anılar var. 30’lu yaşlarına geldiğinde kökten bir değişikliğin yolunu arayan Shah, bir yandan istismara uğradığı bir ilişkiden çıkmaya çalışırken diğer yandan milliyetçiliğin yükselişine, küresel mülteci krizine, bölücü politikacılara ve empati yoksunluğuna karşı söylenecek laflar biriktirdi. Tüm bunların sonucunda ortaya çıkan 2017 tarihli Holiday Destination, Shah için tam bir dönüm noktası oldu. Mercury Prize’a aday gösterilen albüm, daha da önemlisi ötekileştirilenlerin sesine dönüştü. Toplumsal normlar: Mercury Prize adaylığının ardından kısa süre içinde yeni bir albüm hazırlaması için üzerinde çokça baskı hisseden Nadine Shah , kayıt stüdyosu yerine sıkça bara giderek kadın arkadaşlarıyla uzun uzun sohbetler etti. Buradaki konuşmalardan ilham alan Shah, bizzat temsil ettiği 30’lu yaşların ortasındaki kadınlara dayatılan baskıları ve toplumsal normları dile getiren bir albüm kaydetmeye karar verdi. Bu sefer müziğini daha eğlenceli hâle getiren Shah, bunu gerekçesini "Güçlendirici olmasını ve dile getirdiğim konulara gülerek bu gücü geri almayı istedim.” sözleriyle açıkladı. 26 Haziran’da yayımlanan Kitchen Sink isimli albüm, her şey yolunda gitseydi aynı gün Nadine Shah ’ın Glastonbury Festivali’nde gerçekleştireceği ilk performansıyla kutlanacaktı. Olmadı. Yani, henüz. Şimdi cebinde onu 20'li yaşlarından alıp 30'larının ortasına götüren dört kıymetli albümle yeniden konserlerde dinleyicileriyle buluşmayı bekliyor. Ben de kendisinin üçüncü İstanbul ziyaretini… Bu zamana kadar Keşif Sahnesi’ne konuk olan sanatçıların yer aldığı Spotify çalma listemize buradan ulaşabilirsiniz.

Toplumsal normlara karşı: Nadine Shah

Mart 10, 2021

·

Makale

Ters yöne doğru: Beatrice Dillon

Elimde José Saramago ’nun Defterler kitabı var. Amacım, bir süredir zihninin içindeki Orta Çağ'da yolculuk ettiğim Umberto Eco ’nun bu kitap için yazdığı ön sözü okumak. İki yazarın arasındaki bağa bir kez daha Eco’nun kaleminden bakmak istedim. Eco, Saramago üzerinden birazdan onun zihninde yürüyüşe çıkacak okuyuculara şöyle sesleniyor: “İşte bakın şimdi bir blog yazmaya başladı; şuna buna çatıyor, polemikleri üzerine çekiyor, aforoz ediliyor -söylenmemesi gereken şeyleri söylediği için değil, sözleri tartma konusunda zaman yitirmediği için- ve olasılıkla bunu da özellikle yapıyor.” Pek çok prodüktörün araştırmaktan çekineceği ses dalgaları arasında dolaşmaktan keyif alan Beatrice Dillon , tıpkı Saramago gibi başkaları tarafından sınırları tanımlı alanlarda yaratıcılığını ortaya çıkaran Londra merkezli bir prodüktör. Müziğini "kurgusal gölge dünyası" olarak tanımlayan Dillon’a, bunun edebiyattaki yaratıcıları Umberto Eco ve José Saramago ’nun dürtüleriyle yaklaştım. Merak eden herkes aşağıya davetli. İlk tutku: Sanatçıların müzikle kurdukları bağı anlamlandırmak için olabildiğince geçmişten başlamayı tercih ederim. Söz konusu Beatrice Dillon olduğunda ilk durağım onun 11 yaşında başından geçen bir anısı oldu. O dönem, daha sonra mutfak kapısından giriş yapacağı BBC Radio ’da Motown’dan çıkan hit şarkıların nasıl üretildiğinin anlatıldığı bir programı ilgiyle takip ettiğini ve notlar tuttuğunu hatırlayan Dillon, birilerinin çıkıp kayıt sürecine dair tüm unsunlardan bahsetmesinden çokça etkilendi. “Hayal gücümü arttırdı. Çünkü birileri size yürüyeceğiniz yolu tecrübe ederek anlattığında gerçekten güçlenmiş hissedebilirsiniz. Müzik üretmek kadar, kayıtların nasıl ortaya çıktığıyla da ilgilendim.” sözlerinde Dillon’un müzik etrafında oluşturduğu ilk tutkuyu görmek mümkün. Bu tutku, sonradan takıntı seviyesinde dolaşan organik ve sentetik sesleri birleştirme arzusuna dönüştü. Beatrice Dillon Binlerce plak arasında: En sevdiği şarkıları bir araya getirmenin iyi bir yolu olduğunu düşünerek satın aldığı Yamaha SU10 sampler sayesinde müzik üretimine dair ilk adımını pek de farkında olmadan atan Beatrice Dillon ’un hafızasında, o dönem yapılabilecek en iyi ses kolajını Endtroducing albümüyle yaptığı için DJ Shadow ’a çok kızdığına dair bir anı bile var. Çocukluğundaki kaset toplama heyecanını gençlik yıllarında plaklara yönlendiren Dillon, uzun bir süre Sounds Of The Universe ve Rat Records dâhil olmak üzere Londra'daki çeşitli plak dükkânlarında çalıştı. Bu işlerde zamanının yüzde doksanının boş bir dükkânda geçtiğini itiraf eden Dillon, günlerinin çoğunu binlerce plak arasından en çok hoşuna gidenleri bulmaya harcadı. Bu sayede henüz 20'lerinde hatırı sayılır bir plak koleksiyonunun da sahibi oldu. Onca mükemmel kaydı dinledikten sonra yapılmamışı arama motivasyonunu bulamayan Dillon, baskıladığı üretim tutkusunu, elindeki seçkin plakları kendi tarzıyla sunduğu bir radyo programına dönüştürdü. Bu da onun dört yıl süren NTS Radio macerasını başlattı. Tuhaf beğeniler: Her ne kadar Beatrice Dillon, “Görsel bir düşünür olsam da bir şeyleri yapısızlaştırmakla ilgileniyorum.” sözleriyle Chelsea College of Arts’taki sanat eğitimini geçiştirse de buradaki yıllarının bugün yarattığı ses kompozisyonlarındaki estetik çizgiye referans oluşturduğunu söylemek mümkün. Sanatla çevrili dünyasında müziğe her zaman yer açan ve tüm projelerini bir şekilde ses deneyimleriyle birleştiren Dillon, alan kaydı yapmak için arşınladığı Londra sokaklarında bir şeyin farkına vardı: “Kulağa yeni gelen bir şey yaratma dürtüsüne sahip değilim, ürettiğim şey sadece bana yeni gelmeli.“ Hepimizin cesurca ya da safça adlandırdığı fakat bir şekilde denemek zorunda hissettiği durum, Beatrice Dillon ’un da başına geldi. O da bir anda kendini bilgisayar başında, seslerin yarattığı açıklanamaz gücü kontrol ederken buldu. Dillon için tuhaf beğenilerini ortaya çıkarma vakti gelmişti. Üstelik, bilgisayar üretimleri müziği insancıllaştırmak yerine, sentetik sesleri merkezde tutmaya dayalı bir motivasyon da edinmişti. Beatrice Dillon 150 BPM: Kurulu sistemin dışına çıkıp bulunduğu alanı sınırlandırarak ve kıyıda köşede kalanlarla uzunca süre takılarak ses üretimlerini belirgin hâle getiren Beatrice Dillon , 2014 yılında yayımlanan Blue Dances albümüyle müzik sahnesine resmî girişini yaptı. Uzun bir süre disiplinlerarası sanat projelerinde sıra dışı birçok üretimin merkezinde olan Dillon, 2016 yılında tıpkı daha önce burada konuk ettiğim Anna Meredith gibi Somerset House Stüdyoları’nın ev sahibi prodüktörlerinden biri oldu. Zamanla sanatçı olmanın ve sanat hayranı olmanın önemli bir ayrım olduğunu fark eden Dillon, bütün gün sıkılmadan Stevie Wonder plakları dinleyen tarafıyla, titizlikle formüle ettiği üretici yanını birbirinden uzaklaştırdı. Bu sayede görüş alanı açıldı. Nihayetinde üç yıllık bir emeğin sonunda bolca özel konuğun yer aldığı Workaround albümüyle çıkageldi. Son dönemde kendine koyduğu 150 BPM kuralına sadık kalarak üretilen 14 şarkının yer aldığı albümü elektronik bir deney olarak da tanımlamak mümkün. Bana kalırsa 2020’nin en heyecan verici albümlerinden biri. Pürüzsüz perküsyonlarla dışa vurduğu ritim saplantısını geleneksel seslerle buluşturan Dillon, eşsiz kompozisyonların ya da kendi söylemiyle “kurgusal gölge dünyası”nın yaratıcısı. Üstelik kapısı da tüm ziyaretçilere açık. Bu zamana kadar Keşif Sahnesi’ne konuk olan sanatçıların yer aldığı Spotify çalma listemize buradan ulaşabilirsiniz.

Ters yöne doğru: Beatrice Dillon

Mart 10, 2021

·

Makale

47 telden çıkan melankoli: Mary Lattimore

Louis Pons . Kendisiyle geçtiğimiz günlerde MUBI üzerinden izlediğim Agnès Varda ’nın 2000 yapımlı Toplayıcılar isimli belgesel filminde tanıştım. Pons, nesneler aracılığıyla resim yapan, hayatında tesadüflere yer açan bir sanatçı. Belgeselin bir bölümünde Pons’un çalışma atölyesini göstererek “Buradaki tüm nesneler benim sözlüğümdür. İnsanlar bunların bir çöp yığını olduğunu düşünüyor. Benim gördüğüm ise bir olasılık yığını…” cümleleriyle başladığı şahane bir diyaloğu var. Zihnimdeki ihtimaller zincirinin arasına yerleşen Pons, beni kavramlar arasında uzun bir yürüyüşe çıkardığı sırada yolum Mary Lattimore ile kesişti. Lattimore, Lyon & Healy marka arpıyla 50 yıl önce ilk kez The Beach Boys 'un Good Vibrations ve The Beatles 'ın She’s Leaving Home şarkılarıyla başlamış dönemler arası enstrüman flörtünü bugüne taşıyan bir müzisyen ve prodüktör. Karşınızda 47 telli arpından çıkardığı çağdaş seslerle kendi ifadesini yaratan bir sanatçı var. Başka bir deyişle olasılık yığını içinde kendini yaratmış birisi… Özgünlüğe götüren çatlaklar: Müzik enstrümanlarıyla ilk tanışmasını piyanoyla gerçekleştiren Mary Lattimore , o dönem arpıyla ülkenin her yerine seyahat edip farklı orkestralarda, düğünlerde ve çeşitli etkinliklerde performans sergileyen annesinin üzerinde yarattığı etkilerden kaçamadı. 11 yaşında arp çalmaya başlayan Lattimore, her ne kadar annesini bir rol model olarak görse de ondan ders almamayı tercih etti. Daha en baştan enstrümanla kurduğu ilişkiyi kişiselleştiren Lattimore, bu sayede çocuk yaşlarda oluşan Debussy, Ravel, Tournier gibi empresyonist bestecilerden The Cure ’a uzanan geniş yelpazeli müzik zevkini, arpla dışa yansıtmayı başardı. Bu da finalini New York, Rochester’daki Eastman School of Music okulunda yaptığı yoğun klasik müzik eğitiminde onu her zaman özgürlüğe ve özgünlüğe götüren çatlakları yarattı. Hâlihazırda Mary Lattimore ’un kariyerine o çatlaklardan sızan ışık eşliğinde bakmak mümkün. Mary Lattimore Harpie: Yanıma almadan asla evden çıkmadığım çantamda uzun süredir kullanmadığım pek çok eşya var. Bazen sadece orada olduğunu ve uzanınca dokunacağımı bilmek bile iyi hissettiriyor. Benim turuncu ve boz ayı baskılı çantama sığan eşyaları düşünürken birden uçaklardan tur otobüslerine ve trenlere uzanan uzun konser yolculuklarına çıkan Mary Lattimore ’un arpını hayal ettim. Aslında kendisinin bir adın var: Harpie. Aralarındaki ilişkinin altını “Harpie'ye çok bağlıyım, onunla ilgilenmek benim sorumluluğum. Bazen bir evcil hayvanım varmış ve kendi maceramızı yaşıyormuşuz gibi geliyor.” sözleriyle çizmekte fayda var. Birlikte geçen onca yıla sığdırılan ihtişam, yalnızlık, bağımsızlık, gariplik ve koşuşturmanın ardında sevginin olduğunu aşikâr. Lattimore, klasik müzik eğitiminden gelen mükemmeliyetçi tutumu, enstrümanını tanımaya dönüştürdü. Böylelikle köklerini korurken geleneklerden açılan boşluğa içgüdülerini yerleştirmeyi başardı. Bu da onu ve Harpie’sini barlar, kulüpler ve sofistike konser salonlarındaki meraklı bakışların karşısına çıkardı. İlk solo kayıt: 2010 yılında noise rock/alternative rock sahnesinin kıymetli ismi Thurston Moore ’un üçüncü solo albümü için stüdyo kaydına giren Mary Lattimore , bir yıl sonra aynı albüm için uzun ve büyülü bir turneye çıktı. Harpie ile birlikte daha önce tecrübe etmediği sahnelerde hiç tanımadığı yüzlere özgürce performans sergileyen Lattimore, 2012’nin sonlarına doğru Philadelphia’daki evine döndü. O dönem arkadaşı Kurt Vile yaptığı bir sohbette şu cümleyi kurdu: “Bir rüyamı gerçekleştirmiş gibi hissediyorum ve başka bir tane daha olacağını düşünemiyorum.” Kurt Vile ’dan iyi olacağına dair dönüş alan Lattimore, bir tür arınma merasimi gerçekleştirmek için stüdyonun yolunu tuttu. Bir saatlik doğaçlama seansın ardından Lattimore, adını Kurt Vile ’ın kendisine verdiği cevaptan alan You'll Be Fiiinnne ile birlikte iki kaydın daha yer aldığı The Withdrawing Room albümüyle ilk solo çalışmasını yayımladı. Bu albümde emprovize synth ’lerle kendisine eşlik eden Jeff Zeigler de uzun dönem partneri oldu. İç içe geçmiş yapılar: Uzun bir süre Bandcamp üzerinden kayıtlarını özgürce yayımlayan Mary Lattimore , bu süre zarfında Harold Budd, Kurt Vile, Sharon Van Etten ve Arcade Fire gibi kalabalık dinleyici kitlesine sahip gruplarla turneye çıktı. 2014 yılında yayımlanan Slant Of Light ile plak şirketi etiketine sahip ilk albümünü paylaşan Lattimore, zamanla kahramanı olan Brian Eno ’nun çağdaş müzikal yoruma daha da yakınlaştı. Üretim sürecini belli kalıplarla ya da rutinlerle sınırlamayan Lattimore, kulağından kalbine ulaşan melodiyi bulana kadar doğaçlama yaparak katmanlar hâlinde kayıtlarını oluşturduğu bir yönteme sahip. Bu yüzden Lattimore’un diskografisinde 10 dakikanın üstünde ve iç içe geçmiş yapılardan oluşan pek çok şarkıya denk gelmeniz mümkün. Coverart Becky Suss Los Angeles güneşinin altında: Müzikal kariyerinde daha büyük adımlar atmak ve film müziği projelerinde daha fazla yer almak için 2017 yılında Los Angeles’a taşınan Mary Lattimore , son olarak geçtiğimiz ekim ayında kapağında ressam Becky Suss ’un muazzam bir çalışmasının yer aldığı Silver Ladders isimli bir albüm yayımladı. 2020’nin hemen başında pek çok canlı performans hayaliyle birlikte Slowdive ’ın gitaristi Neil Halstead ’in prodüktörlüğünde kaydedilen albüm, detaydan bütüne uzanan melankolinin her duygusuna kucak açmış 40 dakikalık bir kayıt. Geleneksel fikirleri yıkmış bir klasik müzik sanatçısının serbest akış içinde arpın doğal harmonisini efektler ve synth ’lerle tamamlayarak sunduğu ruhani bir gösteriyle karşı karşıyayız. Kapanışı Louis Pons ’un Anges Varda ’nın kadrajına fısıldadığı bir söyle yapmak istiyorum: “Sanatın amacı, insanın iç ve dış dünyasını bir düzene sokmaktır.” Bu zamana kadar Keşif Sahnesi’ne konuk sanatçıların yer aldığı Spotify çalma listemize buradan ulaşabilirsiniz.

47 telden çıkan melankoli: Mary Lattimore

Mart 10, 2021

·

Makale

Türler arası bir elçi: Anna Meredith

Bir süredir ara verdiğim podcast kanalım Beni Bana Anlat ’a ne zaman ve nasıl geri döneceğimi düşünüyorum. Hayatta öncelikler yerinden oynadı mı, tamir etmek mümkün değil. Yıkıp baştan dizmek gerekiyor. Zihnimde bu düşünceler dolanırken ve Keşif Sahnesi yeni konuğunu ararken Anna Meredith ile tanıştım ve bir röportajında yaptığı “Her zaman işim gereği beste yapıyor, bir sürü proje üstleniyorum. Bu dönemde beni en çok yoran süreç albüm kaydetmek oldu. Çünkü albüm dışında diğer tüm işler dışarıdan geliyor ve hepsi değişmeyen teslim tarihlerine sahip. Albüm üretimi ise tamamen bana bağlı. Bu yüzden de bir tarih koymak ve ona zaman ayırmaya çalışmak en zor şey.” itirafını okur okumaz da hemen kendisiyle yakınlaştım. Benim içerden kurduğum bağlanmaları bir kenara koyarsak; ki söz konusu Anna Meredith olduğu için bu neredeyse şart. Neden mi? Çünkü karşınızda 20'li ve 30'lu yaşlarını ülkenin en çok aranan klasik bestecilerinden biri olarak geçirmiş, Birleşik Krallık geleneği olan BBC Proms’un açılış ve kapanış konserlerinde sahne alan ilk kadın besteci unvanını kazanmış, Somerset House Studios’un ev sahiplerinden biri olan, klasik müziğe olan hizmetleri için bizzat kraliçenin elinden Britanya İmparatorluk Nişanı alan ve son albümüyle 2020 Mercury Prize’a aday gösterilen en yenilikçi sanatçılardan biri var. Hazırsanız, klasik ve elektronik müzik bestecisi, prodüktörü ve icracısı olan, Keşif Sahnesi’nin 25'inci konuğu Anna Meredith ’in peşine düşme vakti geldi. South Queensferry Night Reveler: Takvim yapraklarını bir hayli geri sarıp Anna Meredith ’in çocukluk yıllarına doğru yol aldığımda ilk durağım Firth of Forth haliçi kıyısındaki pitoresk şehir South Queensferry oldu. Hemen ardından da yarım saat uzaklıktaki Edinburgh’a uğradım. Ülkenin en büyük şehirlerinden biri bu kadar yakın olunca hâliyle Meredith’in tüm okul yaşantısı Edinburgh’ta geçirmesine şaşırmamak lazım. Çoğu zaman okul sonrası orkestraların ve müzik gruplarının performanslarını takip ettiğinden bahseden Meredith, gençlik yıllarının çoğunu Edinburgh’da yaşamayı dileyerek geçirdiğini itiraf ediyor. Nedeni ise; o dönem adı Night Reveler olan ve çok seyrek saatlerde çalışan gece otobüsünde hayatının yarısını geçirdiğine inanması. Zihnim bir şekilde Meredith ile aynı otobüse bindi. Işıltılı şehir merkezinden ayrıldı ve çoğumuzun hayallerini süsleyen İskoçya kırsalında köy köy uğrayarak ilerdi ve üstünden geçen köprüler sayesinde kara ve deniz; tarih ve endüstri arasında bağlantılar kuran South Queensferry’e vardı. Bugüne döndüm. Anna Meredith , ömrünün yarısından çoğunu Londra’da geçirdi. Eserleriyle çağdaş klasikten art pop ’a, elektronik müzikten deneysel rock 'a kadar türler arasında kusursuzca dolaştı. Bir bakıma onları birbirine bağladı. Peki merkezde, hayatın akışının içinde yaşamayı dileyen kimdi? Ya da köprülerin geçtiği şehirde her gün aynı köprü manzarasına uyanan? Türlerin bilinmezliğine doğru: Klasik, elektronik ve pop müziği aynı cümlede geçirmemiz için öznede muhakkak Anna Meredith’in adı olmalı. Zira karşımızda üretim sürecini bir oyuna dönüştüren, müziği şekiller hâlinde duyan, kompozisyonlarını haritalar çizerek oluşturan ve her seferinde oyuncakları; yani sesleri farklı şekillerde kullanarak türünlerin bilinmezliğine doğru gitmekten korkmayan birisi var. Bugüne kadar Hong Kong parklarındaki banklardan, Singapur’daki uyku bölmelerine, M6 servis istasyonlarından Suffolk MRI tarayıcılarına kadar pek çok farklı alan ve ortam için müzik besteleyen Meredith’in yaratım sürecine daha yakından bakmakta fayda var. Müzik hakkında çoğu insandan farklı düşünen Meredith’in “Mesele her zaman parçaların dengesini birlikte çalışan iyi bir karışımda tutmakla ilgiliydi.” ve “Yaptığım tüm çalışmaları, aynı yelpazenin bir parçası olarak görüyorum. Orkestra ya da çocuklar için yazdığım parçalar, ne olursa olsun hepsi aynı müzik bileşenlerini içeriyor. Bu yüzden hep benzer üretim sürecinden geçiyorum.” sözlerini peşi sıra koyunca amacıma ulaştım. Kusursuz karışım: Neredeyse 20’li ve 30’lu yaşlarının tamamını besteler yaparak sahne arkasında geçiren Anna Meredith, müzik türlerinin sınırlarında dans eden eşsiz formlar yaratabildiğini fark ettiği anda kendi tuhaf senfonisini üretmeye başladı. 2016 yılında yayımlanan Varmints isimli ilk albümü, klasik ve pop müzik elementleriyle yarattığı karışımla sadece dikkat çekmekle kalmadı, aynı zamanda Franz Ferdinand, Chvrches ve Young Fathers gibi kuvvetli adayların arasından İskoçya’da Yılın Albümü Ödülü ’nü de kazandı. 2018 yılında Bo Burnham ’ın yönetmenliğini yaptığı Eighth Grade ’in soundtrack ’lerini üstlenerek üretim çizelgesinde yeni bir alan daha açan Meredith, aynı yıl Scottish Ensemble ile birlikte Vivaldi ’nin Four Seasons ’ından yola çıkarak eski ile yeniyi, "klasik" ve "popüler"i kusursuzca harmanlayan ANNO adını verdiği bir albüm yayımladı. Anne Meredith - FIBS Tutarlılık çizgisi: Son olarak Anne Meredith , “ Erişilebilir olması için müzik yazıyorum. İnsanların eserlerimin bir yabancılaşma egzersizi olduğunu düşünmesini istemiyorum. Her zaman fiziksel olarak hareketli bulduğum müzikler bestelemeye çalışıyorum. Müziğin beni götürdüğü yörüngeyi takip ediyorum.” sözleriyle FIBS adını verdiği bir albüm paylaştı. Tutarlılık çizgisinin üreticisinde saklı kaldığı, her biri ayrı dünyalar vadeden 11 şarkılık bir albüm. Üstelik başta da söylediğim gibi Mercury Prize adaylığı etiketine de sahip. Anna Meredith ’in klasik ve elektronik müzik arasındaki uçurumu doldurarak iki türü birleştirmeye çalışan bir elçi ya da öncelik sıralamasını yapmakta zorlanan birisi olduğunu düşünebiliriz. Benim tercihim ilkinden yana. Ya sizin? Bu yazı 27 Kasım 2020 tarihinde Duende 'de yayımlanmıştır.

Türler arası bir elçi: Anna Meredith

Mart 10, 2021

·

Makale

Takım elbiseli erkeklere karşı: Katy J Pearson

Tam bu yazıya başlamadan önce bir arkadaşım dinlemem için aylar önce okuduğum Wilhelm Genazino ’nun Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk romanının konuşulduğu bir podcast’ten bahsetti. Birden belirince bu kitap, izleri takip etmek faydalı olabilir diye düşündüm. Kitaplıkta yerini buldum, elime aldım, biraz kurcaladım. İçinden çıkan “Kişinin, başkasının kendisinden beklediği şeyi yapmak zorunda olması ne korkunç şey.” cümlesini okuyunca neden şimdi ortaya çıktığını anladım. Keşif Sahnesi'nin bu haftaki konuğu olan Katy J Pearson , henüz kariyerinin başında olsa da Genazino’nun kulağımıza fısıldadığı sözlerin peşinden gitti. Peki ne oldu? Sıkı sıkıya sarıldığı ilk solo albümünü şimdiden gurur köşesine yerleştirdi. Küçük yaşta ana akım müzik endüstrisinin onun gibiler için ördüğü ağdan kaçan Katy J Pearson , şimdilerde hissedebilmeyi öncelik hâline getirmiş herkesle dost. Onunla tanışmak için geç kalmış sayılmazsınız. Müzikle kurulan bağ: Kardeşiyle birlikte The Beatles , The Beach Boys ve Joni Mitchell dinlenen bir evde büyüyen Katy J Pearson , babasının onlara hediye edip temel akorları öğrettiği gitar sayesinde müzikle tanıştı. “Gitar çalıp müzik yapmak bizim için sadece eğlenmenin bir yoluydu. Yaşıtlarımız dışarı çıkıp oyun oynarken biz oturup şarkı yazardık. Çünkü keyifli vakit geçirirdik.” sözlerinden Pearson kardeşlerin müzikle kurduğu bağı anlamak mümkün. Katy J Pearson Takım elbiseli erkekler: Yatak odalarında kaydedilen müziğin, seksen günde devriâlem yapabildiği bir çağda büyüyen Katy J Pearson ve kardeşi, oyunun bir parçası olan şarkılarını Ardyn adıyla dijital ortamlarda paylaşmaya başladığında beklemedikleri bir dönüşle karşılaştı. 2015-2017 yılları arasında gençlik heyecanıyla yayımladıkları şarkılar, milyonlar tarafından dinlenince büyük plak şirketlerinin dikkatini çekti. Ya da ağzını sulandırdı mı demeliydim? Henüz daha 19 yaşında, tonlarca beklentinin ve bir o kadar da zorunluluğun satır aralarına doluşturulduğu bir anlaşmaya imza atan Katy J Pearson ’ın gerçeklerle yüzleşmesi uzun sürmedi. Peşi sıra şarkı sözü yazım oturumlarına katılan ve hissetmediği şeyleri yazması beklenen Pearson, çok geçmeden “takım elbiseli erkekler için” şarkı yazmamaya karar verdi. Tüm yaşananları tecrübe hanesine katan ve başarı parametresini sayılardan veya popülerlikten ayıran Pearson, kardeşiyle birlikte Bristol’daki evlerine, yani kendi müziğine geri döndü. Dünyanın en büyük kasabası: Müzisyenlerin kimliklerini bulmalarında kuşkusuz yaşadıkları şehrin payı oldukça yüksektir. Hele ki Bristol gibi “ Dünyanın en büyük kasabası” olarak tanımlanan bir şehirden bahsediyorsak… Nitekim Katy J Pearson için de öyle oldu. “Burada çok sıcak ve dostane ilişkilere değer veren yaratıcıların oluşturduğu bir topluluk var. Her zaman sevildiğimi ve desteklendiğimi hissettim. Pek çok farklı janra ev sahipliği yapan bir müzik sahnesinin parçası olmak harika bir duygu. Bana ihtiyacım olan güveni verdi.” sözleri, Bristol şehrinin Pearson üzerindeki etkisini kanıtlar nitelikte. Katy J Pearson - Return İlk solo albüm: Kendinin peşinden giden ve kırılganlığını söz yazım sürecine aktaran Katy J Pearson ’ın yolu PJ Harvey ve Perfume Genius ile birlikte çalışan prodüktör Ali Chant ile kesiştiğinde solo kayıtları için ilk adımı atmış oldu. 2018 yılında bu sefer butik plak şirketi Heavenly Records ile anlaşan Pearson, iki yılın ardından çocukken kayıt cihazının üstüne Little Lies yazacak kadar sevdiği Fleetwood Mac ’den ve her daim vokaline hayran kaldığı Kate Bush ’dan izler taşıyan Return isimli ilk solo albümünü hazırladı. Karşımızda Katy J Pearson ’ın “Stüdyoda şarkıların kulağa hoş gelmesi önceliğimdi. Şarkıların, şarkılar olmasına izin verdiğim ve onlara bir şeyler fırlatmadığım noktaya gelmem biraz zaman aldı.” sözleriyle aydınlattığı samimi bir albüm var. Bendeniz bu yazıyı hazırlarken Miracle şarkısıyla çokça vakit geçirsem de Tonight , Take Back The Radio ’ya uğramadan da duramadım. Wilhelm Genazino ’ya, içimizden geçenlere, peşimizi bırakmayıp kalanlara selam olsun. Bu zamana kadar Keşif Sahnesi’ne konuk sanatçıların yer aldığı Spotify çalma listemize buradan ulaşabilirsiniz.

Takım elbiseli erkeklere karşı: Katy J Pearson

Mart 10, 2021

·

Makale

Tuhaflığı kucaklamak: Hector Plimmer

Burada bir sanatçıyı size tanıtmadan önce farklı zaman dilimlerinde verdiği röportajların neredeyse tamamını okumaya, onu daha yakından tanımaya özen gösteriyorum. Bazen çocukluk döneminden bir anı, bazen arkadaş ortamında kurulmuş bir cümle, bazen sonrasını aklının ucundan dahi geçiremediği bir kırılım… Hepsi onunla bağ kurmama ve içeriden konuşmama yardımcı oluyor. Bu kez durum farklı. Elimde prodüktör, müzisyen, DJ ve tasarımcı etiketlerinin sahibi olan Hector Plimmer ’e dair çok az bilgi var. Zamanında Four Tet ’in ona verdiği “Eğer müziğin iyiyse ve onu doğru ellere emanet ettiysen, pek fazla kendini ifade etmek için endişelenme.” şeklindeki nasihatı harfiyen uygulamış. Bir süre Plimmer’in altı yılda gün yüzüne çıkan çalışmaları arasında dolandım. Elde avuçta olanı paylaşma vakti geldi. Korg MS2000BR İlk fiziksel synthsizer : Kimi zaman salonun köşesindeki bitki kimi zaman tam karşımda duran kitaplığın içindeki bir fotoğraf, bazen de vakitsiz yakılan bir mum… Hepsi üretim sürecindeyken bana eşlik edenler arasında. Nadir verdiği röportajların birinde Hector Plimmer ’e prodüktör olarak kullandığı ekipmanlar sorulduğunda cevabı, “Üniversitedeyken öğrenci kredimle bir Korg MS2000BR satın aldım. Bu, kullandığım ilk fiziksel synthsizer’dı. Yıllar sonra bile onunla ilgili yeni şeyler öğrenmeye devam ediyorum ve hâlâ birçok müziğimde oldukça yoğun bir şekilde kullanıyorum.” Belli ki Plimmer’in türler arasındaki geçişleri sırasındaki eşlikçisi Korg MS2000BR olmuş. Yaratıcılık süreci: İz bırakan yaratıcılara dair bir ortak çıkarımım var. Çoğunun hayatının merkezine aldığı ve aktif zihinsel dinlenmelerine olanak sağlayan farklı uğraşları mevcut. Bunu Hermann Hesse ’nin 40’lı yaşlarında yaşamına katarak ömrünün sonuna kadar devam ettirdiği resim çizme tutkusundan başlatıp farklı çağlardaki üreticiler arasında dolaştırıp Hector Plimmer ’e kadar getirebiliriz. Keza onun da stüdyoda bir şeyler üzerine çalışmaya odaklanamadığında, grafik tasarımları yapmaya yöneldiğine dair bir itirafı var. “Her defasında müzik üretme isteğimin bir daha geri gelmeyecekmiş gibi gittiğini hissetsem de döneceğine hep emindim. Bence tüm bu tıkanmaların sebebi yaratıcılık sürecinin bir parçası.” sözleri, olan bitenle barıştığının bir göstergesi niteliğinde. Garip yapılar: Four Tet sadece kendisini ifade etme konusunda Hector Plimmer ’e tavsiye vermedi. Aynı zamanda ürettiği müzikte nasıl farklı olabileceğini de gösterdi. Aslında kural basitti. Yapması gereken sadece “tuhaflığı kucaklamak”tı. Garip yapılar denemekten ve benzersiz seslerin peşine düşmekten keyif alan Plimmer için kendi izini takip etmek yeterliydi. Nitekim o da yanına ilham perisi olarak gördüğü Madlib, alking Heads, Electric Wire Hustle, Spacek, Conan Mockasin ve Fela Kuti ’yi aldı ve sadece yürümeye devam etti. Kırılma noktası: “Başkalarının müziğimi duymasına izin verecek düzeye gelmem yıllarımı aldı." diyen Hector Plimmer ’in bir kırılma noktasına (ya da Artemis Günebakan’ın dediği gibi Fırtına Öncesi ’ne) ihtiyacı vardı. Uzun süre program yaptığı NTS Radio aracılığıyla tanıştığı Kutmah ’a gönderdiği şarkılar, elden ele geçerek Londra’nın en nadide kulaklarına sahip Gilles Peterson ’a ulaştığında beklenen kırılma gerçekleşti. Çok geçmeden Tomorrow şarkısıyla Gilles Peterson ’ın kürasyonundaki 2014 çıkışlı Brownswood Bubblers Eleven isimli derleme albümde yer bulan Plimmer, böylelikle müzik sahnesine resmî girişini de yaptı. Hector Plimmer - Next to Nothing İlk adanmış girişim: 2017 yılında yayımlanan ilk albümü Sunshine ile gediklisi olduğu Güney Londra sokaklarında daha da görünür hâle gelen Hector Plimmer , Nightmares on Wax, Amp Fiddler, Yussef Dayes ile birlikte pek çok mekânın konser tahtasına ismini yazdırdı. Yeterince destek toplayan ve kendi dinleyici kitlesini oluşturan Plimmer, geçtiğimiz yıl “Bu, şu anda kim olduğumu ve beni buraya neyin getirdiğini gösteren, uyumlu bir proje yaratmaya yönelik ilk adanmış girişimim.” olarak tanımladığı ikinci albümü Next to Nothing ile çıkageldi. 13 şarkı, 44 dakika, altı farklı sanatçı, sekiz bambaşka iş birliği. Elde avuçta ne varsa vitrine çıkarmış bir yaratıcının dükkânına hoş geldiniz. Dokunduğunuzu satın alacağınıza eminim!

Tuhaflığı kucaklamak: Hector Plimmer

Mart 10, 2021

·

Makale

Melez bir ses: Takuya Kuroda

Geçtiğimiz hafta sonu iki belgesel izledim. Belgesellerin ilki, 82 gün boyunca Fransa’nın en güneyindeki Pireneler Dağı’ndan başlayıp en kuzeydeki Dunkirk’e kadar yürüyen ve bu yolculukta tanıştığı insanlara mutluluğun anlamını soran yönetmen Laurent Hasse ’ye ait HAPPINESS... PROMISED LAND idi. Diğeri ise Güney Afrika’da okyanusa yaptığı dalışlar sırasında tanıştığı ahtapotun bir yıllık yaşam sürecine su altında eşlik eden Craig Foster ’ın hikâyesini konu alan My Octopus Teacher idi. Konuları tamamen farklı olsa da merkezdeki yaratıcının adanmışlığı, üretme tutkusu ve izleyiciyi de içine alan dönüştürücü etkisi bakımından her iki belgesel de oldukça paraleldi. Takuya Kuroda ’nın 26 yıldır her gün trompet çaldığını öğrendiğimde, yaşadığı sürecin yukarıda bahsettiğim belgesellerin yaratıcılarıyla benzer olduğunu düşündüm. Hâlihazırda Fly Moon Die Soon isimli son albümüyle birlikte müziğe duyduğu tutkuya ve yaşadığı değişimlere daha yakından bakmak istedim. Kendisi Keşif Sahnesi'nin yeni konuğu, tanışmak isteyenler önden buyursun. Takuya Kuroda Başlangıç noktası: Kobe ile Osaka arasında bir sahil şehri olan Ashiya'da doğup büyüyen Takuya Kuroda , 10'lu yaşlarındayken ağabeyinin trombon çaldığı caz grubunun provalarını takip etmeye başladı. Bu süreçte grubun trompet çalan birine ihtiyaç duyması, Kuroda’nın trompetle olan ilk deneyimini sağladı. O gün heyecanla eline aldığı trompetle bir daha asla ayrılmadı. Kısa sürede enstrümanla olan ilişkisini arttıran Kuroda, 20'li yaşlara geldiğinde başta Kobe olmak üzerek pek çok farklı şehrin caz kulüplerinde sahne almaya başladı. Caz kulübü performanslarının birinde dinleyiciler arasında yer alan ve profesyonel trompetçi olan Takashi Shimamoto ile tanıştı. O güne kadar kalıplar içinde en kusursuz sesi çıkarmaya odaklanan Kuroda, şimdilerde Laurie Frink ile birlikte kariyerine en çok etki eden kişi olarak gördüğü Takashi Shimamoto ’nun yorumları sayesinde trompetle olan yolcuğuna sıfırdan başladı. Kuroda’nın "Shimamoto’nun yorumlarından sonra baştan sona her şey değişti. Yerimi ve yarattığım sesi kaybettim. Altı ay boyunca trompetten flüt gibi ses çıkardım. Fakat beni şimdiye getiren bu süreç oldu.” sözlerinde yaşadığı kırılıma dair çok detay var. Tutkunun peşinden: Trompete dair kalıplarını yıkan Takuya Kuroda 'nın, yeni deneyimler için ülke sınırlarını da aşması gerekiyordu. Bir bakıma konfor alanının dışına çıkmalıydı. 2003 yılında Berklee College of Music’te beş haftalık bir müzik kursuna katılarak ilk adımı attı. Kursun ardından New York’ta yaşayan kuzenini ziyaret eden Kuroda, bir ay boyunca Cleopatra’s Needle ’daki tüm jam session ’lara katıldıktan sonra tutkusuna hizmet edecek şehrin burası olduğuna karar verdi. Aynı yıl Manhattan’daki The New School’un Jazz & Contemporary Music programına kabul alan Kuroda için şehrin müziğe uzanan kapıları sonuna kadar açıldı. Melez bir ses: The New School’daki yıllarını “Müziğimi genişletmem için harika bir yerdi. Otantik caz ağırlıklı bir eğitim yoktu. Çoğumuz folk, funk, hip-hop, Latin, salsa dâhil olmak üzere pek çok farklı türle ilgileniyorduk.” sözleriyle açıklayan Takuya Kuroda , okuldaki öğrenim sürecini şehrin müzik mirasıyla birleştirdi. Funk , Afrobeat , postbop , fusion ve hip hop ’tan beslenen Kuroda, trompetiyle melez bir ses yaratmayı başardı. Bu sayede başta José James ve DJ Premier olmak üzere Greg Tardy, Andy Ezrin, Jiro Yoshida, Junior Mance gibi pek çok değerli ismin albüm kayıtlarına ve turnelerine dâhil oldu. Bu süreçteki gözlemleri ve deneyimleri, kişisel üretimlerinin yönünü belirledi. Onun için solo albümler hayatındaki virgüller gibiydi. Şarkıları, keşifleri ve değişimlerinin birer şahitleriydi. Takuya Kurado - Fly Moon Die Soon Fırça darbeleri: 2010’da ilk uzunçaları Bitter and High ’ı yayımlayan Takuya Kuroda , 10 yıla altı solo albüm sığdırdı. Özellikle 2014 yılında Blue Note Records etiketiyle çıkan Rising Son albümü, Japonya ve ABD merkezli hikâyesini tüm dünyaya açtı. Zamanla enstrüman olgunluğunu prodüksiyona kaydıran Kuroda, diskografisine kalın bir çizgi çekti. Onun için albüm süreci yeni bir formata dönüşmüştü. “Doğanın büyüklüğü ile insanlığın güzel müstehcenliği arasındaki ironi hakkında.” sözleriyle tanımladığı son albümü Fly Moon Die Soon , iki yıl süren bir yolculuğun ardından nihayet geçtiğimiz eylül ayında limana yanaştı. Trompetini farklı müzik türlerine daldırarak ahenkle fırça darbeleri vuran Takuya Kuroda , dinleyicisine benzersiz bir manzara sunuyor. Keyfini çıkarmanız dileğiyle…

Melez bir ses: Takuya Kuroda

Mart 10, 2021

·

Makale

Madalyonun iki yüzü: Becca Mancari

Yazıya nasıl başlarım diye düşünürken aklıma Nick Cave ’in Red Hand Files sitesinde kederle ilgili bir soruya verdiği cevap geldi. Bir süredir burada ağırladığım sanatçıların ortak özelliği, samimi duygularla çevreledikleri üretimler oldu. Hepsi kırılganlıklarını, acıyla olan ilişkilerini ve nihayetinde sevgiye adadıkları hayatlarıyla yarattıklarını müzikle insanlara iletmeyi başarabilmiş isimler. Nick Cave , yaşadığı sürece eşini de dâhil ederek şu cevabı veriyor: “Kederin umutsuzluktan çok daha fazlası olduğunu keşfettik. Kederin pek çok şeyi içerdiğini gördük; mutluluk, empati, ortak olma, keder, öfke, neşe, affetme, kavgacılık, minnettarlık, korku ve hatta belirli bir huzur.” Keşif sahnesinin bugünkü konuğu olan Becca Mancari, anne ve babasından gizleyerek yatak odasına soktuğu radyodan Bob Dylan, The Beatles ve Neil Young şarkıları dinleyerek çocukluğunu geçirdi. Şimdilerde kendini deneyimsel seslerin söz yazarı, müziğini ise dürüst, melodik, acı verici ve bugüne ait olarak tanımladığı bir yolculuğu var. Ona eşlik etmek isteyenler peşime takılabilir. Becca Mancari Şarkı cover ’lamamak: Öncelikle Becca Mancari ’nin Evanjelik Hıristiyan bir ailede queer olarak yer almaya çalıştığını ve çocukluğunun büyük bir bölümünü kilisede geçirdiğini söylemem gerekir. İlahiler dışında bir şey dinlemesi yasaktı. Bu yüzden müziğe dair hissettiği ilk duygu, rahatlatıcı olmasına yönelik. 12 yaşında kardeşleriyle birlikte kullanması için alınan gitar sayesinde müzikle tanıştı. Deneyimsel öğrenme isteği ve kulaklarının yardımıyla herhangi bir eğitim almadan gitar çalmaya başladı. Onca sıkışmışlık ve dışlanmışlığın arasında yönünü belirleyen şey sadece içgüdüleriydi. “Küçükken yapmadığım için mutlu olduğum şey şarkı cover ’lamaktı. Başka kadınların şarkılarını söylemek istemedim.” sözleri, yaratma arzunun göstergesi niteliğinde. Nashville’in müzik mirası: Queer olduğu için evden uzaklaştırılan ve kardeşleriyle görüşmesi yasaklanan Becca Mancari , 20’li yaşların başında doğup büyüdüğü Pensilvanya’dan ayrılarak Nashville’e taşındı. Tek bir amacı vardı: Tamamen müzikle yaşamak. Mas Tacos Por Favor isimli bir taco dükkânında çalışan Mancari, zamanla buranın pek çok müzisyenin uğrak noktası olduğunu öğrendi. O dükkânda Jack White, Gillian Welch, Hurray for the Riff Raff grubundan Alynda Segarra gibi isimlerle tanıştı. İçerisinde Townes Van Zandt ’ın gittiği favori barı da dâhil olmak üzere efsanelerin vakit geçirdiği yerleri dolaşarak şehrin müzik mirasından ilham topladı. 2013-2016 yılları arasında kendini söz yazarlığını geliştirmeye adayan Mancari, bu süreçte içlerinde daha sonra birlikte Bermuda Triangle grubunu kuracağı Alabama Shakes grubundan Brittany Howard da yer aldığı birçok müzisyenle arkadaş oldu. İlk albüm: 2017 yılında yayımladığı Arizona Fire teklisiyle müzik sahnesine resmî geçisini yapan Becca Mancari , bir yıl sonra 30 yıldır biriktirdiklerini Good Woman adını verdiği ilk albümünde topladı. Başta Nashville’in havasına suyuna karışan country müzik geleneğinden etkilense de Mancari, hikâyesini çocukken dinlemekten keyif aldığı indie rock ve rock and roll üzerinden anlatmaya karar verdi. Yine de ilk albümünde country ve folk müzikten çokça izler bıraktı. Becca Mancari Madalyonun iki yüzü: Çokça takdir gören ilk albüm sonrası Paramore grubundan yakın arkadaşı Zac Farro ile çalışma kararı alan Becca Mancari , müzik yapmak için yeni bir yol keşfetti: Sabahları kalkıp sözler yazmak, öğleden sonraları ise stüdyoda serbestçe deneyler yapmak. Tek bir kural vardı. O da ne olursa olsun eğlenmek. Bu adanmışlık Mancari’nin “Şimdiye kadar olan en kişisel ve en dürüst müziği yazabildim.” sözleriyle tanımladığı şarkıların ortaya çıkmasını sağladı. Keder ve neşenin madalyonun iki yüzü olduğunu kabul eden Mancari, acı verici hatıraları canlandırıcı duygularla ele almanın hayatı yansıtacağına inandı. Ne olursa olsun yaşamak ve sevmenin esas alınması gerektiğini düşünen Mancari, bu yüzendir ki geçtiğimiz haziran ayında yayımladığı The Greatest Part isimli son albümünü bizzat babasının adresini verdiği dindar birinden aldığı suçlayıcı mektuptan sonra yazdığı Hunter adlı şarkıyla açıp her şeyi affettiğini duyurduğu Forgiveness ile kapattı. Sevgiyle çoğalan herkes, bir süreliğine Becca Mancari ’nin şarkılarında toplanabilir. Hoşça kalın.

Madalyonun iki yüzü: Becca Mancari

Mart 10, 2021

·

Makale

Bir sonbahar samimiyeti: Helena Deland

Sonbaharın ortasındayız. Gözlerimi kapadım. Kendimi evden çıkıp yürüyerek gittiğim Salon konserinin birinde hayal ettim. Ama herhangi birinde değil. Genelde Salon’un açılış ayında muhakkak yer alan, vokaliyle mevsimin hüznünü üstüne alan, sakin ve geçirgen müziğiyle istemeyerek dolaptan çıkardığımız montların yerine içimizi ısıtan bir konserin hayalini kurdum. Salon’da samimi müzisyenler muhakkak iz bırakır. Tıpkı hoşça kal demeden konuşmasını asla sonlandırmayan arkadaşlarımız gibi… Montreal merkezli şarkıcı ve söz yazarı Helena Deland’ın müziğiyle kaynaştığım ilk andan itibaren onu Salon’un sahnesinde, kendimi de dinleyicilerin ortasında hayal ettim. Belki siz de onunla tanışıp konserde bana katılmak istersiniz. Helena Deland Fotoğraf: Tess Roby Söz yazarlığı: İlkokuldayken düzenli günlük tutan arkadaşlarımı çok kıskanırdım. Heveslenir, dört beş gün bir şeyler karalar sonra yine vazgeçerdim. Helena Deland , düzenli günlük yazanlardan. Kendini cümlelerle ifade etmenin yanı sıra kelimelerin ardına geçip düşüncelerini izlemeyi sevenlerden. "Şarkı sözleri yazmak neredeyse her zaman işleri daha netleştirir, düşünceleri düzeltir. Ayrıntıları ortaya çıkarır.” diyen Deland, ekliyor: "Ne düşündüğümü veya hissettiğimi söylemek için değil, ne olduğunu keşfetmek, kelimeyi tam anlamıyla ifade etmek için şarkı sözü yazıyorum.” Böyle düşünen Deland’ın müzikle ilk tanışması lise yıllarında basit piyano şarkıları yazarak oldu. O dönem sevdiği eserlerden ödünç aldığı kavramlar, zamanla kendi anlamını buldu. 20’li yaşlarının başında Deland, artık kendi şarkı sözlerinin arkasında duracak özgüvene sahipti. Güzel ruh hâlleri yaratan kadınlar: “İçten şarkılarla güzel ruh hâlleri yaratan kadınlar” tanımlamasıyla Angel Olsen, Tiny Ruins, Jessica Pratt, Joni Mitchell, Sea Oleena gibi ilham aldığı sanatçıları açıklayan Helena Deland , vokal ve gitar odaklı müziğe daha en başından karar vermişti. Bununla birlikte yaşamını sürdürdüğü şehir olan Montreal’in güçlü bağımsız sahnesi de Deland’ı müziğin merkezde olduğu bir yaşam için heveslendirdi. Bir kafede barista olarak çalışmaya başlayan Deland, her fırsatta şarkılarının yanına koştu. "Hepimiz çok savunmasızız ve eğer bunu hatırlayabilirsek kendimizle bağ kurabildiğimiz düzeyde başkalarına da dokunabiliriz.” diyen Deland, çok geçmeden dinleyicinin gözlerinin içine bakarak şarkılar söylediği solo konserler vermeye başladı. Iggy Pop konserini açmak: İlk şarkılarını 2016 yılında Drawing Room isimli bir EP’de buluşturan Helena Deland , bu sayede müzik sahnesine resmî girişini de yaptı. İki yıl sonra Another Unaccompanied adını verdiği bir seriye başlayan Deland, ikili şarkılar hâlinde dört bölümlük bir hikâye yayımladı. Hikâye kelimesini bilerek kullandım; çünkü Deland, yaşadıklarını müzikle ifade edebilen sanatçılardan. Another Unaccompanied serisinde yer alan Claudion ve Take It All şarkılarıyla dikkat çeken Deland, Whitney, Weyes Blood ve Connan Mockasin gruplarıyla turnelere çıkarak bilinirlik kazandı. Bu sayede Iggy Pop ’un Paris konserinin açılışı yaptı ve ününü Amerika kıtasından Avrupa’ya taşıdı. Helena Deland - Someone New İlk albüm: Tedirgin benlik hisleriyle işaretlenmiş bir dönemden geçen Helena Deland , tetiklenen yaratıcılığını üretime dönüştürdü. Bir kavram, anlatım ve kapsayıcı duygu arayan Deland için Someone New şarkısı, tematik anahtar rolünü üstlendi ve saklı kalan sözleri ortaya çıkardı. Bu da ilk albümün yolunu açtı. Üretkenliğiyle özgüvenini arttıran Deland, şarkılarını bir prodüktöre emanet etmeden önce kayıt sürecinin her aşamasına izini bıraktı. Bu onun için bir başkaldırıydı. Erkek egemen bir sektörde dayatılanı değil, istediğini yapma çabasıydı. Geçtiğimiz hafta yayımlanan Someone New albümü, temasa açık sözleri, yalın enstrümantasyonu ve samimi vokalleriyle Helena Deland ’a ait pek çok müzikal dokuya ev sahipliği yapıyor. Bu yüzden albümün kapağına yerleşen Xavier Beldor ’a ait Helena Deland portresi tesadüf değil. Helena Deland , yıllar sonra dönüp baktığında, yirmili yaşlarının sonunda neler hissettiğini ve düşündüğünü hatırlayacağı bir albüm yarattı. Şimdilik hiç konseri yapılamayan bu albüm, ona kulak veren dinleyiciler için bir toplanma yeri. Belki bir Salon’da da buluşuruz.

Bir sonbahar samimiyeti: Helena Deland

Mart 10, 2021

·

Makale