Nur Kardelen Ay
LATEST STORIES
Hedef Kitle İçinde Hedef Gösterilmek
Kafamı karıştıran her şey katıldığım bir derste başladı. Her ne kadar kendimizi dünya vatandaşı, önyargısız, hoşgörülü, kapsayıcı, mükemmel insan olarak tanımlasak da kendi değer yargılarımızın dışına çıkamıyoruz. Belki kimseyi kötü bir niyetle etiketleme arzumuz yok ancak bu günün sonunda belirli verileri belirli kimlik ve özelliklerle eşleştirdiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Günümüzde habercilikten e-ticarete kadar her faaliyet kategorize etme ve hedefleme üzerinden ilerliyor. Her kişi ya da her şirket günün sonunda hitap edebileceği ve belirli bir çerçevede ortak alanları paylaşan bir kitle belirlemek zorunda. Bu kitleyi belirlerken çoğu zaman çizilmiş ya da inşa edilmiş bir çerçevenin içinde var olduğumuzu unutuyoruz. Çünkü ayrıştırıcı bir bakış açısı için illa bir gruba yönelik özellikleri olumsuz lanse etmemize gerek yok. Belirli bir kesimin belirli fikirsel ve fiziksel özellikleri taşıdığını düşünmek yani bir kişiyi tanımadan özelden genele doğru çıkarım yapmak o çerçevenin içinde yer almak için fazlasıyla yeterli. Peki tüketici daha doğrusu şahıs açısından baktığımızda bizim için hedef kitlenin içinde kişiselleştirilmiş hizmet almak mı daha önemli yoksa yegane verilerimizin güvende olması mı? Hedef kitle içinde hedef gösterilmek Çok değil bundan 1-2 sene önce Mark Zuckerberg’in üçüncü parti veri paylaşımına dair haberleri çıkmaya başladığında yediden yetmişe çoğu insan panik olmuştu. WhatsApp uygulamaları büyük bir kararlılıkla kaldırılmış, şifrelerin çoğu değiştirilmişti. İş üçüncü parti uygulamalarla paylaşmaya geldiğinde “asrın dolandırıcılığı” diyerek karalar bağladığımız veri gizliliğimizi aslında her an her saniye ihlal ediyoruz. Yalnızca henüz bundan ne kadar hoşlandığımızı itiraf edecek kadar cesur değiliz. Opinium Research LLC (Verint ve IDC ile işbirliği ile) 12 ülkede 24.000'den fazla tüketiciyle anket yaptı. Katılımcıların %89’u kişisel bilgilerinin ne kadar güvende olduğunu bilmenin hayati önem taşıdığını düşünüyordu. %86’sı ise verilerinin pazarlama amacıyla üçüncü taraflara aktarılıp aktarılmayacağını bilmek istediklerini söyledi. Öte yandan söz konusu araştırmadan sadece bir yıl önce, Verint başka bir tüketici anketinde, katılımcıların %52'sinin kişiselleştirilmiş içerik ve hizmetler istediğini tespit etti. Kalan yüzde ise mahremiyetlerine izinsiz girildiği duygusu olan "sürünme faktörünün" çok yüksek olduğunu hissetti. Aynı grup bir şirketin kendileri hakkında bir telefon görüşmesinin kaydedilmesi ve şifrelenmesinin ötesinde daha fazla kişisel veriye sahip olması fikrinden hoşlanmıyordu. Yalnızca bir sene içinde %52'den %80'e çıkmak, müşterilerin kişiselleştirilmiş hizmete yönelik tutumlarında büyük bir değişim yaşandığının somut bir göstergesi. Pazar rekabetinin hat safhaya ulaştığı bir çağda tüketici markaları geniş ölçekte kişiselleştirilmiş hizmete başvuruyor. Bu gerekliliğin öncüsünün Z kuşağı tüketiciler olduğunu söyleyebiliriz. Basmakalıp hizmet anlayışının yerine her bireyin ihtiyaç ve talepleri doğrultusunda hizmet alma hakkına sahip olduğunu savunan yaklaşım markaları müşteri alışkanlıklarını analiz etmeye mecbur bırakıyor. Herhangi bir markanın pazarlama ekibinin her müşterinin kişisel hayatına tek tek dahil olamayacağını düşünürsek, her hareketimizin kaydedildiği dijital verileri bir rehber niteliğinde kullanmaktan öte yol yok. O zaman şimdi önümüzde iki soru işareti var: Kişiselleştirilmiş hizmetin sağladığı rahatlıktan mahrum kalmaya hazır mıyız? Yoksa çok değerli verilerimizin güvenliği üst düzey hizmet alma arzumuzdan daha mı önemli? Hücum mu yoksa savunma mı? Az önce bahsettiğimiz müşteri ikilemi markalarda da benzer bir şekilde ilerliyor. İyi hizmet vermek ve rakiplerinden önde olmak isteyen bir marka hangi stratejiyi benimsemeli, hücum mu yoksa savunma mı? Kıdemli pazarlama liderleriyle gerçekleştirilen bir McKinsey anketine göre, katılımcıların 64'ü düzenlemelerin mevcut uygulamaları sınırlayacağını düşünmediğini belirtti. %51 ise veri gizliliğine yönelik düzenlemelerin tüketicilerin verilerine erişimi sınırlayacağını düşünmediğini belirtti. Yukarıdaki verilerle karşılaştırdığımızda müşterilerin beklenenden daha çok gizlilik kaygısı çektiğini, buna karşın markaların bunu göz önünde bulundurmaya pek de hevesli olmadığını söyleyebiliriz. Yani yöneticiler hücumun her zaman daha iyi bir seçenek olduğunu düşünüyor. Oysa göz ardı edilen savunma ihtiyacı kullanıcıların marka aidiyetini yitirmesine neden oluyor. Hücum/savunma dengesinin idealini aslında şöyle açabiliriz. Ellerinizde insanların ilgisini çekebilecek farklı desen ve şekillerde cam tabaklar var. Müşteri kitlenizi genişletmek ve herkesin ilgisine hitap edebilmek adına her geçen gün tabakların modeli ve sayısı artıyor. Ancak yürüdüğünüz yolda dengeyi sağlamazsanız hepsini bir anda düşürüp kırabilirsiniz. Veri gizliliği ve kişiselleştirilmiş hizmet dengesi de buna benziyor. Ne kadar fazla müşteri bilgisine erişip derlerseniz o kadar hedef kitlenize hitap edebilirsiniz. Ancak eğer bu verileri nasıl kullanacağınız ve nasıl yöneteceğiniz konusunda bir fikriniz yoksa elinizdeki cam tabaklar kabusunuz olabilir. Nerede konumlanacağız? İşin kullanıcı tarafından baktığımızda hedef kitlenin içinde zarar görmeyecek bir şekilde hedef gösterilmekten rahatsız olmuyoruz. Günün sonunda bizi kendilerine bağlayacak ve sanki yarım asırdır aynı dükkandan alışveriş yapıyormuşuz hissini yaşatacak düzenlemeleri getirmek markalara ve yöneticilere kalıyor. Her nasıl senelerdir alışveriş yaptığımız esnaf kapıdan girdiğimiz an ne istediğimizi öngörüyorsa, markaların müşterilerine yalnızca kişiselleştirilmiş alışveriş deneyimi değil özel hissettirecek bir güvenli ortam da sunması gerekiyor.
Başarılı Bir Rutin, Tüketen Bir Yükselişi Yener mi?
Bir bültenin uzun süre yürütücülüğünü yapan herkesin kendini özgürlük alanında ifade edebilme hakkının olduğuna inanıyorum. Yarın bir gün evlenecek olsam, düğün davetiyemi bir bullet açıp eklemek bana pek de garip hissettirmez. Geçtiğimiz pazar gününden beri neler üzerine yazabileceğimi çok düşündüm. Hatta fark ettiğiniz üzere, büyük oranda kişisel deneyimlerimi yaşanan teknolojik gelişmelere ve sosyokültürel politikalarına bağlamaya çalışıyorum. Ancak bu hafta tük END iğimi fark ettiğim bir anda, uzun zamandır kemikleşmiş bir okuyucu kitlesiyle dertleşmenin pek fena olmayacağını düşündüm. Ünlülerin magazinel haberlerinden aşina olduğumuz tükenmişlik sendromu, içerik üreticileri nasıl etkiliyor? Kendimi bildim bileli, kendi kendime konuşarak yazıyorum ve aslında bu tamamen bir iç hesaplaşma. İçerik sektörü çok hızlı büyüyor. Yazılı, sözlü, görsel fark etmeksizin her geçen gün sayısız içeriğin ekosisteme kanalize edildiği bir beşeri evrenin içinde yaşıyoruz. Aslında beşeri evren derken biraz tereddütteyim, çünkü insanın kendini ifade etme arzusu tamamen doğal bir sürecin ürünü. Ancak bunları belirli platformlar altında toplamayı, insanlara belirli sistemler aracılığıyla ulaştırmayı ve her hafta belirli çerçeveler altında konuşmayı biz tercih ettik. O nedenle aslında doğal bir sürecin dönüşüme uğramış yapay bir versiyonu altındayız diyebiliriz. O zaman sadede geleyim. Bazen içerik sektörünün ucunda uçurumdan aşağı yuvarlanacakmışım gibi hissediyorum. Sizce içerik dünyası düz müdür? Yoksa kaçışlarımızın demir attığı bir kalıbın kolaycılığına mı sığınıyoruz? Tükenen ve tükenmeyen herkes için “dijital düz dünya” teorisi. Düşünce kalitesini stabil tutmanın yolları Stres ve zihinsel yorgunluğun üreticilik üzerindeki etkilerine aşinayız. Özellikle pandemi döneminde uzaktan çalışan herkesin yaşadığı tükenmişlik hissi, şirketlerin araştırma konularının başını çekiyordu. Dikkat bozukluğu ile başlayan, bazen ortam değiştirmemekten bazen de azalan sosyal hayattan beslenen tükenme hissi çalışan çoğunluğunu etkisi altına almıştı. E işverenlerin dijitalliğin verdiği takip lüksünü eline alarak kurduğu baskı da cabası. Daha iyi düşünmek, daha nitelikli performans sergilemek, bir adım ileri gitmek için kalan yıllarımızdan vermek hepimizin öncelikli hedefi haline geldi. Belki de “cesur yeni dünya” yerine “korkak eski dünya” mızı özlememizin en önemli sebebi, bir yarış ve mecburi gelişim ortamının getirdiği baskıdır. Lenovo’nun ABD, İngiltere ve Japonya’yı hedefleyerek oluşturduğu Think raporu, çalışanların ortak serzenişlerini ortaya koydu. Çarpıcı olduğunu düşündüğüm verilere hep beraber göz atalım. Tüm katılımcıların yalnızca yüzde 34’ü düşünme zamanlarının “tümünü” veya “çoğunu” net, derin ve üretken düşünmeyle geçirdiğini söylüyor. Dünya genelindeki bilişim teknolojileri (BT) karar vericilerinin yüzde 75’i, meslektaşlarının net ve üretken bir düşünme etkinliğinde bulunma konusunda “önemli ölçüde” veya “belirli düzeyde” zorlandığını söylüyor. Katılımcıların yüzde 65’i açık, derin ve üretken düşünmenin daha iyi kararlar almalarına yardımcı olacağını düşünüyor. ABD’deki katılımcıların yüzde 62’si, İngiltere’deki katılımcıların yüzde 54’ü ve Almanya’daki katılımcıların yüzde 52’si, daha net, derin ve üretken bir biçimde düşünmemiz durumunda toplumumuzun daha nazik olacağını ifade ediyor. Yaşamak için çalışmaktan, çalışmak için yaşamaya Babam kendi döneminin en kaliteli eğitimini veren meslek lisesinin elektrik bölümü çıkışlı. İşini ne kadar severek ve nitelikli bir şekilde yaptığını hatırlıyorum. Türk Telekom satıldıktan sonra çalışma hayatında, heveslerinde, hırslarında, yeteneklerinde zoraki değişimler oldu ancak bu bugünün konusu değil. Ancak hatırladığım bir şey var ki babam yaşamak için çalışıyordu. Yaşamak için keyif aldığı bir işi hakkını vererek yapıyordu. Belki de bu yüzdendir ki bir gün bile tükendiğini, sızlandığını hatırlamıyorum. Hâlihazırda mühendislik öğrencisiyim. Kendimi tanıma sürecim bana mutlu bir yaşam için yeteneklerimi ve ilgi alanlarımı ön plana almam gerektiğini gösterdi. Belki de böyle bir ortamın içinde yetiştiğim için, her ne kadar ilgi alanlarımızı ve hırslarımızı içerse de işin asla bizi etkileyecek bir noktaya gelmemesi gerektiğini öğrendim. Ve yine belki de bu yüzden, üretim arzumun tükendiğini hissettiğim anlarda suçlu hissetmek de bana suçlu hissettiriyor. Her hafta bu bülteni çıkarmak bana keyif veriyor ancak bunu yapamayacağımı hissettiğim bir anda yapmaya çalışmak aslında yaptığım işe ve okuyucu kitlemize olan saygımı yitiriyormuşum gibi hissettiriyor. Aslında böyle bir durum olmasa da, dediğim gibi deneyimlediğim algıyı göz önüne aldığımda ağzımda bıraktığı acı tadın sebebi bu. Adsız işkolikler grubu Bir anda çember halinde oturan insanların arasına dalıp “Merhaba ben Kardelen ve ben bir işkoliğim” diye bağırsam çok mu absürd olur? Belki kimliğimin ifşa olmasından utanır ve annemin senelerdir bana seslenmek için kullandığı, aynı zamanda ilkokulda tüm resim yarışmalarında birincilik almama ön ayak olan Siyah İnci rumuzunu kullanırdım. Özellikle yaratıcı endüstrilerde insanın kendine uyguladığı bir adım ileri gitme arzusu, işkoliklik benzeri tanımları da beraberinde getiriyor. Başarıya biçtiğimiz değer ve ondan aldığımız içsel haz da bunun belirleyicisi tabii. Stabil bir başarıyı yerinde saymak olarak nitelendirmek, her zaman bir adım ötesini hedeflemek ve yetkinliğimizi sorgulama evresine gelmek yürüdüğümüz yolun taşlarını diziyor. Ancak o yolun sonuna geldiğimizde dijital düz dünyanın ucundan aşağı düşecek miyiz, bu soru hâlâ çoğumuz için gizemini koruyor. Tükendiğimi hissettiğim ve bunu kalemimi kullanarak ifade etmeye çalıştığım bir gecenin daha sonunda o uçurumdan aşağı düşmedim. Dijital düz dünyaya inanmıyor olmam bir yana, kaliteli bir rutinin getirdiği hazzı asla anlayamayacağım. Belki birkaç hafta çalışma masamdaki saksıların yerini değiştirir, değişik bir deneyimimi aktarmak için bilerek metroda yanlış yöne biner ya da arkadaş ortamında dinlediğim bir anıyı içeriğe dönüştürmeye çalışırım. Ancak önünde dikildiğim uçurumdan düşmeyişim ilerlemiyor oluşumdan mı, yoksa gerçekte orada bir uçurum olmayışından mı muhtemelen asla çözemeyeceğim.
Teknoloji Çalışanları Neden Sendikalaşmaya Uzak?
Geçtiğimiz hafta bülteni yetiştirmenin rahatlığıyla Twitter’da gezinirken önüme bir tweet düştü. Uzun zamandır teknoloji haberciliği yaptığım ve gelişmelerin genellikle sosyokültürel çıktıları ile yakından ilgilendiğim için ilgi odağım bir anda değişti. Teknoloji sektöründe son dönemde yaşanan işten çıkarmaları içeren tweet, alıntılarında sendikalaşma sesleri barındırıyordu. Kafamı dinlemek için yaptığım kaydırmalar bir anda bir sonraki sayıyı planlama hevesine dönüştü ve şimdi buradayız. Son yıllarda iş gücü büyük oranda teknoloji sektörüne kanalize olsa da, sektör çalışanlarının sendikalaşma kavramına pek yakın olmadığını görüyoruz. Çoğu üçüncü nesil kahve dükkanları ve akşam yemeğinde salata tercihi gibi etiketlere maruz kalan beyaz yakalı grubunun bir parçası aslında. Ancak yakın zamanda mavi yakalı olmaya uzanan çalışan profili evrimi örgütlenmenin aciliyetine dair kırmızı alarm veriyor. Değişen dünyaya ayak uydurmak: Çalışanlar vs İşverenler Teknoloji sektörünün genişliğini Isınma Turları kısmında yer verdiğimiz sayısal verilerle ele alalım. Statista verilerine göre 2020 yılında ABD’de teknoloji sektörü 5.2 milyon çalışanı bünyesinde barındırıyordu. Bu sayının 2030’da 6 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. ABD’de istihdamın demirbaşlarından olan hastanelerin 2022 yılında 5 milyon çalışana sahip olduğunu düşünürsek, teknoloji sektörünün gümbür gümbür geldiğini söyleyebiliriz. Teknoloji şirketlerinde, özellikle Big Tech tarafında, çalışan işveren çatışmasının en büyük örneği yakın zamanda Twitter’da yaşanan iş gücü kaybı. Elon Musk’ın satın almasıyla, iç yapısında büyük bozunmalar yaşanan Twitter, yeni düzeni reddeden çalışanların ayrılmasıyla zor günler geçirdi. Özellikle kritik rollerde çalışan mühendislerin teker teker istifa etmesi, sosyal medyanın en büyük platformlarından biri olan Twitter’ın kapanabileceği iddialarını ortaya çıkardı. Teknoloji çalışanları neden mi derhal sendikalaşmalı? Muhtemelen Twitter çalışanlarının bir sendikası olsaydı, hem bireysel hem de kurumsal haklarını korumak için çeşitli haklara sahip olacaklardı. Hatta çalışanların büyük oranda sendikalaştığı bir senaryoda Elon Musk Twitter’ı satın almayabilirdi bile. İş tanımlarını kökten değiştiren ve haftada 80 saatten fazla çalışma saati biçen bir düzene karşı çıkmak için yasal güvence şart. Üstelik tüm bunları reddettiklerinde kovulsalar dahi haklarını bir üst mercide arama hakkına sahip oluyorlar. Sendikalaşmanın bir de görünmez etkisi var. Kolektif bir bilinci uyandıran bu etki, aslında tehdit olarak algılanıyor. Hatta bunu 1920’lerde sokak sanatı ilk başladığında yönetim ve kaymak tabaka arasında yaygınlaşan bir fikre benzetmek mümkün. Kendini ifade etmek için graffitiye başvuran gençler, çeteleşme ve anarşi ile suçlanıyordu. Bulunduğu ortamda haklı ya da haksız çıkıntılık yapan herkesin başına gelebileceği gibi çalışma ortamında da sendikalaşma olumsuz bir intiba yaratıyor. İşverenler bir sendika hareketine ortak olmanın meslektaşlar arasındaki bağları güçlendirerek, işçilerin birbirleri ve toplum hakkındaki düşüncelerini değiştirdiğini ifade ediyor. İlerleyen süreçte siyasi bir ayağa da varması muhtemel bu düşünce biçimi, aslında tüm iş gruplarının sahip olması gereken kolektif gücü adeta bir canavar gibi yansıtıyor. Ne de olsa birbirini tanımayan, herhangi bir bağa sahip olmayan ve meslektaşlarına zorbalık yapmaya meyilli işçileri yönetmek çok daha kolay. Aslında günümüz işveren mantığı, küçük işletme de olsa teknoloji devi de olsa, istihdamı körükleyen verimli bir çalışma ortamına değil, robot gibi çalışan dürtüsüz insan ordularına dayanıyor. Varsa yoksa çalışanlar Bir şirket en temel işlevlerini yerine getirmek için bile çalışanlarına bağlı. Pazarlamadan teknik ekibe, yönetimden üretim hattına kadar her bir dinamik yerine koyulamayacak bir değer yaratıyor. Günün sonunda her işletme, olmazsa olmaz detaylara hakim olan ve yerine asla başkalarının bakamayacağı çekirdek bir teknik ekibe sahip. Özellikle teknoloji sektörünün disiplinlerarası dirsek temasını ve bireysel performansı merkezinde barındırması, çalışanların işverenden taleplerini çok daha kolay alabileceği bir ortam olması gerektiğini düşündürüyor. İşverenler bu talepleri karşılamaya ne kadar hevesli bilmiyoruz ancak çalışanların almak için o kadar da istekli olmadığını söylemek mümkün. Bunun en büyük sebebinin teknoloji sektöründe çalışan bir kesimin yüksek maaş alması olduğunu söyleyebiliriz. Kaba tabirle tuzu kuru olarak nitelendirilebilecek bu kesim, emeğinin karşılığını aldığını düşündüğü için sendikalaşma fikrine uzak kalıyor. Ancak bir çalışanın emeğinin karşılığını alması, yine de emek ve itibar dolandırıcılığına uğramadığını göstermez. Alphabet ve Meta (yakın zamana kadar) gibi şirketlerin muazzam kârlar elde etmesi ve yöneticilerinin açgözlülük hayallerinin ötesinde zengin olması bunun kanıtı. Bir yazılım mühendisi altı haneli sayılara ulaşıyor olsa bile, şirketin tepesinde bu kadar çok paranın birikiyor olması şirket sahiplerinin fazlasından çok daha fazlasını elde ettiğini gösteriyor. Nihayetinde gün sonunda emek ve itibar olması gerektiği gibi dağıtılmamış oluyor. Sendikalaşın, şimdi! Apple, çalışanların Slack'te yönetimin bilgisi olmadan kanallar oluşturduğunu öğrendiğinde, müdahale etmesi gerektiğini hissetti. Aldıkları önleme göre çalışanlar izinsiz yeni Slack kanalları oluşturamayacaktı. Apple, Slack'e erişimi bu şekilde kısıtladığında ise çalışanlar, maaş eşitliğini tartışma haklarının engellendiğini söyleyerek Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu'na (NLRB) şikayette bulundu. Teknoloji çalışanları yeri geldiğinde çok da güzel örgütleniyor ve arkasına teknolojiyi alıyor. Ancak sendikalaşmak sadece kriz anında ya da yolunda gitmeyen bir düzeni değiştirmek için uygulanacak bir prosedür değil. Aslında çoğu alanda olduğu gibi sendika kavramını da olması gerekenden yanlış tanımlıyoruz. Esasında sendika dediğimiz olgu göze batan herhangi bir konuyu ele almak için değil, şirkette çalışmanın kültürel faydalarını kanunlaştırma ve koruma çabasının bir parçası olarak hayat buluyor. Yani aslında şu an keyfi yerinde olan her çalışanın hem çevresindekilere hem de kendine aynaya karşı şunu sorması gerek: Şu an ilerici bir işveren ile çalıştığım için ayrıcalıklı bir konuma sahibim, ancak bugün ben sendikalaşmayı göz ardı edersem daha az ilerici işverenler için çalışacak insanlar bunu nasıl yapacak? Biriken saatler, düşük prim oranları, imkansız kotalar, akabinde uykusuz geceler… Belki de kader değil, düzen değil, sadece seçimdir.
Teknolojinin Büyük Şovunun Altı Ne Kadar Dolu?
Bir sabah uyandığımızda ışınlanma keşfedilmiş olacak. Belki benim gibi gece kuşuysan Twitter’a düşen son dakika haberleri ile dünyanın büyük çoğunluğundan önce de öğrenebilirsin. Ancak böyle büyük bir gelişme ile karşılaştığımda nasıl tepki veririm bilemiyorum. Bence bu durum çoğumuz için de böyle, en son ne zaman büyük bir teknolojik gelişme ya da buluşa karşı coşku ve heyecan hissettiğini hatırlıyor musun? Ben hatırlamıyorum. Tabii yaşım gereği büyük bir teknolojik gelişmeye direkt olarak şahit oldum mu emin değilim ancak Facebook bile söz konusu gelişmelerin içinde sayılabilir. Twitter’da ayıla bayıla dinlediğim ünlüleri takip edebilme fikrini aklım almamıştı ancak yine de anlatmak istediğim coşkuyu herhangi bir gelişmede yaşadığımı sanmıyorum. Eğer bir gelişmenin niteliği ve büyüklüğü yarattığı heyecan dalgası ile ölçülecekse aklıma gelen ilk soruyu sorayım: Disket mi daha önemli yoksa metaverse mü? Dijital dönüşümü normalleştirmek Aslında bugün şahit olduğumuz teknolojik atılımların çoğunun dijital dönüşüm sayesinde bu kadar etkileyici göründüğünü söylesem ne hissedersin? Sanki dünya cep telefonun icadından itibaren yerinde sayıyormuş gibi mi? Yoksa aslında dünyaya bir şeyler katmanın sadece çözüm odaklı olduğunda gerçek bir çıktıya dönüşmesiyle yüzleşiyormuş gibi mi? Bu benim şahsi çıkarımım tabii, ancak yeni bir araştırmanın detayları bu fikrimi destekliyor. Söz konusu çalışma Nature dergisinde yayımlanan milyonlarca rapor ve araştırmaya dayanarak oluşturuldu. Araştırmanın nihai çıktısı, 1945’ten beri bilim ve teknoloji alanındaki yıkıcı başarılarda istikrarlı bir düşüş olduğunu gösteriyor. Üstelik internet gibi bilgiye erişmek ve bilgiyi paylaşmak için müthiş bir fırsatımız varken. Makalenin yazarı olan, Minnesota Üniversitesi'nde girişimcilik ve stratejik yönetim alanında doktora adayı Michael Park " Aslında yeni keşiflerin ve inovasyonların altın çağında olmalıydık" diye belirtti. Michael ve meslektaşlarının yeni bulgusu, bilime yapılan yatırımların azalan getiri sarmalına yakalandığını ve bazı açılardan niceliğin niteliği geride bıraktığını gösteriyor. Yani mucitlerin ya da bilim insanlarının önceliği “Eureka!” anı değil, tamamıyla oraya kadar giden süreci de dolu geçirmek. Belki Arşimet de suyun kaldırma kuvvetini bulana kadar pek çok küçük başarıyı atladı. Günümüzde bilim ve teknoloji dünyası büyük hedefe ilerlemek yerine elde var olan küçük seçeneği değerlendirmeye odaklanıyor. Yakın tarihli başarısızlıklar Üç analist, 1945'ten 2010'a kadar yayınlanan yaklaşık 50 milyon makaleyi ve patenti incelemek için gelişmiş alıntı analizi biçimini kullandı. Aslında ortaya çıkan sonuç artan ilerleme eğilimini gözler önüne seriyordu. İlerlemeyi analiz etmek için dört farklı kategori göz önünde bulunduruldu. Yaşam bilimleri ve biyotıp, fizik bilimleri, teknoloji ve sosyal bilimler ana başlıklar olarak seçildi. Teknolojinin artan ilerleme eğilimine rağmen “yıkıcı” olarak nitelendirilen bulgular sürekli bir düşüş içindeydi. Ve analistler araştırmanın sonuna şöyle bir not düştü. "Sonuçlarımız, yavaşlayan oranların bilim ve teknolojinin doğasındaki temel bir değişimi yansıtabileceğini gösteriyor." Yapmayın yav? Peki insanlık tarihiyle aynı yaşta olan bilimin temelleri 70-80 seneyi kapsayan bir araştırmaya mı tabi? Elbette hayır. Analistlerin söz konusu araştırmadan yaptığı çıkarımlar oldukça yanıltıcı olabilir. Nature gibi platformlarda bazı yazarlar kendi araştırmalarından oldukça sık alıntı yapma eğiliminde olabiliyor. Ya da olağanüstü bulgular beklenenin çok daha üzerinde bir alıntı sayısı elde edebiliyor. Hepsinden daha kötüsü ise en çok alıntı yapılan makalelerden bazılarının, bilim camiası tarafından yaygın olarak kullanılan popüler tekniklerde çok küçük iyileştirmeler içeriyor olması. Daha az yıkıcı olmanın nesi kötü? ChatGPT kullanan bir nesil, telefonun icat edildiği dönemde yaşayan nesilden neden daha eksik hissetmeli? Ya da insanlık olarak dünyaya borçlu geldik de onu mu kapatmaya çalışıyoruz? Büyük dağın büyük karı olur atasözünde de olduğu gibi, ihtiyaçlarımız giderildikçe problemlerimiz azalıyor. Haliyle daha gündelik ve daha küçük dertlerle ilgilenmeye müsait hale geliyoruz. O andan itibaren DALL-E ile eğlenceli görseller üretmek daha önemli hale geliyor. Çünkü akşam hava karardıktan sonra elektrik ile ışığa erişmeye devam edebiliyoruz. Çünkü birileri zamanında büyük gelişimleri önceliklendirerek bu fedakarlığı yaptı. Belki de bilimin yapısının bize sunduklarından çok, bilim insanı ya da mucit olarak gördüğümüz insanların önceliklerini mercek altına almamız gerekiyordur. Muhtemelen çoğumuz bireysel olarak “Dünyada nasıl bir iz bırakabilirim ki, bari dönemsel olarak bir parçası olayım” diye düşünüyoruz. Pek de haksız olmadığımız bu düşünce biçimi ise hayattan beklentilerimizin büyümesine sebebiyet veriyor. Yoksa bana göre ne bilim, ne de insanlık sanki evrenle sonsuz yıllık bir mukaveleye imza atılmış gibi gelişmek zorunda değil. Ancak insan yapısı gereği kendini üstün görmeye ve iyiye ait hissetme muhtaçlığına müsait. En son hangi teknolojik gelişmeye şaşırdım bilmiyorum ama üstün olma arzumuza her seferinde çok şaşırıyorum.
Erken Yaşta Tanışılan Pornografinin Gençler Üzerindeki Etkileri
Geçen akşam yemeğe çıktığım arkadaşım bir anda telefonunu çıkarıp ön kamerayı açtı. 5-6 kişiyi bir anda şaşkınlığa uğratan bu hareketiyle de akşamın yıldızı oldu. BeReal ile başlayan sohbetimiz, yaşımızın da verdiği nostalji hevesiyle Tumblr’a geldi. Hâlâ açık mı? Neler olmuştu, neden kapandı? Tumblr’da ne yapıyorduk? Bu kısımları çok hatırlamasak da platformun cinsel içeriklerle anılmaya başladığı hususunda hemfikir olduk. Macerasına mikro blog mantığı ile başlayan Tumblr’da 2018 yılında çıplaklık yasaklanmış ve hatta çocuk pornografisini yaydığı gerekçesiyle App Store’dan kaldırılmıştı. Bu yasağı abartı bulan yeni platform yönetimi yakın zamanda çıplaklık içeren ve yetişkinlere hitap eden içeriklerin geri getirildiğini duyurmuştu. Çok yakın zamana kadar Türkiye’de mahkeme kararı ile erişim engeli getirilen Tumblr, 2022 senesinin Kasım sonu gibi tekrar erişime açıldı. Peki neden pornografinin ve çıplaklığın yayılması bu kadar rahatsızlık yaratıyor? Geç saatlerde televizyonda yayınlanan “kırmızı noktalı filmler” nostaljisi ya da yastık altı edilen Playboy dergileri normaldi de, internetin herkes için erişilebilir hale getirdiği çıplaklık mı anormal? Kâr amacı gütmeyen bir çocuk hakları savunucusu olan Common Sense Media, gençlerin cinselliğe bu kadar erken ve yoğun maruz kalmasının olumsuz pek çok sonucu olabileceğine değiniyor. İnternet içeriği filtresini meşru kılan tezlerine birlikte göz atalım. Çevrim içi pornografik içerik ile tanışma yaşı 12 12 yaşında biz ne yapıyorduk diye düşünüyorum. Hâlâ MSN vardı, Facebook yeni yeni çıkıyordu ve tüm bunların yanında vaktini sokakta harcamak çok daha iyi bir seçenekti. Çünkü internetle ve bilgisayarla yapabileceklerimiz sınırlıydı. Özellikle küçük şehirde yaşayanlar için internet mahalleden tanıştığın arkadaşlarını eklediğin bir platform olmaktan başka hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bugün ise çocuklar ve gençler, bilgiye ve içeriğe erişim açısından yetişkinler ile aynı haklara sahip. Söz konusu pornografik fotoğrafları ve videoları akıllı telefonlarında, okul cihazlarında, sosyal medyada, pornografi sitelerinde görme ihtimalleri oldukça yüksek. Karakterin şekillendiği yaşlarda internette maruz kaldığı içerikler, belirli bir yaş grubunun teknolojinin ruh sağlığı üzerindeki etkisini daha derinden hissetmesine neden oluyor. TikTok’ta koyulan doktor teşhisleri, Twitter’da olumlu/olumsuz sıcak gündem takibi, Instagram’da bedeninden huzursuz hissetme, Tumblr’da beklenmedik anda pornografi ile karşılaşma… Cinsel eğitimin ne yazık ki dünyanın çoğu yerinde bir gereklilik olarak konumlandırılmadığını göz önüne alırsak, bu durumun pek de sağlıklı olmadığını söyleyebiliriz. Cinsel eğitimi pornografik içeriklerde aramak Common Sense’in raporu 13 ila 17 yaşları arasında, 1358 ABD’li gence yapılan anketler sonucu ortaya çıktı. Rapora göre ankete katılan gençlerin yarısından fazlası tecavüz, boğulma veya acı çeken biri gibi şiddet içeren eylemlerin pornografisini izlemekten keyif alıyor. Yine grubun yarısından fazlası porno izledikten sonra suçluluk ve utanç gibi karışık duyguların hedefinde kalıyor. Sağduyu anketinde ise gençler gördükleri içeriklerin çoğunun rahatsız edici olduğunu söylediler. Üç kişiden yalnızca biri, tükettiği pornografik içeriklerin cinsel faaliyette bulunmadan önce izin isteyen birini içerdiğini söyledi. Şiddete meyillendirme ve arzuları konumlandıramama gibi pek çok soruna yol açabilecek pornografik içerikler, bir eğitim seti olarak kabul görmesiyle kalpleri kazanıyor. Common Sense’in hedef kitlesinin yüzde 45'i pornografinin seks hakkında yararlı bilgiler sağladığını söyledi. Özellikle LGBTQ gençler, pornografinin cinsellikleri hakkında daha fazla şey keşfetmelerine yardımcı olduğunun altını çizdi. Grubun yarısından azı güvenilir bir yetişkinle pornografi hakkında konuştuklarını söyledi. Rapora göre, bunu yapanların çoğunluğu porno dışında seks veya cinselliği keşfetmenin yollarını düşünmeye dair harekete geçti. Yani iki ucu keskin bıçak. Belirli bir kitle cinsel eğitimin eksikliğini pornografiyle kapatırken, bir grup insan için pornografi utanç duyulması gereken bir şey. Elbette tüketilen içeriklerin konusu, başlığı ve tüketim amacının farklılık göstermesi, bu ayrımı makul kılıyor. Sık kullanılan platformların pornografi hamleleri Kasten pornografi arayan gençler, en iyi kaynaklarının PornHub ve YouPorn gibi siteler olduğunu söyledi. Instagram, TikTok, Snapchat, Reddit ve diğer sosyal medya siteleri pornografi kaynağı olarak ikinci sırayı paylaştı. Esasında Instagram, Snap ve TikTok politikaları gereği müstehcen materyalleri yasaklıyor. Hatta pek çok gönderi direkt olarak pornografiye hitap etmese de çıplaklık filtresine takılabiliyor. Ancak bu siteler eskiden beri pornografi sitelerine bağlantı veren promosyonlar için kullanılıyordu. Şu an kişilerin kullanıcıları diğer platformlardaki pornografiye yönlendirmesinin de engellendiğini söyleyebiliriz. Aralık ayında YouTube, PornHub'ın kanalını pornografi ile YouTube'un topluluk yönergelerini ihlal eden internet sitelerine bağlantı yönlendirdiği gerekçesiyle yasakladı.Facebook ve Instagram'ın sahibi olan Meta, dış bağlantılarda benzer bir yasağa sahip ve algoritmalarının müstehcen içeriğin yayılmasını sınırlamak için tasarlandığını söyledi. TikTok "Sizin İçin" yayınlarında müstehcen içeriğe izin vermediğini, uygunsuz aramaları ve hashtag'leri engellediğini söyledi. Bir TikTok sözcüsü yaptığı açıklamada, "Güçlü politikalar, ebeveyn denetimleri ve bu içeriğe geniş ölçekte karşı koymak için teknoloji aracılığıyla gençler için güvenli ve yaşa uygun deneyimlere yatırım yapmaya devam ediyoruz" dedi. Reddit rapor hakkında yorum yapmayı reddetti, ancak yetişkinlere yönelik içerik konusunda katı bir yasağı olmadığını söyledi. Platformun daha çok yaşlı kullanıcılara yönelik olması, alınan önlemlerin ağır olma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. (Reddit’e üye olabilmek için en az 17 yaşında olmalısın) Şirket politikasına göre, yetişkinlere uygun içerikle grup tartışmalarına giren 17 yaşın altındaki kullanıcılar da uygulamadan men ediliyor. Snap, müstehcen içeriği destekleyen hesapları yasakladığını ve sürekli olarak bununla mücadele çabalarını geliştirmek için çalıştıklarını söyledi. Snap, içerik oluşturuculardan ve yayıncılardan gelen içeriğin, geniş bir kitle tarafından görüntülenmeden denetlendiğini ve bunun da politikalarını ihlal eden içeriğin yayılmasını ve keşfedilmesini azalttığını söyledi. PornHub ise raporun dinamiklerine dair yorum talebine yanıt vermedi. Yüzyıllardır her konuda olduğu gibi bu konuda da "yasaklama" ve "eğitim gücünü kullanma" seçenekleri arasında sıkışmış kaldık. Ve yine her zaman olduğu gibi yasaklama eylemine daha meyilli görünüyoruz. Oysa uzun vadede çok etkili bir çözüm olan eğitim seçeneğini de masaya yatırmak bu ve benzer başlıklarda akla gelen ilk çözüm hamlesi olmalı. Özellikle internet kullanımı ve cinsel eğitim hem ebeveynlerin hem de eğitim kurumlarının göz önünde bulundurması gereken başlıklar. Yani esasında belki de çocuklara pornografiden kaçmayı engelleme yolu ile öğretmek yerine pornografi ile karşılaştıklarında neler yapması gerektiklerini anlatmakla başlayabiliriz.
Geleneksel Yöntemler vs Bulut Depolama
Birkaç gündür Google sürekli Drive depolama alanımın %75’inin dolduğunu hatırlatıyor. İptal etmeyi sürekli unuttuğum iCloud aboneliğime her ay 7 lira ödüyorum. Kocaman bir YanDisk linki arşivim var, böylece arkadaşlarımın paylaştığı dosyaları daima elimin altında tutuyorum. Ama nereye kadar? Bilgisayarımın depolama alanının dolması beni son günlerde bir harddisk satın alma arayışına itti. Özellikle iş gibi evrensel konularda her dosyanın elimin altında olması büyük bir kolaylık sağlıyor. Ancak bilgisayarımı satın aldığımdan beri (yaklaşık 4-5 senedir) biriktirdiğim dosyaları nereye koyacağım konusunda büyük ikilemdeyim. Evet, cüzi bir miktar karşılığında sonsuza kadar bulutta depolayabilirim. Ama nasıl, nereye kadar ve neden? Çocukluk albümlerinden benzer uzantılı linklere uzanan bulut depolama sorgusu beni bir BigTech düşmanı gibi gösterir mi? Yer çekimsiz internette, ağırlıksız dosyalar Lisedeyken İngilizce derslerinde bazen The Walking Dead izliyorduk. İlk bölümlerden birinde Rick, eşi Lori'nin şehirden kaçabildiğini evdeki aile albümlerinin yok olmasından anlıyordu. Yani düz mantıkla baktığımızda zombi saldırısında kaçarken ilk alınacaklar listesinin bir yerinde aile albümleri de var. Ancak bu nesnelerin kesinlikle büyülü olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten ben de ne zaman aile evime dönsem saatlerce yığılı albümleri karıştırıyorum ya da sürdürülebilirlikten giderek uzaklaşan video kasetleri seyrediyorum. Anılarının her an erişilebilir ve elinin altında olması çok güzel ancak bunun fiziksel dinamiklere bağlı olması konum ve zamana dayalı sınırlar altında gerçekleştirilebilmesine neden oluyor. Kardeşim ve ben, 2003 Google, Apple, Meta gibi şirketler bizi anılarımızı ve belgelerimizi sonsuza kadar risksiz bir ortamda biriktirmeye davet ediyor. Özellikle donanım kaynaklı sorun riskini ortadan kaldırma, taşınabilirliği maksimum seviyeye çekme, depolama alanı sınırlarının sadece maddiyata bağlı olması gibi nedenler söz konusu bulut depolama uygulamalarını tercih etmemiz için gayet yeterli. Ne internette dosya ve albüm dolusu kolileri koymak için yer, ne de bir yere giderken onları taşıyacak iş gücü tükenecek. Ancak bulut depolamanın da handikapları var. En çok değer verdiğimiz anların, fotoğrafların, belgelerin dijital bir kopyasını teknoloji şirketlerinin saklaması gibi. Yeni doğmuş çocuğa Instagram hesabı açmak Özellikle Facebook ve Instagram gibi sosyal medya platformları kullanıcılarına sınırsız bir depolama alanı sunuyor. Sanırım bu noktada en şaşırdığım şey küçük çocukların adıyla açılan Instagram hesapları. Esasında analog kameraların işlevsizleşmesi, film baskılarının pahalılığı ve mevcut depolama alanlarının yetersiz olması gibi nedenler bu platformları tercih edilebilir kılıyor. Yine de internet erişimimizin çok yüksek olduğu ve siber zorbalık gibi riskler ile mücadele ettiğimiz bir çağda çocuklarla beraber sosyal medya hesaplarını da büyütmek çok sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir. Annem ve ben, 2000 Son moda bilgi paylaşımı Kişisel hayatım için aynısını söyleyemesem de bilgi paylaşımı açısından bulut uygulamaları çok kıymetli buluyorum. Geçen gün satın aldığım epey eski model analog fotoğraf makinesi beni uzun bir zaman yolculuğuna çıkardı. İnternetten araştırdığımda depolama için XD kart kullanıldığını gördüm. Elime ulaştığında ise eski bir dostum olan SD kart ile karşılaştım. USB belleklerden SD kartlara, hatta kasetten diskete uzanan düşünce maceram böyle başlamış oldu. Geçmişte birkaç farklı aşamanın yoruculuğu ve kaybolma riski ile taşıdığımız bilgileri artık tek bir link aracılığıyla gönderebiliyoruz. Haydi size biraz özelimi açayım, yabancı değiliz ya... Örneğin eğer yazılarımı Google Drive’da yedekleyebiliyor olmasaydım, Hasan’ın yayından önce okuyabilmesi için Beşiktaş’tan Kadıköy’e hususi bir yolculuk yapmam gerekirdi. Üstelik Hasan metin üzerinde düzenlemeler yapamaz, önerilerini benimle kolayca paylaşamazdı. Aynı zamanda iş yerlerinde düzen ve tertibi de sağlayan bulut uygulamaları belirli sınırlar dahilinde çok da öcü değil. iCloud özelinde hayatta kalma önerileri O zaman kişisel önerileri gündeme alma vakti. Her ne kadar yazının başından beri bulut hizmetlerden hazzetmeyen bir profil çizsem de, ben de farklı sağlayıcılara sık sık başvuruyorum. Özellikle iCloud ve Drive hayatımda önemli bir noktada. Geçtiğimiz yıllar içinde ne zaman telefonumu değiştirsem, yedeklemelere önem vermemem anılarımı kaybetmeme neden oldu. Bu nedenle her değiştirdiğimde bir önceki hataları yapmamak için çabalıyorum ancak "135 gündür iCloud yedeklemesi yapmadınız." bildirimi beni daha da aşağı çekiyor. Neyse hep birlikte daha fazla iCloud alanı için neler yapabiliriz bir bakalım. Bireysel uygulama yedeklemeleri Herkes gibi senin de telefonunda pek çok uygulama var. Ve yine herkes gibi farkında olmasan da, bu uygulamalar çılgınlar gibi yedekleme yapıyor. Ayarlar kısmından önce Depolama, sonra iCloud Ayarları sekmelerine gelirsen hangi uygulamaların iCloud ile entegre olduğunu görebilirsin. İstersen gereksiz gördüğün uygulamalarda iCloud butonunu griye çevirerek omuzlarından bir parça daha yük alabilirsin. E-postalarını ve mesajlarını yönet Bir gün yetersiz depolama alanı bildirimi aldığında hiç mail ve mesaj kutuların üzerine düşündün mü? Depolama alanını son raddeye getiren damla bir sneaker reklamı ya da arkadasının attığı GIF eklentili günaydın mesajı olabilir. Özellikle büyük eklentili mailler ve mesajlar, bulut depolama alanınızda ağırlık yapıyor. Demem o ki, büyük eklentilere sahip ve artık gereksiz gördüğün dosyaları manuel olarak temizleyebilirsin. Bunun yorucu olacağını düşünüyorsan senin için önemli olabilecek mailleri anahtar kelimeler ile aratarak kaydetmeni öneriyorum. Ya aklıma gelmeyen önemli bir mail olursa diye düşünme. Sandığın kadar önemli olsaydı muhtemelen aklına gelirdi. Ya da klasik bir senaryo olarak siler silmez aşırı ihtiyaç duyacaksın ama hayat bu riski almaya değer... Sistem yedeklemeleri iCloud'un otomatik yedeklemesi tahmin ettiğimizden daha fazla yer kaplıyor. Birinin bizim için her şeyi düşünmesi şahane olsa da, bu rahatlık bize daha sonradan temizlemekle uğraşacağımız dosya, belge, fotoğraf, mesaj vb. olarak geri dönüyor. Bu nedenle Apple cihazlar özelinde hem Mac hem de iOS sistem yedeklemelerini takip etmek önemli. Ayarlar kısmından Yedeklemeler ile ilgili olan sekmeye gelerek standart sistem yedeklemelerini yönetebilirsiniz. Sürüme göre farklılık gösterdiğinden buraya adımları yazarak kafa karıştırmayalım. Şirketler ve bulut arasındaki love & hate ilişkisi Büyük oranda kişisel kullanıma odaklandık. Peki büyük şirketler bulut hizmetlerinden yararlanıyor mu? Aslında bu sorunun cevabı biraz karmaşık. Bulut hizmetlerin genel çerçevesi, şirketlerin depolama için talep ettiği gereklilikler ile zıt düşüyor. Bunu şöyle anlatabiliriz. Şirket içi uygulama ve dahili verilerin alametifarikası, tüm bunların şirket ağlarından bir adım öteye gitmemesinde. Yani tüm bu belge ve verilerin şirket ortamı içinde tutulması gerekiyor. Ancak tüm bu veriler bir buluta yüklendiğinde taşınabilir ve bir nebze tehditlere açık hale geliyor. Her ne kadar şirketler ve bulut hizmeti sağlayıcılar arasında çeşitli anlaşmalar yapılsa da, risk her zaman mevcut. Üstelik şirket uygulamalarının internetle ilişkisinin minimum düzeyde olması, bulut mantığına ters düşüyor. Nihayetinde her şey internetsiz ve düşük bağlantı ortamında çalışabilecek şekilde tasarlandı. İnternetsiz erişimin mümkün olmadığı bulut uygulamalar ise bunun tam karşısında konumlanıyor. Yani şirketlerin durup bir düşünmesi gerek. Sınırsız bir depolama alanını daha düşük bir maliyetle ana gemi olarak kullanmak mı, yoksa mevcut işleyişi aksatmayacak manuel ayarlardan devam etmek mi? İnternetin asla unutmadığı iddiası doğru mu? İnternet tarihçisi Ian Milligan’a göre evet, internet unutabilir. Söz konusu platformlar birden kapanabilir ya da aniden veri depolama politikalarında değişikliğe gidebilir. 2019’da Flickr’ın yeni sahibi ücretsiz hesapların bir sınırı olduğunu açıkladı. Hizmet sunduğu ücretsiz depolama alanı miktarında azalmaya giden şirketin talebi doğrultusunda ücretli sürüm kullanmayan kullanıcılar en az 1000 fotoğrafını silmek zorunda kaldı. Kardelen, muhtemelen 2001 Finalde aşağı yukarı her zaman değindiğimiz bir noktaya geliyoruz. Teknoloji çok güzel, ancak kullanabildiğinde. Teknoloji çok güzel, ancak riskleri bildiğinde. Robot süpürgelerin kamera kaydı alabilmesine çok şaşırmadım mesela. Ne de olsa KENDİ KENDİNE çalışan ve çeşitli algoritmalar içeren bu cihaz kendi içinde de manipülasyona oldukça açıktı. Belki de tüm inancımızı kıracak olan nitelikli bir hackerdır. Üstelik yazı içinde kullandığım görsellerin 20-25 senelik albümlerden çıktığını düşünürsek, henüz bu savaşın bir kazananı olmadığını söyleyebiliriz...
Hayatımızı Kesinlikle Değiştirmeyen Teknolojik Gelişmeler
2022’nin sonuna yaklaşırken tüm internet alemi benzer haber başlıkları ile çalkalanıyor. 2022’nin en iyi teknolojileri 2022’de hayatımızı değiştiren 5 gelişme 2022’nin en fiyat performans robot süpürgeleri … Ve çok daha fazlası markalar ve haber sitelerinin gündemi değerlendirme çabasıyla bizlere sunuluyor. Aslında bu çabayı yargılamıyorum ya da çok mantıksız bulmuyorum. Ancak sürekli aynı konseptte içerikler görmek bir yerden sonra bağlamın değerini azaltıyor. Yine benzer yazılara tatlı bir bezginlikle göz attığım bir akşam düşünmeye başladım. 2022’nin en gereksiz teknolojileri neden konuşmaya değer değil? İşlevselliğin göreceli olduğu bir dünyada azınlıklar tarafından benimsenen, varlığıyla çoğunluğun hayatını değiştirmeyen teknolojileri araştırdım. Sonuçta bu araçlar da birilerinin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirildi. Toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul görmemeleri, onların değerini düşürmüyor hatta benim gibi işlevsizliği keyifli bir perspektiften değerlendirenlerin ilgisini çekiyor. Öyleyse challenge accepted diyor ve 2022’nin, hatta daha geniş kapsamda son yılların en gereksiz teknolojilerini derliyorum. Farz et ki Matrix’teyiz ve kırmızı hapı biraz fazla kaçırdık. Bakalım anti ihtiyaçlar hiyerarşisinde ilgini çekecek bir şeyler bulabilecek misin? Tomatan: Domates var yersen, ben varım seversen 2015 yılında bir grup insan, eller serbest domates yeme robotu ile tanışacakları bir sabaha uyandı. Omzumuza koyduğumuz ve bize elleriyle domates yediren bir robot, işlevsizlikten çok işlevselliğin dibini ekmekle sıyırmışız gibi hissettiriyor. Meyve suyu üreticisi Kagome tarafından Tokyo Maratonu için tasarlanan Tomatan’ın kapasitesi 6 orta boy domates taşımaya yetiyor. Domatesin yorgunluğa karşı verimli bir besin olması, koşucuların enerji ihtiyacını karşılıyor. You pass tomato pal. Welcome to the Anti İhtiyaçlar Hiyerarşisi… ColdSnap: Şipşak dondurma sanatı Her ne kadar ben gereksiz teknolojiler kategorisine dahil etsem de, ColdSnap CES2021’in en gözde araçlarından biriydi. Sadece 90 saniye içinde bir top dondurma üretebilmek ilgini çekiyorsa, anti ihtiyaç olarak değerlendirmem biraz canını sıkabilir. Ancak şunu belirtmek isterim ki bir dönem bir grup insan büyük bir hevesle dondurma makinesi aldı ve şu an depoların derinlikleri o makineler ile dolup taşıyor… Yani ColdSnap başta efektif bir araçmış gibi görünse de, süksesini çabuk kaybedebilir. Hızlı dondurma üretebilme fikrinin bir çocuktan çıktığını duymak muhtemelen kimseyi şaşırtmayacaktır. Bir gece ColdSnap CEO’su Matthew Fonte’nin kızı bir düğmeye basarak tek servislik dondurma yapan bir makine fikrini ortaya attı. Fonte kızına böyle bir makinenin var olmadığını söyledi ve haklı gerekçelerini açıkladı. Tam olarak saf bir ilham anında ise şöyle düşündü: Neden olmasın? Dediğim gibi anti ihtiyaçlar hiyerarşisinin en can alıcı noktası sadece azınlık bir grubun ihtiyaçlarına hitap etmesi. Sanırım burada hedef kitle belirli bir yaş grup aralığındaki çocuklar oluyor. ColdSnap için “Doğum günümde hediye edilse mutlu olurum ama yokluğu geceleri uykumu kaçırmaz” tadında bir anti ihtiyaç diyebiliriz. NVX 200: Abi ben nostalji seviyorum ya En son model telefonu kullanma yarışının absürd bir yöne evrildiği bir noktadayız. Akıllı telefonları eski moda cihazlara dönüştüren NVX 200’ün tasarımı aslında oldukça basit. Yalnızca alıştığımız klasik ev telefonlarına cep telefonumuzu entegre ediyoruz. Hızlı aramalar için fiziksel düğmelerinin olması, kolay sessize alma özelliği ve mikrofon gürültüsünü ortadan kaldırması gibi nedenlerle eski model telefonların konferans görüşmeleri için harika olduğu belirtiliyor. Oysa ki iyi para ödenmiş, işlevselliği yüksek bir Bluetooth kulaklık tüm bu sorunları ortadan kaldırabilir. Sokağa atılacak parası ve nostaljik hevesleri olanlar için tam bir anti ihtiyaç. Bizim için ise üzerine saatlerce “Neden?” sorusunu tartışabileceğimiz bir tersten tasarım harikası… Sanırım gelişmeler bir yere kadar benimsenirken, belirli bir seviyede taşma noktasına ulaşıyor. Ve tüm süreç aynı şekilde geriye doğru akmaya başlıyor. Popüler kültürden uzak durmanın da popüler kültürün bir parçası olması gibi. Tam bir Epimenides paradoksu. “Tüm Giritliler yalancıdır” diyen Giritli Epimenides doğru söylüyorsa, aynı zamanda yalan söylüyor olması gerekir. Lütfen telefonunuzun hoparlörü ile barışın. Klimalı ayakkabı: Lütfen gerçek olmasın Sadece yüzüne bakarak bile anlayabilirsin. Bizi süper bir şeymiş gibi ikna etmeye çalışıyor ama gerçek hayatta kimse böyle gülmez… Nem geçirgen dış tabanlar, EVA ile bağcıklı file iç tabanlar, koku giderici, antimikrobiyal unsurlar, doğal deri görünümün içinde bir şok emme sistemi… İlk okuyuşta acayip bir fikir gibi hissettirse de, ne kadar saçma olduğunu anlamak uzun sürmüyor. Yine de klimalı ayakkabıların 2003-2016 yılları arasında 6.7 milyon çift sattığını da belirtmek lazım. Tam bir tek seferde salaktan parayı kırıp Ege’ye yerleşme projesi. Kesinlikle bir anti ihtiyaçtır. Özellikle kış aylarında klima fikrinin ekstra iyi hissettirmediğini belirtmek gerek. Belki yazın üzerine tekrar düşünür ve yazıyı güncellerim (Sanmıyorum). Uzaktan kumanda minder: Tamam da neden oradasın? Normal kumandaları neden sevemedik? Bunca yıl kahrımızı çekti, defalarca yere düştü pilleri dağıldı, sayısız “Neden çalışmıyorsun?” darbesi yedi. En kötüsü ise uzaktan kumandaları hep oturduktan sonra en konforsuz yerde unuttuk ve içten içe onları suçladık. Kumanda gibi kullanabileceğimiz bir minder tüm dertlerimizi çözer miydi peki? Bir metafor değil, üzerinde kumanda tuşları bulunan ve kanal değiştirebildiğiniz bir minderden bahsediyorum. İlk etapta çok eğlenceli bir anti ihtiyaç hediyesi olabilir ancak üzerinde uyuyakalıp yanlışlıkla açılan televizyon sesine uyandığımız ilk an yeni kabusumuz haline gelecektir. Güzel desen değil, işlevsel hiç değil… Tam bir anti ihtiyaç. Çevremizden birinin satın alıp ilk 1 hafta herkese övdüğü daha sonra (muhtemelen pili bittikten sonra) ortadan kaldıracağı bir tasarım harikası(!) “Kime göre, neye göre?” iddialı bir soru Sanırım anti ihtiyaç şampiyonu NVX 200 oldu. Her ne kadar Tomatan’ın domates fikri çok saçma olsa da, yerine koyulabilirlik açısından NVX 200 liderliği eline alıyor. Bu noktada aklımıza şu soru geliyor: Bu fikirler bir zamanlar birileri tarafından mantıklı bulundu ve emek + sermaye ikilisini yaratmaya zorladı. Belki bugünün teknolojileri de yarının anti ihtiyacıdır. Yakın bir gelecekte “ChatGPT diye bir araç vardı, yazıyordun sana metin olarak cevap veriyordu.” diyerek komik bir nostalji malzemesi haline getiremeyeceğimiz ne malum? Esasında bu yazının ortaya çıkış amacı, her sene sonunda tüm kombinasyonları sonuna kadar tüketen içerik başlıklarına tatlı bir gönderme yapmaktı. Yoksa farklı hikayeler amacının uzağında farklı sonuçlar doğurabiliyor. Yanlış seçilmiş hedef kitleler, öngörülemeyen teknik detaylar ortaya çıkan sonucu olumsuz etkilese de bir sonraki adımda yaşanacak hataları engelleyebiliyor. Muhtemelen yukarıda saydıklarım ya da benzer teknolojik araçların hikayesini okuduğunda aslında daha geniş çaplı bir amaca hitap ettiğini ve sağlam bir hikayeye dayandığını fark edersin. Çoğu ilk bakışta gereksiz bir ihtiyaç gibi görünse de; AR/VR, 3D baskı, yapay zekâ gibi yıkıcı teknolojileri baston olarak kullanmak daha gerekli teknolojiler için bir geçiş basamağı olabilir. Belki de anti ihtiyaçlar sadece kelimeler gibidir. İlk bakışta “Oha kimin aklına gelmiş bu?” dedirten, ancak üzerine bir süre düşündükten sonra saçma gelmeye başlayan bir dizi kelime gibi. Havuca ilk kim havuç demiş bilmiyoruz ancak benim bu yazıyı hazırlarken karşılaştığım bir dizi girişimi uzun bir müddet unutamayacağım kesin. Kesinlikle anti ihtiyaç değil…
ChatGPT’yi Gündelik Hayatın Bir Parçası Haline Getirmek
İlgililerin dikkatine. Fütüristik sohbet botu ayağınıza geldi. Metin çevirisi, gerçek zamanlı sohbet, makale yazımı, yaratıcı yazı ürünleri ve çok daha fazlası itinayla yazılır. 5 dakikada yapılır, hemen teslim edilir. Belki OpenAI’nın pazarlama ekibinde değilim (henüz), ancak çok daha yaratıcı bir reklam politikası yürüteceğim kesin. En azından Türkiye pazarı için bunu söyleyebilirim. Yapılan işlerin nasıl anlatıldığının her zaman işin kendisinden daha büyük önem arz ettiğini düşünmüşümdür. Özellikle söz konusu potansiyeli yüksek ve erişilebilirliği kolay olan teknoloji ürünleri olduğunda, bu anlatımlar çok daha fazlasına karşılık geliyor. Reklam kampanyanızı nasıl başlangıç seviyesi için el kitabı haline getirebilirsiniz? Üzerine düşünülmesi gereken soru tam da bu. Ya da tersi. Son dönemin parlak teknoloji ürünü ChatGPT hakkında yeterince konuştuğumuzu düşünüyorum. Hepimiz bu araca dair en az bir cümle kurduk, arkadaş sohbetlerinde adını geçirdik. Hatta bununla yetinmedik ve direkt sohbet botunun kendisiyle iletişime geçtik. Tüm bu yoğunluğun yanında hâlâ en efektif yanlarını keşfedebildiğimizi sanmıyorum. ChatGPT gibi gelişmelere başta büyük bir hype ile yaklaşıyor, biraz eğlence biraz akademik kaygılar derken hızla tüketiyor ve yeni bir oyuncağa kavuştuğumuzda bir kenara atıyoruz. Oysa şahane bir kişisel asistan olabilir. Ben de baştaki heyecanımı attıktan sonra ChatGPT’yi kişisel kullanımım için nasıl en verimli haline getirebilirim diye düşünmeye başladım. Ben bir içerik yazarıyım, ChatGPT ile neler yapabilirim? Benim yerime benim tarzımda içerikler üretmesini beklemek, bir noktada emek hırsızlığı olabilirdi. Hatta yapay zekânın işimizi elimizden alacağını değil, bizim işlerimizi bile isteye ona vereceğimize dair düşünürken konudan epey bir uzaklaştım. İçinden çıkamadığım, çevremdeki insanların ilgi duymadığı veya sadece bana kötü hissettiren herhangi bir konuda sohbet edebileceğim bir can yoldaşı olmasını istesem? Makinelerin bizi yalnızlaştırdığı alternatif bir Her evreninin içine girmek için ne kadar hevesliyim emin olamadım. Bunlar gibi tonla soru aklımda dolaşırken, benimle benzer durumdaki kullanıcıların deneyimlerine başvurmaya karar verdim. Eğer ChatGPT ile garip yemek tarifleri, büyük bir çıkış yapmanı sağlayacak şarkı sözleri ya da tutması muhtemel tweetler oluşturmaktan sıkılırsan, nasıl daha efektif kullanabileceğine dair tecrübeyle sabit önerileri değerlendirebilirsin. ChatGPT ve öğrenim süreci Keşke öğrendiğimiz her şey için her an ulaşabileceğimiz belirli bir yeterlilik düzeyinde kişisel eğitmenlerimiz olsaydı. Hoş, bir öğretmen kızı olarak bu imkana sahip olsam da herhangi bir faydasını görmedim. Peki etrafımdaki öğretmen annem değil de, tüm amacı benim sorularımı yanıtlamak olan bir yapay zekâ aracı olsaydı? Genel bağlamda annemi tercih ederim ancak bazen duruma göre davranmaktan zarar gelmez… İnternet derya deniz bir bilgi arşivi ve bugün öğrenmek istediğimiz her şey için fiziksel eğitim almamıza gerek yok. Udemy gibi platformlardan hatta YouTube’dan bile aklımızdaki konu başlıklarına dair eğitim setlerine erişebiliyoruz. Ancak öğrenme sürecinin biraz nankör olduğunu da itiraf etmek lazım, hatalarımız anında düzeltilmediğinde kronikleşebiliyor. ChatGPT burada sahneye çıkabilir. Evrensel dil modeline saygımızdan dil öğrenme ile ilgili bir örneği temel alalım. Türkçe öğrenen birini düşünün (Dil bilgisi hatalarına müsait ve görece karmaşık bir sondan eklemeli dil olduğu için Türkçe örneğini tercih ettim). Kahramanımız çalışırken yaptığı dil bilgisi ya da imla hatalarını eş zamanlı olarak düzeltmek istiyor. Ancak Google Çeviri gibi hizmetler bu alanda yetkin değil. Cümleleri ChatGPT’ye göndererek hataları düzeltmesini ve açıklamasını talep ediyor. Gördüğün üzere ChatGPT yalnızca hatalarını düzeltmekle kalmıyor. Hatalarını detaylı bir şekilde açıklayarak öğrenme sürecine katkıda bulunuyor. Hızlı ve isabetli cevaplar ile olumlu bir etki yaratan ChatGPT’yi eğitim süreçlerimizde çok daha yaratıcı şekilde konumlandırmamız mümkün. Herhangi bir konu başlığına dair önemli noktalara değinmesini isteyebilir ve hatta test sınavlarının kabusu olan “Hangisi en büyük etkiyi yapmıştır?” sorusuna bizim yerimize karar vermesini isteyebiliriz. Ben dil ve tarih alanlarını örneklendirmesi kolay olduğu için tercih ettim. Sen kendini sınırlamak zorunda değilsin, aklına gelen herhangi bir alanda ChatGPT sana memnuniyetle yardımcı olacaktır. ChatGPT ve çalışan performansı Artık ‘çalışan performansı’ kalıbını duymak bile tüylerimizin ürpermesine yetiyor. Pandemi döneminden sonra uzaktan çalışma modellerinin yaygınlaşması ve akabinde çalışan takip sistemlerinin geliştirilmesi, yarış atı gibi hissetmemize yol açtı. Yaratıcılığı öldüren ve sorgusuz köleler yaratan çalışan puanlama sistemleri patronların cebini doldururken çalışanların yaratma ve üretme motivasyonunu baltalıyor. Teknolojiyi lehimize çevirmek her zaman mümkün ancak bu sefer bunu kendimiz yapabiliriz. ChatGPT herhangi bir katma değere sahip olmayan ancak vaktimizi alan işlerde bize yardımcı olabilir. Toplu bir etkinlik e-maili göndermek ya da haftalık toplantıları planlamak gibi. Özellikle ilmek ilmek detaylandırılmış uzun e-mailler, yorgun bir günün sonunda konuştuğumuz dili unuttuğumuzu hissettirebiliyor. Böyle bir durumda ChatGPT’ye yüklediğimiz mailin uygun bir şekilde cevaplandırılmasını ‘rica edebiliriz.’ Toplantılarda raportör olarak yer almanın en can sıkıcı yanı hızla alınan notları daha sonrasında anlamlandırmaya çalışmak. O an çok mantıklıymış gibi gelen ancak özellikle aradan birkaç saat geçmesine izin verirsek anlamsız kelime öbeklerine dönüşen notlar raporlama yapan herkesin korkulu rüyası olabilir. Eğer kendini yorgun hissediyorsan veya modunda değilsen ChatGPT’ye notlarını gönderip toparlamasını isteyebilirsin. Midjourney gibi yapay zekâ araçlarına derdimizi anlatıp görsel elde ettiğimiz gibi, ChatGPT’ye de derdimizi anlatıp metin elde edebiliriz. Yukarıda da söylediğim gibi ben bir içerik yazarı olarak bunu pek doğru bulmasam da asıl işi metin üretmek olmayan biri ihtiyaç halinde kolaylıkla yapay zekânın yaratıcılığından yararlanabilir. ChatGPT ile daha iyi bir yazar olmak İşte buradayım, başından beri reddettiğim maddede. Ancak hatırlatmakta fayda var ben ChatGPT’ye yapamazsın demedim, bu yöntemi efektif bulmadığıma değindim. Yine de ana ürünü yapay zekâdan talep etmeden, bir asistan gibi konumlandırmaya sıcak basıyorum. Blog, makale, reklam metni hatta WhatsApp mesajı yazan herkesin hemfikir olduğu bir şey vardır ki, o da herkesin bir tıkanma noktasının olabileceği. Bazen bu tıkanma noktaları öyle anlara denk gelir ki, içinden çıkamadıkça kafayı yeriz. Böyle anlarda ChatGPT’nin asistanlığı çok şey ifade edebilir. Örneğin yapay zekâ ile görsel üretimine dair bir makale yazmak istiyorsun ancak ne yazacağına dair aklında hiçbir şey yok. Zihnin boş ve bembeyaz bir sayfa gibi. İşte böyle bir anda ChatGPT’ye kısaca derdini anlatıp senin için alternatif makale başlıkları derlemesini isteyebilirsin. Bu adımdan sonra bırakabilir, elde ettiğin başlıklardan birini seçerek yoluna devam edebilirsin. Ancak hâlâ yetkin ve yaratıcı hissetmiyorsan, seçtiğin başlığı ve kelime sayısı gibi detayları bildirerek ChatGPT’den senin için bir yazı oluşturmasını isteyebilirsin. 300 kelime ile sınırladığım için beni üzmedi ancak cümleyi yarım bıraktı. Öğrenecek, o da öğrenecek... Teknoloji öcü değil, ChatGPT de öyle Belki de beklenen atılımı yaşayabilmek için teknolojiyi eğlence sektörünün pençelerinden sıyırmamız gerekiyordur. Bu birlikteliği seviyoruz ancak bu ikilinin göz önünde olmadığı bir senaryoda nasıl bir medeniyet olurduk diye merak etmeden geçemiyoruz. Yine de sektör fark etmeksizin yapabileceğimiz bir çıkarım var. Maharet neyi ne amaçla ürettiğimiz değil, doğru talimatları verdiğimizden emin olmamız. Amacımıza yönelik kullanabildiğimiz sürece teknolojinin bütün imkanları bize açık. Bunu böyle düşünüp şeytani bir açıdan algılamak her zaman mümkün, ancak geniş bir perspektiften baktığımızda nereye kadar engel olabiliriz ki? Bireysel olarak içimizdeki canavara engel olup, gerisini yaratıcı zihinlerin insafına bırakmak lazım. Sonuçta kimse bize ChatGPT gibi büyük gelişmeleri ne için ve nasıl kullanmamız gerektiğini söylemedi…
Geleceğin Futbolunu Bugünden Benimsemek
Hayvan mesanesi. İlk lastik top. Sokak kuralları. Üçten beşe değişen oyuncu değişikliği hakkı. Ayağımızın içiyle vurmaya başladığımızdan beri hem futbol topları hem de oyunun doğası dönüşüyor. Bu sefer sahnede teknolojinin parmağı var. Nike’ın 2014 Dünya Kupası için oluşturduğu The Last Game videosunu hatırlıyorum. Futbolcu klonlar ile gerçek efsanelerin yapacağı ve tek gol atanın kazanacağı bir maçı konu alan reklam filmini defalarca kez izlemiştim. Elbette aklımdaki futbol ve teknoloji birlikteliği karanlık bir zemine oturmuyordu fakat yine de futbolun geleceğine dair bir şeyler görmek beni epey heyecanlandırmıştı. Hatta şu cümleyi hiç unutmuyorum: "Siz futbolu bir oyun gibi görürsünüz, onlar ise bir iş gibi." Bugün tam 8 sene sonra 2022 Dünya Kupası’nda hâlâ şeytani futbolcu klonların varlığından söz edemiyoruz (Neyse ki!). Ancak yıkıcı teknolojilerin iyileştirici gücünü dönüştüren araştırmacılar, izlediğimiz futbola bambaşka bir derinlik algısı getiriyor. Derbi günleri yapılan ofsayt-değil tartışmalarından tutun, golün kime yazılacağına kadar pek çok farklı parametre güçlü ellerin dokunuşuyla şekil değiştiriyor. O zaman 2022 Dünya Kupası’nı milat alan ve bir süredir hayatımızda olan futbol teknolojilerine daha yakından bakalım. Hepimizi birleştiren Dünya Kupası Dünyanın en çok takip edilen, en kârlı ve en sevilen sporunun yolunun modern teknoloji ile kesişmesi an meselesiydi. Futbol ve spor organizatörleri hem seyir zevkini artırmak, hem oyun yönetimini kolaylaştırmak hem de seyir deneyimine derinlik katmak için elindeki tüm kartları 2022 Dünya Kupası’nda oynamaya karar verdi. Dünya Kupası’nın dört senede bir düzenlenen küresel bir turnuva olması, gerçekleştiği süre boyunca hayatın durmasına yol açıyor. 2022 Dünya Kupası’nın yolu da 2018’den beri hasretle gözleniyordu. Üstelik Messi ve Ronaldo gibi efsanelerin son turnuvası olma ihtimalini göz önünde bulunduran Arjantin ve Portekiz destekçileri, bu turnuvaya ayrı bir önem biçti. Öyle ki 2014 yılında Messi’nin çok yaklaştığı Dünya Kupası’na finalde trajik bir şekilde veda etmesi, yıldız oyuncunun Dünya Kupası lanetinin olduğu iddialarını alevlendirmişti. Katar’ın sıkı turnuva önlemleri nedeniyle büyük bir hayal kırıklığı olarak başlayan 2022 Dünya Kupası, aslında benim yıllardır beklediğim ikilinin birlikteliğine sahne oldu. Başladığı günden itibaren spor tarihindeki en önemli oyun içi teknoloji kullanımına ev sahipliği eden turnuva, uzun zamandır peşinde koştuğum futbol-teknoloji ikilisini gözlemleme şansı verdi. Hoş, tüm tartışmaların ötesinde grup aşamasının oldukça sürprizli geçmesi de nispeten bir seyir zevki kattı diyebiliriz. Spor teknolojisi hâlihazırda gelişmekte olan ve el değmemiş olarak nitelendirilebilecek bir alandı. Bunun nedenleri arasında gelenekselliğin canlı yayınlanan spor müsabakalarında önemli bir yer tutmasını gösterebiliriz. Her ne kadar hakem kararları gibi insan hataları tartışmalara yol açsa da birçok insan, sporun ruhunu hata yapılabilme lüksünün ayakta tuttuğunu savunuyor. Ancak gol çizgisi izleme teknolojisi ve VAR (video hakem) gibi yeniliklere çoktan alıştık. Tartışmalı bir pozisyon sonrası hakemin parmaklarıyla hayali bir ekran çizeceği anı sabırsızlıkla bekliyoruz. Ortamlarda reddettiğimiz, ancak içten içe sağladığı güveni sevdiğimiz bir alan spor teknolojisi. Üstelik her ne kadar duygusal boyutta reddedilse de, takımların veri analistlerinin kollarını dirseğe kadar sıvamasını sağladığı kesin. Şarj Edilebilen Akıllı Toplar, Aşk-Nefret İlişkisi: VAR Dilimize pelesenk olmuş bir spor teknolojisi ile açılışı yapabiliriz. Yalnızca video hakem desteği deyip geçmemek lazım. VAR teknolojisi 33 kamera kaydı, 2 özel ofsayt kamerası, 3 yardımcı, 4 tekrar operatörü ve heyecanla bekleyen binlerce taraflar ile saha içine önemli yardımlarda bulunuyor. Oyunda daha önce yakalanmayan hataları bildirmesi için “sıcak sahalara” inen yardımcı video hakem teknolojisi, açık ve bariz hataların önüne geçmek için var gücüyle çalışıyor. Eğer ortada oyunun gidişatını etkileyecek tartışmalı bir pozisyon yaşanırsa, hakem VAR ekibine danışmak için oyunu durdurabiliyor. Akabinde VAR ekibi direkt karar verme ya da hakemi VAR monitörüne çağırarak görüş alma inisiyatiflerine sahip. Dediğimiz gibi taraftarlar ile VAR teknolojisi arasında tam bir aşk-nefret ilişkisi var. Tutulan takımı ipten alabilir ancak gözden kaçan bir hatayı ortaya çıkararak ipe de götürebilir. Nihayetinde daha adil bir oyun ortamı yaratmak için çalıştığını söyleyebiliriz. Fırat Aydınus'lusunu aradık ama bulamadık ne yazık ki... Tanıdık bir simayla ısınma turlarını attığımıza göre 2022 Dünya Kupası’nın yıldızından bahsedebiliriz. Spor tarihinde ilk defa bir turnuvada maç topları, gerçek zamanlı olarak uzamsal konumlandırma verilerini toplayan sensörler içeriyor. Oyunun gidişatına dair verilerden, golleri kimin attığına kadar bilgiler paylaşan akıllı top sensörleri şimdiden meyvesini vermeye başladı bile. Grup aşamasında karşılaşan Uruguay ve Portekiz’in maçında ilk golü kimin attığı büyük tartışmalara neden oldu. Rakip kale önünde duran Cristiano Ronaldo’ya temas ediyormuş gibi görünen top, başta golün yıldız oyuncuya yazılmasına neden oldu. Ancak daha sonra Adidas’ın akıllı toplarından gelen veriler Ronaldo’nun herhangi bir temasının bulunmadığını ortaya koydu ve gol Bruno Fernandes’e yazıldı. Ancak Ronaldo bile golü kendisinin attığını düşünüyordu... Dürüst olalım, temas var mı yok mu? Top ve optik izlemenin bu kombinasyonu, yakın gelecekte sporla ilgili herkes için tanıdık bir araç haline gelebilir. Tıpkı NBA'deki Second Spectrum izleme veya tenisteki Hawk-Eye teknolojileri gibi. Üstelik sadece daha adil saha içi veriler için değil hem takımlar hem de yayıncılar bu teknolojileri yararına çevirebilir. Ortaya çıkan nitelikli ve gerçek zamanlı veriler takımlar ve oyuncular tarafından yeni nesil taktiksel analizler geliştirmek için kullanılabilir. Yayıncılar ise sunuşun geleneksel doğasına müdahale etme şansını yakalayabilir. Oyunun yüksek oranda görselleştirildiği ve üst düzey veri grafikleri ile süslendiği bir oyun ideali. Hayranlar sonunda, şimdiye kadar asla mümkün olmayan geniş bir yeni istatistik okyanusuna açılma şansı elde edebilir. Gelecekte bizi neler bekliyor? Modern futbol ve teknoloji bağına dair bir kırılma yaşandığına inanıyorum. Taraftarların kafasındaki mitler yıkıldığında ve yeni sistemlerin işlevselliği genelgeçer olarak kabul edildiğinde, yeni gelişmeler çok daha hızlı yaşanacak. Burada özellikle yayıncıların daha fazla taraftara ulaşma ve takımların oyun anlayışlarını geliştirme gibi öncelikleri belirleyici rol oynayacaktır. Takım oyunundan ziyade bireysel gelişimine önem veren futbolcular da verilerin ışığında yeteneklerini yönlendirebilir. Peki ya fazlası? Belki de alternatif bir futbol evreni bize sahadaki pozisyonlar için tribünden oy kullanabildiğimiz kolektif bir hakem sistemi sunuyordur. Ya da antrenmanlarda gelişimlerini takip edebilmek için giyilebilir akıllı cihazları üzerinde taşıyan sporculara sıkça rastlayabiliriz. Olayları hakemin bakış açısından değerlendirmemizi sağlayacak kamera sistemleri de içimizdeki öfkeyi belki bir nebze dindirebilir. Keza yıldız futbolcuların açısından izlenebilen pozisyonlar da turnuvaların izleyici çekmesinin önünü açabilir. Nihayetinde Messi’yi geçmek için bekleyen futbolcuları yakın markajda gözlemlemek hatta belki VR başlıklar ile o anları simüle etmek, futbola en uzak insanın bile ilgisini cezbedecektir… Peki ya robot futbolcularla dolu bir futbol distopyası, yerini zaman makinesi ile istediğimiz futbolcunun istediğimiz halini getirebildiğimiz bir veteran turnuvasına dönüşürse? Sanırım bir sonraki hayalin gerçekleşene kadar yine reklam filmi izlemekle yetineceğim…
Black Friday'in Karanlık Yüzü
Yılın en büyük alışveriş çılgınlığı yine geldi çattı. Her sene Black Friday’de indirim fırsatı yakalamak için koşan insanların görüntülerine şaşırıyoruz. Sanki bir önceki sene de aynısını konuşmamışız gibi. Ya da ondan da önceki senelerde. Markalar mobil uygulamalarını önden hazırlıyor, müşterilerine sürekli hatırlatma bildirimleri gönderiyor. İndirimi yakalamak zorundaymışız gibi istek/ihtiyaç fark etmeksizin doldurduğumuz sepetlerimizi gün döner dönmez sanal kasalardan geçirmek için yarışıyoruz. Elbette çok azımız istediğini elde etmekte başarılı oluyor. Hoş, kışlık montu 36 ay taksitle almak zorunda kaldığımız bir dönemde kimsenin alışveriş alışkanlıklarını değerlendirmek bize düşmez. Ben sadece Black Friday gibi hiper indirim günlerinin problematik yönlerine değinmek istiyorum. Alışverişte fomo Bugün sosyal medyada karşımıza çıkan konu başlıkları üçe ayrılıyor. Black Friday’den alnının akıyla çıkanlar Black Friday’de alışveriş sepetindekileri kaptıranlar Black Friday çılgınlığını eleştirenler İndirim dönemi alışveriş alışkanlıklarını biraz fomo ile bağdaştırıyorum. Gündem kaçırma korkusu gibi indirimi kaçırma korkusu da alışveriş alışkanlıklarımızın şekil değiştirdiği bir dönemde yeni bir norm haline geldi. Normal satış fiyatıyla ihtiyaç duymadığımız bir ürünü indirim döneminde ucuza almak cazip gelebiliyor. Aslında öncelikli ihtiyacımız olmayan bir ürünü sırf yarı fiyatına satıldığı için alma eğiliminde bulunuyoruz. Dünya yavaş moda ve minimal tüketim eğilimini benimserken, bazı markalar Black Friday gibi indirim günlerinden elini eteğini çekmeye başladı. Peki bu içsel bir vicdan muhasebesi mi, yoksa müşterilerin talepleri doğrultusunda atılan bir adım mı? Tüketim değil aşırı tüketim çılgınlığı Sadece indirim günlerinde değil genel çerçevesiyle tüketim çılgınlığı, gezegenimizin geleceğini tehlikeye atmanın en bariz yollarından biri. Çözümü ise temelde çok basit, satın almamak. Ancak bu zinciri kırmanın yolu esasında satın almamaktan değil, bilinçli ve kontrollü alışveriş yapmaktan geçiyor. “Fast fashion” (hızlı moda) gibi kavramların içini dolduran satın alma alışkanlıkları, moda sektörünün karbon ayak izini dehşete düşüren bir seviyeye çekiyor. Hepimiz gezegen hakkında adım atılması gerektiğinden bahsediyoruz, ancak bunu sağlayacak adımları bireysel olarak atma konusunda pek de iyi değiliz. Akıllıca düşünülüp vazgeçilen gereksiz bir satın alım, yeşil kaynakların kullanımına oranla karbon emisyonu üzerinde daha büyük bir etki yaratıyor. Yani bireysel farkındalıklarımız aslında sandığımız kadar dar çaplı değil. Pandemi döneminin tüketim çılgınlığına dair ilginç bir etkisi oldu. Evet, evde kaldığımız süreçte çevrim içi alışveriş sayıları patladı, teslimat şirketleri nefessiz mesai yaptı ve yarınlar yokmuşçasına paket açtık. Perakende devlerinden Amazon, 2020'de 386 milyar dolarlık rekor küresel gelir elde etti. Ancak bu süreçte satın alma alışkanlıklarımız üzerine düşünmek için bol bol vaktimiz oldu. “Kimsenin göremeyeceği bir elbiseyi neden alıyorum?” “Kim bilir daha ne kadar maske takacağız, ruj satın almasam da olur.” “Aynı gömleğin farklı modellerine ihtiyacım yok, ne de olsa dışarı çıkamıyorum.” Ve “slow fashion” (yavaş moda) kavramının yükselişi tam da burada başladı. Uzun senelerdir Black Friday gibi indirim dönemlerinde markaların bize dayattığı ucuz ve hızla eskiyen ürünleri uygun fiyatlara alma alışkanlığımız, yerini biraz daha fazla ödeyerek uzun yıllar kullanabileceğimiz ürünler satın alma kararına bıraktı. Olabildiğince minimal dolaplar oluşturarak tarzımızı yansıtan ürünleri sıkça kullanabileceğimiz kapsülller oluşturmaya yöneldik. Turuncu bu yazın rengi olabilir ancak muhtemelen bir sonraki yazı görmeden çöpü veya ikinci el kıyafet uygulamalarını boylayacak. Olabildiğince çok yönlü kullanılabilecek, birbiriyle uyumlu ve uzun süre eskimeden giyilebilecek kadar kaliteli ürünler satın almak yavaş modanın temelini oluşturuyor. Z jenerasyonu diyip geçmemek lazım Bazı markaların Black Friday’i boykot etmesinin kendi tercihleri mi yoksa müşteri dayatması mı olduğunu sormuştuk. Her ne kadar her markanın kendi öznel stratejisi olsa da, 21. yüzyılda üreticiler tüketicilerin taleplerine her şeyden çok değer veriyor. Ne istediğini bilen ve talep etmekten asla çekinmeyen Gen-Z ise bu yolda markaların pazarlama ve üretim stratejilerine yön veriyor. Uçarı kaçarı tarzları ve kendilerine özgü tercihlerine rağmen Gen-Z, sürdürülebilir alışveriş alışkanlıklarının öncüsü olarak görülebilir. En büyüğü 25 yaşında olan genç kesim, alışveriş tercihlerinde marka isimlerinden önce sürdürülebilir satın alma kararlarını göz önünde bulunduruyor. Sürdürülebilir yaşam tarzının geleneksele oranla çok daha maliyetli ve erişilebilirliğinin düşük olduğunu düşünen görece yaşlı kesimin aksine gençler herkese daha sürdürülebilir olmaları konusunda ilham veriyor. Sadece dünya için değil, insanlar için de bir adım atılmalı Black Friday’in yarattığı tüketim dalgasından bireysel olarak da olumsuz etkileniyoruz. Kapitalist dünyada değerimizin sahip olduğumuz maddi ürünler ile ölçüldüğü ve bir şeyler satın alarak daha iyi hissettiğimiz bir çağda, sürdürülebilirlik kaygılarımız eylemlerimiz ile çakışıyor. Kötü hissettikçe daha fazla alışverişe meyilli oluyoruz ve kontrolsüzce tükettikçe daha huzursuz hissediyoruz. Muhtemelen çevresel açıdan sıfırı tükettiğimiz bir noktaya gelene kadar artan çaresizlik ve huzursuzluk hissiyle savaşmaya devam edeceğiz. Yalnızca biz değil, üretim çemberinin üyeleri de Black Friday’in ağırlığını omuzlarında hissediyor. Markaların ucuza satacağı kalitesiz malları üretmek için ek mesai yapan işçiler, paketleri zamanında ulaştırmak için çabalayan teslimat görevlileri gibi gruplar insani çalışma koşullarından uzakta efor sarf ediyor. Geçtiğimiz sene birçok ülkede Amazon işçileri, daha iyi ücret ve çalışma şartları talep etmek için Black Friday sırasında greve gitme tehdidine başvurdular. Daha az tüketen bir toplum Kanadalı gazeteci JB Mackinnon, aksi düşünülse de tüketim davranışının insan olmanın bir getirisi olmadığını savunuyor. Mackinnon’a göre tüketim alışkanlıklarımız sadece kemikleşmiş bir olgu ve söz konusu gezegeni kurtarmak olduğunda alışılmış klişelere eğilmek çok daha kolay. “Haydi benzin yerine elektrik ile çalışan bir araç yapalım” düşüncesinin, “Nasıl toplu taşımayı teşvik ederek daha az araç satılmasını sağlayabiliriz?” in önünde olması gibi. Neyse ki Gen-Z’nin liderlik ettiği bir süreç ile tüketime dair uyanmaya başladığımız bir noktadayız. Sadece değer yargılarımız değil, markalar ve hükûmetlerin ekonomik büyümeye dair atmadığı adımlar da insanları alternatif çözüm yolları bulmaya itiyor. Bugün çoğu insan kendi bahçesinde bir şeyler yetiştiriyor,bazı temel ihtiyaçlarını 3D yazıcı gibi yardımcılarla evde üretiyor, onarım hareketine katılıyor, kusurlu estetik konseptini benimsiyor. Hepimiz bir gecede alışveriş yapmayı bırakmayacağız ancak yeni bir sistemi markalara ve hükûmetlere dayatarak güçlü ekonominin yolunu açabiliriz. Özellikle elektronik cihazlar gibi uzun ömürlü ürünler için satış periyodunu düşürebilir ancak ikinci el ürün ya da tamir piyasası artan bir grafikle yeni iş alanları yaratabilir. Daha az tüketen dolayısıyla da daha az üreten bir toplum şu an için varsayımsal bir ütopya olsa da, değişim evlerimizden başlıyor. Örneğin ben bu Black Friday’de herhangi bir markadan alışveriş yapmadım. Peki en önemlisi canlı, renkli, hızlı, gösterişli ve açgözlü alışkanlıklarımızdan uzaklaşmaya hazır mıyız? Bunu gerçekten yapmak istiyor muyuz? Söz konusu huzursuzluğu yaşamamak için insan önce kendine karşı dürüst olmalı.