Göktuğ İpek
LATEST STORIES
100 yıl öncesinden sesler ve görüntüler
Bu yayın için ilk teşekkürü Mehmet Selahattin Güngör'e etmeliyiz sanırım. Bizi bu yolculuğa çıkaran en başta oydu çünkü. Kendisinin şimdiye kadar 70 civarı yazını yayımladık. Ama bundan çok daha fazlası var. Burada yer ver(e)mediğimiz yazılarından bazılarını aşağıya bırakıyorum: Hayvanların hayvanat bahçelerinde ve sirklerde yaşamaması gerektiği ve özgür olmaları gerektiğinin savunucuları günümüzde her ne kadar geçmişe göre çok daha fazlaysa da hâlâ bu durum tam anlamıyla çözülebilmiş değil. Ama eskiden sirklere ve hayvanat bahçelerine böyle yaklaşılmıyordu. Dolayısıyla eğlenmenin bir aracı olarak görülüyordu. İşte böyle bir sirk 1931 yılında İstanbul’a da gelmişti. Yazarımız Mehmet Selahattin’in (M.S.) bu sirkte gördüklerini başka bir gözle okuyabilirsiniz. M.S. bizi daha önce Çamlıca Tepesi’ne çıkarmamıştı. Üsküdar dolaylarına ise ancak deniz sezonunda gidiyordu. Hadi gelin o zaman “aziz” İstanbul’a bir tepeden bakalım. Sarıyer’de barajların olduğu bölge eskiden beri “Bentler” olarak da anılır ve burası şehrin en uzak mesire yerlerinden biridir. Osmanlı döneminde inşa edilen bu barajların izlerini ve daha pek çok tarihi kalıntıyı görebileceğiniz Bentler’in 1920’lerin sonlarındaki hâlini merak edenlere M.S.’ten bir yazı … İstanbul’un bir başka uzak bölgesi Pendik’teki Zeytinlik isimli mesire yerini daha önce duyanınız var mı peki? Bilmeyenler buradan öğrenebilir. Kız Kulesi’nin tadilatı yeni bitmişken 1930’lardaki Kız Kulesi ’ne karşı bir yaz akşamı keyfi yaparak bazı şeyleri “unutsak” ya! Belki fonda gramofon ya da hatta canlı bir musiki de bize eşlik eder. Yaz bitti, sonbahar aylarındayız. “Beyoğlu’nun ışıkları kararmış, tenha sokaklarında” bir tur atmanın zamanıdır. Bugün hepimiz Kandilli’yi rasathanesi ve deprem araştırma enstitüsüyle biliriz (rest in peace Ahmet Mete Işıkara🤞). Zaten rasathanenin kuruluşu da 1800’lerin ortasına dayanır. Bakalım 1932’de bu tepe nasılmış? Ee demiştim… Mehmet Selahattin’de anlatacak hikâye bitmez. Kim bilir belki ileride bütün yazılarını bir arada görebileceğimiz kitabı da olur.🤷♂️ Bizim de var ufak tefek hayallerimiz...
“Vakıf, hatırlamanın ötesinde arşivleri ile geleceği de hazırlıyor”
Bu aydan itibaren yeni bir söyleşi serisine başlıyoruz. “Geçmişin Geleceği” kanalında tarihi geleceğe taşımayı görev edinen kişi ve kurumlara yer vereceğiz. Bu tarih farklı sosyal sınıflardan, cinsiyetlerden, din ve ırklardan gelenlerin tarihleri olsa da hepsinin temel ortak noktası sahip çıktıkları tarihin bu coğrafyanın tarihi olması. Bu ilk söyleşimizin konuğu benim de projesinde gönüllü olarak yer aldığım Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı. Vakıf adına sorularımı yanıtlayan ise Vakıf’ın kurucularından araştırmacı-yazar Aslı Davaz ve şu anki başkanı Prof. Dr. Birsen Talay Keşoğlu oldu. Önce isterseniz bilmeyenler için Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı'nı tanıyarak başlayalım. Vakıf ne zaman ve ne amaçla kuruldu? Aslı Davaz: Kuruluş sürecimiz 1988 yılında Şirin Tekeli’yle bir araya gelişimizin ardından başladı. Sonrasında Jale Baysal, Füsun Ertuğ ve Füsun Akatlı aramıza katıldı. Bina arayışımız zaman aldı ve zor bir süreç oldu. Mekân olarak hepimizin isteği, İstanbul’da özellikle kadınların yaptırdığı tarihî bir binada kütüphaneyi açmaktı. Sonunda İBB'nin restore ettirdiği, Fener’de bulunan Bizans döneminden kalma ve bugün de içinde çalışmalarımızı sürdürdüğümüz binamıza yerleştik. Bu bina, dönemin Belediye Başkanı Nurettin Sözen tarafından bize tahsis edildi. 8 Mart 1990'da resmî kuruluşumuz gerçekleşti, 14 Nisan 1990’da ise fiilen faaliyete geçtik. İBB ile iş birliğimiz böyle başladı. Hâlâ sürdürdüğümüz bu ilişkilerin bir sivil toplum kuruluşu ile yerel yönetim arasında kurulan iş birliğine iyi bir örnek teşkil ettiğini söyleyebilirim. Nurettin Sözen’in bize tahsis ettiği bu binada arşiv ve koleksiyonları, 33 yıldır geliştirmeye çalışıyoruz, araştırmacılara/okurlara hizmet vermeye devam ediyoruz. Bu bina kadın tarihi açısından önemli bir hafıza mekânı hâline geldi. Kadın tarihinin belleğini oluşturacak her tür malzemeyi toplamak, korumak ve bu belleğin aynı zamanda erişilebilir olmasını sağlamak amacıyla çalışmalar yürütüyoruz. Koleksiyonları oluşturmaya kitaplarla başladık. Bu doğrultuda yayınevlerinden destek istedik, bunun yanı sıra birçok kişi ve kurum, elinde bulunan kadın konulu kitapları kütüphanemize bağışladı. Arkasından Osmanlı dönemi kadın dergileri bölümünü açmak için yoğun bir çalışma ile kırka yakın eski harfli Türkçe kadın dergisi sağlandı, bunu Cumhuriyet dönemi kadın dergileri izledi ve böylece peş peşe yeni koleksiyonlar açıldı. Bugün kitap da dâhil olmak üzere özel arşiv, süreli yayın, kadın örgütleri ve örgütlenmeleri, efemera, kadın yazarlar, kadın sanatçılar, görsel, işitsel, afiş, sanat eserleri, gazete kupürü, sözlü tarih, nadir eserler, tez ve makale olmak üzere 16 koleksiyonumuz bulunuyor. Koleksiyonlarımızdaki malzemenin görünür olması ve araştırmacıların bu malzemeden haberdar olması için yayınlar üretiyor ve tanıtımlar yapıyoruz. Şüphesiz kadın hareketi ve mücadelesi farklı farklı pek çok alanda yürütülüyor. Peki Vakıf bu hareketin ve mücadelenin neresinde? Aslı Davaz: Kadın Eserleri Kütüphanesi olarak biz de kuruluşumuzdan birkaç yıl sonra, Türkiye’de kurulmuş kadın örgütleri ve örgütlenmelerinin her türlü materyalini sağlamaya çalışarak ve ulaşabildiklerini korumaya alarak, bu belgelerin zaman içinde yok olup gitmesini engelleyebilmek için özel bir koleksiyon oluşturduk. Vakıf kadın hareketinin ve bu mücadelenin belleği konumundadır. Kurumların ve örgütlenmelerin tarihini incelemek, çalışmalarını bilmek, aynı zamanda kadınların da tarihini bilmek ve incelemektir, dolayısıyla Vakıf kurulduğu günden bu yana, geçmişten günümüze tüm kadın kurum ve örgütlenmelerinin belgelerini toplamakta ve gelecekte kadınların tarihini oluşturacak belgelere kaynaklık edecek malzemeyi korumaya almaktadır. Kadın Örgütleri ve Örgütlenmeleri Koleksiyonu, çeşitli kadın örgütlerinden gelen belge bağışı, aynı örgüte ait çok fazla belge birikmesi ve özellikle araştırmacıların örgüt bazında belge talep etmeleri nedeniyle ortaya çıkan gereksinim üzerine, Efemera Koleksiyonu’ndan birkaç yıl sonra kuruldu. Bu bağlamda, 2022 yılı boyunca bu koleksiyonlarda bulunan belgelerin daha geniş araştırmacı kitlesine ulaşabilmesi için bir proje geliştirdik. İsveç Konsolosluğu ve EED’nin desteğiyle yürütülen çalışmalar sonunca 660 kadın örgütü ve örgütlenmesine ait 6000 civarında belge dijitalleştirildi, kataloglandı ve açık erişime sunuldu. Bu koleksiyonun dışında bulunan ve özellikle Osmanlı dönemi kadın örgütlerine ait belgeler, tarihi özellikleri gereği Nadir Eser Koleksiyonu’nda bulunuyor. Vakıf’ta Osmanlı’dan günümüze çeşitli mesleki örgütlerden yardım kuruluşlarına, üniversitelerin kadın araştırmaları bölümlerinden, bağımsız kadın örgütlerine kadar, kadın kurum ve örgütlenmesine ait belge mevcut. Geçmişe sahip çıkıp onu geleceğe taşımak, onun hatırlanmasını sağlamak Vakıf için ne anlam ifade ediyor? Aslı Davaz: Türkiye’de 1990’dan bu yana, özellikle Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nın kurulmasıyla kadın merkezli kütüphaneciliğin ve arşivciliğin ortaya çıkışı, kadınların eksik ve yetersiz temsilinin yarattığı açığın kapanması ve kadınların ürettiği belge mirasının korunması yönünde bir dönüm noktası olmuştur. Kadınların sözel, görsel ve yazılı bilgi ve belge mirasının derlenmesi, korunması ve bu bilginin erişime sunularak, kadınların özgürleşmesine katkıda bulunduğunu ifade etmek isterim. Bu çalışma alanı, yani kadın merkezli kütüphanecilik ve arşivcilik sadece sağlama, koruma değil, aynı zamanda toplumsal bir amaca da hizmet etmektedir. Bu amaç kadınların özgürleşmesine katkıda bulunmaktadır. Kadın tarihinin geçmişine ışık tutan Vakıf arşivleri geleceğimizin de şekillenmesini etkileyecektir. Çünkü arşivler sadece geçmişi incelememizi değil aynı zamanda geleceği de düşünmemizi sağlıyor. Derrida, Arşiv Humması makalesinde, arşivcilik bağlamında geçmiş ile geleceği ayırmaz. Arşivleri “geleceğin arayışı” olarak görür. Vakıf geçmişe sahip çıkarak, hatırlamanın ötesinde, arşivleri ile geleceği de hazırlamaktadır. Vakfın merkezi Fener'deki tarihî bir binada. Yani aslında bir nevi İstanbul'un ve İstanbul tarihinin merkezinde. Peki kadın hareketi ve mücadelesi İstanbul ile birlikte düşünüldüğünde şehrin tarihinde nereye konumlanıyor? Birsen Talay Keşoğlu: Türkiye’de kadın hareketini geç Osmanlı döneminden başlamak üzere ele alırız. Osmanlı döneminde kadın hareketinin en güçlü araçları dergiler veya gazetelerdir. Kadınlara ilişkin ilk dergi Terakki gazetesinin eki olarak İstanbul’da 1869’da yayımlanan Terakki-i Muhadderât 48 sayı devam etmişti. 1875 yılında yine İstanbul’da yayım hayatına başlayan Vakit Yahut Mürebbi-i Muhadderât sekiz sayı devam etmişti. Bu dönemde çıkan kadın dergilerinin çoğu İstanbul’da yayınlanmıştı. Kadınların sesi güçlü bir biçimde İstanbul’da duyulmuştu. Kadınların sorunlarına ilişkin meseleleri ele alan entelektüel kadınların büyük bölümü de yine İstanbul’da yaşayanlar olmuştu. Örneğin Fatma Aliye Hanım, kadınların sorunlarını dile getiren eserler kaleme alan ilklerden biridir. 1897’deki savaştan etkilenen askerler ve asker ailelerine yardım etmek için Nisvan-ı Osmaniye İmdad Cemiyeti’ni kurmuş ve bu yardım girişimleri II. Abdülhamit tarafından ikinci dereceden Şefkat Nişanı ile ödüllendirilmişti. Ayrıca, Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin ilk kadın üyesi olmuş ve cemiyete katkıları nedeniyle gümüş madalya almıştı. Bir kadından daha bahsetmek gerekiyor. Ulviye Mevlan Hanım 1913 yılında yönetimi ve yazı kadrosu tümüyle kadınlardan oluşan Kadınlar Dünyası’nı yayımlamış; yine aynı yıl Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti’ni kurmuştu ve aynı zamanda bir kadın dergisinin imtiyaz sahibi olan ilk kadındı. İstanbul dışında Selanik de haklar ve mücadeleler açısından önemlidir ancak İstanbul’un başkent olması, sarayın sunduğu imkânlar, güçlü bir basın hayatı, kadınların eğitime nispeten daha kolay ulaştıkları bir şehir olmasının yanı sıra çok uluslu yapısı değişim isteyen, daha geniş haklar talep eden kadınların sesinin buradan yükseltmesini sağlamıştır. Türkiye’de bu tür vakıfların sadece maddi bakımdan değil manevi olarak da ayakta kalması çok zor. Örneğin biri Vakıf’a gelip gönüllü olarak destek olmak istediğini söylese herhangi bir akademik arka planı da olmasa yapabileceği şeyler var mı? Varsa bunlar nelerdir? Birsen Talay Keşoğlu: Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi gerçekten ağırlıkla gönüllü emeğine dayalı olarak 32 yıldır varlığını sürdürmektedir. Bu konumu maddi açıdan zorluklar getirse de bağımsızlığını koruması açısından önemlidir. Genel kurul ve yönetim kurulunda çok sayıda akademisyen varsa da gönüllü emeği için mutlaka akademik arka plana sahip olunması gerekmiyor. Bu vakfa destek vermek isteyen herkesin mutlaka yapacağı bir iş var. Örneğin, yakında yeni bir kampanya başlatmayı düşünüyoruz. Kütüphane Dostları Kampanyası. Bu kampanya çerçevesinde düzenli bağışçı olarak destek verebilirler ya da bu kampanyaya destek verecek insanlara ulaşarak onları vakıfla buluşturabilirler. Bunun yanı sıra daha önceki yıllarda da gerçekleştirilen mezatlar oldu ve bu sene de yine haziran ayında kütüphane binasında yapmayı planlıyoruz; mezata katılarak katkı sağlayabilirler. Ayrıca elde olan belgelerin tasnifinin ardından zarflanarak klasörlere koyulmasına kadar basit ama zaman alıcı işler yapılıyor. Sergiler yapıyoruz, fuarlara katılıyoruz, bu işler sırasında orada olmak, katılım sağlamak, nöbetleşe görevi sürdürmek gibi akademik arka plan gerektirmeyen ama çok önemli destekler verilebilir. Sosyal medyayı herkes kullanıyor; sosyal medyada kütüphanenin paylaşımlarını yaygınlaştırmaktan, projelerimize sponsor olmak ya da sponsor bulmaya kadar varan çeşitli alanlarda herkes yer alabilir. Hatta haftanın bir günü gelip kütüphanede bulunmak da çok önemli bir destek olur çünkü sadece bir düzenli çalışanımız var. Okurlarımız için Vakıf’ın yayınlarından birkaç kitap önerebilir misiniz? Birsen Talay Keşoğlu: Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nın tek hedefi kadınlarla ilgili bilgi ve belgeleri toplamak değil. Toplanan bilgi ve belgeleri bibliyografyalar aracılığıyla sunmak da en önde gelen amaçlarından biridir. Bu doğrultuda Vakıf kadınlarla ilgili yeni belge üretimi de yapmaktadır. Vakfın çok sayıda yayını var. Bibliyografyalar kadın çalışmaları ve araştırmaları için temel başvuru kaynağıdır. Örneğin İstanbul Kütüphanelerindeki Kadın Dergileri Bibliyografyası/1869-1927 , Hanımlar Âlemi’nden Roza'ya Kadın Süreli Yayınları Bibliyografyası/1928-1963 , Kadın Yazıları: Kadınların Edebiyat Ürünleri, Kadınlar Üzerine Yazılanlar ve Tezler Bibliyografyası / 1955-1990 , Kadın Konulu Kitaplar Bibliyografyası / 1729-2002 . Ayrıca yakında dokuzuncu cildi yayımlanacak olan Kadınların Belleği Dizisi I ve II projesinde, Osmanlıca kadın dergilerinin Latin harflerine çeviri yazımı yapıldı ve proje devam ediyor. Birinci proje kapsamında Kadınlar Dünyası (1913-1921) , Hanımlara Mahsus Gazete (1895-1908) , Kadın Yolu/Türk Kadın Yolu (1925-1927) , Kadın (1908-1909) , Türk Kadını (1918-1919) , Genç Kadın (1918) , Aile (1880) ve Hanım (1921) dergilerinin çeviri yazımı yapıldı. Vakıf, “Kadınların Belleği Dizisi 2- 30. Yıl Projesi”yle bir önceki projeden kalan 32 derginin çeviri yazımının yapılması için 2017’de çalışmaları başlattı. Gönüllü ve özverili çalışan bir ekiple ilerleyen projenin ilk yayınları Libra Kitap’tan çıktı. İkinci proje , Yeni Harflerle Bilgi Yurdu Işığı (1917-1918) / Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Kadın Dergileri: Talepler, Engeller, Mücadele-Cilt 1 , Yeni Harflerle İnsaniyet (1882-1883) ; Kadınlık Hayatı (1913); Erkekler Dünyası (1914); Ev Hocası (1923); Firuze (1924) / Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Kadın Dergileri: Talepler, Engeller, Mücadele-Cilt 2 , Yeni Harflerle Hanımlar Âlemi (1914) / Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Kadın Dergileri: Talepler, Engeller, Mücadele-Cilt 3 , Yeni Harflerle Sıyanet (1914) / Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Kadın Dergileri: Talepler, Engeller, Mücadele-Cilt 4 , Yeni Harflerle Kadınlar Dünyası (1913-1921) Sayı: 101-110 / Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Kadın Dergileri: Talepler, Engeller, Mücadele –Cilt 5 , Yeni Harflerle Kadınlar Dünyası (1913-1921) Sayı: 111-120 / Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Kadın Dergileri: Talepler, Engeller, Mücadele-Cilt 6 , Yeni Harflerle Hanımlara Mahsûs Gazete (1895-1908)-Sayı: 1-13 / Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Kadın Dergileri: Talepler, Engeller, Mücadele-Cilt 7 , Yeni Harflerle Hanımlara Mahsûs Gazete (1895-1908)-Sayı: 14-25 / Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Kadın Dergileri: Talepler, Engeller, Mücadele-Cilt 8 ’den oluşmaktadır. Yakında yayımlanacak olan dokuzuncu cilt; Âyîne (1875) , Parça Bohçası (1889) , Âlem-î Nisvan (1906) , Seyyale (1914) dergilerinden oluşmaktadır. Bu proje 19. yüzyılın sonlarından itibaren dönemin kadınlarının yaşadıkları sorunları, çözüm arayışlarını, karşılaştıkları engelleri, hakları için verdikleri mücadeleyi, kurdukları dernekleri, kamusal hayata katılma çabalarını, düşüncelerini ve kaleme aldıkları yazıları görmemizi sağladı. Vakfın yer yıl çıkardığı ajandalar ise kadın ve kadın eserlerini ele alarak hazırlanmıştır. Aynı zamanda bir başvuru kaynağı olma özelliğine de sahiptir. Birkaç örnek vermek gerekirse, 1997 yılı ajandası Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Kadın ve Giyim , 1998 ajandası Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Kadın ve Eğitim , 2017 ajandası Kadın Hayatlarını Yazmak Oto/Biyografi Yaşam Anlatıları , 2018 yılı ajandası Kadın Tarihini Yazmak , 2019 ajandası "Kadınlar Vardır! 1923-2018 Kadın Kurumları ve Örgütlenmeleri" ve 2020 yılı ajandası "Arşivim Nerede? (30. Yıl Ajandası)" başlıklarıyla referans kaynaklar olma özelliğine sahiptir.
Çocuk Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
Ne zaman 23 Nisan -ya da 19 Mayıs- günü gelse ister istemez aklıma kutlamalar adı altında haftalar, hatta aylar öncesinden bayram gösterileri için yaptırılmaya başlanan provalar geliyor. Birçok kişi gibi ben de bu gösterilerden yırtmanın yolunu arardım. Çünkü sözde bu günler çocukların ve gençlerin bayramıydı ama kimse size ne istediğinizi sormazdı. O bir günlük tatilde sabahın köründe statlara, gösteri alanlarına dikilir, büyükleri eğlendirir, öğretmenlerimizi gururlandırırdık. Gurur duyulacak çocuklar yetiştirmenin kriteri hangi ara buna dönüştü bilmiyorum. Yazarımız Mehmet Selahattin’in anlatımına göre en azından o tarihlerde çocuklar 23 Nisan’ın tadını bir ölçüde çıkarabiliyor, büyükler de fırsattan istifade bir günlüğüne çocukluklarına dönüyormuş. 23 Nisan 1936 tarihli Son Posta gazetesi Çocukların büyümek, büyüklerin tekrar çocuk olmak istemeleri hiç değişmeyecek gibi duruyor. Çocuk olmanın getirdiği kaygısızlık… En büyük derdinin aşık olduğun çocuğun sana pas vermemesi ya da silginin çalınması olması ve bu ikisi arasındaki ince bir çizgi bulunması… İşte çocuk olmanın dayanılmaz hafifliği… Çocukları Koruyalım Öksüz ve yetim çocukların korunması, beslenmesi, sağlığı ve eğitimini üstlenmek için kurulan Himâye-i Etfâl Cemiyeti I. Dünya Savaşı devam ederken 1917 yılında İstanbul’da kurulmuştu. Savaştan sonra Mütareke Dönemi’nde de faaliyetlerine devam eden cemiyet, bu konunun önemini fark eden Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından yeniden yapılandırılarak Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti adıyla 30 Haziran 1921’de Ankara’da hayat buldu. Aslında öncelikle şehit çocuklarıyla ilgilenmeyi amaçlayan cemiyet, zamanla tüm öksüz, kimsesiz ve yetim çocukların korunmasını ve bakımını üstlenmişti. ilk faaliyete başladığında bütçesi sadece 20 liraydı . Yurt içi ve yurt dışında açtığı şubelerde düzenlediği müsamere, çekiliş, sergi, konferans gibi etkinliklerle hem cemiyet tanıtılmış hem de bağışlar toplanmıştı. Cemiyete ait bir kartpostal 1934 yılına gelindiğinde dilde sadeleşme çalışmalarının etkisiyle adı Çocuk Esirgeme Kurumu olarak değiştirildi. Cumhuriyet döneminin zinde, sağlıklı ve "Gürbüz Türk Çocuğu" yetiştirme projesinin önemli uygulayıcılarından oldu. Özgürlüğün Tepesi Mehmet Selahattin’in 23 Nisan’ın en coşkulu kutlandığı yerlerden biri olarak bahsettiği Hürriyet Tepesi (nam-ı diğer Abide-i Hürriyet ya da Hürriyet-i Ebediye Tepesi ) adını II. Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra, yani 1909’da İstanbul yönetimine karşı çıkan ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen olaylarda ölen askerlerin anısına bu tepeye yapılan bir anıttan almıştı. Yapımı iki yıl süren bu anıt Osmanlı’nın ilk ulusal anıtı olma özelliğini sahipti. Özgürlük hareketini simgelemesi için havaya atış yapan bir top şeklinde tasarlanmıştı. Şişli’deki Hürriyet Abidesi Anıtın çevresinde olaylarda ölen askerlerin yanı sıra İttihat ve Terakki Cemiyeti ’nin önemli isimlerinin mezarları da yer alıyor. Şipşak Kodak Eskiden fotoğraf çekildikten sonra fotoğraf makinesi fabrikaya gönderilir, jelatin film kâğıttan ayrıılırak bir cam üzerine yerleştirilir, sonra makineye yeni film koyularak makine iade edilirdi. Bu durum 1880’lerin sonuna kadar devam etti. Ne zamanki 1888 yılında George Eastman ’ın sahibi olduğu Kodak, 10 poz çekebilen, katı plakaların sürekli değiştirilmesini gerektirmeyen bromür kaplı jelatin rulolardan oluşan Kodak fotoğraf makinesi piyasaya sürdü işte o zaman fotoğrafçılık tarihinde bir eşik aşıldı. Böylece çok büyük fotoğraf makinelerinin yerini daha küçük ve taşınması kolay olanlar aldı. 1889 tarihli bir Kodak reklamı
“İstanbul ona biraz daha saygılı davranmamızı hak ediyor”
İtiraf etmem gerekir ki şimdiye kadar bu köşede daha ziyade ön plana çıkan yazarlara yer verme eğilimim olsa da bunun yanlış olduğuna karar verdim. Gerek akademide gerekse akademi dışında pek çok değerli çalışma yapılsa da bırakın bu çalışmalardan haberdar olmayı bu çalışmalar okuyucuyla bile zar zor buluşuyor. (Buna en yakın örnek kendimim🙂) Hâl böyle olunca asıl bu şekilde değerli işlere imza atan fakat eserleri "kıyıda köşede kalan" kişilere yer verilmesi gerektiğini fark ettim. (Bu fark edişte Esra Ece Kuleci 'nin Üretim Kaydı da etkili oldu.) Bu yüzden Tecessüs’teki bu haftaki konuğumuz, benim de doktoramı yaptığım İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü ’nden Araştırma Görevlisi Duygu Saygın . Geçen yıl Libra Kitap'tan “XIX. Yüzyılda Büyükada (Sosyal ve Ekonomik Durumu)” adıyla çıkan kitabınız aslında yüksek lisans tezinizin bir ürünü. Araştırma konusu olarak 19. yüzyılı ve Büyükada’yı tercih etme sebepleriniz nelerdi? Annemin gençliğinin bir kısmını Büyükada’da geçirmesi sebebiyle kendimi bildim bileli bir ayağımız hep adadaydı. Çocukluğumdan beri geçmiş beni büyülemiştir. O an bulunduğum yerde benden yüz yıl önce kimin olduğu, dokunduğum duvara kimin dokunduğu düşüncesi hep zihnimin kenarında olmuştur. Prens Adaları da hiçbir tarihî bilgisi olmayan bir çocuk için dahi bunları düşünmek için çok uygun bir ortam. Tarihe olan merakım da adaya olan tutkum da benimle büyüdü. Nihayet yüksek lisans tez konumu belirlemem gerektiğinde, tarihin en sevdiğim dönemi ile dünyada en mutlu hissettiğim yeri birleştirmeye karar verdim. Gerek İstanbul genelinde gerekse Büyükada özelinde araştırma yapmanızın ne gibi avantajları ve dezavantajları oldu? İstanbul hakkındaki kaynaklar çok zengin. Ancak şu da bir gerçek ki çoğu kullanılmış durumda. Benim şansım ise Prens Adaları’na dair arşiv kaynaklarına dayalı akademik çalışmaların beklenmeyecek derecede az olmasıydı. Bu sayede ortaya orijinal bir eser koyabildim. Fakat tezimi zenginleştirmek adına bazı özel kurumların arşivlerinden faydalanmak istediğimde, bunların başkalarının kullanımına ayrıldığı cevabını aldım. Yani henüz akademik kariyerimin başında kronizm ile karşı karşıya kaldım diyebilirim. Yine de bunun bana zarar verdiğini düşünmüyorum, zira Osmanlı Arşivi’ndeki belgeler hem Büyükada hem de diğer adalarla ilgili çalışmalarım için yeterli oldu. Son yıllarda İstanbul tarihinin pek çok dönemi ve konusuna olan ilgi artsa da yapılan çalışmalar aynı oranda okuyucuyla buluşamıyor ya da okuyucuya ulaşamıyor. Bilhassa makale, kitap, tez gibi akademik yayınların daha fazla okuyucuya ulaşması konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Biz akademisyenler, yayın kaleme alırken akademik üslubu bir kenara koyamıyoruz ve genele hitap edemiyoruz. Buna ek olarak seçtiğimiz konular da çoğunlukla popüler konular değil. Dolayısıyla herhangi bir akademik eserin popüler yayınlarla aynı satışı elde etmesi mümkün olamıyor. Bundan dolayı yakın zamana kadar birçok yayınevi, akademik eserleri basmayı tercih etmiyordu. Son dönemde bilhassa bazı yayınevlerinin, akademi adı altında bilimsel kitapları basmaya başlamasıyla bir artış yaşandı; ancak yine de okuyucuya istenen düzeyde ulaşılamıyor. Hem bir akademisyen gözüyle hem de kişisel olarak baktığınızda İstanbul sizin için ne anlam ifade ediyor? İstanbul’a akademisyen gözüyle yani objektif bir surette bakmam mümkün değil, ona ancak içinde doğup büyümüş bir insan olarak duygusal gözle bakabilirim. Bünyesinde aynı anda bir boğaz, yüzlerce tarihî eser, dokuz güzel ada ve hem eklektik hem de köklü bir kültür barındırabilen başka bir şehir yok. Buna rağmen İstanbul’un hakkını yeterince veremediğimizi düşünüyorum. Hepimiz bu şehirde yaşamanın ne kadar zor olduğundan şikâyet edip duruyoruz. Oysa hâlâ burada yaşamanın hayalini kuran yüz binlerce insan var. Kaldı ki hayatımızı zorlaştıran unsurların çoğunun yine insan eliyle oluştuğunu ve bunda payımız bulunduğunu da asla düşünmüyoruz. Kimse kendini suçlamıyor. Hepimizde her şeyden nüfusun kalanı, hatta şehrin kendisi sorumluymuş gibi bir tavır söz konusu. İstanbul ona biraz daha saygılı davranmamızı hak ediyor bence. Arada bir şikâyet etmeyi bırakıp böyle güzel bir şehirde yaşadığımız için şükretmeyi ve bize sunduklarının tadını çıkarmayı denememiz lazım. Son olarak, okuyucularımıza İstanbul ile ilgili (sebepleriyle birlikte) favoriniz olan üç kitap önerir misiniz? İstanbul ile ilgili herkesin mutlaka okuması gerektiğini düşündüğüm ilk kitaplar Turan Akıncı’nın birbirini tamamlayıcı mahiyetteki Beyoğlu (1831-1923) ve Cumhuriyet’te Beyoğlu (1923-2003) adlı çalışmaları. Günümüzde bambaşka bir hâl alsa dahi bu şehrin gözbebeği hep Beyoğlu oldu ve öyle de olmaya devam edecektir. İç içe geçmiş yüzlerce dünyaya ev sahipliği yapan bir merkezi etraflıca anlatan bu iki eseri herkese tavsiye ederim. Bunlar dışında tamamen şahsi ilgi alanımla paralel olarak Pars Tuğlacı’nın iki ciltlik Tarih Boyunca İstanbul Adaları adlı çalışmasının ilgisini çekenlerce okunmasını öneririm. Yirmi yıl kadar önce kaleme alınması sebebiyle içerdiği bazı bilgiler güncelliğini kaybetse de insana sokak sokak Prens Adaları’nı gezer gibi hissettiren ve adalarla ilgili aklınıza gelebilecek her detayı içeren kıymetli bir başucu eseridir. Son olarak yine tek bir kitap değil, ama bir kitap serisi olan ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından basılan İstanbul’un Yüzleri’ni, bu şehir hakkında temel bilgiler edinmek isteyenlere önerebilirim. Her kitapta ayrı bir başlık altında İstanbul’un 100 simgesinin kısaca tanıtıldığı çok faydalı bir proje. Dileyenler okuduktan sonra ilgilerini çeken başlığa dair detaylı araştırma yapabilir.
Kapıldım gidiyorum…
İstanbul’da milyonlarca insan her gün bir yerlere koştururken yaşadıkları şehre dönüp ya da bir saniye için bile olsa durup bakma fırsatı bulamıyor. Yaşadığınız şehre dair bilgimizin kısıtlı oluşu hele de İstanbul gibi bir selin içinde yaşıyorsanız çok da şaşırtıcı değil. Yakın zamanda bunu tekrar düşündürten bir yıllık bir aradan sonra İstanbul’a gitmiş olmamdı. Sadece şehir değil ülke değiştirdiğim düşünülürse hem İstanbul’a hem de Türkiye’ye karşı yaşadığım kafa karışıklığını tahmin edebilirsiniz. Hoş kasım ayında da Türkiye’ye gelmiştim ancak çok az kalmıştım. İstanbul’da ise sadece bir gece. Bu kez doktora mezuniyetim için geldiğimde yaklaşık bir ay kaldım. Bunun bir haftası hariç hepsi İstanbul’da geçti. Hâl böyle olunca bir bocalama yaşadığımı inkâr etmeyeceğim. Bir yılda ne bocalaması diye şaşırabilirsiniz. Bunu fark ettiğimde ben de şaşırdım. Bu bocalamanın sebebi içimdeki Avrupalının hemen gittiği yere uyum sağlamasından kaynaklanıyor olamazdı. (Annesi Eskişehirli, babası Erzurumlu biri olarak ne Avrupalısı🤔) Şimdi size kasım ayında, o bir gün bile olmayan gelişimde Beşiktaş’ta yaya geçidi olmayan bir yerden karşıdan karşıya nasıl geçeceğimi bilemedim, âdeta aptallaştım desem gülebilirsiniz. Kiminiz zaten niye yaya geçidi olmayan bir yerden geçiyorsun da diyebilir. Ama burası Türkiye, kuralları kim takar! Zaten bir keşmekeşin içinde doğuyorsunuz, eğer başka bir alternatifiniz olmamışsa yaşıyorsunuz ve ölüyorsunuz. Pek çoğumuz döngüyü kıramıyor. Hatta böyle bir döngüde yaşadığını bile fark etmeden Hakk’ın rahmetine kavuşuyor! Yapı gereği aceleci ve çabuk biri olarak İstanbul’da yaşarken o hız belki bir yönüyle bana cazip geliyordu. Ama zaten isteseniz de yavaş olamazsınız. İsteseniz de o kalabalığa direnemezsiniz. Şehrin hızı sizi alır, sele kapılmış bir eşya gibi sürükler. Bu esnada sizin de kafanızda “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” şarkısı döner durur. Kapıldığınız bahtınız mıdır yoksa “büyüklerin” sizi küçük görmesi midir düşünmeye vaktiniz dahi olmaz. Bu yazdıklarımı "kendini kurtarmış", sırça sarayından, pardon köşkünden atıp tutan birinin düşünceleri olarak görmeyin. Şu anda yaşadığım yere de henüz uyum sağlayabilmiş değilim. Eğer yaşamaya devam edersem bazı konularda muhtemelen hiç sağlayamayacağım. Aslında ülkemiz çok güzel, âdeta cennet. Ama n'aparsınız, yurt dışında da kurulu düzenim var, dönemem ki!
"Tam bir kakafoni içinde eğleniyoruz"
Tarihe, özellikle de İstanbul’un eski gündelik yaşamına ve eğlence hayatına ilgi duyan pek çok kişinin karşısına ilk önce sizin adınız çıkıyor. İstanbul’un eskiden pek önemsenmeyen bu “sıradan” insanlarına ve olaylarına olan ilginiz nasıl başladı? Çocukluğumdan beri çok meraklı bir insan olduğumu söyleyebilirim. DTCF Tiyatro Kürsüsü’nden mezunum. Benim zamanımda burası dramaturg yetiştirirdi. Dramaturg dediğin de geniş bir ilgi ve bilgi alanına sahip olmalı. Oralardan başladı herhâlde. Sonra hep pek ellenmedik konular, yeni keşifler peşinde koştum. Koştukça kafileye yeni konular katıldı. Bu böyle gelişti ve devam da ediyor işte… Bir tarihçi olarak aslında merak ettiğim konulardan biri de araştırma süreciniz. İstanbul’un gündelik yaşamı ve eğlence hayatını araştırırken hangi kaynaklardan yararlanıyorsunuz ve nasıl bir araştırma süreci takip ediyorsunuz? Kaynaklarımın başında kütüphanem ve bilgisayarım gelir. Kütüphanemde ilgili olduğum alanlara ait tüm kitap ve dergileri olabildiğince bir araya getirmeye çalıştım. Dergiler denilince yüzlerce ayrı ciltten söz edildiği unutulmamalı. Magazin dergileri, mizah dergileri gibi pek önemsenmeyen, ama benim araştırma alanımda yararlı olacak yayınlar pek de kolay bulunmaz. Kitapların arkalarına ilgilendiğim ve ilgileneceğim konuların kendimce dizinini yaparım. Böylece hızlı bir araştırma yapma imkânı doğar. Bilgisayarlar ve hard diskler daha önce kütüphanelerde fotoğrafı çekilmiş binlerce makale ile doludur. Son yıllarda internet üzerinden gazete tarama olanakları da gittikçe artmaya başladı. Bu taramalardan elde edilmiş bilgileri de düşünürseniz, yeni bir makale için oldukça hazır bir altyapının bulunduğunu görebilirsiniz. Tabii bu da yeterli olmaz, araştırmanın sonu yoktur, taramaya devam edersiniz… Eğer görselliği de benim gibi önemsiyorsanız, eskiden sahafları şimdilerde internet müzayedelerini sürekli takip etmek zorundasınız. Bir süre sonra topladığınız efemeraları koyacak yer bulamaz hâle gelebilirsiniz. Birkaç ay önce Yapı Kredi Yayınları ve TÜYAP iş birliği ile Yıldızların Altında: Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Eğlence Yaşamı isimli yeni bir kitabınız çıktı. Aslında bu kitap bizim yayınımızla da birebir örtüşüyor. Bize biraz kitabınızdan bahseder misiniz? Neden böyle bir çalışma yapma gereği hissettiniz, bu fikir nasıl ortaya çıktı? Eğlence yaşamı, tiyatro eğitimi aldığım yıllardan beri ilgi alanım içinde olan bir konu. Ama bu alanda daha önce yapılmış çalışmaların çoğunluğu geleneksel eğlencelerle ilgili. Karagöz, ortaoyunu, meddah gibi geleneksel gösteri sanatlarını başta Metin And olmak üzere bir çok araştırmacı ele aldı. Padişahların şenliklerini araştıran kitaplar da oldukça fazla. Lakin, bugün eğlence dediğimiz kavramın kökenleri oralarda değil. Gelenekseli zaman içinde neredeyse yok etmişiz. Günümüzün eğlencesi başka kökenlere sahip, Batı’dan gelen kökenlere. Bu konu da pek araştırılmamış. Emre Aracı’nın özellikle Naum Tiyatrosu kitabı önemli. Ama bütününe bakan bir çalışma bildiğim kadarıyla yok. Beni harekete geçiren bu boşluk duygusu oldu. TÜYAP’ın bana sağladığı sponsorlukla iki yılımı bu konuya vakfederek, asistanım Bahar Göze’nin de katkılarıyla, Tanzimat’tan bu yana eğlence yaşamımızı belirleyecek tüm kaynakları elden geçirmeye çalıştık. Kitabınızdan yola çıkarak Türkiye’nin -ve İstanbul’un- eğlence hayatında öne çıkan değişim ve dönüşümler neler olmuş? Kitap “Cumhuriyet döneminde Türkiye’de eğlence yaşamı” alt başlığını taşısa da, Cumhuriyet’in eğlence anlayışının kökenleri çok daha öncelere dayanıyor. Bu nedenle Tanzimat'tan Cumhuriyet’e uzanan dönemdeki Batı tarzı eğlencelere özel bir bölüm ayırdık. Bu dönemde İstanbul’un, daha doğrusu Pera’nın eğlence yaşamı çok renkli. Tiyatro, operet, opera, sihirbazlık, sirkler, balolar, dans hocaları vb. Elbette İstanbul’da yaşayan yabancılar, levantenler ve gayri müslimlerin önde olduğu bir yaşam bu. Ama giderek Müslüman Türkleri de etkiliyor. Ama en büyük etki İstanbul’un işgal yıllarında karşımıza çıkıyor. Bu dönemde Beyaz Ruslar İstanbul’un eğlence yaşamını ele geçiriyorlar âdeta. Barlar, restoranlar, kabareler, pastaneler, dansingler, plajlar vb. her yerde onlara rastlıyoruz. Cumhuriyet başladığında İstanbul bu etkilerin altındaydı zaten. Sonrası malum. Cumhuriyet, kendine Batı’yı örnek alarak ilerlemeye çalıştı. Balolar, dansingler, operetler, yarışmalar ortalığı sardı. Cumhuriyet aynı zamanda bir toplum mühendisi gibi davranarak, toplumu bu değerlere uydurmaya çalıştı, hatta bu tercihleri dayattı. Örneğin birkaç yıl radyoda alaturka müziği yasakladı. Bu organik olmayan gelişmenin sonuçlarını hâlâ yaşıyoruz. Özgün, bize mahsus bir eğlence yaşamımız var mı? Tam bir kakafoni içinde eğleniyoruz. Son olarak bize İstanbul ile ilgili favoriniz olan ve okurlarımıza tavsiye edebileceğiniz nedenleriyle birlikte üç tane kitap önerebilir misiniz? İstanbul Ansiklopedisi . Elbette önce Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi. İnternette de tüm ciltleri bulabilirsiniz. Dünyada tek bir kent için bu ayrıntıda yapılmış bir yayın var mıdır acaba? Koçu, yok olan bir medeniyetin son belgelerini yakalayıp bizlere ulaştırıyor bu ansiklopedi ile. Hem de en marjinal, bilinmedik, unutulmuş yönleriyle. Refik Halit Karay (Bütün Eserleri) . Refik Halit, benim gibi maymun iştahlı bir yazar. Ama benden önemli iki farkı var. Birincisi yazdıklarının çoğunu bizzat yaşamış, yani anılarına dayanıyor. İkincisi çok keyif veren bir üsluba sahip. Kitapları zor bulunurdu ama hepsi yeniden basıldı. Daha da önemlisi belki de, gazete ve dergilerde kalmış yazıları bir araya getirildi. Tuncay Birkan’ın inanılmaz gayretiyle onlarca ciltlik bir külliyat, ayrıntılara meraklı iseniz sizi bekliyor. Derya Bengi. Cumhuriyet döneminin sazlı sözlü tarihi . Bu alt başlığı taşıyan dört kitap hazırladı Bengi. 50’li, 60’lı, 70’li ve 80’li yılları anlatıyor bu kitaplar. Adları: Şimdiki Zaman Beledir , Dünya Durmadan Dönüyor , Görecek Günler Var Daha ve Yaprak Döker Bir Yanımız . O yıllara ait konuları ele alan yüzlerce maddeden oluşan birer sözlük hüviyetinde. Ama edebiyattan girip siyasete uzanan, tüm konuların müzikle ilişkilerini de sorgulayan kitaplar bunlar. Yakın dönem ayrıntı tarihleri…
Bükemediğin eli öpme
Tarih, aslında unutmanın tarihidir düşüncesi son yaşananlardan sonra kafamda dönmeye başladı. Ancak tarihçi tarafım böyle bir genelleme yapmama izin vermiyor. Bir ölümü unutmamız bir dakika, on dakika ya da bir saat alıyorken binlerin ölümünü unutmamız ne kadar sürecek acaba? 1 gün, 1 hafta, 1 ay? O gün depremi öğleden sonraya kadar inkâr etme ve görmezden gelme psikolojisindeydim. Bunu fark ettiğimde bu kez de olayları takip etmekten kendimi alamıyordum. Yaşadığım duygular pek çok kişininkine benzerdi. İlk düşündüğüm, bu ülkenin insanlarının çekecek çilesinin hâlâ bitmemiş olduğuydu. Şimdi ise kesif bir acı, bitmeyen bir çaresizlik, öfke ve daha iyi olmayan pek çok şey hissediyorum. Üniversiteden çok sevdiğim bir arkadaşım Hataylı ve orada öğretmenlik yapıyordu. Ona ulaşmaya çalıştığımda WhatsApp’taki o tek tıkın iki olmasını beklemek hayatta hiç bu kadar zor gelmemişti. Bir süre sonra olmayacağını anlamak ise içinde bulunduğum korku ve şoku daha da arttırdı. Instagram’dan eşine ulaştığımda iyi olduklarını ve arkadaşımın telefonunun şarjının bittiği öğrendiğime sevindiğimi söylemeye ve yazmaya utanıyorum. Aynı gece arkadaşımla yazıştığımızda ise “Hatay haritadan silinmiş diyorlar doğru değil, değil mi?” diye sorduğunda elimde telefon öylece kalakaldım. Ona bu soruyu sorduranlara ve burada yazamayacağım daha pek çok şeye ağız dolusu sövdüm. Bir gece binlerce insan hayalleriyle, sorunlarıyla, umutlarıyla, korkularıyla başlarını yastıklarına koydular. Sonra bir baktılar ki artık yoktular, sabaha karşı ölüme uyandılar. Ancak ne bu ölümlerin ne geçmişteki bazılarının ne de böyle giderse gelecektekilerin sorumlusu doğa, kader ya da fıtrat değil. Bu ölümlerin sorumlusu daima iktidarların eli olageldi. Evet, o eli belki 20 yıldır bükemedik. Ama bükemedik diye de öpecek değiliz.
"İstanbul kitapları" 90'lı yıllardan bu yana yeni bir "moda"
Bu hafta Tecessüs’te merak uyandıran yayınevi Libra Kitap var. Pek çok değerli çalışmayı okuyucularla buluşturan yayınevi adına sorularımızı yanıtlayan Libra Kitap’ın kurucusu ve yazar Rıfat N. Bali oldu. Libra Kitap etiketiyle çıkan kitapların neredeyse hepsi tarih üzerine. Bunun özel bir sebebi var mı yoksa yayın çizginiz nedeniyle mi bu alanda kitap yayımlamayı tercih ediyorsunuz? Libra Kitap’ın özel ilgi alanı tarih. Ancak kataloğumuz incelendiğinde “kadın incelemeleri”, “azınlıklar”, “kültür incelemeleri” konularında da çok sayıda çalışmalara rastlanabilir. Faal olmadığımız tek alan hikâye, roman, şiir ve roman, yani tek cümleyle edebiyat alanı. Siz yayımlamasanız belki de kıyıda köşede kalacak, unutulacak yerli ve yabancı dildeki pek çok değerli eseri 2008’den beri okuyucularla buluşturuyorsunuz. Bu bağlamda yayıncılık sektörünün mevcut durumunu nasıl görüyorsunuz? Yayıncılık sektörü çok dinamik ve içinde bulunduğu tüm güçlüklere rağmen hızla gelişen bir sektör. Tabii “yayıncılık” kapsamı çok geniş bir tanım. Bunun bir sürü alt bölümleri var: Ders/test kitapları, kamu kurumlarının yayınları, dinî yayınlar gibi. Her biri kendi içinde incelenmeli. Benim bahsettiğim alan özel sektörün faal olduğu akademik yayınlar ve edebiyat alanına giren yayınlar. Özel sektörün faal olduğu yayıncılık alanında en büyük problemler şunlar: 1) Dağıtım kanallarının az olması ve çok etkili çalışmamaları. Yani satın almak istediğiniz kitap dağıtım şirketinin stoklarında şayet mevcut değilse temininin uzun süre alması veyahut temin edilememesi. 2) Yayınevlerinin sadece yazarlar için bastıkları kitapları satışa sunmadıkları hâlde bilgilerini dağıtım kanallarına vermeleri, kitaba sipariş gelmesi hâlinde de temin edememeleri. 3) Kargo ücretlerinin yüksekliği. 4) KOBİ düzeyindeki yayınevlerinin kurumsal altyapıya sahip olmamaları nedeniyle ortaya çıkan problemler. 5) Gerek internet sitelerinde gerekse kitap fuarlarında okura yapılan yüksek oranda indirimlerin okurda yarattığı indirim beklentisini perçinlemesi. Bunun da yayınevlerinin kâr marjlarını sürekli kemirmesi. Türkiye Yayıncılar Birliği’nin “sabit fiyat” uygulamasını isteyen teklifin bu nedenle şu an itibarıyla kabul edilme şansı yok. Tüm bu olumsuzluklara rağmen yayıncılık piyasası halen çok canlı. Her ay yeni yayınevlerinin kurulduğunu fark ediyoruz. Her ay onlarca yeni kitap yayınlanmakta. Son yıllarda İstanbul ile ilgili kitapların sayısındaki artış hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu durum yayın politikanızı etkiliyor mu? “İstanbul kitapları” 90’lı yıllardan bu yana yeni bir kategori, yeni bir “moda”. İçlerinde çok özgün ve değerli eserler olduğu gibi çok sayıda “kopyala yapıştır” yöntemi ile çarçabuk hazırlanmış popüler eserler de mevcut. Hangisinin “iyi” hangisinin “kötü” olduğunu müşteri, yani okur takdir edecektir. Bu yeni kategori Libra’yı fazla etkilemiyor zira Libra daha çok akademik evsaflı araştırmalar ile hatıratlar yayınlıyor. “İstanbul” bunlar içinde çok az yer tutmakta. Biz “İstanbul” konusunda yayınlayacağımız kitapların mutlaka özgün ve daha önce işlenmemiş konuları işlemiş olmaları şartını ararız. Sizi aynı zamanda yazar kimliğinizle de tanıyoruz. İstanbul üzerine yazdığınız kitaplar da var. İstanbul’da doğmuş ve büyümüş biri olarak İstanbul sizin için ne anlam ifade ediyor? İstanbul benim için bir şehir değil bir ülke. Tam nüfusunu bile kimse söyleyemiyor. 15 milyon mu, 17/18 milyon mu? 20 milyon mu? Yüz değişik milletten insanları barındıran bir ülke. Herkesin şikâyetçi olduğu ulaşım problemlerinden ve suç oranının yüksek oluşundan ben de şikâyetçiyim. Ancak hiçbir zaman geriye bakıp “aah eski zaman İstanbul’u ne güzeldi, ne hoştu, şimdiki hâline bak” demedim, demem de. Herkes içinde bulunduğu zaman dilimiyle uyumlu yaşamayı kabul etmeli. Libra Kitap’ın İstanbul ile ilgili olan eserleri arasından okurlarımıza birkaç kitap önerebilir misiniz? Yayınladığımız kitaplar arasında okurları ilgilendirebilecek olanlar şunlar olabilir: İstanbul’da Az(ınlık) Olmak: Gündelik Hayatta Rumlar, Yahudiler, Ermeniler . Akademik bir eser olmasına rağmen okunması kolaydır zira çok sayıda mülakatı içermekte. Burhan Felek’in İstanbul’u ve İki Devrin Muhalifi Refi Cevad Ulunay ve İstanbul da ilginç ve okunması kolay kitaplar. Geçmişin çok önemli iki fıkra yazarını anlatır.
“Eleştiri kurumunun olmadığı bir ülkede iyi yayıncılık da olmaz!”
2022’nin son ayında Tecessüs’ün konuğu Kitap Yayınevi oldu. Kitap Yayınevi adına sorularımızı yanıtlayan ise yayınevinin kurucusu ve aynı zamanda genel yayın yönetmeni olan Çağatay Anadol’du. Kendisi çok değerli kitaplardan bahsetti ve okuma önerilerinde bulundu. O yüzden biz de bu ay kitap önermeyelim dedik. Bunlardan birini bu ayın kitabı olarak seçip okuyabilir, yorumlarınızı bize iletebilirsiniz 📕📗📘 Genel olarak yayımladığınız kitaplara baktığımızda tarih kitaplarının ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Bu, tarihe olan kişisel merakınızın mı yoksa yayın politikanızın mı bir sonucu? 1990-2000 arasında Tarih Vakfı Yayın Bölümü koordinatörüydüm. Yani on yıl boyunca tarihçiler ve beşeri coğrafyacılar, sosyologlar, şehir planlamacıları arasında çalıştım ve bu alanların en seçkin isimleriyle dostluklar kurdum. Bu görevimden emekli olduğumda kuracağım yayınevinin yayın profili zihnimde iyice şekillenmişti. Yayınevi Tarih ve Coğrafya, İnsan ve Toplum, Anı ve Yaşam, Doğa ve Bilim dizileri altında kitaplar yayınlayacaktı. Bir de referans kitapları yayınlamayı amaçlayan Başvuru Dizisi ile seyahatname ve anlatıları yayınlayacağım Sahaftan Seçmeler Dizisi vardı. 2002’de Zaman Makinesi (Tarih ve Coğrafya Dizisi), Doğu Düşleri Sona Ererken (Anı ve Yaşam Dizisi), Köpek Olmanın Güçlüğü (Doğa ve Bilim) ve Topkapı Sarayı’nda Yaşam Albertus Bobovius ya da Santuri Ali Ufki Bey’in Anıları (Sahaftan Seçmeler) kitaplarıyla yayınevinin açılışını yaptım. Ama o andan itibaren okurların seçimleri yani bazı dizilerdeki kitaplara ilgi gösterirken bazılarına göstermemeleri hangi dizilere ağırlık vereceğimi belirledi. Şimdi 20 yıl sonra hangi dizide kaç kitap yayınlandığına baktığımızda okur seçimlerinin, bir istatistik deyimiyle yana yatmış bir çan eğrisi çizdiğini görebiliyoruz. Bu 20 yılda sadece Doğa ve Bilim Dizisinde 15 başlık yayınlamışım, ama Tarih ve Coğrafya dizisinde yayınlanan başlıkları sayısı 120. 45 başlık yayınlanan Sahaftan Seçmeler Dizisinin de tarih alanında kaldığını göz önüne alırsak Kitap Yayınevi’nin bir tarih yayınevi haline geldiğini anlarız. Üstelik Türkiye okuru dış dünyayı pek merak etmediğinden bu tarih yayınevi daha çok bir Osmanlı tarihi, bir Türkiye tarihi yayınevi haline gelmiş. Üstelik ben Tarih ve Coğrafya dizisinde coğrafi keşiflerin dünyada yol açtığı değişikliklere dair kitaplar da yayınlamak istiyordum. Bu amaçla seçtiğim kitaplardan biri Antony Grafton’un Yeni Dünyalar Eski Metinler: Geleneğin Gücü ve Keşiflerin Yarattığı Şaşkınlık adlı kitabıydı. Bakın arka kapak yazısından size bir bölüm aktarayım da görün, insan bu kitabı almaz mı? Batılı düşünürler 1550-1650 arasında artık aradıkları her önemli gerçeği eski metinlerde bulabilecekleri inancından vazgeçtiler. Metin ile okur buluşmasının hiçbir biçimi, bu değişimi denizde cereyan eden bir karşılaşmadan daha iyi izah edemez. Hint Adaları’nın tarihine ilişkin en özgün metinlerden birini yazan Cizvit José de Acosta kendi seyahat deneyimlerinin eskiçağ filozoflarıyla çeliştiğini fark eder: 'Hint Adaları’na vardığımda şair ve filozofların “Sıcak Kuşak” ile ilgili yazılarını okumuş biri olarak, Ekvator’a ulaştığımda kavurucu sıcağa dayanamayacağıma kendimi inandırmıştım; oysa tam tersi oldu. (Ekvator’u) geçtiğimizde güneş zirvedeydi ve Koç burcuna girdiğimiz bu mart ayında öylesine üşüdüm ki, ısınmak için güneşe çıktım. Aristoteles’in Meteorologika’sına ve felsefesine gülmekten başka çarem yoktu; zira onun kurallarına göre bu yerde ve bu mevsimde her şeyin sıcaktan kavrulması gerekirken, ben ve arkadaşlarım üşüyorduk.' Yine coğrafi keşiflerle ilgili kitaplarımdan biri de Dünya Benimdir! Avrupa Ekolojik Emperyalizmi 900-1900 adlı kitaptı. Yine arka kapaktan: Avrupalıların kıta sınırları dışına yayılma çabaları İzlanda, Grönland ve Kuzey Amerika’ya ulaşan Vikinglerle başladı ve Ortadoğu coğrafyasına düzenlenen Haçlı Seferleri ile devam etti. Daha sonra Avrupalıların okyanuslar ötesindeki topraklara ve Rusların Sibirya’ya yayılmalarına tanık olduk. Belki de bu yayılmanın bütün dünyada yol açtığı sonuçlar Kanarya Adaları’nın sakinleri Guançeler’in başına gelenleri aktararak özetlemek mümkün: Kanarya Adaları’nda Avrupalıların kıyılarına ayak bastıkları ilk yer “büyük ağaçlarla kaplı” bir adaydı. Ona, orman anlamına gelen Madeira adını verdiler. Ormanlar gerçekten de gereğinden fazla sıktı; göçmenler kendileri, ürünleri ve hayvanları için yer açmak istiyor ve ticari ağaç kesimini yavaş buluyorlardı. Çıkarılan yangınlar neredeyse tüm adayı yaktı. Kolomb’un müstakbel kayınpederi Bartholomeu Perestrello ise Kanaryalar’ın diğer önemli adası Porto Santo’ya dişi bir tavşanla yavrusunu bıraktı. Tavşanlar, etçil yırtıcıların bulunmadığı adada öyle bir hızla çoğaldılar ve “toprağa öyle bir yayıldılar ki, zarar vermedikleri hiçbir şey kalmadı” Yerli bitkiler yok oldu, yiyecek ve barınak yokluğundan yerli hayvanlar da tükendi. Bunu rüzgâr ve yağmur erozyonu izledi ve oluşan ekolojik cepler, Eski Dünya’dan gelen yabani otlar ve hayvanlarca işgal edildi. Yaklaşık 80.000 Guançe Beyazların istilasına karşı durmaya çalıştı. Islıklarla haberleşen ve gerilla savaşı taktiklerini izleyen Guançeler sonunda yenildiler. Bu kitap da koşa koşa alınmaz mı? Ama almadılar, ya da şöyle diyeyim, bu tür kitapların yayınını teşvik edecek kadar almadılar. Uzun lafın kısası benim niyetim bu değildi. Sonuçta satışı düşük dizilere daha az, yüksek dizilere daha fazla ilgi göstermek zorunda kaldım. Anlayacağınız ben okurların kurbanı oldum! Şimdiye kadar İstanbul ile ilgili pek çok değerli kitabı okuyucularla buluşturdunuz ve buluşturmaya da devam ediyorsunuz. İstanbul sizin ve yayıneviniz için ne anlam ifade ediyor? İstanbul müthiş bir yer. Aslında tüm Anadolu ya da burası bir zamanlar Roma İmparatorluğu yönetimi altında bulunduğundan Müslüman dünyasının verdiği isimle Diyar-ı Rum (Roma Ülkesi) müthiş bir yer, ama İstanbul iki imparatorluğun başkenti olduğu için bir harika! İstanbul için ne hissettiğimi size yakınlarda yayınladığım İstanbul’da Konstantinopolis’i Aramak başlıklı kitaptan bir paragrafla anlatayım: Geçmişteki bazı olayların işte tam burada meydana gelmiş olduğu düşüncesi, her zaman derin bir heyecana sürüklemiştir beni. Sanki buranın havasında bazı sesler yankılanıyor, sanki buranın denizi uzun zaman önce ölenlerin suretlerini yansıtıyor. Kimi mütevazı, yosun bağlamış tuğlaların tarihi olaylara şahit olduklarını kavrar kavramaz, içimde fırtınalı duygular uyanıyor. Belli ki bu duyguda yalnız da değilim. Bu büyük şehirle ilgili kitabında Orhan Pamuk’un yazdığı gibi: '... zaman ve hafıza oyunları, tıpkı İstanbul’un içinde yaşayan kalıntılar gibi, geçmişin şimdi hâlâ yaşamakta olabileceği geçici yanılsamasını estetik bir zevk olarak yaşatır yalnızca.' Benim hislerimi bir kenara bırakırsak bu şehrin tüm dünyanın ilgisini çeken bir metropol olduğunu, hakkında çok fazla seyahatname yazıldığını, çok fazla inceleme yapıldığını, çok gravürünün, çok yağlıboya tablosunun yapıldığını, çok fotoğrafının çekildiğini ve ister edebiyat ister sinema alanında, kurgu dünyasında baş köşeye oturduğunu hatırda tutmak lazım. Yani İstanbul hakkında okurlara aktarılabilecek büyük bir literatür zenginliği var. Üstelik okurlar da İstanbul’a ilgi duyar, onunla ilgili kitapları almak ister, yani yayıncıyı teşvik eder. Düşünsenize ne ilginç bir coğrafyada ne köklü bir şehirdir bu. Onu yok etmek için son 75 yıldır harcadığımız ve giderek yoğunlaştırdığımız gayretlere rağmen hâlâ direniyor ve hâlâ güzel! İstanbul ile ilgili yayımladığınız kitapların çoğunun yabancı yazarların kitaplarının çevirisi oluşu dikkatimizi çekti. Bunun sebebi ya da sebepleri nedir acaba? İstanbul üzerine Türkçe ya da yabancı dillerde yazılmış çok sayıda çağdaş kitap var. Bunların bir kısmı geçmişe veya günümüze yönelik araştırma-incelemeler, bir kısmı İstanbul tarihine ya da onun bileşenlerine, örneğin İstanbul’un çocuklarına dair kitaplar. Hatırat ve seyahatnameler de bir hayli fazla. Bir yabancı seyyah ya sadece İstanbul’u görmek için gelir, ya da bu şehirden geçiyorsa seyahatnamesinde ona epeyce geniş yer verir. Osmanlı başkentinde, elçiliklerdeki görevleri nedeniyle bu kentte uzun süre yaşayan yabancıların yazdıkları kitaplar, şehrin ruhuna daha çok nüfuz ettikleri için benim gözümde değerlidir. Türkçe yazılmış eserler ister tarih kitabı ister hatırat ister edebi eser olsun birçok yayınevi tarafından daha önce yayınlandı, yeni baskıları da yapılıyor. Ama eski İstanbul’a dair yabancılarca yazılmış metinlerin pek azı Türkçe yayınlandı. Hatta yabancılar bir yana Osmanlı sarayında yetiştirilmiş, sarayın baş müzisyenliğine yükselmiş Polonya asıllı Albertus Bobovius’un, yani şu bizim Santuri Ali Ufki Bey’in Topkapı sarayını anlattığı kitabını kaleme alındığı tarihten 337 sene sonra ilk kez ben yayınladım ( Saray-ı Enderun: Topkapı Sarayı’nda Yaşam ). Oysa bu kitabı Almanya 1669’da, İtalya 1679’da yayınlamıştı. Ama söylemeliyim ki seyahatname alanı yayıncılığın en zor alanlarının başında gelir. Çünkü bu metinlerde pek çok doğru, pek çok yanlışla bir arada yer alır. Yazar bir olay anlatır, bu sırada padişah III. Selim’di der, kontrol edersiniz olay II. Mahmud zamanında olmuştur. Bunu bir dipnotla belirtmeniz gerekir. Türkçe işittikleri bazı isimleri İngilizce transkripsiyonla yazarlar, bunu da çözmek zorundasınız. Örneğin “ainyshema”nın “aynüşşems,” “toozany”nin “süzeni” olduğunu anlamak bir hayli çabayı ve uzmanların yardımlarına başvurmanızı gerektirir. Ama bu anlatılar başka kaynaklarda kolay kolay bulamayacağımız ayrıntılara götürür bizi. Mesela bir meddah gösterisine: Türkler ona Kız Ahmed diyorlardı. Ramazan boyunca İngiliz Sarayı’nın yanındaki kahveyle anlaşmıştı... Hayatımda onun kadar izleyici ilgisini üzerine çekebilen, kahkahaları ve ender olsa da, gözyaşlarını birlikte yaşatabilen bir başka adam görmedim... Canlandırdığı karakterleri hem sesiyle, hem de hareketleriyle çok güzel taklit ediyordu... Hikâyelerinden biri Sultan Murad’ın nedimi ama birçok hikâyenin de kahramanı olan Tıflî Çelebiyle ilgiliydi. Sultan, Tıflî’yi bir iş için İran şahına yollar, şah onu muhteşem biçimde ağırlar ve ... ona yarısı zümrüt, yarısı akik çok değerli bir elma verir, Tıflî de elmayı kendi sultanına göndermek ister, ama seçtiği ulak, doğru dürüst Türkçe konuşamadığı gibi kaba ve cahil biridir. Adam İstanbul’a ulaştığında sultanın evinin nerede olduğunu araştırmaya başlar... Sonunda sarayın yolunu bulur, herhangi bir görgü kuralı bilmediğinden doğrudan avlulara dalar, yeniçerilerden ve çavuşlardan epey bir değnek yer. Ama ... sonunda sultanın dikkatini çekerek yanına çağrılır. ( İrlandalı Bir Vaizin Gözüyle II. Mahmud İstanbul’u ). Uzun yıllardır yayıncılık sektörünün içinde bulunan biri olarak mevcut ülke koşullarını göz önüne aldığınızda yayıncılığın gelişimini ve İstanbul ile ilgili kitapların sayısındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Şu anda içinde bulunduğumuz krize hiç girmeyeyim daha iyi. Felaket bir durum olduğunu söyleyeyim sadece. Kâğıt fiyatları sadece Türkiye’deki kur krizi nedeniyle değil, tüm dünyada hammadde fiyatlarındaki artış nedeniyle de yükseliyor. Türkiye yayıncılığına bakarken eğer bardağın dolu tarafını görmek isterseniz Türkiye’de bir yılda yayınlanan başlık sayısının tüm İslam ülkelerinde yayınlananlardan fazla olduğunu söyleyebilirim. Ama her bir milyon nüfus için yılda yayınlanan kitap sayısı rakamlarına bakarsanız Büyük Britanya’da bu rakam 2870 adet iken Türkiye’de 570 adet. Kitap okuyan nüfus oranlarına baktığımızda ise Norveç yüzde 19 iken Türkiye yüzde 10’da kalıyor. Bütün dünyada kitap okumaya ayrılan zaman ülkeden ülkeye değişse de düşme eğiliminde. Cep telefonu ve bilgisayar başında geçirilen zaman artıyor. Ama dijital medyanın yükselişi dijital kitapların giderek daha çok benimsendiği anlamına da gelmiyor, çoğu insan hâlâ bildiğimiz, kâğıda basılı kitapları tercih ediyor. Tabii başrolde roman var. Sosyal bilimler alanındaki kitaplar ise en az okunan tür. Türkiye’de sadece sosyal bilimler alanında kitap yayınlayan yayınevlerinin yaşaması bir hayli zor, neredeyse olanaksız. Hemen her yayınevi aynı zamanda kurgu kitap yayınlayarak mali dengeyi sağlamaya çalışıyor. Yine de bu dengeyi yakalamakta zorlandığı için harcamalarını mümkün mertebe azaltmaya çalışıyor. Ama kâğıdın fiyatını, baskı-cilt hizmetlerinin bedelini değiştiremezsiniz. Harcamanın azaltılabileceği alan olarak geriye çeviri ve editörlük hizmetleri kalır. İşte bu yayıncılık sektörünün en kırılgan yanı. En büyük yayınevlerinin kitaplarının bile ya hiç editör –hatta düzeltmen– yüzü görmediği ya da bunları hakkıyla yapabilecek nitelikte insanlar tarafından yapılmadığı aşikâr. Çevirmenlik ise bunu yaparak geçimini temin etmenin bir yolu hiçbir zaman olmadı. Mesleği çevirmenlik olan, başka yan işler yapmak zorunda kalmayan insanlar çok nadir. Yayın sektörünün en önemli problemi şudur kanısındayım: Editörlere ve çevirmenlere yatırım yapmamak/yapamamak! Bir de Türkçe yetersizliği sorunu var. Bu yetersizlik yıldan yıla katlanarak artıyor. Bir çevirmenin yabancı bir dili iyi bilmesinin gerektiği söylenir. Ama çevirmenin Türkçesi zayıfsa, bu dilin bütün olanaklarını kullanmanın çok uzağında kalıyorsa, yabancı dil bilgisi hiçbir işe yaramaz. Bir başka sorun da ülkemizde eleştiri kurumunun çökmüş olması. Bundan 50 yıl önce Türkiye’de eleştiri iyi-kötü vardı. Ama “burnundan kıl aldırmayan” bir toplum olduğumuz için eleştiri elbirliğiyle ‘öldürüldü.” Siz sadece iktidarın ya da siyasetçilerin eleştiriden hoşlanmadığını sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Eleştiri kurumunun olmadığı bir ülkede iyi yayıncılık da olmaz. Kitap Yayınevi’nin İstanbul ile ilgili olan kitapları arasından okurlarımıza birkaç kitap önerebilir misiniz? Aslında bu söyleşinin yukarıdaki bölümlerinde andığım Robert Walsh’un İrlandalı Bir Vaizin Gözüyle II. Mahmud İstanbul’u harika bir kitap. İstanbul’da Konstantinopolis’i Aramak ise bence hem bir “macera romanı” hem bir gezi rehberi. İlk cildini 2023’ün Ocak ayında yayınlayacağım, Charles White’ın 1844 İstanbul’unu anlatan İstanbul’da Üç Yıl adlı üç ciltlik eseri de bunlar kadar harika. Ama şimdi size Biz İstanbullular Böyleyiz başlıklı kitaptan söz edeyim. Bende özel bir yeri var, çünkü kitabın İstanbullu yazarı Haris Spataris Fener’de, doğup büyüdüğüm sokağın birleştiği bir sokakta, benden 39 yıl önce doğmuş. Yani düpedüz benim mahallemin ben doğmadan önceki halini, orada yaşayan insanları anlatıyor. Sokaktaki bir eve ilk kez elektrik gelişinin mahallede yarattığı çalkantıyı, ya da bir Paskalya günü Pontuslu Rumlar bugün de yerinde duran Fener Karakolunun önünde horon çekerken, karakoldan çıkıveren bir polis zabitinin kılıcıyla fesini kenara koyup Pontus kemençesinin temposunda horona katılmasının yarattığı şaşkınlığı okusanız size yeter. Şimdi baktım stokta sadece 20 adet kalmış, ama merak etmeyin 2023 içinde yeni baskısını yapacağım.
"İstanbul merakımızı her daim canlı tutan bir hazine"
Bu ay Tecessüs’te ağırladığımız yayınevi bir tarihçi olarak kitaplarını uzun zamandır yakından takip ettiğim Tarih Vakfı Yurt Yayınları . Tarih Vakfı, gerek gerçekleştirdiği etkinliklerle gerek yayınevi aracılığıyla yayımladığı kitaplarla İstanbul için önemli bir kurum. Tarih Vakfı Yurt Yayınları adına sorularımızı yanıtlayan ise Genel Yayın Yönetmeni Cengiz Yolcu oldu. İstanbul’un tarihî yarımadasında, tarihi bir binada bulunan Tarih Vakfı , ‘’Minerva Konuşmaları: Tarihte İstanbul’’ serisi gibi çeşitli etkinliklerle İstanbul hakkında pek çok faaliyet yürütüyor. Peki Tarih Vakfı Yurt Yayınları olarak İstanbul sizin için ne anlam ifade ediyor? İstanbul binlerce yıllık geçmişi, kültürlerin ve medeniyetlerin geçiş ve buluşma yeri konumunda olması dolayısıyla öncelikle tarih araştırmaları ile meşgul olan bizler için merakımızı her daim canlı tutan bir hazine konumunda. Tarihin yaşandığı ve yapıldığı sayılı kentlerden biri olan, tarihte iz bırakan imparatorlukların asırlarca merkezi olan İstanbul üzerine çalışmak ve bu şehrin farklı veçhelerinin tanınmasına yayınlarımızla katkıda bulunmak Tarih Vakfı Yurt Yayınları açısından da hem bir görev hem de bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor. Son yıllarda İstanbul üzerine yapılan yayınlarda bir artış söz konusu. Bu artışın sebebi ya da sebepleri sizce nedir? Yayımlayacağınız kitapları seçerken İstanbul ile ilgili olması sizin için ayrı bir öneme sahip mi? Gerek yeni araştırmacıların çalışmaları gerekse İstanbul’un saklı kalmış tarafları üzerine sürdürülen araştırmalar neticesinde özellikle son yıllarda hem nitelik hem de nicelik açısından dikkate değer çalışmalar ortaya konuyor. İşaret ettiğiniz artışın sebepleri arasında doğrudan İstanbul’un tarihini araştırmak, Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerinde şehrin mimari, idari yapısını, sosyal ve kültürel yaşantısına ışık tutmak maksadıyla yapılan çalışmalar, kurulan enstitülerin faaliyetleri ve hatta sadece İstanbul’u odak noktasına alan sempozyum ve kongrelerin düzenlenmesini saymak mümkün. Bir tarihçi olarak da baktığınızda İstanbul'un geçmişteki ve şimdiki durumu arasında olumlu ve olumsuz ne gibi değişimler görüyorsunuz? Toplamda 33 sene, bilinçli olarak da 20 yılı aşkın süredir İstanbul’da yaşayan, eğitim hayatımın tamamını İstanbul’da, Tarihi Yarımada ve Beyoğlu bölgesinde geçiren bir İstanbul sakini olarak özellikle şehir nüfusunun kontrolsüzce artması hem ortak yaşam alanlarının hem de tarihsel mirasın muhafazası açısından ciddi manada olumsuzluk arz ettiğini düşünüyorum. Şehrin tarihî bölgelerinin ve merkezlerinin de yine plansız bir şekilde yapılaşmaya açılması ve gerek bir kısım idareciler gerekse sakinleri tarafından şehre hak ettiği özenin gösterilmediğini düşünüyorum. Dahası şehrin en nadide bölgelerinde “kentte ortak yaşama hakkı” ilkesinin gözetilmeden kamuya açık olması gereken yerlerin hoyratça özel mülk statüsünde değerlendirilmesi acilen çözüme kavuşturulması gereken sorunlar arasında. Yine de olumsuz yanlarına karşın şehir kültür ve sanat etkinlikleri açısından -harici etkenlere karşın- canlılığını korumaya çalışıyor. Günümüz ekonomik koşullarında kitap yayıncılığının içinde bulunduğu durum düşünüldüğünde Tarih Vakfı Yurt Yayınları olarak bu sorunlara çözüm üretebiliyor musunuz? Eğer üretebiliyorsanız bunlar neler? Günden güne artan zorlayıcı ekonomik şartlar ister istemez Tarih Vakfı Yurt Yayınları olarak bizim de plan ve programlarımızı olumsuz manada etkilemekte. Bir süredir tüm kitaplarımızı sponsorlukla basmaktayız. Aynı zamanda Tarih Vakfı, bağışçılarının desteği ile faaliyetlerini sürdürmekte. Destekçilerimiz ve bağışçılarımızın katkıları ile otuz yılı aşkın süredir Tarih Vakfı çalışmalarına ve nitelikli yayınlarına devam etmekte. Bu sürekliliğin devamını sağlamak üzere uygulamaya koyduğumuz Tarih Dostu kampanyamız ile sürekli bağış taahhüdünde bulunan destekçilerimize hem Türkiye’nin kesintisiz en uzun süreli -Ocak 2023’te 29. yılına girecek- aylık tarih dergisi olan Toplumsal Tarih’i ücretsiz olarak gönderiyoruz hem de Tarih Dostları Tarih Vakfı Yurt Yayınları kitaplarını %50 indirimle alma imkânı sunuyoruz. Etkinliklerimizin birçoğu ücretsiz olsa da, Tarih Dostlarımız Vakfımıza maddi destek sağlamak amacıyla nadiren ücretli gerçekleşen toplantılara katılmak istediklerinde %10 iskonto ile etkinliklere dahil olabiliyorlar. Son olarak Tarih Vakfı Yurt Yayınları’nın İstanbul ile ilgili olan kitapları arasından okurlarımıza birkaç kitap önerebilir misiniz? Tabii ki, memnuniyetle: Leyla Neyzi- İstanbul’da Hatırlamak ve Unutmak: Birey, Bellek ve Aidiyet Ahmet N. Yücekök, İlter Turan, Mehmet Ö. Alkan- Tanzimattan Günümüze İstanbul’da STK’lar İlhan Tekeli- İstanbul’un Planlamasının ve Gelişmesinin Öyküsü İstanbul Ansiklopedisi (8 Cilt)