Duende - Keşif Sineması

Sinema evreninden konuklarla bilinenden bilinmeyene doğru bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Keşif Sineması çarşamba günleri e-posta kutunda.

20 Hikâye

Kariyerinin başında bir oyuncu: Oktay Çubuk

Oktay'ı keşfetmek. Üniversite için İstanbul'a gelene kadar İzmir'de yaşamış Oktay. İngilizce (hatta okuma-yazma) bilmediği yıllarda Karaca ve İzmir Sineması'nda annesiyle izlediği filmleri hatırladığında " Annem bana önemli şeyleri fısıldardı. " diyor. Bazen de annesi onu sinemaya tek başına bırakır, hâlâ çok sevdiği animasyon filmleri izlemeye gidermiş. Atlantis: Kayıp İmparatorluk filmini sinemada dokuz kez izlemiş! Ergenliğinde ise başta Guy Ritchie filmleri ve kara mizah türündeki filmler olmak üzere sinemayla yakın ilişkisi devam etmiş. O salonda olma hissini, o büyük perdeyi büyülü bulduğunu söylüyor: " Bazen gerçek hayat yeterince ilgi çekici olmadığında orada yaratılan dünya ve izlediklerim beni iki saatliğine de olsa koparabiliyordu hayattan, o hoşuma gidiyordu. " Kamera arkası, kamera önü. Üniversite sınavında Türkiye derecesi yapıp istediği yerde istediği bölümü okuma özgürlüğüne sahip olunca İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde sinema ve televizyon eğitimi almayı seçmiş. Oyunculuk aklında hep varmış. Seçtiği lisans eğitiminin ona oyunculuk öğretmeyeceğinin bilinciyle İstanbul'a geldiği anda bir yandan da bir oyunculuk atölyesine yazılmış. Sinema eğitimi almanın her şeyden önce entellektüel olarak yararını gördüğünü, sinema tarihi ve film grameri derslerinin senaryo okurken işine yaradığını, sinemanın tekniğinden anlamanın bir oyuncu olarak kadrajını, ışığını, nerede durması gerektiğini anlamasına yardımcı olduğunu söylüyor. Oktay, mahallesi Arnavutköy'ü anlatıyor. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Aynı kalmamak. " İnsan olarak da asla aynı kalmayan, durmadan değişen yaratıklar, varlıklar olduğumuz için ister istemez oyunculuğuna da sirayet ediyor bu insanın. " diyor Oktay, iki yıl önce oynadığı ilk dizilerden bugüne nasıl değiştiğini sorduğumda. Oynadığı ilk dizilerdeki rolleri o kadar ufakmış ki onlara oyunculuk diyemeyeceğini söylüyor: " Bir Nefes Daha o kadar ilk işim ki televizyonda oyunculuğu çok anlayamamıştım. Yirmi bölüm bir dizide oynamışlığım vardı ama her bölümde anca üç sahnem vardı. " Bir adım geriden. Kasım 2020, Chicago. Evlerimize kapandığımız, o çok uzakmış gibi gelen günler. Bir Nefes Daha 'nın Tallinn Film Festivali'ndeki gösteriminin ardından filmi merak ediyor, çevrimiçi izleme fırsatı yakalıyorum. Yıllar önce Deniz Seviyesi 'ni izlediğim Nisan Dağ'ın sineması bir kez daha çekiyor beni. Oktay'ı da ilk kez orada izliyorum. Eylül 2021, Ayvalık. Festivalin programında Bir Nefes Daha da var, filmin hemen öncesindeki festival davetinde Nisan ve Oktay'la tanışıyorum. Kasım 2021, Moda. Nisan, Keşif Sineması'nın beşinci konuğu oluyor. Tabii Oktay'ın da kulakları çınlıyor. Her şey çok güzel olacak. Oktay heyecan verici bir oyuncu seçimi süreci sonrası yaklaşık altı ay hazırlanmış Bir Nefes Daha 'daki rolüne. Bir projeye neredeyse başından sonuna dahil olmanın kendisi için çok değerli olduğunu söylüyor. Oktay'ın filmde canlandırdığı Fehmi, madde bağımlılığı ve potansiyel müzik kariyeri arasında kalan bir rapçi. Oktay da hazırlık süreci boyunca evde, ev arkadaşıyla kendi kendilerine rap yapıp kaydetmeye başlamış, hatta internete yükledikleri şarkılar bir albüme dönüşmüş. Sonrasında filmin Da Poet ve Hayki imzalı müzikleri ve şarkılarına da (tıpkı yönetmen Nisan Dağ gibi) katkısı olmuş onun da: " Biraz da o sürecin içinde olman lazım çünkü rap çok kişisel bir şey ve dinleyiciye geçmesi için senin onu kişiselleştirmen, dediğini kastetmen ve gerçekten yaşaman gerekiyor. O zaman iyi rapçi oluyorsun. " Tutkular. " Rap severim ama rapçilerin hayattaki tutkusu rap. Benim hayattaki tutkum rap değil, müzik konusundaki en büyük tutkum bile rap değil. " diye açıklıyor Oktay filmden sonra rap müzik yapmayı bırakmasını. Fehmi rolünün aynı zamanda çok büyük bir psikolojik yük altında olduğunu, önemli bir ikilem yaşadığını hatırlatıyorum. Rol aldığı dizilerden bir boksörü canlandırdığı Duran 'daki rolünün ise inanılmaz bir fiziksel çaba gerektirdiğini tahmin ediyorum ve yolun başındaki bir oyuncu olarak psikolojik ağırlığı olan rollerin mi, fiziksel gereksinimi olan rollerin mi onu zorladığını soruyorum. " İnan ki bana en zor gelen boş oturup beklemek! " diyor Oktay. Duran için altı ay boyunca haftada dört gün alması yeterli olacak dövüş eğitimine haftada altı gün gitmeyi tercih ettiğini söyleyince adanmışlığına hayran kalıyorum. Ekliyor: " Benim iki günümü daha vermem azıcık daha gerçekçi yapacaksa benim oynadığım karakteri, ben bunu istiyorum. " Oktay'la keşfetmek. Birlikte konuşmak için ikimizin de çok etkilendiği Sound of Metal 'ı seçiyoruz. " [İzledikten] sonrasında birkaç gün hâlâ beynimde yankılandı. " diyor Oktay film için. Ansızın işitme duyusunu yitiren ve hayatındaki bu kalıcı değişime adapte olmaya çalışan bir davulcunun yaşadıklarını konu alıyor film. Yönetmen ve senarist Darius Marder'in belgesel sinema ve kurgu kökenli olmasının etkilerinden başlayarak, filmin ses tasarımının ve kurgusunun duygu aktarımına, gerçekliğine etkisini konuşuyoruz. Başrol oyuncusu Riz Ahmed'in film için bateri çalmayı ve işaret dilini öğrendiği hazırlık sürecinden söz ediyoruz. "Aşk da bir bağımlılık değil mi?". Ben Sound of Metal 'i izledikten sonra filmi bir bağımlılık hikâyesi olarak okuduğumu söylüyorum. Ruben'in geride kalmış madde bağımlılığı değil; engelsiz ve işitebilen bir insan olmaya, işitmeyi gerektiren işine olan bağımlılığı söz ettiğim. Oktay araya girip Ruben'in kız arkadaşından da uzaklaşmak zorunda kalışını hatırlatıyor: " Aşk da bir bağımlılık değil mi? Bence bağımlılıkların en büyüğü aşk. " Sound of Metal ve Bir Nefes Daha 'nın, Ruben ve Fehmi'nin ortaklıklarına da dokunuyor sohbetimiz. Böyle kasıtsız kesişimleri seviyorum. En sevdiği sahneyi sorduğumda anlatıyor Oktay ve bitiriyor: " Hissetmemek için taş olmak gerekiyor. " Emre ve Oktay, Arnavutköy sokaklarında. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Diyor ki... "Nisan'ın setinde hayatımda ilk kez oyunculuk deneyimledim [diyebilirim.] Ben eğer bu film yerine gidip bir dizi daha yapsaydım oyunculuğu bırakırdım, bu benim hayal ettiğim değil derdim. Ama Nisan'la çalıştıktan sonra oyunculuğun ne olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini gördüm ve dedim ki evet, benim istediğim de hayal ettiğim de buydu."

Kariyerinin başında bir oyuncu: Oktay Çubuk

Ocak 25, 2023

·

Makale

Bireysel hikâyelerin evrenselliği üzerine: Cem Yiğit Üzümoğlu

Cem'i keşfetmek. Cem'in çocukluğu Kadıköy'de, Haydarpaşa garıyla İdealtepe tren istasyonu hattında geçmiş. Sonra lise yıllarında Beyoğlu'na, üniversitede de Ankara'ya uzanmış. " Gerçekten hatırladığım, beni en çarpan film Süreyya'da izlediğim The Lord of the Rings: The Two Towers 'tı. Hayatımda izlediğim en güzel şeylerden biriydi herhalde. " diyor. İzlediği ilk film bu olmamış tabii. Hafta sonu babasıyla buluştuğunda İdealtepe'deki o sinemada filmler izlediklerini hatırlıyor. Artık olmayan o sinemada . Evrensellik. Oldukça klasik bir tiyatro eğitimi veren bir okuldan, Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı'ndan mezun olmuş Cem. Modern dans ve fiziksel tiyatro alanında kendini Polonya'dan Hindistan'a dünyanın farklı yerlerinde katıldığı atölye çalışmaları aracılığıyla geliştirmiş. Türkiye'de fiziksel tiyatro yapmanın ya da dansın ve bedenin daha ziyade bir anlatım unsuru olarak kullanıldığı oyunlarda yer almanın çok mümkün olmadığını söylüyor. Ama uluslararası atölye deneyimleri sayesinde oyunculukta evrenselliğin ne olduğuna dair bir fikir edinmiş: " Bir şeyi yapma isteği, arkasında bırakmış olduğu şeyler, bunları yapabilmek için gösterdiği fedakarlık ve içinde barındırdığı acı... Bir sanatçıyı büyük sanatçı yapan, evrenselleştiren şeyler bunlar. " Sinema , tire, televizyon , taksim, tiyatro . Tiyatro odaklı bir oyunculuk kariyeri olan Cem, televizyon ve Netflix dizilerinin ardından bu yıl rol aldığı iki filmle birlikte Antalya Altın Portakal Film Festivali'ndeydi. LCV (Lütfen Cevap Veriniz) ile En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Selahattin Paşalı'yla ( Kurak Günler ) paylaştı. Sinema ve televizyon deneyiminin tiyatrodan nasıl ayrıştığını sorduğumda, " Eğer televizyonda tek bir sahne için üç buçuk ay çalışabiliyor olsaydım televizyon da benim için tiyatro kadar değerli olurdu. Ama öyle değil. " diyor ve ekliyor: " Televizyonun yalnızca şirketlere hizmet eden, reklam sektörü için var olan, popülarite [kazanmaya] ve toplumda bir yer inşa etmeye çalışan insanları şekillendiren bir propaganda aracı olduğuna inanıyorum. " Cem için emek, sanattan önce geliyor. 'Sinema -televizyon/tiyatro' arasındaki en büyük fark, harcanan emekteki fark. Cem, lise günlerini yâd ederek bir tramvayın üstüne atlayıp poz veriyor. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Bir adım geriden. Ekim 2022: Yerinde takip edemediğim Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin ödül töreninde her biri birbirinden etkileyici ödül konuşmaları arasında birinin sahibi benim için yeni bir yüz: " Bu zamana kadar bizi karanlıklar içerisine hapseden, kuraklıklar içerisine hapseden, geceler içerisine hapseden herkese inat bu [ödül], bu karanlık içerisinde aldığımız son ödül olsun. Gelecek sene aydınlıklar içerisinde buluşmak dileğiyle. " diyor Cem Yiğit Üzümoğlu, Selahattin Paşalı'dan sonra çıktığı kürsüde. Kasım 2022: Ankara Film Festivali'nde Antalya'da izleyemeyip meraktan öldüğüm dört filmin ikisinde o oynuyor. İki gün içinde hem Karanlık Gece ve LCV (Lütfen Cevap Veriniz) hem de Kurak Günler 'i izliyorum. Antalya jürisine paylaştırdığı ödül için hak veriyorum. Cem ve Emre, Beyoğlu sokaklarında hatıralardan, kent hafızasından ve tabii ki sinemadan konuşuyorlar. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Cem'le keşfetmek. Neredeyse yirminci bölümüne gelmiş bir seride konuşacak yeni bir yönetmen bulmak kolay olmayabiliyor. Cem'e onu son zamanlarda en çok etkileyen filmi soruyorum oradan başlayabiliriz belki diye. Gelen Aftersun yanıtıyla her şey çok kolay çözülüyor ve Charlotte Wells 'in sinemasını konuşmak için anlaşıyoruz. Etkisini biraz geç hissettiğim filmlerden biri Aftersun . Gözyaşlarımın seline sinema salonunda değil, salondan çıktıktan sonra asansörde yakalandıklarımdan... " Meğer içinde büyümesi gerekenlerdenmiş. Bir polaroid fotoğraf gibi bekletmek, işe yaramayacağını bile bile elinde yellemek gerekiyormuş asıl etkisini hissetmek için. " diye yazıyorum Letterboxd hesabımda filmden çıktıktan, gözyaşlarımı sildikten birkaç saat sonra. Cem'in neden bu filmden etkilendiğini ise kayıt sırasında öğreniyorum. Çocukluğundaki tüm yazlarının babasıyla Fethiye'de geçtiğini söylüyor: " Ben burayı çok iyi biliyorum demiştim. Fethiye. Fethiye'de yaz. Fethiye'de yaz ve babayla. " Dikilen sökükler, sarılan yaralar. Anıları saklamak üzerine ve hatıralar biriktirmek üzerine konuşuyoruz filmin çağrışımlarından yola çıkarak. Anıların parçalı, bütünü hatırlamanın imkânsız olduğundan bahsediyoruz. " Anlattığın hikâye ne kadar bireyselse ve o bireysel hikâye ne kadar gerçekse o kadar evrenselleşebiliyor. Belli temel kavramlara indirgediğinde her şey o zaman evrenselleşir hâle geliyor; arzu, acı, hırs, yalan, öfke, suçluluk... " diyor. Charlotte Wells'in sinemasının da yalnızca ilk uzun metrajlı filmi Aftersun 'ın değil, ikimizin de o sabah izlediği kısaları Tuesday (2015) ve Laps ' in (2017) de oldukça kişisel oluşu dikkatimizi çekiyor. Filmlerinde kullandığı yırtık kıyafetler, sökük dikişler ve kırık kollar gibi metaforların onun hayatındaki yoklukları, yırtılmaları, kırıklıkları ve açıklıkları gösterdiğini, bu filmleri çekerek söküklerini diktiğini, yaralarını sardığını anlıyoruz. Diyor ki... "Bir şeyi yapma isteği, arkasında bırakmış olduğu şeyler, bunları yapabilmek için gösterdiği fedakarlık ve içinde barındırdığı acı... Bir sanatçıyı büyük sanatçı yapan, evrenselleştiren şeyler bunlar."

Bireysel hikâyelerin evrenselliği üzerine: Cem Yiğit Üzümoğlu

Ocak 4, 2023

·

Makale

Sanatkardan öte zanaatkar bir müzisyen: Barış Diri

Barış'ı keşfetmek. " Hitchcock'ları TRT'de izleyebiliyorduk. Ben Rear Window 'u televizyonda izledim mesela. Bu çok büyük bir avantajdı bence. " diyor Barış. Aynı şekilde Sergio Leone ve Ennio Morricone'nin işbirliğiyle de televizyon ekranında karşılaşmış. " O zaman 'Bu nasıl bir müzik kullanımı!' dememişimdir de... " diyor. Ta o zaman etkilenmiş belli. Ailesinin sinemayı takip ettiğini, annesinin onu sinemaya götürdüğünü, Back to the Future filmlerini, Ghost 'u sinemada izlediğini hatırlıyor. Profesyonel anlamda bir müzisyen olarak yollarının sinemayla nasıl kesiştiğiyse farklı bir hikâye. Müzik öğretmenliği eğitimi aldıktan sonra bir yandan "çocukları çok seviyordum ama öğretmenler odası çok korkunç bir şeydi benim için" dediği mesleğine adım atmış önce. Bir yandan da gitar, satranç ve ritim dersleri vermiş. Hayatını değiştirense zar zor satın aldığı bir bilgisayara korsan yüklediği Qbase programıyla olmuş: " İlk bir şeye sararsın ve artık hayatınız o olur ya... Ondan sonraki tüm günlerim beste yapmak, kendi bestelerimi kaydetmekle geçti. Bu müthiş özgürleştirici bir şeydi benim için. " İşbirliği. Canavarlar Sofrası, Kusursuzlar, Son Çıkış... Barış'ın yönetmen ve senarist Ramin Matin'le süregelen işbirliği dikkatimi çekiyor. Müzik kültürü çok iyi, çok entelektüel bir insan olduğunu söylediği Ramin'le iyi bir uyum yakaladığını söylüyor. O uyumu yakalamanın ve kolektif çalışmanın zorluklarından, bir besteci ile bir yönetmenin işbirliğinde en önemli şeyin sürekli iletişim ve uzunca vakit geçirmek olduğundan bahsediyor: " Kolektif çalışan sanat dallarında [...] senin hissettiklerin her zaman doğru olmayabiliyor. Ben kırmızı renkte bir öfke ya da aşk hissedebilirim ama yönetmen aynı renkte bir hüzün hissediyordur. Bunlar çok kişisel duygular. O yüzden onun ne hissettiğini duymak, bilmek gerekiyor. " Barış'la Tünel'deki müzik mağazalarından birini keşfederken. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Bir adım geriden. Kasım 2021. Yönetmen ve senarist Tufan Taştan Keşif Sineması'nın ilk sezonunda konuğum olmadan hemen önce Sen Ben Lenin 'i izliyorum. Film zaten çok keyifli, çok esprili, çok akıcı. Sona erdiğinde tam yerimden kalkacakken Seyyal Taner'in sesini duyuyorum: " Boynu bükük duruyorsam eğer / İçimden öyle geldiği için değil / Ama hiç değil... " Kapanış jeneriği boyunca iki ayrı Seyyal Taner şarkısının kullanıldığını sanıyorum. Oysa sonradan bunun film için bestelenmiş Edip Cansever şiirleri olduğunu öğreniyorum. Şarkı(lar) Spotify'a eklendiğinde heyecanlanarak basıyorum kalbe. Altında Barış Diri imzası var. Podcast kaydımız sırasında Barış'ın bana Mendilimde Kan Sesleri ' nin tek bir şarkı olduğunu, sadece çok katmanlı bir şiirin çok katmanlı bir şarkıya dönüştüğünü söyleyeceğinden henüz haberim yok. Dinle Besteci, müzik süpervizörü, zanaatkar. Barış'tan öğreneceklerim Sen Ben Lenin 'in kapanış jeneriğindeki şarkıların aslında tek bir şarkı oluşundan ibaret değil. Film müziği bestecisi ve müzik süpervizörünün farklarını, Türkiye'deyse tek bir müzisyenin iki görevi birden üstlenmek zorunda kaldığını öğreniyorum. Bunun sanatçı kimliği dışında bir zanaatkar kimliği gerektirdiğini; çünkü yeri geldiğinde -hele ki bağımsız sinemada- bütçeler yetmediğinde besteciden "bakkal pop" tarzında bir pop şarkısı yapmasının da beklenebildiğini öğreniyorum. Dinle Barış'la keşfetmek. Mikrofonun karşısına bir film müziği bestecisini alınca, birlikte keşfetmek için bir yönetmen ve sinemasından çok bir film müziği bestecisi ve film müziklerini seçmek daha mantıklı geliyor. Barış, Cliff Martinez'i özellikle The Knick dizisi ve Drive filmi üzerinden konuşmayı öneriyor. Nicolas Winding Refn'le işbirliklerini oldum olası sevdiğim için çok cazip geliyor bu fikir bana. Müziğinin onun için neden özel olduğunu sorunca şöyle açıklıyor: " Şaşırtıyor beni, o yüzden seviyorum. Alışılagelmişin dışında bir şey duyuyorum. " Emre ve Barış, Hildur Guðnadóttir'den Alexandre Desplat'a, Dario Marianelli'den Jóhann Jóhannsson'a birçok film müziği bestecisinin adının geçtiği bir kahve sohbetinde. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Saf sinema. Cliff Martinez'in Steven Soderbergh'le süregelen işbirliğine çok hâkim olmasam da Nicolas Winding Refn sinemasının sıkı bir takipçisi olarak başta Drive olmak üzere onun filmlerine eklediği müziğe hayranlık duyuyorum. Barış, Martinez'in Drive 'a olan katkısı hakkında "G örmeye alıştığımız ve müzik olması gereken sahnelerin altında müzik yok; alışık olmadığımız yerlerdeyse müzik var. Daha doğrusu ritim var. Ben burada saf sinema izlediğimi düşünüyorum. " Chromatics, Kavinsky, Electric Youth. Drive 'ın müzikal dünyasını sadece Cliff Martinez'in müzikleri ekseninde değil, filmin müzik kullanımı üzerinden de konuşuyoruz. Açılış sahnesi ve açılış jeneriğinde çalan Tick of the Clock (Chromatics) ve Nightcall 'dan (Kavinsky) çok etkilendiğimi söylüyorum. Barış da sürücünün "atıyla uzaklaştığı" sahnede duyduğumuz A Real Hero 'dan (Electric Youth) etkilenmiş. Konu bir şekilde iyi müzik kullanımına geliyor. Ezel Akay'ın Neredesin Firuze 'sinin, Wes Anderson'ın The Royal Tenenbaums 'unun adı geçiyor. Barış iyi müzik kullanımından çok etkilendiğini söylüyor: " Biri daha önceden senin hissettiğin ve yapmak istediğin şeyi daha iyi şekilde yazmışsa, yazma işte, onu kullan. Taklidini yapacağına onu kullan." Barış'la sohbetimizde adı geçen Cliff Martinez parçalarının ve ötesinin yer aldığı, Barış'ın hazırladığı bu soundtrack çalma listesiyle veda edelim: Dinle Diyor ki... İnsan zihni normalde bir melodi yarattığında ya da bir şey dinlediğinde şöyle çalışıyor: Sürekli hep onun sonrasını tahmin etmeye çalışıyorsun. Müzik kültürün kadar da tahmin ediyorsun aslında. Ve tahmin ettikçe o müzik senin hoşuna gitmeye başlıyor.

Sanatkardan öte zanaatkar bir müzisyen: Barış Diri

Aralık 21, 2022

·

Makale

Kalbini attıranların peşinden giden bir iletişimci: Uğur Yüksel

Uğur'u keşfetmek. Uğur, " sineması olmayan bir kasabaydı " dediği Nazilli'de doğmuş ve 17 yaşına kadar orada yaşamış. Sinemada izlediği ilk filmi hatırlamıyor ama Anayurt Oteli 'nin hafızasındaki ilk film olduğunu söylüyor. Nazilli'de çekilen film için tüm mahallenin kasabada seks filmleri gösterilen sinemada bir araya geldiğini hatırlıyor: " Sinemaya ilk girdiğim andı ve benim için çok büyüleyici bir şeydi. Ne izlediğimi tabii ki anlamadım. Hikâyesi benim anlamamı bekleyen bir şey değildi. Ben de zaten ona bakmıyordum, Nazilli'ye bakıyordum. " " Ne bulursam izliyordum. " Uğur 90'ların sonları ve 2000'lerin başını kendisi için bu cümleyle özetliyor. Benim için 2000'lerin tamamı diyebileceğim o dönemi çok iyi tanıyorum. Kendini arayan, kendi kimliğini kabul etmeye çalışan bir gencin sinemayla ilgilendiğini fark etmesi, geleceğinde sinemayla ilgili bir şeyler yapmak istediği konusunda aydınlanmasının müthiş bir dönem olduğunu hatırlıyorum. Merak. " Sinema özelinde bir iletişimci olmak var mıydı aklında? " diye soruyorum. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali, Gezici Festival ve Ankara Film Festivali derken, başkentin üç büyük festivalinde de çeşitli görevler üstlenmiş, gönüllü çalışmış Uğur. Sinemayla, sanatla ilgili bir şeyler yapmak istediğini bilerek ama ne yapmak istediğini bilmeden: " Şarkıcı olmayı bile düşünmüş olabilirim, zihnimden geçmiş olabilir ama 'Ben bir iletişimci olacağım.' cümlesi asla aklımdan geçmedi. Aslında biraz yol getirdi beni [buraya], merakım getirdi. " diyor. Bu bana tanıdık geliyor. Uğur, "Buradan ne tarafa doğru yürüsek?" sorusunun yanıtını arıyor. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Çok adım geriden. 2012'nin son günleri, yoksa 2013'ün mü? Ben !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali için gün sayarken, Uğur'la Mars Entertainment'ın Maçka G-mall'daki ofisinde buluşuyoruz. (G-mall artık yok.) O günkü toplantının tarihini belirlediğimiz e-posta; yapacağımız onlarca, belki yüzlerce işbirliğinin ilk adımı oluyor. Onu tanıdıkça; uzmanı olduğu iletişimin, sadece temsil ettiği festival, kurum ve sanatçılara özel olmadığını anlıyorum. Yaptığım işi iyileştirmek, birlikte çalıştığımız durumları güzelleştirmek için benimle de çok iyi iletişim kuruyor Uğur yıllar içinde. Film gösterimlerinde, basın toplantılarında, festivallerde, konserlerde, partilerde bir araya geliyor, gelmeye devam ediyoruz. !f ruhu, !f ailesi. " Biraz !f ruhu övelim mi? " diye soruyorum. " Tabii ki. " diyor, " Her zaman. Hatta sadece onu konuşalım. " Hem bizi bir araya getiren hem de Uğur'un " Benim bütün hikâyemin çok önemli bir parçasını oluşturduğu için ve beni yetiştiren bir okul olduğu için çok ayrı bir yerde duruyor. " dediği !f hakkında konuşmaya başlıyoruz. O festival artık yok. Ama !f ruhu dendiğinde, !f'lik film dendiğinde hâlâ ne olduğunu anlayan binler, yüz binler var bu kentte. " Bu bir iletişim başarısı mı? " diye sorduğumda net bir cevap veriyor: " Asla değil. Bir iletişimci olarak, asla değil. " !f'in yarattığı özgür dünyanın, bir aradalık hissinin, "başka bir dünya" arzusunun yokluğunu çok hisseden bir izleyicisi, takipçisi olarak !f ruhunu benim gibilerin organik bir şekilde oluşturduğunu biliyorum. Özlüyorum !f'i ve özlediğim her şeyde Serra (Ciliv) ve Pelin (Turgut) kadar, Uğur'un da dâhil olduğu tüm !f ekibinin çok büyük katkısı olduğunu hatırlıyorum. İyi ki varlar. Uğur ve Emre, Kurtuluş sokaklarında !f ruhuyla kenetleniyor. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu İletişim değil, rehberlik. 2015 yılında Uğur ve Zaferhan'ın (Yumru) kurduğu ZU, Yeşim Ustaoğlu ve !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'yle başladıkları film, kültür ve sanat iletişimini yıllar içinde birçok festival, kurum, film ve sanatçıyla sürdürdü. Ben de bugüne kadar Duende'de okuduğun satırların bazılarını ZU sayesinde yazdım, Keşif Sineması'nda dinlediğin seslerden bazılarıyla ZU sayesinde bir araya geldim. Uğur bir kişi ya da kurumla çalışmak için karşısındakinin " o filmin yolculuğunun tüm iletişiminin yürütülmesinde bir rehberin olması gerektiğini gören ve görebilecek olan bir vizyona " sahip olmalarının etkili olduğunu söylüyor. Sanatçıların basın ve halkla ilişkilerini yapmaktan öte, kariyer inşalarında yanlarında durmaktan, onlarla yürümekten zevk aldığını söylüyor. " Arada bunu hatırlayıp kendimle gurur duyuyorum. " diyor ve ekliyor: " Sevmediğim ya da kalbimi attırmayan hiçbir şeyin yanında olmamışım. " İşte tam da işine de yansıyan bu özelliğinden dolayı ben de onunla gurur duyuyorum. Uğur'la keşfetmek. Uğur 1930'lardan bir filmi " hayatımı değiştiren ve unutamadığım bir keşif. " diye benimle paylaşıp yönetmenini konuşmayı önerdiğinde hiç tereddüt etmiyorum. Uğur'un sinema zevkinin !f'in büyük bir parçası olan Keş!f çizgisinden geldiğini biliyorum çünkü. Tıpkı Keşif Sineması ismi gibi... Şairler, sanatçılar ve ölüm. Cocteau'yla nasıl tanıştığını sorduğumda, " Genet okuyarak. " diyor Uğur: " Genet'yle tanışınca da Cocteau'yla tanışıyorsun aslında. " Dönemin kuir yönetmen ve sanatçılarından, Jean Genet ve Jean Cocteau'dan, ikisinin ayrıştığı ve benzeştiği yerlerden konuşuyoruz. "Rönesans insanı" Cocteau'nun The Blood of a Poet (1932), Orpheus (1950) ve The Testament of Orpheus (1960) filmlerinden oluşan üçlemesinde Orfe ve Evridiki'nin hikâyesini kullanması, aklıma ister istemez Céline Sciamma'nın The Portrait of a Lady on Fire 'ını getiriyor. " Kuir yönetmenlerin Orfe ve Evridiki mitiyle olan bu saplantısını n'apıcaz? " diye soruyorum. Uğur, " Bütün sanatçılar aslında ölümü merak ediyorlar. " diyerek bu durumun kuirlikten çok sanatçı olmakla ilgili olduğunu düşündüğünü söylüyor ve ekliyor: " Cocteau aslında ölümü yenmeye çalışmıyor, ölümü anlamaya çalışıyor. " Diyor ki... [!f'in] en büyük gücü başka bir şey yapıyor olmasıydı. Biz bu ülkede başka bir şey yapmaya ya da görmeye çok alışık değiliz. Başkaymış gibi olan ya da başka diye tarif ettiklerimizin tam da öyle olmadığını, aslında onun başka bir şeyin şekil değiştirmiş tekrarı olduğunu deneyimlediğinde görüyorsun. Ama !f gerçekten de [ortaya] olmayan bir şey koydu. Hep "başka bir dünya" arzusu vardı ama dünyanın bir tarifi yoktu. Ama [şunu] biliyorduk: O dünyanın içinde özgür olduğumuzu, kendimiz olduğumuzu.

Kalbini attıranların peşinden giden bir iletişimci: Uğur Yüksel

Aralık 7, 2022

·

Makale

Yapımcılığın ne olduğunu, yaparken öğrenmiş biri: Nefes Polat

Nefes'i keşfetmek. " Ne hatırlıyorsun dersen, herkesin ağladığını hatırlıyorum. Yani izleyicinin deneyimini. " diyor Nefes. 7 yaşındayken Kozyatağı'ndaki Apollon Sineması'nda Schindler's List 'i izlemeye gitmiş ailesiyle. Meşhur kırmızı paltolu kızı gördüğünde çok mutlu olmuş: " Bir yandan çok üzücü, bir yandan da orada bağladığım duyguyla yaşamı bulduğum bir deneyim. " Sinema eğitimini İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde tamamlayan Nefes'e, " Sinema okuyan biri yönetmen olmak ister, oyuncu olmak ister, haydi diyelim senarist olmak ister. Yapımcı olmaya nasıl karar verdin? " diye soruyorum. Duyguları tıraşlayacak kadar analitik düşünmeye yatkın biri olduğunu söylüyor ve ekliyor: " Herkes neden yönetmen olmak istiyor sorusuyla yapımcı olmaya karar verdim ben. Herkes yönetmen olacaksa, kim yapacak bu filmleri? " Yapımcılık 101. Nefes Polat, benim ilk yapımcı konuğum. Biraz da o yüzden yapımcı nedir, ne yapar, anlatmasını istiyorum: " Yapımcılığın ne olduğunu yaparken öğrenmiş birine soruyorsun. " diyor. Yanıtıysa çok açıklayıcı: “ Bir filmin içeriğinin ve biçiminin kararı bağımsız film üretiminde bir kişide, o da yönetmen. Bu karar mekanizmasının aldığı kararların sorumluluğunu taşıyan kişi ise yapımcı. ” Bir film fikrini ete kemiğe büründüren, bunun için finansal, fiziksel, zamansal tasarımı yapan, bir yandan da hukuksal ve muhasebesel süreci yürüten... " Komisyonculuk ya da iş insanlığı gibi de görünebiliyor ama bağımsız film yapımcılığı aslında kültür yöneticiliği. " Bir minik adım geriden. Çok değil, iki hafta önce. Ankara'daki ilk günümde, Kızılay Büyülü Fener Sineması'nın sokağının köşesinde Boğaziçi Pastanesi'nde otururken yanıma gelip kendini tanıtıyor Nefes. Adını sevdiğim filmlerin açılış ve kapanış jeneriklerinden ya da IMDb sayfalarından hatırlasam da bugüne kadar tanışmadığımıza şaşırıyorum. Biraz sonra izleyeceğim Kar ve Ayı 'nın yapımcısı olduğunu öğreniyor, Keşif Sineması'nın sıkı bir takipçisi olduğunu söyleyince seviniyorum. Tam yanımdan ayrılacakken geri dönüyor: " Çorba nasıl, çok yağlı mı? ". (Çok yağlı.) Kar ve Ayı 'yı izledikten sonra, bu karşılaşmanın kaderin bir oyunu olduğunu anlıyorum. Ne zamandır Keşif Sineması'nda bir yapımcıyla sohbet etmeyi istediğimi hatırlıyor, hiç düşünmeden soruyorum. " Senin gibi soru soran birisiyle sohbet etmek zihin açar, ufuk genişletir, keyif verir. " diye kabul ediyor. Kar ve Ayı 'nın Marakeş'teki gösteriminden sonra görüşmek üzere ayrılıyoruz. Karaköy'den Galata'ya yürürken, Kılıç Ali Paşa Camii'nin avlusunda bir mola Kadın temsili. Keşif Sineması'nda oyuncu Gülçin Kültür Şahin'in konuk olduğu bölümde Nefes'in yapımcısı olduğu Kumbara hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum. " Sanki Gülçin'in karakteri senaryoda daha sönük bir yan karaktermiş de o oyunculuğuyla ve varlığıyla, onu bir yan karakterden fazlasına dönüştürmüş gibi... " dediğim aklımda. Bu dönüşüme çok minnettar olduğunu söylüyor Nefes: " Ben Kumbara'yı ilk okuduğumda bir kadın karakter yoktu ve Bechdel testine uygun bir film yapmak benim için çok elzemdi. " Bir kadın karakterin varlığı, onun ailedeki temsili, filmdeki yeri, onun arzular dünyası üzerine düşünüldüğü ve Gülçin'in karakterinin bir "kermes teyzesine" dönüştürüldüğü hâlinden çok memnun: " Bir soru sorduk, üzerine bir şey yarattık ve o şu an kendi başına yaşıyor. " Kar ve ayı. Nefes, Selcen Ergun'un dünya prömiyeri Toronto'da yapılan, Antalya ve İstanbul'da ödüller kazanan filmi Kar ve Ayı 'nın da kadın karakter temsilinin onu büyülediğini söylüyor. 2017 yılında Mars Prodüksiyon'dan ayrıldığı dönemde onu Selcen'le bir araya getiren kurgucu Çiçek Kahraman olmuş: " Kendi kuşağımdan insanlar ilk filmlerini yapmak istiyorlardı, ben de aynı şekilde. Film yapıyordum ama [artık] bir yaratımın baştan sona sorumluluğunu deneyimlemek istiyordum. " Derecelendirilemeyen bir olgu olarak politika. Kadın ve erkek, insan ve doğa, şehirli ve taşralı... " Her ne kadar sinemaya siyaset karıştırılmayacağını iddia eden festivallerimiz olsa da filmde politik olmayan tek bir şey yok gibi geliyor bana. " deyip, " Peki senin bu filmle ilgili olarak özellikle politik olması ya da daha az politik olması için aldığın bir karar oldu mu hiç? " diye soruyorum: " Politikanın ölçülebilir olduğunu, derecelendirilebilir olduğunu düşünmüyorum. Politikanın yaşarken ürettiğimiz; tükürüğümüz gibi, göz yaşlarımız gibi, bütün beden sıvılarımız gibi, var oluşumuzdan çıkardığımız bir şey olduğunu düşünüyorum. O yüzden iki insanın yan yana gelip politik olmamasının tek yolu apolitik olmayı seçmeleridir, bu da politikanın temeli zaten. " Nefes ve Emre, Nefes'in yapımcısı olduğu kısa film Bugün Değil'i tartışıyorlar Nefes'le keşfetmek. Konuşmak için şu sıra İspanya'yı Oscar yarışında temsil edecek Altın Ayı ödüllü Alcarràs filmiyle gündemde olan Carla Simón'u seçiyoruz. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi Summer 1993 / Estiu 1993 için "Ara ara ağladığım ve artık sonunda da gözyaşlarımı tutamayıp hıçkırarak ağladığım bir filmdi." diyor. Tanımlanması yetişkinler için dâhi zor olan yas duygusunu tanımlayışı, duygu dünyası ve ritmi, çocukların sinemadaki temsili ve çocuğun otoriteyle ilişkisi açısından da etkileyici bulmuş filmi. Ekofeminizm. Simón'un yeni filmi Alcarràs ise bir diğer ilgi alanından. Onu ekofeminizm üzerinden yakalamış. Ekofeminizm üzerine çok fazla düşündüğünü, çalıştığını söylüyor: " Benim için dünyaya bakış kaynaklarından biri. " Tohumlardan, enerjinin dönüşümünden, iklim değişikliği ve aciliyetinden ve bunların sinemada bir alt türe dönüşmesinden ( cli-fi ) söz ediyoruz. Her karakterin öfkesini nasıl ifade edişiyle, herkesin bir arzular dünyasına sahip oluşuyla ve her karakterin yaşayan bir karakter oluşuyla hayran kaldığı Alcarràs hakkında şunu ekliyor: " Oraya güneş paneli de getirecek olsan, sadece gücü elinde tutan, sermayeyi elinde tutan kişi için güneş paneli getiriyorsan o dünya yıkılır diyor film aslında. " Çocuklarla oynamak. Carla Simón sinemasının en sevdiğim yanlarından birinin çocuk oyuncuları yönetmedeki başarısı olduğunu söyleyince şöyle diyor Nefes: " Çocuklarla birlikte olmayı o da seviyor. O da bundan keyif alıyor. Carla Simón çocuklara reji vermiyor, onlarla oyun oynuyor .” Çocuk oyuncularla çalışmak zor ama karşılıklı öğrenmeye çok açık. İnanılmaz besleyici bir tarafı var: " Çocuklarla anda, o anda olmalıyız. Ve onlar için dünyanın tamamı zamansız bir oyun alanı. " Diyor ki... "Burada [Kar ve Ayı'nın] Türkiye coğrafyasıyla kesiştiği yerler üzerinden, gerçek mi değil mi üzerinden sorular gelirken, yurt dışındaki izleyici yaratmak istediğimiz o mekânsız ve coğrafyasız bütünlüğü daha güzel görebiliyor. O coğrafyayla ve dille bağı olmadığı için büyük ihtimalle. Burada hangi lehçede konuştukları sorusuna cevap veriyoruz, orada diyalogların içeriğine, alt metnine yönelik cevaplar veriyoruz."

Yapımcılığın ne olduğunu, yaparken öğrenmiş biri: Nefes Polat

Kasım 23, 2022

·

Makale

Mükemmel oyun arkadaşı: Barış Gönenen

Barış'ı keşfetmek. " Aslında ilk izlediğim filmin ne olduğunu hatırlamıyorum. " diyor Barış ama 7 yaşındayken Fatih'taki Hakan Sineması'nda kuzeniyle bir filme gittiklerini söylüyor: " Filmden çok kuzenimi izliyordum, o gülünce ben de gülüyordum. Çok etkilenmiştim. Koca bir televizyona bakmak beni çok etkilemişti. " Ergenliğinde izleyip onu çok heyecanlandıran film olarak sinemada birkaç kez izlediği Titanic 'i unutamıyor: " Öyle bir dönem bir daha oldu mu hatırlamıyorum. Herkes Titanic 'ten bahsediyordu. " Barış, Şişhane sokaklarında. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Oyuncunun sanatı. Onu sahnede ilk kez 2010'ların başında Limonata oyununda izlediğimi buluşacağımız günün sabahı rol aldığı film ve oyunların listesini incelerken fark ediyorum. 10 yılı aşkındır sahnelerde Barış. Bir günde iki farklı oyunla sahneye çıktığına bakılırsa hâlâ da en büyük tutkusu tiyatro. " Özünde, temelinde , oyunculuk oyunculuk. " diyor ama ekliyor: " Ona yaklaşman, hazırlık sürecin ve o işi yaparkenki şartlar aradaki farkları belli ediyor. Tiyatro çok oyuncu sanatı. Oyun başlıyor, seyirci yerine oturuyor, ışık yanıyor ve artık her şey sensin. [...] Her şey senin elinde. Sinemada ise o kadar fazla değişken var ki senden gayrı olan. Bir kere çok kalabalık ve kakafonik bir yer set. O gürültü ve o kaosun içerisinde bir anın içinde durmak gerçekten çok zor. " İnsanlık tarihi kadar eski tiyatroyla yüz yıllık sinemayı karşılaştıramayacağımızdan; bir tiyatro oyununun kaçırılmasının, bir daha hiçbir yerde bulunamayacak olmasının hayatın akışıyla olan uyumundan söz ediyor. Çekmeköy Underground. Bir sinema filmi için ilk oyuncu seçimine 2015'te, Aysim Türkmen'in Çekmeköy Undergound filmi için katılmış Barış. Görüntü yönetmeni Vedat Özdemir'den çok şey öğrendiğini söylüyor: " Kamera önü oyunculuğu daha teknik bir şey. Aslında tiyatro öyle algılanıyor, çok fazla tekniğe sahip olman gerekliymiş gibi. Ama kamerayı çok iyi tanıman, kamerayı çok iyi algılaman lazım. O zaman anlamıyordum, sağına git diyorlardı, soluma gidiyordum. Kameranın sağına gitmek demek olduğunu bilmiyordum. Nereye bakmam gerektiğini anlamıyordum, kamerayı kollamanın ne demek olduğunu bilmiyordum. O filmin setinde öğrendim." Bir adım geriden. 28 Haziran 2021. Haziranın, Onur Ayı'nın son salısı. İstanbul Film Festivali'nde kaçırdığıma çok üzüldüğüm Çilingir Sofrası 'nı Kadıköy Sineması'ndaki gösteriminde, bir salon dolusu kuirle birlikte izlemek bana büyük bir mutluluk, büyük bir huzur, büyük bir beraberlik hissi veriyor. Eski sevgililerim, eski dostlarım, eski crush 'larım, eski kolilerim ve belki de gelecektekilerle dolu bir salonla aynı anda gülümsüyor, aynı anda efkârlanıyor, Nazan Öncel'in " Bunu bir ben bilirim, bir Allah " deyişine birlikte gözyaşı döküyoruz. Çilingir sofrası. Yaklaşık iki ay sonra Ayvalık'ta kaynaşıyoruz ekiple; son gece, Ali Kemal, Barış, Rıfat ve Seda'nın olduğu bir masaya elimde bir rakı kadehiyle gidiyorum: " Tüm ekip bir aradayken yanınıza gelip sizinle bir kadeh kaldırmamak olmazdı. " Bunun çok özgün bir fikir olmadığının Rıfat'ın " Bu gece sarhoş olmazsak iyidir. " deyişiyle farkına varıyorum, hep birlikte gülüyoruz. Onlara hissettirdikleri için bir kez daha teşekkür ediyorum. Göz göz, bir anın içinde durmak. Barış'la Çilingir Sofrası 'nın bize em duygusal hem de sinemasal anlamda hissettirdiklerinden konuşuyoruz. " Ben tiyatroda çok iyi partnerlikler yaşamış biriyim. Çok iyi oyun arkadaşlarım oldu. Göz göze yıllarca, kan, ter, gözyaşı döktüğüm; konuşmadan, gözünün ufacık bir hareketinden kafasının içinden ne geçtiğini anlayabildiğim rol arkadaşlarım oldu. Bunun sinemada ya da kamerada çok olabileceğini düşünmüyordum " diyor. " Kafanın dibinde duran sesçisi, ışıkçısı, her şeyi bir kenara bırakıp o oyuncuyla göz göze, bir anın içinde durmayı ilk defa Rıfat'ta yaşadım. O yüzden Çilingir Sofrası'nın benim kariyerimde çok önemli bir yeri var, benim oyunculuğu anlama biçimimde çok büyük bir önemi var. " Emre ve Barış, kuruldukları mini-çilingir-sofrasında sektör dedikodusu yapıyorlar. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Temsiliyet ve mağduriyet. Türkiye'de LGBTİ+ karakterlerin yer aldığı bir film çekmenin otomatik olarak cesur bir şey olarak algılanışından, sinemadaki LGBTİ+ temsiliyetinden ve sinemadaki LGBTİ+ karakterlere layık görülen mağduriyetten konuşuyoruz. " Azınlıklarla, ötekilerle, cinsel azınlıklarla, ırksal azınlıklarla ilgili filmler çekildiğinde otomatik olarak politik bir film oluyor bu. " diyor Barış. Çilingir Sofrası 'nda hissettiklerimi hissetmek içinse kuir olma gerekliliğinin anlamsızlığından yakınıyorum. Katılıyor: " Bu dünya üzerinde yapılmış tüm filmler için geçerli. Bir hikâyeyi anlayıp sevmek, onunla bir ilişki kurmak için onun öznesi olmana gerek yok ki. […] Aşk ile ilgili yapılmış binlerce, milyonlarca film var. Onlardan biri de bu işte, bir aşk hikâyesi. " Barış'la keşfetmek. Kuir sinemadan konuşacağımız bir bölüm olacağı belli, o yüzden kuir bir yönetmen seçmeyi öneriyorum Barış'a. Biraz da içten içe Çilingir Sofrası ve Weekend arasında hissel bir bağ olduğunu düşündüğümden belki Andrew Haigh ismi çıkıyor ağzımdan. Anlaşıyoruz. " Çok iyi partnerlikler ve iki oyuncuyla hep ikilikler yarattığını düşünüyorum tüm filmlerinde ." Barış, Haigh ve onun oyuncularının yerinde olmak istediğini söylüyor: " Çok ilginç anlar yaratıyor ve oyuncularını muhtemelen çok serbest bırakıyor. Onların birbirlerini tanımalarını sağlıyor bence. Ben çok iyi buluyorum oyuncu yönetmeni olarak. O kadar alan veriyor ve yönetmen olarak kendini gizlemeyi o kadar iyi biliyor ki. Sanki kamerayı bir yere gizlemiş ve çekmiş gibi. Laflar da öyle ama muhtemelen değil tabii. Oyuncuları, onlara sonsuz alanlar verdiği için çok şanslılar bence. " Bir hafta sonu ve bir gece. Greek Pete' ten, 45 Years filmindeki çiftten, Looking dizisindeki sıkı dostlardan ve Haigh'in nasıl da " karakterlerin kendini keşfettiği hikâyeler anlatırken, önde duran karakter olarak hep mahçup olanı seçtiğinden" konuşuyoruz. Hem çok iyi bir espri anlayışı olduğunu hem de filmlerinde her şeyin dramatik olduğunu söylüyor onun: " Her şey hep ıskalanmış filmlerinde; herhalde yarım kalan aşklarla ilgili bir meselesi var. " Lafı çıkış noktama, Weekend ve Çilingir Sofrası 'nın hissel benzerliğine getiriyorum: " Çilingir Sofrası’yla benzer bir hissi de var. Kalp kırıklığı var, ondan da bence böyle hissettin. İkisinde de doğru şartlarda çok büyük bir aşk olabilecek bir şeyin olamamasını izliyorsun. " Elimi kalbime götürüyorum; bu cümle bitiriyor beni. İçim parçalanıyor. Kayıttan sonra, eve dönüş yolunda kulaklıklarımdan Nazan Öncel söylüyor yine, yeniden: " Gönlümün tellerine mızrap dayanmaz... " Diyor ki... LGBTİ+’larla ilgili olan tüm işlerde hep bir mağduriyet hikâyesi izleriz biz. Bir filmde bir trans varsa onun başına çok kötü şeyler gelir. Bir filmde bir gey varsa onun başına çok kötü şeyler gelir. Temsiliyet hep bir mağduriyet üzerine kurulu. Bunu ben biraz sorunlu buluyorum ve artık 'old school', çok 90’lara ait buluyorum. […] Ben içki içen, cinselliği olan, hayatın içerisine karışmış kadınların; mutlu, başarılı, hayatta her şeyi yolunda giden [hikâyelerini] izlemek istiyorum. Geylerin de öyle. "Merhaba ben geyim" diyen birinin cezalandırılmadığı, bunu söylediği için acı çekmediği hikâyeler izlemek istiyorum.

Mükemmel oyun arkadaşı: Barış Gönenen

Kasım 9, 2022

·

Makale

Şu anın sinemasıyla paralel ilerleyen bir oyuncu: Nazlı Bulum

Nazlı'yı keşfetmek. "Film izleme alışkanlığı olan bir aileydik." diyor Nazlı, tiyatroya ilgisi de 9 yaşında başlamış. Bu ikisinin arasında da oyuncu olmayı hayal ettiği bir çocukluk geçirmiş: " Harry Potter bende çok güçlü bir figürdü. O karakterlerin yaşında olduğum döneme denk geliyor ilk filmin çıkışı. Dolayısıyla bizim jenerasyonda zaten bir sürü çocuğun sinemaya dair ilk hatırladığı o, açıkçası benim de öyle. " Sahneye ve sahne figürlerine olan ilgisiyle de birleşince bu fantastik dünyanın içinde oynamak gibi bir hayale kapılmış: " Bir küresel oyuncu seçmesi yapılıyormuş ve ben seçiliyormuşum gibi [hayaller kuruyordum]. Bir çocuk için baktığında fazla sektörel ve bilinçli [hayaller]. " Nazlı Bulum, Sirkeci Garı'nda. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Tiyatro, sinema, televizyon. "Tiyatronun içinde geliştim ve benim için iş üretme algısında çok etkisi oldu." diyen Nazlı, profesyonel tiyatroya Oyun Atölyesi'yle başlamış. İlk sinema oyunculuğu Zeynep Dadak ve Merve Kayan'ın filmi Mavi Dalga. Yönetmenlerin filmin dünyasını kurarken oyuncularıyla şeffaf bir şekilde paylaştıkları bir süreci çok değerli bulduğunu söylüyor. Önce Mavi Dalga, ardından Derya Durmaz'ın kısası Gri Bölge ve sonrasında Berlinale Talents programı ile üç sene üst üste Berlin Film Festivali'ne gidince Çiğdem Mater'in " Ne o, kombinen mi var? " dediğini hatırlıyor. Nazlı ne sinemaya başladığında tiyatrodan ne de televizyona devam ettiğinde sinemadan vazgeçen bir oyuncu: " Bir ilişkinin uzun sürmesi, ara ara tekrar karşılaşmak ve onun orada akıp devam etmesi çok sevdiğim bir şey. O yüzden Türkiye'de sanat üretmekle iyi bir ilişkim olduğunu düşünüyorum, hem tiyatroyla hem sinemayla. Televizyon daha yeni bir macera benim için. " Şu anın sineması. Şu anın sinemasıyla paralel ilerleyen bir ilişkisi olduğunu söylüyor Nazlı. Mavi Dalga 'nın Gül'ü ve Kar 'ın Ebru'sundan başlıyor, Nazlı'nın sinemada canlandırdığı karakterlerle ilgili konuşmaya geçiyoruz. Türkiye sinemasının taşra temasıyla olan bağından söz ederken, " Taşra bizde hâlâ baskın bir tema. Bense genelde ya olduğu yerden çıkmaya çalışan ya da oraya yeni gelmiş karakterleri oynadım. " diyor ve ekliyor: " Şehir ve taşra ilişkisiyle ilgili açılıyor bizim sinema; o biraz heyecan verici. " "Sana o buhranı yaşattı mı bu şehir?" Sevdiğim kısa filmlerden Zeynep Dilan Süren'in Büyük İstanbul Depresyonu 'na geliyor laf. " İstanbul'da doğup büyümüş biri olarak... " diyorum, " ... sana o buhranı yaşattı mı bu şehir? " " Yaşattı." diyor, " ve tam o dönemde yaşattı. " Senaryo eline geçtiğinde Berlin'e taşınmak üzereymiş Nazlı: " Göç ihtimaline baktığım bir-bir buçuk sene oldu hayatımda. Çok da acılı olmamakla beraber çok keyifli de değildi çünkü bir oyuncu olarak benim dilimle kurduğum bir ilişki var. O benim hayatımda önemli bir yerde, […] benim asıl ilişkim Türkçe’yle ve buranın hikâyeleriyle. " Emre ve Nazlı, Galata sokaklarında göçten ve İstanbul'un yaşattığı buhranlardan bahsederken efkârlanıyorlar. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Nazlı'yla keşfetmek. Keşif rotamızı belirlerken çeşitli isimler geçiyor; Shiva Baby 'sine ikimizin de hayran olduğu Emma Seligman, Nazlı'nın " kendi ayağıma mı sıkıyorum acaba? " dediği Charlie Kaufman, daha önce bu satırlarda yer verdiğimiz Alice Rohrwacher... Sonunda Nadav Lapid'de karar kılıyoruz. " Sinemasal geçişleri, çok dinamik bir estetik anlayışı var, çok stilize, çok ne yapmak istediğini bilen bir yönetmen. " diyor onun için Nazlı, oyuncuyla kurduğu ilişkinin çok baskın olduğunu söylüyor: " Çok simgesel, neredeyse bazen sürreal ama aslında bir yandan da çok gerçekçi de diyebileceğimiz bir sineması var. Ben bunların bu kadar karma olmasını seviyorum ve bunu yaparken sırf kamera veya kurgu anlayışından değil, oyunculukla bunu buraya getirmesi bana çok etkileyici geliyor. " Kendini sıfırlamak. Bir yandan da hep büyük şehre giden, taşradan çıkmaya çalışan karakterleri oynadığı için kendi oyunculuk kariyerinin de Nadav Lapid sinemasıyla ortak bir yanı olduğunu düşünüyor Nazlı. Synonyms 'i konuşmaya geçtiğimizde söz tabii ki göçe geliyor: " Bence göçle ilgili yapılmış en güçlü filmlerden biri. " Göç için " kendini sıfırlamak " diyor Nazlı, " Tekrar orada hayatı inşa zorluğuna girebilecek olmak, o ihtimal çok korkutucu, çok sıkıştırıcı, çok insanı neredeyse yok edici bir ihtimal. " Bugünün göç algısına ve Avrupa'ya bakışına dair noktalarından, seçimlerinden söz ediyoruz Synonyms 'in ve filmi izleyince senin de hak vereceğin şu sonuca varıyoruz: " Doğru paltoyu giyersen, her yere girebilirsin. " Diyor ki... Şu anın sinemasıyla çok güzel, paralel ilerleyen bir [ilişkim] var. Oraya ait hissediyorum ve oraya ait hissetmeyi de seviyorum. Burada sinema üretmek, o insanlarla beraber tekrar bir şey yapma ihtimali, daha önce çalışmadığım ama tanıdığım insanlarla bir şey yapmak, onların sinema yolculuğunu görmek çok etkileyici bir şey. O yüzden gönülden bir bağım var.

Şu anın sinemasıyla paralel ilerleyen bir oyuncu: Nazlı Bulum

Ekim 26, 2022

·

Makale

Bir "hareketli görüntü" hayranı: Fatma Çolakoğlu

Fatma'yı keşfetmek. Babasının BBC Türkçe servisindeki görevi nedeniyle çocukluğu Londra'da geçmiş Fatma'nın. Sinemaya dair ilk ipuçlarını İngiliz televizyonları izleyerek, orada sinemaya giderek almaya başladığını, kendisine iz bırakan ilk filmlerin E.T. the Extra-Terrestrial, The Sound of Music ve The Wizard of Oz gibi Hollywood klasikleri olduğunu söylüyor: " Dokuz yaşında büyük bir sinema yönetmeni olacağıma kanaat getirerek büyük bir Steven Spielberg hayranlığına yelken açıyorum. " Bu hayranlığı 1987'de annesi ve babasının boşanmasına bağlıyor: " Spielberg'ün de özellikle boşanmış aileleri işliyor olması ve onların böyle sıra dışı maceralar içinde yer alıyor olması bende duygusal bir bağ yarattı. " Avrupa sinemasınıysa ergenlik döneminde keşfetmeye başlamış. Sinema saplantısı. Sinemayla hep saplantılı bir ilişkisi olduğunu söylüyor Fatma. 11-12 yaşındayken, hazırlık sınıfındaki hocası, Fatma'nın tüm ödevlerinin bir şekilde sinemaya bağlanmasıyla bu saplantıyı fark etmiş ve önce Antrakt, sonra da Tempo dergisinde sinema bulmacaları hazırlamasına önayak olmuş. Emerson College'da sinema, Goldsmiths College'da tiyatro eğitimi, ardından film küratörlüğü ve film programlama gelmiş. Fatma, mesleğini " kavramsal çerçevede bir derdi olmak " olarak tanımlıyor ve gülerek eklemeyi de ihmal etmiyor: " şimdi dert de demeyelim ama... " Fatma mesleğinin biraz da hayatı filmler üzerinden anlamlandırmaya çalışmak olduğunu ekliyor. “ Sinemanın en etkili araçlardan olduğunu düşünüyorum hâlâ. Ve dijitale geçiş, streaming platformlarının artması, televizyon dizilerinin ya da dizi formatının artması [söz konusu olsa da] sinemanın geleceğinin çok daha uzun vadede devam edeceğine inanıyorum. Çünkü hep bir hikâye peşindeyiz aslında. Var olduğumuz hayatı bir şekilde anlamlandırmaya çalışıyoruz, ya da ben hâlâ anlamlandırmaya çalışıyorum. " Fatma Çolakoğlu Salt Galata'nın merdivenlerinde | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Birkaç adım geriden. 2014, belki 2013. O güne kadar Pera Müzesi'nin birkaç sergi açılışından yüzüne aşina olduğum Fatma'yla, müze ve çalıştığım yayının ortak bir projesi için ilk kez bir iş toplantısında bir araya geliyor, ilk kez filmlerden konuşuyorum. 2016'nın son günlerinde, bir başka sergi açılışında yanıma geliyor ve birlikte çalışma ihitmalimiz için ağzımı yokluyor. Müzenin film departmanı Pera Film'de bir yıl boyunca programlama asistanı olarak çalışıyorum. Bu işin yaratıcılık kadar yazışma yeteneği de gerektirdiğini, sinema bilgisi kadar pazarlık becerisi de gerektirdiğini öğreniyorum o yıl. Pera Film'de Balkan sinemasından köpek filmlerine, Nordik sinemadan büyüme hikâyelerine sekiz program yapıyoruz birlikte. Sonra ayrılıyor yollarımız; o Salt'a, ben Chicago'ya. İstanbul Modern Sinema, Pera Film, Salt. 2005'te İstanbul Modern Sinema'yı başlattıklarında İstanbul'da alternatif film izlemenin çok az yolu olduğunu, genelde festivallerin beklendiğini hatırlatıyor. Kariyerine baktığımda, bugün İstanbul'da alternatif film izlemeyi yıl boyunca mümkün kılan birçok kuruma elinin ve emeğinin değdiğini görüyorum Fatma'nın: “ Üç kurum bir nevi sinematek anlamında bir programlama yapıyor. Müze statüsünde olan İstanbul Modern ve Pera Müzesi biraz daha farklı ritim ve içeriklerle seyirciye ulaşırken Salt'ta belli birtakım seriler ve ek programlamalarla bu film programını yönetiyoruz ve geliştiriyoruz. ” "Normal dediğin nedir ki?" Şu an Araştırma ve Programlar Direktörü olarak görev aldığı Salt'la ilgili olarak, “ Salt Beyoğlu’ndaki Açık Sinema, sinema anlamındaki bütün beklentilerimizi ters köşe yapan bir mekân olarak hayal edilmiş ." diyor Fatma. " Sinemanın o koltukları rahat ve geniş, o popcorn deneyimi gibi popüler sinemanın getirdiği izleme koşulları burada çok daha komünal ve kolektif bir izleme deneyimi sunuyor. " Göreve geldikten kısa bir süre sonra hayatlarımıza çıkagelen pandemi, bu kolektif ve komünal deneyimi biraz sekteye uğratmış olsa da o koşulların getirdikleri de olmuş. “ Biraz Pandora’nın kutusu gibiydi COVID. Programlamanın çevrimiçi seyirciye ulaşma gayretiyle kafamızın içinden ve hep İstanbul ve mekân odaklı düşünmekten çıkmak gibi pek çok şeyi öğretti ” Salt'ın bu sezon "normalleşerek" fiziksel film gösterimlerine devam ederken hibrit bir formatla çevrimiçi gösterimlerini de sürdüreceğini hatırlatıyor Fatma. Video sanatı. Yıllar içinde yalnızca film gösterim programlarının değil, video sanatı sergilerinde de küratör olarak çalışan Fatma, en son Salt'ın Bilinmeyene Doğru: Varşova Modern Sanat Müzesi Video ve Film Koleksiyonu'ndan Bir Seçki sergisini Sebastian Cichocki’yle programladı. Video sanatı ve sinema arasındaki çizginin kendisi için gittikçe grileştiğini söylüyor. Daha önce Christian Marclay'in The Clock 'unun da adının geçtiği sohbetimiz, bu kez bir sanatçı ve bir sinemacı olarak Steve McQueen'in çok yönlülüğüne uğruyor. Fatma ve Emre, Salt Galata koridorlarında Julia Ducournau hakkında konuşmaya hazırlanıyorlar. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Fatma'yla keşfetmek. Konuşacağımız yönetmeni seçerken Julia Ducournau için bana " Zor mu olur yoksa?" diye sorduğunu hatırlatıyorum Fatma’nın. Tüketim toplumundan objelerle olan saplantılarımıza kadar birçok konuyu işleyen Altın Palmiye ödüllü Julie Ducournau sineması için “ Neden zor, çünkü cinsellik ve şiddet ağırlıklı. Bir süredir görmediğimiz yeni bir korku literatürü alanı açabilecek potansiyelde olduğunu düşünüyorum .” diyor. Korku sinemasıyla ilgili yaklaşımları ters yüz edişinden, dehşet anını göstermeden sana gözünü kapattıran şiddet sahnelerinden, tasvir ettigi beklenmedik insan ilişkilerinden konuşuyoruz: “ Ana karakterlerin motivasyonlarıyla, o gerginlikle, en ürkünç şeyin her daim insan olduğunu bize anlatıyor .” Ergenlik . Ducournau filmlerinden ve body horror alt türünden yola çıkarak değişimin zor ya da korkunç bir şey olup olmadığı üzerine tartışmaya başlıyoruz: “ Cronenberg’in hikâyelerinde o bedensel ve kafadaki değişim kontrol edemediğin bir şey h â line geliyor. Kontrol edemediğimiz her şey zaten ürkünçtür. ” Ducournau’nun da Cronenberg’in izinden gittiğini hatırlatarak, “ İnsanın kendi bedeniyle ilgili birtakım değişimler geçirmesi ve başka bir şeye dönüşme ihtimalinin olması, hayatındaki o değişimleri nasıl ele aldığına dair çok güzel bir gösterge veya araç oluyor .” diyor Fatma. Ergenliğe asla geri dönmek istemeyeceğine dair kararı net ama “ 18 yaşından sonra herkese yetişkin diyoruz ama yetişkinlik bir devinim gibi. ” diye de ekliyor. “ 70 yaşında da ergen olabilirsin.” Diyor ki... “Dünyanın pek çok farklı yerinden, popüler olsun bağımsız olsun deneysel olsun pek çok hikâye başka şeyler tarif edebiliyor, anlatabiliyor, ulaşıyor size. Programlama yaklaşımı da bence biraz buradan çıkıyor. Bir şekilde yaşadığımız bu dünyanın nasıl anlamlandırılabileceğine dair ipuçları arıyoruz ve sinema burada harika bir ilaç bence.”

Bir "hareketli görüntü" hayranı: Fatma Çolakoğlu

Ekim 12, 2022

·

Makale

Savaş fotoğrafçısı gibi film çekmek: Azra Deniz Okyay

Azra'yı keşfetmek. Çok sakin, çok utangaç bir çocukluk geçirdiğini söylüyor Azra: " 3 yaşından itibaren beni İstanbul Film Festivali'ne götürmeye başlamışlar çanta gibi çünkü koydukları anda duruyormuşum. " İzlediğini hatırladığı en eski filmin Kusturica'nın Çingeneler Zamanı olduğunu söylüyor ve ekliyor: " Çünkü oradaki kızın adı da Azra'ydı ." Şehir plancısı, koruma plancısı, mimar bir aileden geliyor. Beşiktaş'ta, Abbasağa Parkı'nın oralarda doğup büyümüş ve buranın İstanbul'un yıllar içinde çok da değişmeyen mahallelerinden biri olmasından mutlu. Çocukluğu aktivist ve bu kenti seven insanların arasında geçmiş, hatta Mücella Yapıcı'yla kayığa binip Kız Kulesi'ne bir protestoya götürüldüğünü hatırlıyor: " Bir yeri korursanız onun içindeki hikâyenin de korunacağı çok erken yaşta öğretildi bana. " Bir adım geriden. Azra'nın ilk uzun metrajlı filmi Hayaletler 'in Venedik'te ve Antalya'da ödüller kazandığı haberlerini Chicago'dayken alıyorum. Film uzun süre en merak ettiklerim listesinde zirveye oturuyor ve sonunda ilk doz COVID-19 aşımı olduğum bir nisan gününün akşamında bilgisayarımın ekranından izliyorum filmi. Azra filminin "distopik" diye tarif edilmesinden pek hazzetmediğini söylese de bana bir distopyayı çağrıştırıyor. Belki de haklı. Bir yılı aşkın süredir eve kapanmış ve birkaç saat önce ABD ordusu tarafından bir stadyumda aşı vurulmuş olmak çok daha distopik gelebilir kulağa. Akvaryum. Keşif Sineması’nda daha önce yollarımızın kesiştiği birçok film gibi günümüz Türkiye’sinin bir arada yaşamaya çalışan çok farklı insanlarını bir araya getiriyor Hayaletler . Kentsel dönüşüm, toplumsal kutuplaşma, eril şiddet, yozlaşmışlık... Film, tüm bu sorunların parçası, sebebi ya da sonucu insanları bir kavşakta, bir mahallede karşılaştırıyor. Şehrin kaosunu, etrafımızdaki bir parçası olduğumuz öfkeli ve kaygılı insan mozaiğini; diğer bir deyişle beni ve seni, bizi ve onları aynı distopyada buluşturuyor. Bazıları birbirine zarar verme potansiyeli olan balıkların bir arada yaşadığı (ya da yaşamaya zorlandığı) bir akvaryum gibi geliyor bu bana. Tıpkı hayatın kendisi gibi. Dekor değil, karakter. Hayaletler 17 günde, 33 mekânda çekilmiş. Filmin geçtiği kurmaca mahalle Sucular; Fikirtepe'den Karaköy'e İstanbul'un birçok köşesinden izler taşıyor. İstanbul'u bir dekor olarak kullanmayı çok sevmediğini, karakter olarak yazdığını söylüyor Azra. Filmden bazı sahneler aklıma geliyor, gerçekten de İstanbul'un yaşadığını gösterebildiğini düşünüyorum. Kendisi de çekimler sırasında İstanbul'un değişim ve dönüşüm hızına şaşırdığını hatırlıyor zaten: “ Hayaletler ’i yaparken biraz savaş fotoğrafçısı gibi çektiğimi söylüyorum hep. Çekerken bazı binalar bir gün sonra yıkılıyordu. […] Şehir böyle bir şey ve şu an yıkılıyor, yenisi yapılıyor. ” Azra ve Emre, Hayaletler'in birkaç sahnesinin çekildiği Karaköy sokaklarında. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Sulukule'den Maltepe'ye. Sulukule kurtarılamadıktan sonra ona bir ağıt yaktığı kısa belgeseli Sulukule Mon Amour 'da da Hayaletler 'in Maltepe'deki çekimleri sırasında da mahalleliyle kurduğu yakın ilişkilerden söz ediyor Azra. “ Sulukule’de benim yalnızca orada çekip gittiğimi zannetiler. " diyor ama filmin başarısının büyük olasılıkla sebebi oradaki çocuklarla aylarca zaman geçirmiş olması. Sulukule Mon Amour 'da o çocuklardan birinin kurduğu, “ Dans benim kurtuluşum, ben diğer insanlar gibi olmak istemiyorum. ” cümlesi, bizi her iki filmde önemli bir yeri olan dansa ve müziğe sürüklüyor. Hayaletler. Hayaletler 'deki bir sahne hakkında bir röportajında söylediği şu ifadeyi not almışım kenara: “ E yleme giden feminist bir kadının hikâyesini anlatırken onun üzerindeki baskıyı anlatabilmek için onun videosunu çeken adamın hikâyesini de anlatmak." Bunu ona hatırlattığımda, “ Ben yalnızca feminist bir protesto çekmek için film yapmıyorum. ” diyor. “ Genel düşünmek bana çok daha olgun ve sosyolojik olarak çok daha doğru geliyor. O adamın beni neden çektiğini herkesin anlamasını istedim. Benim yalnızca gösterilecek bir varlık değil, bunun etrafında dolananın çok daha tehlikeli olduğunu göstermeyi, biraz domino etkisi yaratmayı.” Azra ve Emre, keşif turları sırasında Karaköy'deki Kurşunlu Han'a da uğruyor. | Fotoğraf: Deniz Sabuncu Azra'yla keşfetmek. Andrea Arnold sinemasını konuşmaya başlar başlamaz Karin Karakaşlı’nın “ Boşlukları dolduruyorum ben yazarken. ” cümlesini hatırlatıyor Azra. Boşlukları doldurmayı seven bir yönetmen diyor Arnold için. Yalnızca göstermekle bitmeyecek olgunlukta, ters köşe yapmayı çok iyi bilen bir sineması olduğunu söylüyor: “ American Honey ’i izlediğimde Atlas Sineması çıkışında herkeste hamamdan çıkmış gibi bir rahatlık vardı. Öyle bir sarabiliyor ki filmlerinin aurası, işte evrensel dil budur. ” Arnold'ın toplumsal gerçekçiliği, Arnold'ın vahşeti. Andrea Arnold’ın örneğin Dardenne Kardeşler’den farklı bir toplumsal gerçekçiliği olduğunu, onların aksine içten ve derinden bir sinema yaptığını hissettirdiğini söylüyor. Wasp, Red Road, Fish Tank... Kendi yaşamının geçtiği yerlerde, kendi tanık oldukları hakkında filmler yaparak başlamasının etkisi olduğunu düşünüyorum. " Andrea Arnold çok akıllı bir kadın. " diyor Azra, " Hissettirmeden çok vahşi bir şey de izlettiriyor bize. Vahşet yalnızca Scorsese’nin filmlerindeki gibi kana bulanmak değil ama karakterlerin sertçe duvarlara çarpması bence. Ve bunu yapabilmek çok zor bir iş. " Arnold'ın filmlerindeki karakterlerden, olası hislerinden konuşuyoruz. Şu cümlesi çok hoşuma gidiyor: “ Hoş karakterlerin hepsiyle arkadaş olmak isterdim gibi geliyor bana. ” Diyor ki... “Kendimi rahat hissettirmeye başlayan ilk adımlardan biri sanırım sinema. Bir dünyayı kurabilmek, size ait bir dünyanın olması. Fotoğrafla da böyle tanıştım, 11 yaşında fotoğraf çekmeye başladım. Makinenin içinden bakınca bana ait olduğunu hissedip rahatlıyordum.”

Savaş fotoğrafçısı gibi film çekmek: Azra Deniz Okyay

Eylül 28, 2022

·

Makale

Geçmişten beslenen, travmalarla yüzleşen bir sinema: Çağıl Bocut

Çağıl'ı keşfetmek. Doktor bir babanın, orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak Antakya'da doğmuş Çağıl. Yayını Suriye üzerinden yapılan Susam Sokağı 'nı izleyerek ilk sözcüklerini Arapça konuşmuş, dört yaşından sonra ise İzmir'de büyümüş. Sinemada izlediğini hatırladığı ilk film olan Tim Burton'ın Beetlejuice 'una yanlışlıkla götürüldüğünü düşünüyor: “ O dönem gördüğüm kâbusların haddi hesabı yok. Ama nasıl bir gerçeklik sunuyorsa beraberinde, sinemanın o büyüsünü de kazandırmıştı. ” "Hobi olarak." Dört mahalle arkadaşı olarak Almanya'dan gelen bir kamerayla filmler çekmeye, adeta Michel Gondry'nin Be Kind Rewind 'ındaki gibi Hollywood filmlerinin remake 'lerini yapmaya başlamışlar. Üniversite zamanı geldiğinde, " Bunu yapın ama hobi olarak yapın " cümlesini duymanın orta sınıf olmanın kaderi olduğunu söyleyen Çağıl, tıpkı mahalle arkadaşları gibi sinemadan oldukça uzak bir lisans bölümünden mezun olmuş. Belki de sohbetimiz sırasında sıkça sinemanın mühendisliğinden, sinemanın matematiğinden söz etmemizin nedeni de bu: “ Organizasyonel bir başarıdır da sinema. Diğer sanat dalları gibi bireysel icra ettiğiniz bir çalışma değil. İşin estetik ve dramatik tarafını kenara bıraksanız, baya baya mühendislik projesi çünkü. ” Çağıl ve Emre'nin sohbeti, bir yaz gününde Moda sokaklarında kahvelerini yudumlayarak başlıyor. Fotoğraf: Deniz Sabuncu Defne ve Çağıl. İlk uzun metrajlı filmi Sardunya 'nın tahminimden çok daha fazla otobiyografik ögeye sahip olmasına şaşırıyorum. Sardunya 'nın Defne'si ve Çağıl'ın paralelliklerinden, Defne'nin ve Çağıl'ın babasından, Defne'nin ve Çağıl'ın Urla'daki aile evinden, filmin başarılı görüntü yönetiminden, setin bir oyun alanına dönüşümünden, Defne'nin evrenine ait olabileceğine inandığını söylediği Palmiyeler şarkılarından, hayatın " N ereden çıktı şimdi bu, sırası mıydı? " anlarından konuşuyoruz. İran sineması. Yüzleşme, aile dramı, sınıf çatışmaları ve vicdani ikilemler derken İran sinemasının kapısını çalmamak kaçınılmaz oluyor. Çağıl, " Çok insan odaklı, kademe kademe açılan hikâyeler " anlattığını düşündüğü İran sinemasındaki aile yapısının ve bu sinemanın 'edebiyatından' etkilendiğini söylüyor: “Kiyarüstemi ya da Bergman’ın sinemasında tamamen karaktere hizmet eden, bazen hiçbir şeye hizmet etmeyen o ölü zamanlara tanık olmak işin büyüsünü çok arttırdı benim için. İran sinemasında özellikle çok örneğini görebiliyoruz bunun.” Çağıl ve Emre, Karaköy vapuruna binmeden önce Moda sahilinde, İstanbul manzarası eşliğinde sinema konuşuyorlar. Fotoğraf: Deniz Sabuncu Çağıl'la keşfetmek. İran sinemasının ardından birlikte seçtiğimiz filmi konuşmak için dünyanın öteki ucuna, Küba'ya ışınlanıyor ve Lucy Mulloy 'un Una noche 'sine odaklanıyoruz: “ Bazı işler vardır, biraz oryantalist olduğunu görürsünüz. Bir şeyin içinden değildir, daha dışarıdan çekilmiştir, mesafeyle yaklaşılmıştır. Oranın sorununa ya da oranın insanına ait olmadığını anlarsınız. Bir de bazı işler vardır, daha naif çekilmiştir ama oranın içine ait olduğunu, o bölgeyi iyi tanıdığını, o sokakları yaşattığını hissedersiniz. Una noche öyle bir film. ” Sadece bu da değil; kalabalık ve yaşayan sahnelerin iyi bir vizyonla kotarılmış olmasının, oyuncu seçimi yapılırken Raúl, Elio ve Lila'yı canlandırması için amatör oyuncuların seçilmesinin de filmi güçlendirdiğini söylüyor. Filmin anlattığı genç insanları ve gitme arzularını konuşurken, bir anda birbirimizi kendimiz ve çevremizdekilerin gitme arzularını konuşmaya ittiğimizi fark ediyoruz. Diyor ki... “Bizdeki gitme biraz daha varoluşsal olarak; kişisel hak, hukuk ve özgürlüklere, ülkenin politik iklimine içkin gelişiyor. […] Ama koza gibi bir durum söz konusu; bir habitatın, bir ekosistemin içinde yetişiyoruz. Dışarıda başka dünyalar var, merak ediyoruz. Kendimizi keşfetmek istiyoruz, bazı habitatlar kendimizi keşfetmemize izin vermiyor, bazıları da yeterli olmuyor belki.”

Geçmişten beslenen, travmalarla yüzleşen bir sinema: Çağıl Bocut

Eylül 14, 2022

·

Makale

Sorgulayan, tasarlayan, programlar yapan ve onlara isimler bulan biri: Müge Turan

Müge’yi keşfetmek. Bağdat Caddesi’nde sonradan Boyner ve Marks and Spencer’a dönüşen sinemalarda Grease gibi filmlerle ve yaşına aldırmadan ailesinin sürüklediği Jaws ’ın bıraktığı travmatik izlerle ve video yıllarında evde kardeşiyle “hunharca” izlediği “cheesy” korku filmleriyle başlamış Müge’nin sinemayla ilişkisi. Profesyonel olarak sinemaya adım atışını sorduğumdaysa, “Aslında sinemadan önce müzik vardı.” diyor. Kod Müzik ’te çalışarak başlayan meslek hayatı, hiç yazar olmayı planlamadan Roll ve Time Out Istanbul ’da yazmaya başladığı müzik yazılarına, oradan sinema yazarlığına evrilmiş. Empire dergisinde Spider-Man dosyaları hazırlarken bir teklifle uzun yıllar sürecek bir yola sapmış: “Takım arkadaşlarımı aşırı sevmeme rağmen, çok da eğleniyor olmamıza rağmen İstanbul Modern’den gelen teklif çok cazip geldi çünkü benim kendi dünyama daha yakın bir dünyaydı.” Müge, İstanbul Modern Sinema'nın fuayesinde “ Müzik mi, sinema mı?” İstanbul Modern’de yaptığı ilk film programlarından biri, adı söylendiğinde soyadını zihnimizde tamamlayabildiğimiz, bu dünyadan olmadığına ikna olduğumuz büyük bir yıldıza adanmış bir program olmuş: Tilda . Diğeriyse, belli ki Müge’nin o yıllardaki mesleki ve kişisel çatışmasını yansıtıyor: “Müzik mi, sinema mı?” . Şu an bir yandan — müzikle değil belki ama — sesle, insan sesiyle, dublajla ilgili bir konuda akademik kariyerini Toronto Üniversitesi’nde sürdüren Müge, bir yandan da İstanbul Modern Sinema’da film küratörlüğü yapmaya devam ediyor. “Film küratörü ve film programcısı arasında çok büyük bir fark olduğunu düşünmüyorum.” diyor ve devam ediyor: “Ama film küratörü biraz bağlı olduğu, programı düzenleyeceği mekâna, konseptine, göstereceği filmin formatına, bütün filmler arasındaki bağlantılara bakan, biraz gündemin nabzını tutmaya çalışan ve belki onu sorgulayan, film programları tasarlayan biri.” İstanbul Modern Sinema’nın bugün artık gelenekselleşmiş programlarının ilk yıllarında, hiçbirinin bir seriye dönüşebileceğini düşünmemiş Müge. Fakat kapılarda kuyruklar oluşturan ilgi, bu programları kalıcı kılmış: “Kolaya kaçmak mı? E başlığını bildiğimiz bir şeyin altını doldurmak belki biraz daha kolay olabilir aslında. Ama bir yandan da her bir programın kendi zorluğu var. Bu bazen o seçkiyi oluşturmaktaki denge olabilir, bazen kopyaların bulunması olabilir.” Müge'yle İstanbul'un en soğuk günlerinden birinde, muhabbetin ortasında Müge’yle keşfetmek. Kayıttan birkaç hafta önce, hangi yönetmenden konuşmak istediğini sorduğumda hızlı cevap verenlerden oluyor Müge. Birkaç yıl önce Alice Rohrwacher’in bir masterclass ’ına katıldığını söylüyor, belki de bunun etkisi var. İyi de oluyor bence, çünkü doğrudan yönetmenin söylediklerini bana, dolayısıyla sana aktarabiliyor. Rohrwacher sinemasında onu neyin çektiğini soruyorum; sıralıyor: “Duygunun akışkanlığına izin vermesi” , “anlara odaklanması” , “doğaçlamaya açık olması” ve tabii ki oyuncu kardeşi Alba Rohrwacher’e yer vermesi… “Bazı sahneler, kendi yerini çok net koyduğunu çok iyi hissettiriyor.” diyor. “Herhangi bir sahnede ben neredeyim, nerede olmalıyımı sorduğunu hissediyoruz.” Filmlerinde kişisel bir psikolojidense kolektif psikolojiyle ilgilenişini, kendisinin ve sinemasının filmlerindeki karakterlerle birlikte büyümesini konuşuyoruz. “ Yaşla mı alakalı, kadın olmakla mı alakalı bilmiyorum, sorduğu sorular, sorgulaması bana çok yakın geliyor.” demesi hoşuma gidiyor. Diyor ki... “Benim asıl merak ettiğim şey insan sesi, insan sesinin bedenle olan ilişkisi… Bizi sadece terk ettiğinde var olan, bedene ait ama bedene ait olmayan bir şey. Bir de bizim Yeşilçam filmlerinin dublajlı olması, o ses - beden ilişkisini bana daha fazla düşündürüyor.”

Sorgulayan, tasarlayan, programlar yapan ve onlara isimler bulan biri: Müge Turan

Mart 9, 2022

·

Makale

Hukuk, ahlak ve arada kalmışlığın buluştuğu bir sinema: Selman Nacar

Selman’ı keşfetmek. Sinema bulunmayan, Uşak'taki Banaz'da, kiraladığı VCD ve DVD'lerden başlamış Selman film izlemeye; yerli yapımlar daha çok ilgisini çekmiş. Sinemayla olan asıl bağı, "film yapmak istiyorum" dediği noktaya ise hukuk fakültesinde okumak için geldiği ve hayatına ilk kez bir film seti gördüğü, bir yandan sinema eğitimi alırken Truffaut'nun 400 Darbe 'sini izlediği İstanbul'da gelmiş. "Benim için okul gibiydi." dediği ilk kısa filminin ardından kurduğu prodüksiyon şirketinin adını da "Kuyu" koymuş. Annesi dalga geçiyormuş hatta: "Kuyudan çıkarıyorsun filmlerini!" Emre ve Selman, Pera'dan Galata'ya doğru yürürken İki şafak arasında. Kendi filmlerini izlemeden önce, Burak Çevik'in Tuzdan Kaide ve Aidiyet filmlerinin yapımcısı olarak tanıdığım Selman'ın ilk uzun metrajlı filmi İki Şafak Arasında 'da bu kez Burak yapımcı rolünü üstleniyor: " Film yapma süreci zorlu bir süreç ve bu zorlu süreçte, bu yolculukta birbirimizin yükünü hafifletmeye çalışıyoruz diyebiliriz. Bu anlamda bir yönetmen-yapımcı değil de bir yoldaşlık, arkadaşlık ilişkisi var aramızda. " Apayrı sinema türlerine ilgili olduklarını, fakat birbirinden beslendiklerini, artık ikisini de tanıdığım için daha iyi anlıyorum. Selman hikâye gereği arada kalmış bir şehirde çekmek isteyip de Uşak'a geri döndüğü İki Şafak Arasında için " ekstra hiçbir şey söyleme ihtiyacı olmadan, gerçekliği tüm çıplaklığıyla gözleyip aktararak aslında seyriciyi de buna tanık yapmak isteyen " bir film diyor. Film için çok fazla karakter yazdığını ancak oyuncu seçimi sürecinde fark ettiğini söylüyor ama ekliyor: " Bir filmin ana karakterine zaten çalışırsınız. Zaten bir filmin omurgası, hikâyesi ana karakter üzerinedir ama asıl önemli olan yan karakterlerdir bence, çünkü onlar taşır o filmi. " O yan karakterlerden en çok avukat ve lokumcuyu eğlenerek yazdığını söylüyor — ben de en çok onları izlerken eğlendiğimi. Selman çekimleri başlamak üzere olan yeni filminden söz ederken Selman’la keşfetmek. Başarılı filmlerin, kendi bulunduğu coğrafyadan güç alan filmler olduğunu söylüyor Selman. Bu nedenle Türkiye sineması, filminden konuşurken lafın daima bir şekilde geldiği İran sineması ile Romanya sineması ve birlikte konuşmayı seçtiğimiz Gürcistan sineması her ne kadar benzer temaları, ahlaki ikilemleri, toplumsal baskıları ve vicdan mukayeselerini işlese de, hepsinin birbirinden farklılaştığından konuşuyoruz. Nana Ekvtmishvili ve Simon Groß 'un filmi My Happy Family 'si üzerinden coğrafyamızda kadının maruz kaldığı baskılara, bu filmin nasıl da 50'li yaşlarında bir kadının büyüme hikâyesi olduğuna, Gürcistan sinemasına müziğin nasıl güç kattığına değiniyoruz. Diyor ki... “Hukuki bir problemle karşılaştığınız zaman aslında bir bulmaca çözer gibi hareket ediyorsunuz. Bir problem var, kanun maddeleri var ve siz yorumluyorsunuz, sorular soruyorsunuz. Aslında ben bir senaryoya da böyle, Sokratik bir yöntemle, kendime sorular sorarak yaklaşıyor, meseleyi açmaya çalışıyorum.”

Hukuk, ahlak ve arada kalmışlığın buluştuğu bir sinema: Selman Nacar

Mart 16, 2022

·

Makale

Sesini duyurmaya çalışan hayalet karakterleri, filmin yıldızına dönüştürmek: Gülçin Kültür Şahin

Gülçin’i keşfetmek. On yaşına kadar Bakırköy’de, sonra Babaeski’de geçmiş Gülçin’in çocukluğu. Birçok Hollywood filmini oradaki sonradan market olan sinemada izlemiş. Okuldan kaçıp kaçıp Lüleburgaz’daki sinemaya gitmeye başlamışlar. Bayram harçlıklarını biriktirip aldığı VCD-player ve Gökhan abinin dükkânından kiraladığı Amores Perro , Candy , The Game gibi filmler sinemaya olan tutkusunun başlangıcı olmuş. Oyunculukla tanışması altıncı sınıftaki Türkçe öğretmenine borçlu, Sinir Hekimi oyununda kendini sahnede bulmuş: “Oyunculuğun içinde gezmeye başladığımda, en başta benim için havalı ve güzel okumaktan ibaretti oyunculuk. Kendi kendime, öğretmenimin de rehberliğiyle oyunculuğun içinde dolaşmaya başladığımda bundan aşırı büyülendim ve hayatımdaki en önemli şey hâline geldi.” Gıda mühendisliğinden önce tiyatroya ardından sinemaya uzanan yolculuğu böyle başlamış. Nefes alan karakterler. “Bana o tekstin geldiği, Tolga’nın (Karaçelik) filmi olduğunu anladığım, Serkan’la (Keskin), Bartu’yla (Küçükçağlayan) oynayabilme ihtimalini anladığım zaman evin içinde dört tur koştum. O sevincimi keşke görebilsek şu anda.” diyor. Oynayabilme ihtimali gerçeğe dönmüş, ilk sinema filmi Kelebekler çoktan geride kalmış artık. Kelebekler ’deki Hatice’yi, Sibel ’in Feride’si; Çatlak ’ın Fatma’sı, İki Şafak Arasında ’nın lokumcusu izliyor. Hepsi kısa roller, ufak karakterler ama Gülçin’in oyunculuğuyla hepsi kendi dünyası olan, nefes alan karakterlere dönüşüyor: “İnsanların tanıdığı birilerine benziyor olmasına çok kafa yoruyorum. Onları ayrı bir karakter olarak değerlendirerek, onlara ayrı bir geçmiş, ayrı bir hayat yaratarak…” Gülçin’in üniversite yıllarındaki ev özleminin ilacı: Şükuf. Gülçin’le keşfetmek. Henüz yüz yüze gelmemişken Christian Petzold’a keşif demenin ne kadar doğru olduğu üzerine kafa yoruyor, tartışıyoruz Gülçin’le. Birbirimizi ikna etmemizi iki şey sağlıyor; önce “onu tanımayan varsa” diyoruz “keşfetsin” , sonra da fark ediyoruz ki yönetmenin erken dönem işlerini ikimiz de yakın zamanda keşfetmişiz. Üzerine konuşmayı düşündüğümüz Jerichow da bunlardan biri. Gülçin’e göre bu filmde “kendimizi hangi karakterin yerine koyarsak koyalım aldatılmış hissediyoruz.” Mubi’deki Petzold seçkisinin başlığının Aramızdaki Hayalet olduğunu hatırlıyorum ve bu ismin üzerinden Petzold sinemasının yabancılık, yabancılaşma ve yabancı olunmayan topraklarda ya da toplumlarda ötekileşme temalarına uzanıyoruz. Çatlak’taki Fatma’nın görünmezliği, onun da “sesini duyurmaya çalışan bir hayalet” oluşu geliyor aklımıza; “Sürekli kendimizi aşırı tanıdık olduğumuz ortamlarda bazen görünmez gibi hissediyoruz.” diyor Gülçin. Ve yönetmene olan ortak hayranlığımızdan konuşurken Gülçin kayıtta ve kayıt dışında defalarca dile getiriyor Petzold’la çalışma hayalini: “ Belki bir şekilde kulağına gider… ”. Phoenix’teki final sahnesinde Nina Hoss’un karakterinin “Speak Low” şarkısını söylediği sahneninse “oyunculuğa dair bir ilham aradığında açıp izlediği sahne” olduğunu söylüyor. Gülçin ve mahallenin sevimli sakini Diyor ki... “Aile çok aksak bir kurum, hep böyle olduğunu düşünüyorum. Herkes kendi gemisini yüzdürmeye çalışırken bu gemiler çok ince halatlarla birbirilerine bağlı gibi. Aile böyle bir şey bence. Ve kadın duyulmuyor, kadın yok.”

Sesini duyurmaya çalışan hayalet karakterleri, filmin yıldızına dönüştürmek: Gülçin Kültür Şahin

Şubat 23, 2022

·

Makale

Birer iletişim aracı olarak diyalog ve sessizlik, bir hafıza aracı olarak mekân: Ali Tansu Turhan

Ali’yi keşfetmek. Sinemada izleyip de bizi sinemaya bağlayan filmler çok benzer Ali’yle; benim İstanbul’da izlediğim Titanic ve The Lion King ’i o da Bolu’da perdede izlemiş. 19 yaşında İstanbul’a sinemayı mesleğine dönüştürmek için gelmiş: “ Bir üniversite sinema öğrencisinin film çekmesi çoğunlukla okuldaki derslerine ödev olarak başlar ama ben bu filmleri sadece ödev olarak tutmak istemedim. O yüzden düşündüğüm hayalleri, ilk filmimi bir yapımcıyla çektim ben. ” Üstelik senaryo yazmanın da bir film yönetmek kadar değerli olduğunun farkında. “ Bir hikâyede vesile olacağın, aracı olacağın yer neresiyse orası en önemli ve en özel yer. Onun dışında yönetmen olmuşsun, senarist olmuşsun bunun aslında birbirinden iyi ya kötü bir farkı yok. ” diyor. Ali, bir bar taburesi üstünde düşüncelere dalmışken İlk gösterimi geçtiğimiz aylarda Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapılan Diyalog , Ali Tansu Turhan ’ın ilk uzun metrajlı filmi. İkinci filminin çekimlerine önümüzdeki bahar Ayvalık'ta başlayacağı İlişki ve Temas Üçlemesi’nin ilk filmi bu. Filmde oyuncu seçimleriyle tanıdığımız, provalarda karakterleriyle ülkemizde çekilmiş en uzun plan sekansta birbirleriyle kurdukları bağı izlediğimiz Ushan Çakır ve Hare Sürel için şöyle diyor Ali: “ Ushan ve Hare’yi biz seçmedik. Ushan ve Hare geldiler, rolleri kendileri aldılar. ” Daha farklı nasıl diyalog kurabiliriz? Adını diyalog kurmaktan alan bir filmin en etkileyici, en akılda kalıcı sahnesinin çoğunlukla diyalogsuz bir sahne olması beni büyülüyor. Ali, sessizliğin bir iletişim aracı olduğunu hatırladıkları noktada filme olabildiğince sessiz diyaloglar eklemeye çalıştıklarını söylüyor. Öte yandan bugünlerde Başka Sinema’yla turnede olan Diyalog ekibi, her hafta yeni bir kente uğrayarak seyirciyle buluşmak konusunda yepyeni bir yöntem deniyor, yeni diyaloglar kuruyor. “ Sinemalarda görüşürüz… ” diyor Ali, “B aşka hiçbir yerde değil.” Ali'yle, diyalogsuz bir yürüyüşün izinden gitmeye başlamadan hemen önce Ali’yle keşfetmek. Şanslıyım, Keşif Sineması’ndaki konuklarım da benim kadar seviyor Nordik sinemayı. “ Eskil Vogt ’u konuşalım mı? ” dediğinde bu yılki favori filmim The Worst Person in the World geliyor aklıma hemen, gülümsüyorum. Joachim Trier’in filmlerinin senaristi olarak tanıdığımız Vogt’un 2014 yapımı bir filmi var — Blind . Görme duyusunu kaybeden bir kadının gördüklerini unutmamak için hafızasında kurduğu hikâyeler üzerine olan Blind; Nordik mizahın o oyunbaz, o haylaz, o trajik yanlarından besleniyor, ve tabii Vogt’un tüm Trier filmlerinden alışık olduğumuz dehasından. “ Beni yüzleştiren şeylere çok fazla gülüyorum .” diyor Ali. Mizahın ciddi bir şekilde konuşamayacağız konuları konuşulur hâle getirmek için kullanılmasının onu etkilediğini söylüyor. Hafızadan, mekândan, hafıza ve mekân ilişkisinden konuşuyoruz sonra: “ Bir mekânın içinde oluşan hafıza daha sonra o mekânın içinden tekrar ve tekrar oluşmaya başlıyor ve baktığın zaman o hafızanın sahibi mekân mı yoksa insan mı orada pek emin olamıyorsun. ” Şimdilik en fazla vakit geçirdiğim, en uzun Keşif Sineması bölümünü kaydettiğim Ali’nin sineması daha şimdiden iz bırakıyor bende. Yönetmen olarak bir imzaya dönüştürmeye şimdiden başladığı tek planlarıyla, “o gecelerden”, sözcüklerden ya da sessizlikten beslenen diyaloglarıyla, gerçek ve kurmaca arasındaki git gelleriyle yeni filmlerini keşfetmek için heyecanlıyım. Ali ve Emre'yle keşif dolu bir sohbetin derinliklerinde Diyor ki... “Yaşadığımız yüzyılda o kadar var olma ihtiyacımız, biricik olma ihtiyacımız var ki hafızayı hep bizi onaylayan yerden hatırlıyoruz. 100 yıl öncesinde hafıza bir insanın kendi fikri ya da duygusuna referans olarak başvurduğu bir hatırlama metodu muydu şu an olduğu gibi? En son ne zaman sevdiğim bir anıyı sadece hatırlamak için hafızamın derinliklerine gittim? En son ne zaman sadece güzel olduğu için bir şeyi hatırlamaya çalıştım? Hafızaya gidişimiz hep bir şeyi kanıtlamak, bir şeyi onaylamak için oluyor. Hafızaya gidiş hep karşımızdakini ikna etmek için masaya bir silah bırakmak gibi.”

Birer iletişim aracı olarak diyalog ve sessizlik, bir hafıza aracı olarak mekân: Ali Tansu Turhan

Aralık 15, 2021

·

Makale

Sahile vuran Lenin büstünden, sinemanın keşif alanlarına: Tufan Taştan

Tufan'ı keşfediyorum. "Hafızası çok da iyi olmayan bir konuk daha," diye düşünüyorum, sinemayla ilişkisinin nasıl başladığını sorup cevap alamadığımda. Zaten Tufan'ın hikâye anlatıcılığıyla ilişkisi sinemayla değil, tiyatroyla başlamış. "Okuyacak kadar sevmediğimi başladıktan sonra anladım," dediği fizik ve uzay bilimleri eğitimini yarıda bırakıp tiyatro eğitimi almış: " Tiyatronun içindeydim ama oyuncu olmayı istemiyordum açıkçası. Kameranın önünde olmak ya da sahnede olmak metinle uğraşmak kadar heyecan verici gelmiyordu bana. " Sonra tiyatro eğitiminin sadece oyunculuktan ibaret olmadığını anlamış — yazarlık, kuram ve dramaturji gibi seçenekleri olduğunu fark etmiş; sokak tiyatrosu yapmış. Tufan'la Büyükdere Çay Bahçesi'nde, bir sohbetin başında Lenin mi kasabayı değiştirirdi, kasaba mı Lenin’i? Sinemaya yapmaya kısa filmlerle başlayan Tufan Taştan'ın ilk uzun metrajlı filmi Sen Ben Lenin , 26 Kasım'da vizyon filmleri arasına eklenecek. Absürt olaylar ve tuhaf karakterle dolu bu film, Karadeniz'deki bir sahil kasabasına vuran Lenin heykelinin önce ilgi odağı olması sonra da çalınması üzerine. İki polis, bir gün boyunca kasaba ahalisini sorguluyor filmde. Evet , tek mekânda geçiyor. Hayır , bunu fark etmiyor, hatta "o çay bahçesini" ya da "çocuğun heykele sarıldığı o anı" gördüğünüzü iddia edebiliyorsunuz. Senaryoyu birlikte yazdıkları Barış Bıçakçı'yla gerçek olaylardan esinlendiklerine de şaşırıyorum. 1993'te Akçakoca sahillerine vuran Lenin heykelinden, dönemin belediye başkanının 2000'lerde heykeli depodan çıkarıp dikmek istemesinden ve zamanın gazetelerindeki "Akçakoca Çıkışı Leninizm'de Arıyor" başlıklarından söz ediyor, gülüyoruz. Onlar da gülmüşler zaten Barış'la, sonra da sorgulamışlar belediye başkanı gerçekten o heykeli dikseydi ne olurdu diye — Lenin mi kasabayı değiştirirdi, kasaba mı Lenin'i? Tufan ve Emre'yle Boğaz'a karşı diyaloglar Tufan'la keşfetmek: " Bize hep belli ezberler öğretilir ya, 'Sinema bir görsel sanattır. Anlatma, göster.' Gerek yok. Belli kalıplarla bir şeye yaklaşmanın hiçbir anlamı yok diye düşünüyorum, " diyor Tufan ve konuşmak için seçtiğimiz film The Guilty 'nin de bunu kanıtladığını söylüyor: " Sinemanın hâlâ belli ezberlerin, belli kalıpların dışında çok yaratıcı bir şekilde yapılabileceğini gösteriyor. " Benim gibi bir Nordik sinema hayranı Tufan da. Gustav Möller'in bugünlerde Hollywood yeniden çevrimiyle gündeme gelen filmini konuşuyor, filmin yarattığı gerilimin nasıl da başarılı olduğunu karşılıklı kabul ediyoruz: " Duyguyu izleyiciye bazen bir kelimeyle, bir mimikle, bir cümleyle, çok küçük bir hareketle ya da bir açıyla geçirebilmek bence bir beceri. " Tufan'la iki sohbet arasına karışan gülümseler eşlinde Sen Ben Lenin 'in de benzer becerilere sahip olduğunu fark ediyorum. Göstermeyip anlatarak da sinema yapılabildiğini kanıtlayan nadir filmlerden. Oyuncu kadrosundaki sürprizleriyle, hikâyesindeki sürprizleriyle ve zihninizde canlandırdıklarınızı yönlendirebilmesiyle kesinlikle keşfedilmeyi hak ediyor. Diyor ki: “ Duyguyu izleyiciye bazen bir kelimeyle, bir mimikle, bir cümleyle, çok küçük bir hareketle ya da bir açıyla geçirebilmek bence bir beceri. ”

Sahile vuran Lenin büstünden, sinemanın keşif alanlarına: Tufan Taştan

Kasım 24, 2021

·

Makale

Sinemanın sihrinden, sinemasal yüzleşmelere: Nisan Dağ

Nisan'ı keşfetmek: “ İlk izlediğim filmi asla hatırlamıyorum; bu beni baya üzüyor. Hafıza olarak çok zayıf bir insanım, hafızasızlık bende kötü bir yara, ” diyor Nisan Dağ. Sinemanın küçükken onun için sihirbazlık gibi olduğundan söz ediyor. Tim Burton’ın aynı anda korkunç ama duygusal olan karakterlerini, ya da örneğin Maya Deren’in Meshes of the Afternoon (1943) filmini izlediğini anımsıyor o zamanlarda. Fantastik olanı, içinde gerçeküstü öğeler olanı ya da bir şekilde sinemanın sihrini hissedebileceklerimizi sevmiş en çok küçükken: “ İçinde bir yer, umarım o fantastik dünya hiç yok olmaz diyor. Belki o Bir Nefes Daha ’daki animasyon sahneleri hâlâ benim içindeki, sinemanın sihrinin var oluşu. ” Deniz kenarından, kenar mahallelere: İlk uzun metrajlı filmi Deniz Seviyesi ’ni (2014) New York’taki Columbia Üniversitesi’nden sınıf arkadaşı Esra Saydam’la onun yazlığının bulunduğu Ayvalık’ta çekmiş. Sekiz yıl önce, eski sevgilisine hiçbir haber vermeden New York’a taşınan Damla, yıllar sonra eşiyle birlikte yazlığına döndüğünde bir yüzleşme bekliyor onu filmde. Sırlar açığa çıkıyor. Karakterlerini yüzleştirmeyi, birbirlerinin yüzlerine patır patır her şeyi söyletmeyi seviyor Nisan'ın sineması. Bir Nefes Daha Beş yıl sonra, tek başına çektiği ilk uzun metrajlı filmi Bir Nefes Daha ’da bu kez İstanbul’un kurmaca mahallesi Karaçınar’da hem yetenekli bir rapçi hem de bir bonzai bağımlısı Fehmi’yi, ona kariyer ve bağımlılığından kurtulma maceralarında yardımcı olmak isteyen DJ Devin’le bir araya getirmiş. Önce bir araya, sonra karşı karşıya — iki filmdeki ilişki dinamiklerinin sınıfsal farklılıkları açısından benzerliğinden, yapılan planların ve hayattan beklentilerin hayal kırıklıklarına dönüşümünden konuşuyoruz. Nisan'la keşfetmek: New York’ta daha çok da Brooklyn'de geçen kendini keşfetme hikâyeleri anlatan Eliza Hittman’ın sinemasından konuşmayı öneriyor Nisan, “ karakterlerine çok yaklaşmaktan çekinmemesi ve yarattığı güçlü atmosferden " etkilendiğini söylüyor onun filmlerinde: “ Hem karaktere bu kadar yakın olup hem de sana seyirci olarak bir alan verebiliyor. ” Eliza Hittman filmlerinin nasıl da sanki aynı gezegende geçtiğinden konuşuyoruz. “ Sanki üç filmine baktığımda bir gezegene girdim ve üçü de aynı gezegenin içinde birlikte var olabilirler gibi hissediyorum. Üç film de aynı atmosferde, sanki It Felt Like Love ’daki Lila’yla metroya binsek Coney Island’a giderken Beach Rats ’teki Frankie’yi görebilir, oradan atlayıp Manhattan’a gidip Never Rarely Sometimes Always ’deki Autumn’u bulabiliriz gibi bir his var. ” Nisan'la Moda Sahnesi fuaye alanında, dışarı çıkmamız rica edilmeden hemen önce Bir hikâye konstrüksiyonuna çok dalınmadığında, bunun karakterle beraber nefes alabilmek için bir alan açtığını söylüyor Nisan, kendisiyse hikâye odaklı olmayı tercih ettiği için karakterlerine Hittman kadar yaklaşamadığını: “ Kamerayla karakterlerin yakınına girmek kameranın bir silahı gibi. Ama o silahı sürekli patlatırsan hikaye ağırlıklı bir işin etkisini düşürüyor olacak. ” Keşif Sineması'nın bu bölümü, iki yönetmenin sinemasını karşılaştırmaktan, karşılıklı kurduğumuz ilişkilerden ve birbirimizi farkına vardırdığımız detaylardan büyük zevk aldım. Nisan kendi sinemasını inşa etmeye, Eliza Hittman gibi kendi gezegenini genişletmeye devam ediyor. Her seferinde bir film bir nefes daha. Nisan'la Moda'da, sakız reçeli alışverişinde Diyor ki: “Aslında belli bir duyguyu yakalamak, bir insanın hayatına girip onunla birlikte nefes alabilmenin de ne kadar sihirli olabildiğini görmek, sanırım biraz daha olgunlaştıkça bana dank etti ki hâlâ aslında olgunlaşmamın devam ettiğini düşünüyorum. Ergenlikten yeni çıkmış gibi hissediyorum kendimi sinemasal yolculuğumda.” Not: Keşif Sineması yeni formatına bürünmeden, hem yazılı hem de sözlü bir yayına dönüşmeden önce Eliza Hittman sinemasına bir bakış atmıştım. Fırtınalar koparsa kopsun: Eliza Hittman başlıklı yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

Sinemanın sihrinden, sinemasal yüzleşmelere: Nisan Dağ

Kasım 10, 2021

·

Makale

Atmak, kesmek, eksiltmek değil; bir araya getirmek ve anlamlı kılmak: Selda Taşkın

Selda’yı keşfetmek: Türkiye sinemasının son yıllardaki birçok başarılı filminin künyesinde ismini görebildiğimiz Selda Taşkın, İzmir’de büyümüş, küçükken en çok Halit Refiğ’in Teyzem filminden etkilenmiş, ilk filmlerini Karaca ve Çınar sinemalarında izlemiş. “Sinemanın kendisiyle nasıl tanıştığımı bilmiyorum ama filmlerle ve görsellerle ilişkimin nasıl başladığını hatırlıyorum,” diyor ve Bulgar göçmeni ailesine ait bir aile albümünden söz ediyor. “ 87'de Bulgaristan'da ölen dedemin ölü fotoğrafıyla başlıyordu, ” diyor bu albüm için. Yıllarca herkesin aile albümünde ölü fotoğrafları olduğunu hatta aile albümlerinin böyle başladığını düşünmüş — “Sonra fark ettim ki öyle değil.” Fotoğrafların başka türlü dizilmesi gerektiğini anlayıp sık sık o albümü yeniden düzenlemeye başlamış. Tuhaf ama gerçek işte — kurguyla ilişkisinin böyle başladığını o da biliyor. Kurguyu keşfetmek: Selda’yla sohbetimiz sırasında film kurgusunun ne olduğunu oldukça geç kavradığımı ona da itiraf ediyorum. Yalnız olmadığımı da biliyorum aslında: “ Film kurgusunun ne olduğunu sinemayla hiç ilgisi olmayan birine nasıl açıklarsın? ” Sözlüklere girebilecek bir yanıt veriyor, “ Tüm o parçaların ve imajların anlamlı bir bütün olarak birleştirilme işi,” diye tanımlıyor mesleğini. Kurguyu “ birleştirme ve bağlama” ya da “onların organik ilişkilerini kurabilmek ” olarak düşündüğünü söylüyor: “ Atmak, kesmek, biçmek olarak pek bakmak istemiyorum. Eksiltme işlemi değil de bir araya gelen şeyler nasıl bir arada daha güzel, anlamlı olurlar; filmde o imajlar, sahneler birleştiklerinde geldiklerinde nasıl daha güzel ve anlamlı bir bütün yaratabilirler diye düşünüyorum," dedikten sonra ekliyor: “İşte b unu kurgucular yapıyor. ” Zuhal (2021), Kaynak: MUBI “Tıkır tıkır” bir dinamizm ya da “durağan” uzun planlar: Buğra Dedeoğlu’nun kurgusunun üzerine Selda’nın son kurgusunu yaptığı Zuhal ’den konuşuyoruz. Nazlı Elif Durlu’nun geçtiğimiz haftalarda Antalya’da yarıştıktan sonra yakında Tallinn’de, yeni yılda da vizyonda gösterilecek filmini, kurgunun bu filmle ilişkisini konuşuyoruz. Sonra diğer işlerini ziyaret ediyoruz; Kıvanç Sezer'in Küçük Şeyler ’ inden söz ederken kullandığım “tıkır tıkır” ya da Emre Yeksan’ın Körfez ve Yuva 'sından bahsederken kullandığım “durağan” ifadelerinin hep kurguyla ilgili olduğunu fark ediyorum. Selda ve Emre'yle Büyük Londra Oteli'nde, zaman yolculuğunun bir durağında Selda’yla keşfetmek: Kayıtta, kayıttan önceki sohbetimizde, hatta aylar önceki telefon konuşmamızda da yönetmen sineması kavramından çok hoşlanmadığını anlıyorum. Üzerine konuşmak için Lucrecia Martel ve Andrea Arnold’ın filmlerinin değil, sadece La ciénaga ve Fish Tank ’in arasında kalıyoruz zaten — kazanan La ciénaga oluyor. Önceki konuklarımla ya da Keşif Sineması tüyoları paylaştığım arkadaşlarımla, Selda'yla buluştuğumuzda hangi filmi konuşacağımızı söylediğimde hepsinin yüzünde bir gülümseme belirmişti: “ Tam bir kurgu harikası! ” gibi tepkiler veriyordu çoğu. Selda şöyle diyor: “ Kurgusu iyi ya da kurgusu kötü diyebilir miyiz bilmiyorum ama eğer o filmin içine girebiliyorsam, sevebiliyorsam ve kaybolabiliyorsam bir şekilde, kurgusal olarak bir şeyler yapmışlar demektir.” Filmin bize hissettirdiklerini, düşündürdüklerini, tekinsiz atmosferini yaratmada kurgunun etkisini, böylesi çok karakterli filmlerin zor kurgu demek olduğunu konuşuyoruz. Her bölümde yeni şeyler öğreniyorum, farklı bakış açıları kazanıyorum. Bu bölüm de öyle oluyor. Diyor ki: “İmajlarla özgür ilişkimi kurmak istiyorum. Birlikte ne yapabiliriz; bana neler anlatıyorlar; ben bunu nasıl yorumlayabilirim; bundan nasıl bir bütün oluşturabilirim?”

Atmak, kesmek, eksiltmek değil; bir araya getirmek ve anlamlı kılmak: Selda Taşkın

Ekim 27, 2021

·

Makale

Ayvalık sokakları, tren kompartımanları ve insanları birleştiren, küçük, sihirli anlar: Azize Tan

Azize’yi ve festivali keşfetmek: Burhaniye’de, klasik bir anne-baba yazlık eviyle başlamış Azize’nin Ayvalık’la ilişkisi. Biraz büyüdüğünde oraya gelmemeyi seçtiği yıllar ayırmış yollarını — ta ki on yıla yakın direktörlüğünü üstlendiği İstanbul Film Festivali’nde geçen yılların ardından Başka Sinema’yla geri dönene kadar. “ Ayvalık bildiğim bir yerdi,” diyor, “a ma burada bir etkinlik yapmak söz konusu olduğunda başka bir gözle bakmak gerekiyor tabii ki. ” Festivali yapmaya karar verdiklerinde ve neresi olabilir diye düşündüklerinde yanıtı bulmak çok zor olmamış. İstanbul'a yakın, ciddi bir izleyici potansiyeline sahip, Ege’deki festival boşluğunu doldurabilecek, mimarisi, tarihi ve gastronomisiyle dikkat çeken, hatta uluslararası bağlar kurmak için Midilli’ye bir feribot uzaklıkta. Sonuç olarak izleyiciyle iletişimin çok daha kolay olduğu, konukların bir aradalık hissini çok daha iyi hissettiği, yarışmasız bir festival olmanın samimiyeti beraberinde getirdiği bu karar için “ Ayvalık bize çok iyi geldi, ” diyor. Katılıyorum, bir izleyici olarak bana da iyi geliyor. Azize'yle keşfetmek: Keşif yolculuğumuz için, kayıttan önce, festivalde filmi gösterilen bir yönetmen ve festivalde gösterilen bir filmi seçmeyi öneriyorum. “ Kuosmanen konuşalım mı? ” diyor, “ İzleyeceksin, değil mi? ” Söz ettiği film tabii ki listemde, Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü kazanan Compartment No. 6 . Azize’nin süren pandemi koşullarına rağmen kafaya koyduğu iki şeyden biri o zorunlu aradan sonra Ayvalık’a festivali geri döndürmekse diğeri de yeniden Cannes’a gitmek olmuş bu yıl. “ Yarattığı hisler, beklenmedik şeyler, ” diyor Cannes'daki favorisi için. Uzun bir yolculuk sırasında bir tren kompartımanında karşılaştıklarında birbirini hiç sevmeyen iki yabancının, zaman ilerledikçe kurduğu bağlar filmdeki tek beklenmedik şey değil gerçekten de. Tıpkı önceki filmi The Happiest Day in the Life of Olli Mäki 'de (2016) yaptığı gibi ters köşeye yatırıyor Kuosmanen, ufak ama incelikli anlarla dolduruyor filmini. Her şey son derece doğal gelişirken duygularınızı harekete geçiriyor, umut veriyor, kalbinizden vuruyor. Festival gibi. Diyor ki: "Hepimizin hayatında benzer şeyler olmuyor mu? İnsanlarla ilişki kurduğumuzda bizi şaşırtmıyor mu karşımızdaki birdenbire? O kalıplardan, köşelerden, kategorilerden kendimizi kurtarabildiğimizde, bir insana gerçekten kendimizi açıp, bir paylaşım yapmaya kendimizi hazır hissettiğimizde o küçük, sihirli anlar oluşmuyor mu?"

Ayvalık sokakları, tren kompartımanları ve insanları birleştiren, küçük, sihirli anlar: Azize Tan

Ekim 13, 2021

·

Makale

Çocukluğun "vahşi batı" hâlinden yetişkinliğin küresel kaygılarına: Deniz Tortum

Deniz'i keşfetmek: Ataköy'de, Bahçeşehir'de, ebeveynlerin üç yaşındaki bir çocuğu Terminator 2 'ye götürebilecek kadar rahat olduğu 90'larda geçen yılları için " Çocukluğun vahşi batı gibi gibi olması, o çılgınlığı çok hoşuma gidiyordu, " diyor. Doktorlardan oluşan bir ailede ve onların doktor arkadaşları arasında büyümüş Deniz Tortum . Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde çalışan babasından duyduğu hikâyeler ve "ortamın şamatası" daima ilgisini çekmiş. Bu yüzden belki, izlediğim ilk filmi Maddenin Hâlleri 'nde bize de anlatmak, göstermek istemiş hastane koridorlarının bilinmeyen tarafını: "Filme başlamam baya kişisel bir sebeptendi." diyor, "Hastanenin yalınlığına, dedikodusuna hem de gündelik hayatına bakan ve Grey's Anatomy gibi olmayan, dramatik bir film ya da dizi olmayan bir hastane tasviri isteğim hep vardı." Müzik, şiir, sinema: Deniz'in ilk uzun metrajlı filmi Maddenin Hâlleri değil. Ondan iki yıl önce Venus Music Peace Band'in peşine takılıp şehir şehir gezdiği Anadolu Turnesi 'nin yönetmenliğini Can Eskinazi'yle paylaşmış. Sadece bir yol filmi ya da sadece bir müzik filmi olacağını düşündüğüm bu filmin, Türkiye’deki insan çeşitliliğini, insanlar arasındaki beklenmedik benzerlikleri ve hafife alınabilen farklılıkları anlattığını görüyorum izlerken. Öte yandan Deniz'in önceki birçok projesinde ve kısa filminde Duende olarak bizi heyecanlandıran farklı sanat dalları arasındaki o etkileşim ve paylaşımları görmeye devam ediyorum. " Ondan çok şey öğrendim. " dediği ve Dünya ve Hatıralar Koridoru filmlerinde birlikte çalıştığı Efe Murad'la iş birliklerinden yola çıkıp şiirden ve sinemadan konuşuyoruz. Şiirde sözcüklerle zaman-mekânın tekrardan bir inşası olduğunu, zamansal, mekânsal ya da duygusal olarak sürekli imkansızlıklar yaratıldığını söylüyor. "Buna benzer olarak filmde de zaman-mekân imkansızlıkları yaratarak çoğunlukla montajla, dile gelmeyen kavramları kavramsallaştırma hâli var. Belki de şiirle sinemanın öyle bir bağlantısı var." Kadıköy Sineması'ndan Deniz'le keşfetmek: Önce Paul Schrader'in First Reformed 'u hakkında konuşmayı istese de belgesel sinema dilini bu kadar iyi kullanan bir yönetmen bulmuşken ondan bir belgesel önerisi istiyorum. İklim aciliyetinden çok da uzaklara gitmiyoruz — zaten önerdiği film de gündelik dertlerimizin, kaygılarımızın ya da seçimlerimizin bir şekilde dönüp dolaşıp iklim aciliyetiyle ilişkili olduğunu hatırlatıyor. Brett Story'nin 2017'nin ağustos ayında New Yorklu insanlara mikrofon uzattığı ve "Şu an ne için kaygılısınız?" diye sorduğu The Hottest August 'u için "Bir konusu ve sınırı olmasa da belli bir mekânda, belli bir sürede geçen bir keşif hâli," diyor Deniz. İlk izlediğinde hiç sevmemiş, ikincisinde çok sevmiş bu filmi ve filmin fikrini. Onun da sıradaki projelerinden biri iklim aciliyetiyle ilgili. İklim krizinden konuşuyor, birlikte kaygılanıyoruz. Brett Story'nin filmindeki dış sesin New York'un en sıcak ağustosu hakkındaki vurucu son cümlesi, "Yanına bile yaklaşamaz..." oluyor. Birkaç hafta sonra Başka Sinema Ayvalık Film Festivali 'ndeki bir panelin başlığını gördüğümde bir daha vuruyor beni: Bu, Gelecek Yazların En Seriniydi. Kaygılanıyorum. Diyor ki: "Bir filmi ilk izleyişinde hiç sevmemek, ikincisinde çok sevmek… Aslında filmler sabit nesneler değil, neredeyse hepsi bir manzara ve kimi günler yağmurlu kimi günler güneşli oluyorlar. O güneş de yağmur da izleyicinin kendisinin içinde olduğu durumla ilgili ve her seferinde kendisini farklı şekillerde gösteriyor."

Çocukluğun "vahşi batı" hâlinden yetişkinliğin küresel kaygılarına: Deniz Tortum

Eylül 29, 2021

·

Makale

Disiplinler arası buluşmalardan, "ısrarlı saçmalık"lara: Can Kılcıoğlu

Can’ı keşfetmek: “Çok sinematografik — keşfedilmemiş çok sokağa, köşeye sahip bir şehir,” diyor İzmir için. İzmir’de doğmuş, İzmir’de büyümüş ve 14 yaşından beri yönetmen olmayı kafaya koymuş Can Kılcıoğlu’nun içten, samimi, kara mizahla yoğrulmuş ilk uzun metrajlı filminin de İzmir sokaklarında geçmesi tesadüf değil. Karnaval ’ın kahramanı Alis, otuz altı yaşında. Babası evden attıktan sonra otomobilinde yaşamaya başlıyor ve geçimini kapı kapı dolaşıp Karnaval markalı halı yıkama makinelerini pazarlayarak sağlamaya çalışıyor. Bu esnada tek hayali bir gün motosiklete atlayıp İstanbul’a gitmek ve orada kendi pastanesini açmak olan pastacı Demet’in ailesinin kapısını çalıyor ve âşık oluyor. Esta Atölye'de konuşlanan Karnaval DVD'si Karnaval ’ın hikâyesi aslında filmden yıllar önce, yönetmeninin bir kağıt parçasına çizdiği çöpten insanlar ve onlara bakıp kendisine sorduğu bir soruyla başlamış. Otomobilin önünde bir adam, yanında bir halı yıkama makinesi ve arkada öfkeli bir kadın — “Bu üçlü nasıl gelmiş olabilir buraya?” Bana kalırsa sorunun cevabı olarak ortaya çıkan bir büyüme hikâyesi çünkü büyümek için çocuk ya da ergen olmak gerekmiyor. “Acaba ben ilginç miyim?”: Can Kılcıoğlu’nun 2019 yılında Mamut Art Project kapsamında sergilenen video işi Not: 35’inde izle 'de kendi büyüme hikâyesini anlatıyor. 2000 yılında, 18’indeki Can, çocukluğunu geçirdiği apartman dairesindeki odasında kamera karşısına geçip içini döktüğü, hayallerini ve hayal kırıklıklarını, hayata ve geleceğe dair fikirlerini paylaştığı bu videoyu kaydettikten sonra, üzerine iliştirdiği “35’inde izle,” notuna verdiği sözü tutmuş. Videonun sonunda, 35’indeki Can’ın geçmişi dinlerken hissettiklerini de görüyoruz. Bir yeni yetmenin sözlerine ve dertlerine gülümseyişler, her şeyin ne kadar kişisel ve "büyük" olduğunun farkına varınca yerini göz yaşlarına bırakıyor — bir büyüme hikâyesi filminin aksine süreci gözlemlemek yerine sonuç doğrudan çarpıyor yüzümüze. “Acaba ben ilginç miyim?” diyor 18’indeki Can videonun başında. İzmir’deki genç odasından Moda’daki atölyesi Esta’ya uzanan on yedi yıl veriyor cevabı: “ Evet.” Kupalarda birleşen Esta Atölye ve Aposto! suretleri Can’la keşfetmek: Büyüme hikâyeleri, ayrıksı karakterler, karakter sineması, ölümle dahi dalga geçebilen bir kara mizah — ikimizin de sevdiği temalar etrafında dönerken ibrelerin kuzeyi gösterdiğini fark ediyoruz ister istemez. Karanlığın ve buz gibiliğin içinde saklı mizahıyla, ikimiz de hoşlanıyoruz Nordik sinemadan. Komik gelen hâller: Can, kayıttan bir hafta önce konuştuğumuzda bana Nói albinói ’yi izleyip izlemediğimi soruyor. Dagur Kári ’nin izlemediğim tek filminin, onun sinemasını en iyi özetleyen filmi olduğunu fark ediyorum o hafta. Kári'nin sinemasındaki favorim Voksne mennesker gibi bu film de etrafında dolaştığımız tüm o temaları kapsıyor. “Bana hayatının türü ne diye sorsan 'Kara komedi,' derim,” diyen konuğumdan, bir süre sonra kara komedinin tanımı geliyor: “İçindeyken korkunç fakat dışarıdan göründüğünde komik gelen hâller.” Israrlı saçmalıklar: İzlanda ve Danimarka arasında üretimine devam eden ve filmlerinin müziklerini de kendi müzik grubuyla birlikte yapan Dagur Kári’nin ilk uzun metrajlı filmi Nói albinói , İzlanda’daki küçük bir kasabada geçen, üstün zekâlı fakat dışlanmış, liseli albino bir gencin büyüme hikâyesini ve kaçma isteğini konu alıyor. Buzdan hayallerin yerini siyah-beyaz görüntülere, İzlandacanın yerini Dancaya bıraktığı Voksne mennesker ’deyse yirmilerinin sonunda, bir türlü kendi ayakları üzerinde duramamış bir sanatçıyı izliyoruz. Büyümenin yaşı olmadığını tekrar tekrar hatırlıyoruz — bu bana hem iyi ve rahatlatıcı hem de kötü ve korkutucu geliyor. Sonunda, Dagur Kári sinemasında ikimizin de ilgisini çeken detayların adını koyuyor Can: “Israrlı saçmalıklar,” yani bir saçmalığa inanıp onda ısrar ediyor olma hâlleri. Diyor ki: “Ben tek koldan bir şey yapmayı sevmiyorum. Tüm disiplinlerin birbirine fazla küs olduğunu fazla uzak durduğunu düşünüyorum. Onları bir arada tutmanın yollarını arıyorum bir şekilde. Seviyorum o bir arada durma hâlini.” Sana özel: Can Kılcıoğlu, 2019 yılında Mamut Art Project kapsamında sergilenen ve kendi büyüme hikâyesini anlattığı video işi Not: 35’inde izle 'yi Duende okuyucularına özel bir haftalığına erişime açtı. Buradan izleyebilirsin.

Disiplinler arası buluşmalardan, "ısrarlı saçmalık"lara: Can Kılcıoğlu

Eylül 15, 2021

·

Makale