İhsan Dindar
LATEST STORIES
"Kendi kendine bir durup göklere bakmak iyi geliyor"
Bu ara en çok hangi şarkıyı dinliyorsun? Spotify'ın Made Indie France isimli çalma listesinde Oscar Anton 'u keşfettim. Bu aralar o phelie isimli şarkısını çokça dinliyorum. Hikâyesiyle melodik altyapısının uyumunu çok seviyorum. Yumuşak vokali de dinlendiriyor. Bir kez açtığında defalarca dinlemeden bırakamadığın şarkı nedir? Kings of Convenience ve Feist 'in Know How şarkısı. Yıllardır bıkmadan dinlediğim şarkıların başında gelir. Bu şarkının sakinliğine benzer anlarda kendi kendine bir durup göklere bakmak iyi geliyor. Damla ve kedisi Tipi Müzik üretiminde kırılım noktası oluşturan bir şarkı var mı? Elim Kaydı adlı şarkım, ilerlemek istediğim yolun başlangıcı. Ardından çıkan Ne Güzel Geldin , onun kardeşi. İkisi de bundan sonra etrafında dolaşmak istediğim sound 'lara açılan yollar. Hikâyesiyle bağ kurduğun, sanki ben yazmışım dediğin bir şarkı var mı? Ceylan Ertem 'in Bile İsteye 'si, büyük bir inanç uğruna bile isteye yapılan hatalar ve nihayetindeki yürek yangınlarını çok güzel anlatır. Bu hüzne ortak, gitarıyla kalbimize sigara söndüren Cenk Erdoğan da cabası.
“Rüzgâr estirir gibi bir şarkı”
Son dönemin dikkat çeken genç seslerinden biri olan Merve Çalkan , Mabel Matiz imzalı Aşkı Bana Getir şarkısında kendi deyimiyle “renklendi, yükseldi.” Dönsün Dursun’un bu haftaki konuğu, bu aralar en çok dinlediği şarkıyı, hikâyesiyle en özdeşlik kurduğu besteyi Duende’ye anlattı. Bu ara en çok hangi şarkıyı dinliyorsun? Onurr ’dan Deniz Tuzu . Albümün çıktığı gün tüm şarkıları nakaratlarına sürükleyerek müthiş bir heyecanla dinledim. Yeni bir albümü bu şekilde kurcalayarak incelemeyi çok seviyorum. Deniz Tuzu ’nu bir türlü aşamadım. Sürekli başa sarıp durdum. Rüzgâr estirir gibi bir şarkı — bana çok güzel hisler bırakıyor. Bir kez açtığında defalarca dinlemeden bırakamadığın şarkı nedir? Laura Marling ’den Crawled Out of the Sea . Çok kısa bir şarkı — kendi içinde, kendi tekrarında dönüyor. O sırada şarkı bir mantraya dönüşüyor ve birkaç kere daha dinleme, şarkıyı devam ettirme isteğim oluşuyor. Gökçeada, 2019, Fotoğraf: Merve Çalkan Müzik üretiminde kırılım noktası oluşturan bir şarkı var mı? Aşkı Bana Getir . Bana hayal ettiğim bir aura sundu. Renklendim, yükseldim. Şimdi onun ilhamıyla da üretmeye devam ediyorum. Beni mutlu ediyor. Hikâyesiyle bağlam kurduğun, sanki ben yazmışım dediğin bir şarkı var mı? Candan Erçetin ’den Her Aşk Bitermiş . Günlüklerimde bu temayı o kadar çok yazmışımdır ki! “Kuytum,” diyerek betimleyebilirim — kendime mektup yazdığım bir şarkıymış gibi dinliyor ve söylüyorum.
"O parçadan sonra her şey benim için değişti"
Murat Ertel hem Baba Zula hem de diğer solo projeleriyle bu coğrafyanın en özgün müzisyenlerinden biri. Dönsün Dursun serisinde bu hafta ağırladığımız Ertel, yakında dinleyeceğimiz şarkısından ipuçlarını bizlerle paylaştı. Söyleşimizde Ulrich Troyer 'den Ben Harper 'a, Ruhi Su 'dan Pir Sultan Abdal 'a bir yolculuğa çıkaran sanatçı, bizleri müziğinin mutfağından bir fotoğrafla selamlıyor. Bu ara en çok hangi şarkıyı dinliyorsun? Dürüst olmak gerekirse bu aralar en çok arkadaşım Ulrich Troyer 'i dinliyorum. Bence çok iyi bir müzisyen. Forbit Studio diye bir stüdyosu var, epey deneysel müzikler yapıyor. Vegetable Orchestra diye bir orkestrada çalıyor, sebzelerden enstrüman yaparak konser veriyorlar. Konser sonrasında da çaldıkları bu enstrümanları, performansları esnasında kaynattıkları suya atıp çorbasını yapıp seyircilere dağıtıyorlar. Ulrich, aynı zamanda resimli roman yapıyor. Çocukların müzik yapması için bir uygulamaları var. Onunla birlikte bir şarkı yapıyoruz; bana davulları çaldı, ben de üzerine gitar çaldım. Sonra o, üzerine bas çaldı. Şimdi de ben de onun üzerine elektro saz çalacağım. O yüzden en çok o parçayı dinliyorum bu aralar. Bir kez açtığında defalarca dinlemeden bırakamadığın şarkı nedir? Narmanlı Han'da çok önemli bir plakçı vardı. Deniz Pınar . Orada biz acayip plaklar bulurduk. Can 'in bir EP'si — her iki yüzü 30 dakika sürüyordu. O zamanlar 77 model bir Ford Escort'um vardı; orada da kaset dinlerdim. 60'lık bir kasetin iki yüzüne de buradaki parçayı kaydetmiştim; saatlerce o parçayı dinliyordum. Ritmik olarak bana müthiş çekici geliyor. Gruptaki Jaki Liebezeit , en sevdiğim davulcu. David Bowie 'den Brian Eno 'ya kadar pek çok müzisyen onun hayranı. Eurythmics 'in ismini o bulmuş ve ilk albümünde çalmış. Depeche Mode 'la da çalmış. Onunla arkadaş olma ve birlikte çalma fırsatı elde etmiştim; 2000'li yılların başından ölümüne kadar hem dost kaldık hem de birlikte müzik yaptık. Can grubunun bu şarkısını dinlememin nedeni, sanırım ritmi. Müzikte en sevdiğim şey güzel bir groove . Müzik kariyerinde ve üretiminde kırılım noktası oluşturan bir şarkı var mı? Çok şarkı var ama herhalde "en" diyebileceğim bir tanesi, bir kasedin tam bir yüzü boyunca sürüyordu. Bu, 14 yaşındayken kurduğum ikinci grubun şarkısıydı ve ismi İkide Bir 'di. Akın Evliyaoğlu diye bir arkadaşım vardı; iki kişilikti bir gruptuk ve ikimiz de aynı orgu çalıyorduk. Gece Yürüyüşçüsü adını taşıyan ve tek şarkıdan oluşan konsept bir albüm yapmıştık — tür olarak da doğaçlamaydı. O kaset hâlâ bende duruyor, dinliyorum. Gerçekten de o parçayla beraber ilk albümümü ve ilk konsept albümümü yapmışım; sanırım o parçadan sonra benim için her şey değişti. Hikâyesiyle bağlam kurduğun, sanki ben yazmışım dediğin bir şarkı var mı? Neden? Ben Harper 'ın Roses From My Friends şarkısı geliyor aklıma. Ruhi Su , babamla arkadaş olduğu ve babam da onun ikinci albümünden itibaren tüm albüm kapaklarını ve sanat yönetmenliğini yaptığından her albümünü çalmak için bize gelirdi. Pir Sultan Abdal plağındaki halk müziğinde kavramsal plakları yapan ilk insan herhâlde Ruhi Su'dur. Orada asılmadan önce söylediği bir türkü var: Pir Sultan Abdal'a herkes taş atar, yalnızca bir kişi gülü tercih eder. Kanlar içindeki Abdal, gülü alır ve "Yağmur gibi başıma yağar taşlar / İlle dostun gülü yaralar beni" der. Esas incitenin onu sevenler olduğunu çok güzel bir şekilde anlatır. Ben Harper da henüz bu kadar popüler değilken konser vermek için Türkiye'ye gelmişti — o zamanlar Ben Harper 'ın rehberliğini yaptım, çok iyi arkadaş olduk. Bu coğrafyanın kültürü ve sazla ilgilendi. Bir gün ona Pir Sultan Abdal'ı ve bu türküyü anlattım. Çok etkilendi, oldukça duygulandı. Bu hikâyeden etkilenerek de Roses From My Friends 'i yaptı. O yüzden bu şarkının hikâyesiyle bağ kuruyorum. Benim de küçük de olsa bir katkım var diye düşünüyorum. Sorularımız son buluyor ve Murat Ertel ekliyor: " Aposto! yu seviyor ve takip ediyorum. Sorularınıza cevap vermek çok güzeldi."
Geleceği bilme arzusunun dayanılmaz ağırlığı
Geleceği bilebilmek ya da gelecekte olacak şeyleri öngörebilmek tarih boyunca insanlığın en büyük ilgi alanlarından biri oldu. Sümerlerden elimize ulaşan ilk yazılı kaynaklardaki rahiplerin kehanetleri, yıldız hareketlerinin yorumlanması ve farklı fal yöntemleri, gelecekten haber vermek ve insanların da bu doğrultuda adım atmalarını sağlayabilmek için kullanıldı. Sonrasında insanlığın gelişim sürecinde bunu ütopyalar ve o ütopyaları da geleceğe dair distopyalar takip etti. Thomas More, Tommaso Campanela, Jules Verne, George Orwell, Aldous Huxley, U veya Ray Bradbury ustaca örülmüş olay örgüleriyle bize hep geleceğin bir resmini çizdi ve hepsi de birbirinden farklıydı. Kehanetten ütopyaya Hikâyemizi Yunanistan'ın Parnasos Dağı'ndan başlatalım. Burada bulunan Delfi Tapınağı, aslında girişte de bahsettiğimiz geleceğe dair merak ve kaygıların Antik Çağ'daki iz düşümünün en önemli ayağıydı. Delfi'de bulunan kâhinler, sadece gelecekten haber veren kişiler değil, aynı zamanda dönemin yöneticilerinin de en önemli danışmanlarıydı çünkü geleceği bilmek her devirde insanların kayıtsız kalamadığı konulardı. Bir veliahtın akıbeti, bir savaşın sonucu ya da alınacak bir kararın yaratacağı sonuçlar Delfi Tapınağı'ndaki bu kâhinlerin hem ilgi hem de görev alanıydı. Geleceği bilmek bu denli önemli bir konuydu. Klasik çağın sona ermesi, Roma ve sonrasında da Akdeniz dünyasının neredeyse tamamında Hristiyanlığın hâkim olmasıyla bu kâhinler, sonraki yüzyıllarda heretik ilan edilmiş cadı ve büyücülerin uğradıkları akıbete maruz kalmışlardı. Avrupa'da durum böyleyken Doğu'da kehanetler ilgi ve değer görmeye devam etti. Yıldızların hareketleri hem Doğu Akdeniz hem de Hindistan'da tıpkı Büyük İskender'in çağındaki gibi ilgi gördü. İnsanların yakın veya uzak gelecekte neler olacağına dair duydukları merak ve bilimsel olarak bunu öğrenmenin bir yolunun bulunmaması, beraberinde çaresizlik ve her şeye rağmen de çözüm arayışlarını getirdi. Geleceği bilmek, gelecekte yaşanacakları önceden kestirebilmek ve hatta daha da fantastik bir biçimde bunları birebir görmek büyük bir arzu nesnesi hâlini geldi. Geleceğe dair kehânetlerde bulunan Delfi Kâhinleri'nin üzerinden binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen insanlar aynı tutkuyla geleceklerine dair bir işaret veya bir haber almak için çabalamaya devam etti. Bu durum kaçınılmaz olarak hayatın içindeki siyaset, felsefe ve edebiyata da etki etti. Böylece işin içine kehanetler değil geleceğin nasıl olacağına dair tahminler ve bu tahminlerin iyi ya da kötü bir yarın olarak konumlandırılması öne çıkmaya başladı. Kaynak: Penguin Classics Ütopyadan distopyaya 15. yüzyılda Britanya adasının en çalkantılı dönemlerine tanıklık eden Thomas More, bu yaşanmışlıkların da izlerini taşıyan ve günümüzde de bir başyapıt olarak kabul edilen Ütopya ’yı kaleme almıştı. Her türlü fanatizmden arınmış, hoşgörünün hâkim olduğu bir gelecek tasavvuruyla karşımıza çıkan Thomas More'un bu eseri yazmasında, kuşkusuz içinde yaşadığı terör ortamının etkisi çok büyüktü. Yazar Tommaso Campanella da More’dan yaklaşık yarım asır sonra hapiste geçen 27 yılında Güneş Ülkesi adını taşıyan ve gelecekte insanların bir arada mutluluk içerisinde yaşadıkları bir toplumsal yapı tasarlamıştı. Siyaset, felsefe ve edebiyatın iç içe geçtiği bu metinlerin ardından geleceğe dair öngörüler ve iyi bir gelecek hayali güden sistemler de şekillenmeye başladı. Bugünkü ideolojilerin temellerinin atıldığı bu dönemlerde en büyük motivasyonlardan biri de iyi bir gelecek tesis etmek oldu. Fakat Thomas Hobbes’un da dediği gibi “insan insanın kurdu”ydu ve hiçbir şey vadedildiği gibi iyiye doğru gitmedi. Buna hem sistemler hem de o sistemlerin başındaki yöneticiler neden oldu. Bu sefer karşımıza karamsar bir gelecek tasviriyle distopyalar çıktı. Günümüzde bahsinin geçmediği tek bir gün olmayan George Orwell’in 1984 ve Hayvan Çiftliği isimli romanları, Ray Bradbury ile birlikte yine bu distopik geleceği öngören Aldous Huxley gibi yazarların kitapları yazıldıktan yıllar sonra gerçeğe dönüşmeleri sebebiyle yazarlarını birer "Delfi Kâhini" yapmadı belki ancak ne yazık ki öngörülerini de doğru çıkardı. Geleceğe ya da geçmişe ışınlanmak günün birinde mümkün olabilecek mi bilemiyoruz ancak bu da yıllar sonra bir "internet arkeoloğu"nun geçmişteki insanların geleceğe dair bakışlarına yönelik buluntularından biri olacak.
Mahşerin dördüncü atlısı: Salgınlar
Raftan'da sıklıkla konu ettiğimiz literatür taramalarında bu seferki odağımız hayatımızın bir parçası hâline gelen salgınlar. En son 1918'de İspanyol Gribi olarak da bilinen ve eskilerin "nezle" dediği salgın, dünya genelinde milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olmuş, yaklaşık iki yıllık zorlu bir sürecin ardından etkisini yitirmişti. Artık ikinci yılının içinde olduğumuz koronavirüs salgının sona ermesi için bir süre daha beklemek zorunda kalacağımız aşikâr. Salgın devam ederken bu konudaki literatür de yavaş yavaş oluşmaya başlamış durumda. Ancak söz konusu salgın tarihi olunca kuşkusuz akla ilk gelen çalışmalardan biri Andrew Nikiforuk 'un kaleme aldığı Mahşerin D ö rdüncü Atlısı kitabı. Geçmişte salgınlar ne kadar sürdü? Nasıl sona erdi? Ne gibi izler bıraktı? Bu hafta karşınızda bu soruların izini süren bir çalışma var. “Mahşerin Dördüncü Atlısı”: İncil’deki Vahiy kısmının altıncı bölümü, kitaba adını veren “Mahşerin Dördüncü Atlısı”nı tarihin en renkli güçleri olarak tanımlar. Birinci atlı yaşam ve umudu, ikinci atlı iktidarı, üçüncü atlı refahı temsil eder. Kitabın ismine de ilham olan dördüncü atlı ise veba ve ölümü temsil eder. Bu dört atlı, kâh devrimlerle kâh kıtlıklarla ve sürekli bir biçimde değişen salgın türleriyle dünya tarihini yazar. İstanbul'dan Avrupa'ya yayılan salgın: Orta Çağ'da Haçlı Seferleri ve Moğol İstilâsı kadar büyük travmalara yol açan, toplumları dönüştüren salgınlar, sonraki yüzyıllarda da insanlığın başını epey ağrıttı. Milattan önce 5. yüzyılda tifüs olabileceği tahmin edilen ve Atina Vebası olarak adlandırılan hadise, kayıtlara ilk salgınlardan biri olarak geçer. Bugünkü Yunanistan topraklarının büyük bölümünde etkili olan salgının ardından bu kez Justinianus Salgını tarihî bir dönemeç olarak karşımıza çıkar. Ticaret gemileri aracılığıyla İstanbul'a (o dönemki adıyla Konstantinopolis) gelen ve sonrasında da burada Avrupa'nın tümüne yayılan bu veba salgını, tarihçilerin yaptığı araştırmalara göre en az 25 milyon insanın hayatına mal olmuştu. Bu sayı, o dönemin Avrupa ve Yakın Doğu nüfusunun %40'ına eşitti. Veba: Tarihteki en ölümcül salgınlardan biri olarak değerlendirilen bu olay ne yazık ki son da değildi. Geçmişte yaşanan tüm bu salgınlar genel olarak "plague" yani veba olarak adlandırılsa da elbette hepsinin nedeni bu mikrop değildi. Hatta bu salgınlar tek nedeni mikroplar değildi. Ancak özellikle Orta Çağ Avrupası'nda hayatın bir parçası hâline gelen ve 14. yüzyıldan itibaren "Kara Ölüm" olarak da anılan veba, uzun süre salgınların neredeyse genel bir adı olarak anılmaya devam etti. Kitaptan: Araştırmacı gazeteci Andrew Nikiforuk 'un kaleme aldığı Mahşerin D ö rdüncü Atlısı , titiz bir çalışmayla tarih boyunca büyük felâketlere yol açan bu salgınlara dair kapsamlı bir anlatımla karşımıza çıkıyor. "Salgınları yaratan nedenler nelerdi?", "Salgınların kökeninde hangi hastalıklar vardı?" gibi sorularla yola çıkan Nikiforuk, ağırlıklı olarak Avrupa merkezli bir anlatımla salgınları sınıflandırıyor. Yazar; mikroplar, sıtma, cüzam, veba, çiçek hastalığı, frengi, tüberküloz, grip ve günümüz dünyasında büyük kayıplara yol açan AIDS ile Ebola gibi hastalıkları ayrı bölümler hâlinde inceliyor. 1991 yılında yayımlanan Mahşerin Dördüncü Atlısı , o dönem dünya gündemini derinden sarsan AIDS üzerine de önemli saptamalarda bulunuyor. Queen grubunun solisti Freddie Mercury’nin 24 Kasım 1991’de AIDS nedeniyle hayatını kaybetmesi, bu hastalık konusunda farkındalığı arttıran en önemli olaylardan biri olmuştu. Türkçeye Selahattin Erkanlı’nın çevirisiyle İletişim Yayınları tarafından kazandırılan ve bugüne kadar da sekiz baskısı çıkan kitap, günümüzde salgınlara dair yazılan birçok kitaba da referans olmayı sürdürüyor.
Batı'da Ölümün Tarihi
Bir yılı aşkın bir süredir hayatımızda olan salgın gündelik yaşantımızı derinden etkiledi. En son 1917 yılında İspanyol Gribi olarak bilinen salgında küresel çapta bu denli büyük bir sorunla karşılaşan dünya, 103 yıl aradan sonra yeniden böylesi bir problemin üstesinden gelmeye çalışıyor. Rutinimizden ve sosyal yaşantımızdan büyük oranda feragat ettiğimiz bu dönem elbette yalnızca bize mahsus değil. Akdeniz coğrafyası, Antik Çağ'dan günümüze çok defa büyük çaplı can kayıplarının yaşandığı salgınlara tanıklık etti. Bu trajik can kayıpları dönemin nüfus dengesini değiştirdi ve zaman zaman da toplumsal dönüşüme neden oldu. Özellikle "uzun" Orta Çağ yüzyılları, buna en iyi örnek olarak karşımıza çıkıyor. Annales Okulu'nun önemli tarihçilerinden Philippe Aries'nin kaleme aldığı Batı'da Ö l ü m ü n Tarihi bu zorlu çağların trajik yönüne dair en önemli başvuru kaynaklarından biri. Batı'da Ö l ü m ü n Tarihi: Tarihin yazılış biçimini derinden etkileyen ve dönüştüren Annales Okulu'nun "bir şeylerin tarihleri" üzerine eğildiği yapıtlar, geçmişi sadece savaş meydanları ve saray yazışmalarına hapsolmaktan çıkarıp ona toplumsal bir perspektifle bakabilmeyi sağladı. Marc Bloch, Fernand Braudel, Lucien Febvre, Jacques Le Goff ve Roger Chartier isimler bu yeni bakışın kendi dönemlerinde önemli tarihçileri oldu. Annales Okulu'nun üçüncü kuşak temsilcileri arasında yer alan Philippe Aries'nin Ö zel Hayatın Tarihi , Ç ocukluğun Tarihi gibi tarihçilik açısından başyapıt olarak kabul edilebilecek çalışmalarının yanı sıra bu yazıda değineceğimiz Batı'da Ö l ü m ü n Tarihi , bu alanda mutlaka okunması gereken çalışmalardan biri olma özelliği taşıyor. Bir "uyku hâli" olarak ölüm: Türkçeye Işın Gürbüz'ün çevirisiyle kazandırılan Batı'da Ö l ü m ü n Tarihi , Everest Yayınları tarafından 2015 yılında yayımlandı. Üzücüdür ki Türkçede şu anda Philippe Aries'nin kaleme aldığı kitaplar arasındaki tek çeviri bu çalışması. Bir dönem Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Ö zel Hayatın Tarihi isimli beş ciltlik kapsamlı çalışmayı Georges Duby ile birlikte hazırlayan Philippe Aries'in, Batı'da Ö l ü m ü n Tarihi adlı çalışması iki bölümden oluşuyor. Kitabın ilk bölümü Orta Çağ'da ağırlıklı olarak salgın kaynaklı hastalıklarla meydana gelen ölümler ve savaş meydanlarındaki ölümlerin toplum nezdindeki algılanışını irdeliyor. Orta Çağ boyunca, sonraki devirlerin aksine hayatın içinden bir olgu olan ölümün, "ben" ve karşı taraftakilerin gözünden algılanışının yanı sıra Katolik inancının ağırlığı çerçevesinde kabullenilişi ve bu dönemde bir "uyku hâli" olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Bir yazgının kabulü olarak değerlendirilen ölüm, bu dönemde halk hikâyeleri anlatısında en az hayatta olanlar kadar yer buluyor. Orta Çağ'dan bu yana: Hayatın içinde bir kavram olan ölümün Rönesans'ın hazırlayıcısı olan 14. yüzyıldan itibaren özellikle de üst sınıflarda yavaş yavaş gündelik yaşamın dışına çıkarılmaya başlandığını da görüyoruz. Cenaze konvoyları, matem giyisileri Orta Çağ sonrasında da ölümün törensel yönünün parçası olmaya devam ederken; ölüm kavramı bu süreçte yavaş yavaş bir yazgı olmasının yanı sıra romantize edilmiş bir olgu olarak da karşımıza çıkmaya başlıyor. Bu kıyaslamaların ardından Batı’da Ölümün Tarihi kitabının ikinci bölümünde Philippe Aries, konuya daha spesifik açılardan bakmaya başlıyor. Orta Çağ inanışında ölülerin gösterdiği mucizeler, bu dönemde kaleme alınan vasiyetnameler, aile anlayışı ve belki de en dikkat çekici biçimde ölüm karşısında zaman içinde değişen tavırlar, Aries’nin kaleme aldığı makaleler olarak karşımıza çıkıyor. 1984 yılında 70 yaşındayken hayatını kaybeden Philippe Aries’nin farklı tarihlerde ölümle ilintili yazılarından oluşan bu ikinci bölüm, kitabın ilgi çekici bir diğer yönü.
Kemal'in Füsun sandığı gölgeler, hayaletler
"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla ka ç ırmazdım o mutluluğu." Böyle not etmişti 26 Mayıs 1975 Pazartesi günü saat üçe çeyrek kala yaşananları Kemal Basmacı. 2008 yılında okurla buluşan Masumiyet Müzesi , Orhan Pamuk'un üzerinde en çok konuşulan ve belki de sinemaya en çok uyarlanması istenilen romanlarından biri oldu. Geçtiğimiz günlerde Veba Geceleri ile uzun sayılabilecek bir aranın ardından yeniden okurla buluşan Orhan Pamuk'un ihtimallerle dolu Masumiyet Müzesi'ne ve o ihtimaller deryasına doğru bir "ya öyle olsaydı..." yolculuğuna çıkalım. İllüstrasyon: Ece Tugay Bir saplantının müzesi İstanbul'un en güzel semtlerinden biri olan Nişantaşı'nda ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin oğlu olan evlilik arifesindeki Kemal Basmacı, sevgilisiyle çıktığı bir alışverişte Füsun ile karşılaştı ve ömrünün birkaç 10 yılına etki edecek hikâye böylece başladı. Tesadüflerle başlayan bu hikâye, sonrası dram ve acılarla örülecekti. Kemal Basmacı’nın Nişantaşı’daki ünlü Şanzelize Butik’te geçici bir süreliğine çalışan Füsün’a rastlamasıyla başlayan öykü, bugün İstanbul’un en ilginç müzelerinden birinin doğmasına vesile oldu. Çukurcuma’daki Dalgıç Sokak'ta bulunan Masumiyet Müzesi’ni Füsun ile birlikte olduktan sonra ona duymaya başladığı o büyük ve saplantılı aşka borçluyuz. “Füsun sandığım gölgeler, hayaletler” diye anlatıyordu Kemal Basmacı, o büyük aşkına duyduğu o takıntılı bağlılığını. Ömrünün bir bölümünü Füsun’a ulaşmaya adayan Kemal, kendisiyle arasında bir hayli yaş farklı olan uzaktan akrabası Füsun’u bulmak için yolunu olmadık semtlere, bilinmedik rotalara bile düşürdü. Öyle ki ömrünün bir bölümünü Fatih’te normalde pek de iyi gözle bakmayacağı bir otel geçirdi. Her gün Fatih sokaklarında Füsun’dan bir iz aradı. Tüm bu takıntılı sürecin içine sürüklenmeden önce de evlenmek üzere olduğu, yine kendisiyle aynı sosyoekonomik sınıftan Sibel ile ilişkisini sonlandırdı. Bu hem ailesi hem de yakın çevresi için alışılmışın dışında bir durumdu. İllüstrasyon: Ece Tugay Füsun’u, onunla seviştiği anları unutmak için günlerini heba ettiği kaba oyalanmalar ve ardından bir dedektif gibi iz sürmece, okurda Kemal Basmacı’ya karşı bir acıma hissi oluşturacak raddeye ulaştı. Ancak Kemal, ne yapıp ne edip tutkuyla ve daha çok saplantıyla âşık olduğu Füsun'una romanın sonlarına doğru kavuştu. Üstelik bu kavuşma bir evlilik hedefiyle de taçlandı. Çift, o yıllarda İstanbullu zenginler arasında âdet olduğu üzere çeyiz alışveriş için Avrupa’ya doğru çıktıkları yolculukla farklı bir boyut kazandı. Kemal'in kaderini belirleyen kaza Tarihte çokça sorulmasına rağmen aslında pek de bir anlamı olmayan “ya şöyle olsaydı?” sorusunu Kemal ile Füsun için soralım. Her iki tarafın birbirine âşık olduğunu düşündüğümüz bu çiftin, Edirne yolunda Avrupa’ya doğru giderken verdikleri mola sırasında Füsun’un birden arabayı sürmeye başlaması ve acı bir kaza geçirip ölmemesi durumda gelecekleri nasıl şekillenirdi? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama belki Füsun ve Albert Camus’nün ölümü benzer bir olaydı. Füsun, kendisini mi Kemal’i mi yoksa her ikisini mi cezalandırmak için böylesi bir şeye kalkıştı, romanı okuyan herkesin kendince cevap verebileceği bir konu. Ancak Füsun ve Kemal’in bir çeyiz alışverişi için çıktıkları Avrupa yolculuğu bu şekilde bitmese bir Masumiyet Müzesi olmayacaktı. Biriktirilen 4 bin izmarit, sayısız biblo ve Füsun’un dokunduğu eşyalar da olmayacaktı. Peki tüm bunlara değmiş miydi? Bu sorunun cevabı Kemal Basmacı’nın son sözlerinde saklı; “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım.”
Anadolu’nun Denizci Kavmi
Bu ay, Francis Russell'ın gezi rehberiyle başladığımız Anadolu yolcuğu Ekrem Akurgal ve Likya üzerine kapsamlı bir referans kitapla devam etmişti. Bu yolculuğu Likya ile komşu bir coğrafya olan Karia ile noktalıyoruz. Aydın, Muğla ve Denizli'nin bir bölümünü kapsayan bu tarihî coğrafya, Anadolu'da gelişen uygarlıklar içinde önemli bir yere sahip. Milas, Aphrodisias, Knidos, Kaunos ve Halikarnassos gibi Antik Çağ’ın önemli yerleşimlerini kuran Karialılar üzerine geçtiğimiz aylarda çok kapsamlı bir çalışma yayımlandı. Karialılar: Denizcilerden Kent Kuruculara adını taşıyan ve Yapı Kredi Yayınları tarafından okurla buluşturulan bu değerli çalışmayı bu hafta Raftan indiriyoruz. Kim şu Karialılar? Geçtiğimiz hafta bahsettiğimiz Likyalılar ile komşu bir Anadolu halkı olan Karialılar, denizcilikteki maharetleriyle ön plana çıkmış bir topluluktu. Hâl böyle olunca gelişmiş bir ticaret ağı da kurmayı başaran Karialılar, bu sayede zaman içinde zenginleşip bugün de hayranlık uyandıran şehirler kurdu. Öyle ki Karialıların hâkimiyet kurduğu şehirlerden biri olan bugünkü Bodrum, tarihteki Halikarnassos, dünyadaki ilk planlı kentleşme örneklerinden biri kabul edilir. Bugün özellikle Anglosakson dünyada sıklıkla karşılaştığımız ızgara modelli şehir planlamasının öncü örneğini Halikarnassos’ta uygulanmıştır. Bununla beraber bu kent, eski “Dünyanın Yedi Harikası”ndan biri olan ve Kral Mausolos adına yaptırılan Halikarnassos Mozolesi’ne de ev sahipliği yapmıştır. Yaşanan depremler nedeniyle mozole ne yazık ki nihai bir biçimde 15. yüzyılda yıkılmış ve günümüze ulaşamamıştır. Homeros’un İlyada ’da bahsettiği halk: Tıpkı komşuları Likyalılar ve Frigyalılar gibi Anadolu’nun yerli bir halkı olan Karialılar, dil ve kültür bakımından Hititlerin devamı olarak görülmektedir. Dilleri Karca, Likçe ve Frigcenin de olduğu gibi Hititçenin akrabasıdır. Ozan Homeros’un da bahsettiği Karialılar zaman içinde Ege’den gelen Dor akınlarına karşı koyamaz ve onların hâkimiyetine girer. Yıllarca Persler ve Grekler arasındaki mücadeleye neden olan Karia toprakları, Büyük İskender sonrasında Helenistik Çağ’ın bir parçası hâline gelir. Raftan: Geçtiğimiz aylarda Yapı Kredi Yayınları’nın bir süredir devam ettirdiği uygarlıklar serisinin bir parçası olarak okurla buluşan Karialılar: Denizcilerden Kent Kuruculara , bu önemli Anadolu halkı hakkında son dönemin en kapsamlı çalışmalarından biri olma özelliği taşıyor. Türkçe ve İngilizce olarak iki dilde yayımlanan Karialılar: Denizcilerden Kent Kuruculara , büyük boyutu ve ağırlığı nedeniyle çantada taşımak için pek elverişli olmasa da içindeki bilgiler itibarıyla Muğla, Aydın ve Denizli’nin batısına doğru bir yolculuğa çıkacak olanlar için eksiksiz bir rehber. Karialılar: Denizcilerden Kent Kuruculara , bu denizci kavmin tarihsel süreçte yaşadığı bu değişimi arkeolojik buluntular ve yazıtlarla elde edilen veriler doğrultusunda pek çok farklı yönüyle okura ulaştırıyor. Kitapta Karialıların hem bağımsız oldukları dönem hem de Pers, Grek ve sonrasında Roma dönemlerindeki gelişmeleri ekonomik, toplumsal, mimari ve sanatsal açıdan ele alınıyor. Bununla birlikte kitabın önemli bir bölümü de günümüzde kalıntıları dahi hayranlık uyandıran Karialıların kurduğu kentlere ayrılmış durumda. Halikarnassos, Milas, Kaunos, Knidos, İassos gibi antik kentlere dair ayrıntılı bilgilere yer veren kitap bu alanda özellikle Türkçe kaynak bakımından önemli bir işlev görüyor. Geçen hafta bahsettiğimiz Lukka’dan Likya’ya kitabında olduğu gibi Karialılar hakkındaki bu çalışmanın da gezginlerin daha rahat bir şekilde sırt çantalarında taşıyabileceği ebatta da basılmasının iyi olacağı kanaatindeyim. Seriden çıkan diğer kitaplar olan Sagalassos, Hellenistik ve Roma Döneminde Anadolu, Persler gibi çalışmaların da bilindik ebatlarda yayımlanması bu kitapları maddi açıdan da daha ulaşılabilir kılacaktır.
Işıklar Ülkesi Likya
Geçen hafta Ekrem Akurgal'ın bir temel kaynak olarak nitelendirilebilecek olan çalışması Anadolu Uygarlıkları ile bu kadim coğrafyada tarih ve arkeoloji ışığında sürdürdüğümüz yolculuk, bu hafta daha spesifik bir rotayla devam ediyor. Sırt çantasını alıp yola düşenlerin ve doğa yürüyüşü severlerin gözde rotalarından biri olan Likya Yolu'nu bize miras bırakan bu antik uygarlığın tarihine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz; Lukka'dan Likya'ya kitabıyla "ışıklar ülkesi"nin izinde... Nereden nereye? Likya Yolu, ömrünü yollara adamış insanlar tarafından dünyanın en iyi rotalarından biri olarak kabul görülüyor. Bununla birlikte dünyanın en uzun 10 yürüyüş rotasından biri olan Likya Yolu, Fethiye’den başlayıp Antalya’ya kadar süren 555 kilometrelik bir güzergâh. Günümüzde Teke Yarımadası olarak anılan ve tarihteki bilinen ismiyle de Likya coğrafyasını kapsayan bu rota; doğa, tarih ve macera tutkunları için “ölmeden önce mutlaka yapılması gereken şeyler” listesinde yer alacak kadar büyük bir öneme sahip yer. Sarpedon ve Aziz Nikolaos’un Ülkesi: Tarihte Anadolu’nun yerlisi Luvi halkının yaşadığı Likya’yı, “ışıklar ülkesi” olarak adlandırıyordu. Antik çağda bilim ve tıp alanında çığır açan yeniliklerle dikkat çeken Likyalılar, aynı zamanda gerçek anlamda tarihteki ilk demokratik birliği de oluşturmuştur. Birliğin merkezi konumundaki Patara, hatırlanacağı üzere 2020 yılında “Patara Yılı” ile anılmıştı. Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Lukka’dan Likya’ya: Sarpedon ve Aziz Nikolaos’un Ülkesi adlı kitap, bu tarihî coğrafyanın geçmişini derinlemesine inceleyen bir başucu kaynağı. İlk olarak Türkçe ve İngilizce olmak üzere büyük boy olarak yayımlanan çalışma, sonrasında özellikle gezginlerden de gelen talepler üzerine sırt çantasında da sığabilecek şekilde standart boyda yeniden yayımlandı. Lukka: Anadolu’nun en eski devletlerinden Hititler tarafından Lukka olarak isimlendirilen Likyalılar, Hititçeye yakın bir dil kullanmaktaydı. Homeros’un aktardığı mitolojik anlatıya göre Likya’nın kökeni eski devirlerde Girit adasıydı. Europa’nın iki oğlu olan Sarpedon ve Minos, Girit’in yönetimini ele geçirmek için mücadeleye girişmiş bu kavgadan da Minos galip çıkmıştır. Bunun üzerine Girit’ten sürülen Sarpedon Asya kıyılarına yani Likya’ya çıkmıştır. İşte Homeros’a göre de Likyalıların hikâyesi de böyle başlar. Demokrasi: Lukka’dan Likya’ya: Sarpedon ve Aziz Nikolaos’un Ülkesi isimli bu derleme kitap, Homeros’un mitolojik anlatısının ötesine geçerek arkeolojik çalışmaların da ışığında bölgenin ve bu kadim halkın tarihine ilgi duyanlar için önemli başlıklara sahip. Demokratik bir birlik olarak geçirdiği dönemin ardından Büyük İskender’in bölgeyi ele geçirmesiyle başlayan Hellenistik Çağ ve ardından bir Roma eyaleti olarak varlığını sürdüren Likya’nın tarihi hakkında detaylı bilgilerin yer aldığı kitap, bu Anadolu medeniyetinin kültürel yaşantısına da ışık tutuyor. ABD’ye ilham olan bir siyasi yapı: Ksantos (Arnna), Patara, Myra, Pnara, Tlos, Olympos, Cybira, Boubon, Balbura, Oenoanda, Aperlae, Simena, İsinda ve Apollonia kentlerinden oluşan demokratik Likya Birliği, ileride devlet başkanlığı da yapacak olan Alexander Hamilton ve James Madison tarafından yazılan Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nın da ilhamını aldığı bir siyasi yapıydı. Kitap, bu federasyonun yapısını incelerken bir yandan da antik kentleri üzerinden de Likya Yolu’nda yolculuğuna devam eden gezginler için de bir rota çizmeyi ihmal etmiyor. Patara’da kazı başkanlığı görevini üstlenen Havva İşkan ile kazı başkan yardımcısı Erkan Dündar ’ın derlediği Lukka’dan Likya’ya: Sarpedon ve Aziz Nikolaos’un Ülkesi; arkeoloji, tarih, sanat ve bir Likya rehberi olması nedeniyle hem kütüphanelerde hem de sırt çantasında bulunması gereken bir çalışma.
Ordinaryüsün Anadolu Rehberi
Geçtiğimiz hafta seyahat yazarı Francis Russell'ın çalışmasıyla başladığımız Antik Anadolu yolculuğumuza bu hafta Ordinaryüs unvanına sahip son isimlerden biri olan Ekrem Akurgal'ın Anadolu Uygarlıkları ile devam ediyoruz. Türkiye toprakları, ev sahipliği yaptığı tarihî miras neticesinde dünyanın en önemli arkeolojik alanlarından biri olma özelliği taşıyor. Mezopotamya, İç Anadolu ve Ege kıyılarında ortaya çıkan medeniyetlere ait kalıntılar günümüzde bile hayranlık uyandırıyor. Özellikle İzmir'deki Smyrna Antik Kenti'nde yaptığı kazılarla bu bölgeyi insanlığa kazandıran arkeolog Ekrem Akurgal, Anadolu'nun farklı bölgelerindeki tarihî yerleşimlere bu çalışmasıyla ışık tutuyor. Ekrem Akurgal'ın kaleme aldığı Anadolu Uygarlıkları isimli kapsamlı çalışması sadece arkeoloji ve tarih öğrencileri için değil, aynı zamanda bu tarihî coğrafyayı gezerek öğrenmek isteyen meraklılar için de iyi bir kaynak. Geçtiğimiz yıl Phoenix Yayınları tarafından üçüncü baskısı yapılan Anadolu Uygarlıkları , antik çağlarda Asya, Kapadokya ve Mezopotamya gibi farklı isimlerle anılan günümüzde de Türkiye toprakları içinde kalan binlerce yıllık yerleşimlere dair kapsamlı bir rehber. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü, Goethe Madalyası ve Premio Internazionale "I Cavalli d'Oro di San Marco" gibi madalya ve ödüllerin sahibi olan Ekrem Akurgal'ın bu kitabını tamamlayıcı yönü bulunan bir diğer çalışması ise Anadolu Kültür Tarihi ' dir. Ancak adından da anlaşılacağı üzere bahsi geçen bu kitap Andaolu coğrafyasındaki kültürel araştırmalara odaklanıyor. Hatti ve Hitit uygarlıklarıyla başlayan süreçte Alacahöyük gibi en eski kalıcı yerleşim örneklerinden destanlara konu olan Troya'ya kadar Anadolu'nun farklı antik kentleri tarih, konum ve mimari yapısıyla inceleyen Ekrem Akurgal'ın bu kitabı, yurt dışında İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ve Almanca yayımlandıktan çok daha sonra Türkiye'deki okurla buluşmuştu. Çalışmasının Türkçe de yayımlanması için girdiği mücadeleye kitabın ön sözünde değinen Ekrem Akurgal, gördüğü ilgisizlik nedeniyle muhtemelen biraz da kırgınlıkla uzun bir süre Türkçe projelerini rafa kaldırdı. Daha sonrasında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay döneminde de kimi girişimlerde bulunulsa da yurt dışında büyük ilgi gölen Ancient Civilizations and Ruins of Turkey gibi yapıtlar ancak 1980'li yıllarda okurla buluştu. Bu gecikmede hem kitapların pek çok sanat kitabı gibi daha maliyetli olması ve ne yazık ki ilgi yetersizliği önemli iki etkendi. Yazıldığı dönem itibarıyla kitapta, o zamanlar hakkında pek bir bilgi bulunmayan Göbeklitepe gibi yerleşimler ne yazık ki yer almıyor. Ancak buna rağmen Anadolu Uygarlıkları , içerik bakımından zenginliğini ve geçerliliğini koruyor. Salgının seyrinin de müsaade ettiği ölçüde Troya'dan başlayıp Likya’ya uzanan coğrafyada bir Grup Gündoğarken ya da Bulutsuzluk Özlemi albümleriyle çıkacağınız yolculukta karşınıza çıkacak olan kahverengi tabelalara saptığınızda Ekrem Akurgal’ın bu değerli çalışması en önemli rehberiniz olacaktır. 2002 yılında aramızdan ayrılan Ekrem Akurgal’ın Nemrut’tan Smyrna’ya Anadolu’daki antik yerleşimleri karış karış anlatan bu çalışması, dileriz ki tüm bu olayların geçtiği topraklarda daha fazla ilgi görür.