aposto-logoÇarşamba, 29 Mart 2023
aposto-logo
Çarşamba, Mart 29, 2023
Premium'a Yüksel

Büşra Erkara

Büşra Erkara
Büşra Erkara, İstanbul'da yaşayan bir yazar. Kültür-sanat, yemek ve kurguyla diğer "şeylerden" daha çok ilgileniyor.

LATEST STORIES

"Odunpazarı: Sanatsal bir üretim merkezine dönüşme ümidini içinde taşıyan mahalle."

Akla gelebilecek her taraftan Eskişehirli bir ailenin çocuğu olarak Odunpazarı’nın “bir zamanlar”ını hep ailemden dinledim — anlattıklarıyla kesişen bazı çocukluk anılarım da var. Bunlar bugün turistik bölgede çoğu kahvaltıcı ya da hediyelik eşyacıya dönüşmüş Odunpazarı evlerinde geniş ailelerin yaşadığı, mevsimine göre meyvelerin, özellikle elma ve dutun yatakların altında kurutulduğu, hava güzel olduğunda insanların evlerinin avlusunda ya da kapılarının önünde oturduğu zamanlar. Birkaç aile büyüğünü yaşadıkları Odunpazarı’nda ziyaret ettiğim zamanlardan en çok aklımda kalansa bu alanlara girmenin bende yarattığı şaşkınlık — iç mekân, eşyalar ve pencereler apartman hayatımızdan çok farklı ve cool ’ du. Yirmi beş sene önce hâlâ odun sobalarıyla ısınan evlerin tatlı, parfüm gibi bir yanık kokusu da bir diğer ayrıntı. Belediye meselesi Odunpazarı 2000’lerden beri bir değişim sürecinde. Bu değişim, Büyükşehir Belediyesi’nin çoğu kötü durumda olan evleri ailelerden satın alıp restore etmesi ve bölgeyi turistik bir çekim merkezine dönüştürmesiyle başladı. Eskişehir’deki yirmi belediye müzesinin bir kısmı Odunpazarı’nda, bu evlerin içinde. Yine bu bölgede belediyeye ait bir hamam müzesi projesi var. Eskişehir halkının hâlihazırda kültür-sanata ilgisi ve sevgisiyle, şehrin de “Türkiye’deki şehirlere benzememesi”yle tanınan bir yer ve bunda belediye başkanı Yılmaz Hoca’nın (Büyükerşen) çok büyük bir rolü var. Sahne sanatlarına özellikle önem veriliyor. Şehrin altı tiyatro sahnesi, bir opera binası var — tiyatrolar hep kapalı gişe oynuyor, operalara bilet bulamıyorsunuz. OMM, böyle bir iklimin içine doğdu, projesinin dünyaca tanınmış, vizyoner mimar Kengo Kuma ’ya ait olması, koleksiyon ve sergilerinin uluslararası standartlarda olmasıysa sadece Eskişehir için değil, Türkiye için de bir şeyleri değiştiriyor. Büşra, OMM'da OMM'dan sonra Odunpazarı'nın geleceği OMM ve hemen yanındaki OMM INN açıldığından beri daha önce tarihî bir mahalle olarak, biraz daha geleneksel taraflarıyla tanınan Odunpazarı’nın şimdisinde ve geleceğinde nasıl ihtimaller taşıdığını görüyoruz. Mahalleyi müzenin içinden, ahşapların arasından görmek farklı bir deneyim. O geçmişe yeni bir perspektiften bakmamı da sağlıyor. Müzenin mümkün kıldığı film gösterimleri, atölyeler, seminerlerle Odunpazarı’nda yeni bir etkileşim alanı ortaya çıktı ve daha önce yolu düşmeyen şehir sakinleri bu mahalleye de uğramaya başladı. Aynı şekilde İstanbul’dan ve yurt dışından misafirleri de getirdi OMM. Buraya ek olarak Eldem Sanat Alanı ’nın Dalyancı Konağı 'yla birlikte yeni seramik ve cam atölyeleriyle yaratıcı endüstrilere ait bir hareket var. Bugünün Odunpazarı sanatsal bir üretim merkezine dönüşme ümidini içinde taşıyan bir mahalle. Tanabe Chikuunsai IV’ün OMM'a özel bambu yerleştirmesi "Gitmek ve gittiğin yerden biriktirdiklerinle dönmek insanın doğduğu yerle ilişkisini güçlendiriyor." Odunpazarı ve onun da üst tarafında yer alan Bademlik , şehrin en eski mahalleleri. Aslında şehrin merkezi dediğimiz yer, OMM'la tren garı arasında, Porsuk Çayı’na paralel uzanıyor. Bu rotaya bakarken nasıl şehrin adım adım büyüdüğünü görebiliyorsunuz. Ben çocukken merkez tren istasyonunun etrafında bitiyordu. Şimdi oradan Anadolu Üniversitesi’nin kampüsüne doğru uzanan büyük bir mahalle ve pek çok restoran var. Babaannemin gençliğinde “Eskişehirli,” çok homojen biriydi — uzun süredir burada yaşayan aileler birbirini tanır, çocukları beraber okula gider, zaten o aileden biri, bu aileden biriyle evlenmiştir gibi dinamikler vardı. Bu “küçük şehir” havasından kalanlar hâlâ olduğu gibi bir yandan da dışarıdan göç alan ve 70’lerden beri nüfusunun gittikçe daha büyük bir kısmı üniversite öğrencilerinin oluşturduğu bir Eskişehir var. New York’ta yaşarken bir noktada tanıştığım tüm Şikagoluları çok sevdiğimi fark etmiştim. Ortak noktaları iyi eğitim almış, sıcakkanlı entelektüeller olmalarıydı. Eskişehir ve Eskişehirlilerin de böyle iyi bir ünü olduğunu fark ediyorum. Odunpazarı biberleri Gitmek ve gittiğin yerden biriktirdiklerinle dönmek insanın doğduğu yerle ilişkisini güçlendiriyor, daha da önemlisi doğduğun yeri değiştirebilmeni sağlıyor. Şu anda biraz Joseph Campbell'den Kahramanın Sonsuz Yolculuğu 'nu düşünüyorum — “kahraman” başladığı yere döndüğünde o yolculuk tamamlanıyor diyebilir miyiz? Daha kişisel bir yerden bahsetmem gerekirse şunu söyleyebilirim: Ergenliğim boyunca Eskişehir’le çok kavgalıydım, çok sıkılırdım, orada insanların doğruluğuna inandığı şeyler bana yanlış geliyordu. Ama bana New York’taki yedi yıllık hayatımdan ayrılma cesaretini veren bu çok kavgalı olduğum yerdeki henüz doğmamış proje oldu. Müze projesine dâhil olduktan sonra Eskişehir’le barıştım, uluslararası bir projenin ortaokul ve lise yıllarımı geçirdiğim bu şehri tatlı tatlı değiştirişini, değişimin de engellenemez oluşunu gördükçe mest oluyorum. Sevdiğim biri büyüdüğün yer ve gittiğin yerlerden “kökler ve dallar” örneğiyle bahseder, bunlar aslında birbiriyle kavgalı olmak zorunda değil . Kökleri elimizi kolumuzu bağlayan bir şeydense bir yerle derin bağımız gibi gördüğümüzde dallar daha korkusuzca uzayabiliyor.

26 Eyl 2021

Deniz, güneş, kolibasili 🦠

Rüzgâr bir taraftan estiğinde deniz "temiz"dir ve denizanalarının arasında yüzersin. Diğer taraftan estiğinde kıyı çöp dolar, kimse denize girmez. Kumla’yla ilgili öğrendiğim ilk şey. Denizanaları bize geldiğinde çöpler Mudanya’ya gidiyormuş. Şimdi onlar düşünsün. Anneanemle dedemin denizin hemen kıyısındaki yazlığı, Büyük Kumla’da yan yana üç yüksek binada, Acar Tatil Sitesi’nde. Teknik olarak üçüncü, binanın altındaki otoparkla altıncı kattaki evlerindeki genişçe balkon evin en önemli ve popüler odası. Bana sonsuzluk gibi görünen bir maviye bakıyor, buradan çöp de, denizanası da, Mudanya da görünmüyor. Neredeyse her akşam sofrada dedemin o gün tuttuğu balıklar var, çoğu zaman istavrit. Pişmiş balıkların açık sarı gözleri ve düşük ayarlı altın tonunda parlayan iğne gibi dişleri beni dehşete düşürüyor, sofrada balıkların başı yoksa ve birisi benim için kılçıklarını ayıklarsa belki yiyorum. Kuzenim sadece kuyrukları yemeyi kabul ediyor. Bu evde bir oda paylaştığımız günlerde sadece karpuz ve patates kızartmasıyla beslenmek için lobi yapıyoruz. Anneannem ve dedem 1984’ten beri bu evde, tüm emekli yazlıkçılar gibi Nisan’da gelip Eylül sonuna kadar kalıyorlar. Otuzlu yaşlarına kadar kışlarını Eskişehir’de, yazlarını İstanbul’da geçiren babaannemse Kumla’ya 70’lerde gelmeye başlamış. Burada çocukken adını koyamadığım hafif tuhaflığı bugün tanımlamam gerekirse modern mimarisi ve 90’larda sürekli kesilen sularıyla bir “Sovyet tatil kasabası havası,” derdim, yazlıkçıların özel moda anlayışının (emekli modası) ve özellikle yağmurlu günlerin yarattığı tatlı yoksunluk hissi bu. Sitenin arkasından geçen, Gemlik’i Yalova’ya ve Körfez’e bağlayan tek araçlık yolun karşısında bir çay bahçesi var, birkaç mutlu yıl boyunca bir duvarı açık hava atari salonuydu. Denizdeki çöp sırasının bizde olduğu günler dikkatlice karşıdan karşıya geçip çay bahçesinde kola içiyoruz. Yazlıklarda adet olduğu gibi, yaşları sekiz ile on altı arasında değişen ve kızlar-erkekler olarak sosyalleşen dev bir çocuk kolonisiyiz, biraz büyüyenler birbirlerinden hoşlanmaya başlıyor. Bir öğleden sonra erkekler çay bahçesindeki masadan apar topar kalkıp kaçtıklarında, yeşil oyun örtüsünün üzerinde ters çevrilmiş okey taşlarıyla “Selin” yazıyor. Biri Selin’den hoşlanıyor. Ben burada bir hafta kalacağım, sonra diğer dedemle Küçük Kumla’ya gidip bir hafta da onlarda kalacağım. SALT arşivinden, kartpostal, 1987. Küçük Kumla’da sahil hattı boyunca yan yana, daha az katlı birçok site var, denize dik uzanan sokaklar boyunca arkaya doğru devam ediyorlar. Büyük Kumla’da tüm hayat site ve sakinleri üzerinden şekillenirken, burada istesen de kaçamadığın, bir "kasaba" dolusu insanla paralel yaşanan bir ritim var: Sabahları ekmek almaya gönderiliyorum, dün gecenin çekirdek kabukları, mısır koçanları ve boş bira şişeleri daha kıyı şeridinden temizlenmemiş. Kıyıya yanaşan balıkçılar sandallarından satış yapıyor. Güneş çok yükselmeden el arabalarıyla meyve-sebze satıcıları geçiyor, alışveriş balkondan sarkıtılan sepetlerle yapılıyor. Babaannemin evinin balkonu biraz daha küçük, ama önünde akıp giden hayat hiç yavaşlamıyor. Kahvaltı saatinden biraz sonra Marmara kıyılarının efsanesi İzzet Kaptan (ve gezi gemisi), o günkü programı anons ederek tüm sahili dolaşıyor, o sırada tüm siteleri ve kendini kaybederek ışık yakıp kapayan, balkondan bulduğu kumaşı sallayarak mention kapmaya çalışan çocukları koordinatlarıyla selamlıyor. “Ayşen-3’te ışıkları açıp kapayan yavrumuz, maşallah!” Sahil boyunca direklere yerleştirilmiş hoparlörlerden o gün de su kesintisi olacağı duyuruluyor. Çoğu çocuk ve denizanası ya da çöpten ısrarla yılmayan bir kalabalık plaja iniyor. Öğleden sonraları babaannemle gazete okuyup öğlen uykusuna yatıyoruz (sıcaklık en az 33 derece, nem oranı %84.) Geç yenilen akşam yemeğinden sonra çay bahçesi/okey/lunapark/dondurmacı Veis’ten dondurma yiyerek sonlanacak yürüyüş saatleri başlıyor. Babaannemin 1,5+1 evinden duyulan uğultu ve mutlu, ya da en azından coşkulu sohbetler gün ağarana kadar devam ediyor, her gece uykuya birilerinin kahkahalarını duyarak dalıyoruz. Hâlâ hayatımızda olan bu evin mutfağında açıldığında tek kişilik bir yatağa dönüşen bir koltuk var, en çok orada uyumayı seviyorum. Eskişehirlilerin Sıcak Denizlere İnme Politikası Ailenin iki tarafından da dinlediğim hikâyelerde Kumla bir karakter gibi: “Bir keresinde deden yakamozda denizin içinde rakı içen adama çok özenip bardağını kaptığı gibi yanlarına koşmuştu, ben hazırladığım mezelerle kaldım, onu biliyor musun? Amcanla yengen ilk burada tanıştılar, onu dinlemiş miydin? Babanların bir teknesi vardı, motoru bir kere çalışsa üç kere çalışmazdı, o gün arkadaşlarıyla açılalım demişler. . .” Hepsini biliyorum, hepsini tekrar dinleyebilirim. Hikâyelerde çok sevdiğim insanlar ve Kumla’nın hiç bilmediğim bir zamanı ve hali var. Kumtur Sitesi, Küçük Kumla. Tüm bu nostalji aktarımına rağmen ergenlik yıllarıma geldiğimde Kumla’nın dezavantajları ayan beyan ortadaydı: İnsan niçin denizin girilemez olduğu bir yerde yazlık alır? İki taraftan da tekrar tekrar gelen kısa cevap: “O yıllarda tertemizdi, hiç böyle değildi. Kalabalık değildi, çok nezihti, arka taraftaki binalar daha yapılmamıştı.” (“Arka taraftaki” binalar 90’lardan beri yapılıyor, akıllarındaki “arka taraf” coğrafi ya da zamanla belirlenebilen değil, ontolojik bir kavram.) Uzun cevap: Anne ve çocukların yazın başında üç ay kalmak üzere geldiği, babaların ise cuma iş çıkışı gelip pazartesi sabahı Eskişehir'e döndüğü Kumla, 70 ve 80’lerde onlara en yakın yazlık beldeymiş. Bugün hala görülebilen (ama yol değiştiği ve zeytin ağaçları kesildiği için eski etkisini vermediği söylenen- ben babamın yalancısıyım) bir Orhan Veli haiku sunun yer aldığı bu yol, o zamanlar beş-altı saatte gidiliyor. Bugün bile Gemlik’e her yaklaştığımızda arabanın içinde tekrarlanan mini dizeler: “Gemlik'e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma.” Tabelanın orjinalini ben bile hatırlıyorum. Şu sıralar gördüğümüz hali, korkunç bir ara versiyondan sonra ( göreceklerinizden kendiniz sorumlusunuz ) yeniden yapılmış, üçüncü bir kopya. En komiğiyse herhalde şu: Bizim Bursalıların yazlık beldesine resmen ortak olmuş Eskişehirli aileler, Bursalı komşularından isimleriyle değil, her zaman “Bursalılar” diye bahsediyor. Neyse, benim gözlemlediğim kadarıyla birbirlerini seviyor, denk geldiğinde kışları da görüşüyor, birbirlerinin düğününe, cenazesine gidiyorlar. Bursalı ya da Eskişehirli tüm yetişkinler, adını sıkça duyduğumuz, ne olduğunu ise anlayamadığımız kolibasili seviyesinden bahsediyor, bizi denize girmemeye ikna etmeye çalışıyor. Yıllar sonra, benim gibi yazları anneanesiyle kalmaya gelen en yakın arkadaşım Elif’le “senelerce bu ağır sanayi atığı - yüksek kolibasili kokteyli denizde yüzmek vücudumuza nasıl bir kalıcı hasar vermiştir” diye düşünüp mantıklı tahminlerde bulunmaya çalışıyoruz. Sonraları aynı denize her yaz birkaç kilometre öteden giren sinemacı arkadaşım Tolga, kardeşinin denizden çıkmadığı bir yaz tifoya yakalandığını anlatıyor. Ve çok “girdi” kaynaklı olsa gerek, ben Kumla’dan bahsetmeye başlayınca zamanı bol bir emekliye dönüşüp sözün sonunu asla getiremiyorum. Köhneydi, oraya gitmesem hiç karşılaşmayacağım “tehlikelerle” doluydu ve o yazlarda geçirdiğim her saat dünyada yedi yıl uzunluğundaydı. Yine de şimdi her yaz, belki de her şeyi doğru hatırladığımdan emin olmak için, Kumla kalabalığı, her işletmenin girişine döşenmiş LED ışıkları, dükkânlardan yükselen, Türkçe popun kendisi gibi gittikçe kötüleşen (ve desibeli artan) gürültüsü ile korkunç bir hal aldıktan sonra bile yazlıklarını taşımayan ailemin inadıyla oraya geri gitmek istiyorum. (Müziğin 2021'de "nezih" sayılan bazı diğer tatil beldelerinde, Türkbükü, Alaçatı ve benzerlerinde eşit zevksizlik ve yükseklikte olduğunu söylesem şaşırır mıyız?) Şimdiyse müsaadenizle bu yaz Caddebostan’dan denize girme hayallerimin yasını tutmaya gidiyorum. Sevgiyle, -Büşra P.S. Tutto’nun bir sonraki sayısı, bir sayıyı hak eden İzzet Kaptan Gezi Gemisi ile ilgili olacak. Sevgili İzzet Kaptan ya da Marmara'nın yazlık beldeleri ile ilgili hatıralarınız varsa lütfen [email protected]'a gönderin 💌

06 Haz 2021

“Jet”

. . . Şimdi cırcırböcekleri bir anda kendilerini fişe takıyor Sonra ateşböcekleri birinin karanlıkta anlattığı, bitmek bilmeyen, kimsenin dinlemediği palavra yatak odası hikâyelerine noktalama işareti olmak istermiş gibi, mors alfabesinde yanıp sönmeye başlıyor Bir zamanlar geldiğimiz revnaklı, bozulmamış, artık dönemeyeceğimiz gezegeni hatırlamaya çalışır gibi geceye bakıyoruz Ne kadar incindiğimize inanamıyoruz. Sahip olduklarımızı elde etmek için elimizdeki her şeyi verebilirdik. “Donkey Gospel”den “Jet”, Tony Hoagland Graywolf Press, 1998 Çeviri: Büşra Erkara Şiirin orjinali için.

06 Haz 2021

Çılgın Kalabalığın Ortasında: Havaalanları

Birkaç gün önce, son beş ayın ilk seyahatine çıkmaya hazırlanırken şaşkınlık içinde havaalanına gideceğim için heyecanlı olduğumu fark ettim. İlginç, çünkü havaalanları seyahat etmeyi seven biri için ve pandemiden önce bile tahammül etmesi zor yerlerdi: Onca düzenleme çabası ve görevlendirilmiş insan arasında -ki bunlar totaliter ve “geleceğe ait” bir his yaratıyor -daimi bir kaos hali. Bir yandan uzayda tek başına da varolabilirmiş gibi izole, diğer yandan aslında her biri kapısından çıkıp yarım saat daha yol aldıktan sonra gideceğiniz şehire ya da kasabaya dair bir ipucu veren mekânlar: São Paulo ve Odessa’nın otobüs terminaline benzeyen havaalanlarını, Amsterdam Schiphol’un düzenini ve sıkıcılığını, Santorini’nin tek odalı, sanki elinden gelse orada olmayacak mini-havaalanını, Eero Saarinen’in tasarladığı, her köşesine kurum yapışmış New York JFK Havalimanı’nı ve oradan istisnasız her geçişimde bağırışlarıyla kürek mahkumu gibi hissettiren İç Güvenlik memurlarını düşünüyorum. Havaalanından çok dev bir alışveriş merkezine benzeyen Üçüncü Havalimanı ise onu kurgulayanların hayal ettiği ve içinde yaşamaya başladığımız Yeni İstanbul’un bir izdüşümü. Havayolları pandemiden en kötü etkilenen sektörlerden biri, fakat Global Carbon Project’e göre azalan uçuşlarla 2020’de hava seyahatine bağlı karbon salınımı %60 azaldı . Havayolu sahibi değilseniz ikinci bilginin bizleri daha çok ilgilendirdiğini düşünüyorum. Aynı başlık altında, Fransa hükümeti yakın zaman önce trenle iki buçuk saatte gidilebilecek yerler için uçuş rotalarını iptal etmeye karar verdi . Fransız tüketici hakları derneği UFC-Que Choisir’e göre, trenle yapılabilecek bir yolculuk uçakla yapıldığında yolcu başına karbon salınımı 77 kat daha fazla. Hem iklim krizi, hem de pandeminin etkisiyle havaalanları ve sık sık uçak yolculuğu yapmak şimdiden geçmişe ait bir şey gibi geliyor: “Hava Seyahatinin Altın Çağı” tarih olalı çok oldu. Tüm endüstrilerin odak noktasının kâr ve büyüme olduğu 90’larda ve erken 2000’lerde ise, hava seyahatinin sanattaki ve edebiyattaki yansımalarında iç sıkıntısı, banalın cazibesi ve bunlar sayesinde sadece havaalanında/uçuş halindeyken kapısı aralanan bir dünyanın izleri var. Bu haftanın bültenini hazırlarken aklımda İsviçreli sanatçı ikilisi Fischli/Weiss’ın 1987-2012 arasında fotoğrafladıkları Airports serisi, Olga Tokarzcuk’a 2018’de Man Booker ve Nobel edebiyat ödüllerini kazandıran ve “Koşucular” ismiyle Türkçeleştirilen “Flights,” Rachel Cusk’ın bir uçakta başlayan, her satırını tekrar okumak istediğim romanı “Çerçeve” ("Outline") vardı. Ve pek tabii bu sayıya ismini veren, ana kahramanının sürekli geciken uçuşları arasında, astral seyahat gibi bir yöntemle başka boyutlara gitmeyi öğrendiği Ursula Le Guin’in “Uçuştan Uçuşa” sı. "Airports" kitabı, Peter Fischli ve David Weiss. Fischli/Weiss, gündelik ve sıradanı konu edinen videoları ve yerleştirmeleriyle başarılı olmuş bir ikiliydi, işleri dünya çapında tanınır olduktan sonra çıktıkları seyahatlerde, çıkış kapılarından ve körüklerden çektikleri havaalanı fotoğraflarında da tam olarak bunu yapıyorlar. Fotoğrafların bir kısmı 1989’da, “Airports” ismiyle bir kitap olarak yayınlandı, 2012’de, David Weiss vefat ettikten sonra ise “800 Views of Airports” adında başka bir kitapta yeniden yer buldu. Bir başka İsviçreli, yazar Alain de Botton, Bomb Magazine için kaleme aldığı kısa “800 Views” tanıtım yazısında “Bir Marslı ‘modern uygarlığa dair her şeyi bir arada görebileceğim bir yer var mı?’ diye sorsaydı, ona havaalanına gitmesini söylememiz gerekirdi,” diyor. “Teknolojiye duyduğumuz inançtan doğada yarattığımız tahribata, herkesin birbirine bağlı olmasından seyahati romantikleştirmemize, havaalanı tüm temaları bir arada gösterebileceğimiz tek yer,” sözleriyle devam ediyor. “Fischli ve Weiss bunu biliyordu.” "Airports" kitabından, Peter Fischli ve David Weiss. Havaalanları ve uçaklara dair, yazarın bu birkaç cümlede yer vermediği ancak benim eklemek istediğim bir başka tanımlayıcı özellik ise, daha uzun seyahatler sırasında ev sahipliği yaptığını fark ettiğimiz durum ve duygular: Aynı uçağa binmeseydiniz yan yana gelmeyeceğiniz pek çok insan, tüm “bagaj”larıyla bir araya geliyor ve rutinlerine görebileceğiniz bir yerde devam ediyor. TK 001’in gediklisi olduğum yıllarda, Hasidik Musevi erkeklerin İstanbul’da, çıkış kapısında sallanarak dua etmelerine alışmıştım (bunun “yerli” ve karbon ayak izi daha düşük versiyonu trende karşınızda oturan teyzenin yol namazı kılmaya başlaması.) Etrafınızdakilerin uğurlamaya gelenlerle nasıl ayrıldıklarına göre seyahatin ne kadar uzun süreceğini, birinin çıkış kapısındaki heyecanından gittiği yerde onu neyin beklediğini tahmin etmeye çalışabiliyorsunuz. Bu anlamda havaalanları da, uçaklar da şeffaf, orada olmasak başkalarıyla paylaşmadan yaşamak isteyeceğimiz şeylerin kontrolümüz dışında görünür olduğu, özel alanın seyahat etme seçimiyle kamusala dönüştüğü kalabalık ve intim yerler. "Airports" kitabından, Peter Fischli ve David Weiss. Tüm taşıma araçlarında yabancılarla yan yana geliyoruz, ama hiç tanımadığımız birisiyle 10 saat yan yana oturduğumuz tek yer uçak. Maskesiz günlerde, kıtalararası bir yolculukta yanımda oturan, kıyafetleri ve dış görüntüsünde herhangi bir dinden iz taşımayan bir adam uçağa bindiğimiz andan inene kadar yememiş, içmemiş, tuvalete gitmemiş, sadece dua etmişti; tekerleklerimiz nihayet yere dokunduğunda sessizce “bende biraz uçuş korkusu var,” dedi. Aynı uçuşu birkaç ay sonra yaparken sağımda oturan başka biriyse kalkıştan inişe kadar, benim kabin basıncı olmadan dahi gösteremeyeceğim bir performansla *yalnızca* içti, yolculuğun sonunda yanımda beyaz şaraptan cine ve viskiye uzanan iddialı bir şampiyonlar ligi kokteyl bardağı olarak oturuyordu. İndikten hemen sonra o da uçuş fobisi olduğunu söyledi ( “Hadi canım?” ) Haziran 2013’te Gezi Direnişi devam ederken yaptığım bir New York-İstanbul yolculuğunda sol koltuğumdaki İzmirli kadınla uçak havalanmadan arkadaş olmuştuk, iniş için kemerlerinizi bağlayın anonsu yapıldığında başım kucağındaydı. Tüm bunlar fazla pasif ve işlemsel bulduğum uzun yolculukları biraz daha insani kılan şeyler. Diğer türlü uçakların içi de havaalanları gibi sadece geç kapitalizmin yoğunlaştırılmış yansımaları: Business ve ekonomi sınıfları ayrı, önünüzde bir eğlence sistemi var, yerinize oturup beslenmeyi bekliyorsunuz. Katılımcılarına çocuk, hatta bebek muamelesi yapan bir düzende, uçak personeli dev bir devlet/anneye dönüşüyor ve artık bağımsız olarak giderebileceğiniz tek ihtiyacınız tuvaletiniz. Aynı çaresizlik ve infantil muameleyle ilgisi olsa gerek, benim en huzurlu uyuduğum yerlerden biri uçak koltuğu, özellikle kalkış ya da iniş anonsunu takip eden, istesem de başka bir şey yapamayacağımı bildiğim o 10-15 dakika. Bu durumdan bahsettiğim bir terapist bunun sorumluluk hissinden kurtulmanın verdiği rahatlık olabileceğini söylemişti: Uçaktayken “sürücü” koltuğunda oturan sen değilsin, istesen de olamazsın. "Airports" kitabından, Peter Fischli ve David Weiss. Aperture dergisinin fotoğrafçı Wolfgang Tillmans’ın editörlüğünü yaptığı, “Ruhanilik*” temalı, pandemi başlamadan hemen önce çıkan 237. sayısında çok sevdiğim bir foto-makale var, ismi “Solidarity is Spirituality”: New Yorklu fotoğrafçı Mary Manning’in fotoğraflarına, İngiliz yazar Olivia Laing’in sözleri eşlik ediyor ve uçağın penceresinden motorun göründüğü bir fotoğrafın altında şöyle yazıyor: “Bundan yüz yıl sonra, gelecekte insanlar böyle yaşadığımızı konuşurken ne diyecekler çok merak ediyorum: ‘Her gün banyo mu yapıyorlardı? Kulaklıkları kucaklarında, dünyanın o köşesinden bu köşesine sürekli uçuyorlar mıydı? Noel zamanı çilek mi yiyorlardı? Buzların eridiğini öğrendikten sonra bile böyle yaşamaya devam mı ediyorlardı?’ Kardeşimle Holokost’u düşünüp, tüm bunların olduğunu o zaman kim biliyordu diye merak edişimizi düşünüyorum. Gelecekteki insanlar da bizim sıradanlaşmış, inanılmaz açgözlülüğümüze o günden bakarken böyle mi düşünecekler? Londra’dan New York’a giden bir uçak, 1.2 metrik ton karbon salınımı yapıyor, umrumuzda değil. O zamanlar normalimiz buydu. İnsan varlığının en müsrif günlerinde yaşadık ve o günlerde gökyüzünden yeryüzüne bakmak bir lütuf bile değil, normal bir şeydi.” Pek çok diğer mekânda olduğu gibi pandemiyle birlikte havaalanındaki ve uçaklardaki duygu spektrumu da daralmış görünüyor, kendi seyahatimde içimde ve etrafımda hissedebildiğim sadece iki duygu vardı: Korku ve kaygı. Pek çok diğer durumda olduğu gibi, ilk refleksim giden hislerin geri gelmesini dilemek. Ama belki de her şey göz önünde bulundurulduğunda, bildiğimiz dünya normale dönse bile havayolu seyahatinin bizde yaratacağı hisler bu ikisi olmalı: Korku ve kaygı. Martinimi yerde ve karıştırılmış alayım. - Büşra *”Spirituality”nin çevirisi “ruhaniliğin” tatsız ve eksik olduğu konusunda hemfikir miyiz? Daha bütüncül bir çeviri görmüş olan varsa lütfen paylaşabilir mi?

24 Nis 2021

Göç İdaresi

Geçtiğimiz aylarda bir gün, çevremdeki insanların neredeyse yarısının ikinci bir vatandaşlığa başvurduğunu ya da başvurmak üzere olduğunu fark ettim. Tuhaf olduğu kadar her şey ( *parmağımla etrafımızı gösteriyorum* ) göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir bir andı: Kimse Türkiye’de her gün yaşananlara tanıklık etmek zorunda olmamalı. Arkadaşlarımın, iş arkadaşlarımın, ailemin farklı üyelerinin vatandaşlığına başvurduğu ülkelerden birkaçı: İngiltere, Bulgaristan, Portekiz, Macaristan, Çin. New York’taki yakın çevrem zaten on yıl önce de Amerikan vatandaşlığının farklı aşamalarındaydı. Teoride vatandaşlıklar ve araba kullanma konusundaki hislerim birbirine benziyor: Ehliyetim var ve herhalde toplam üç kere araç kullandım; 13 yıldır arabaların vaat edildiği gibi kendi kendilerini kullanmasını bekliyorum. Benzer şekilde, keşke gelecek karşısında önümde uzanan olası bir cevap ikinci vatandaşlığa başvurmak yerine mevcut vatandaşlığımı da bırakarak devam etmek olabilseydi. Sanıyorum ülkelerin dağılıp dünyanın Galaktik Cumhuriyet tadında bir sistemle yönetildiği ve herkesin iki dilli olduğu bir gelecek tahayyülüne ilk defa 2012’de, rockstar fizikçi Michio Kaku’nun Geleceğin Fiziği kitabında rastlamıştım. Kaku’nun dillerin ve kültürün geleceğine dair söyledikleri aklımda daha çok kalmış (çünkü ilgi alanları) : Kendisi 2100’e kadar çoğu dilin yok olacağını, geçiş aşamasında İngilizce, Mandarin Çincesi gibi halihazırda çok konuşanı olan baskın dillerle melezleşmiş bir dil kullanacağımızı ve herkesin ortak bir küresel kültüre entegre olacağını savunuyordu. Daha çok insanın iki dilli olacağı ve ortak küresel kültür konuları tamam, ancak son 10-15 yılda doğudan batıya yükselen faşizm, Avrupa’nın Suriye Mülteci Krizi karşısında ayak sürümesi, Covid-19 döneminde ticaret ambargoları gibi örneklere bakarsak, Galaktik Cumhuriyet’e biraz daha var. Billboards , Meriç Algün. Becoming European sergisinden (2014) Youtube çağında göçmenlik Yakın göç tarihinin Türkiye’deki kadar siyasi (oto) sürgün ve kimi zaman işkence, şiddet dolu olduğu bir coğrafyada göçmekten bahsederken geçmişin yaralarını bir kenara koymak zor. Peki, 60’lardaki işçi göçüyle ve 1980 sonrasında siyasi mülteci olarak Avrupa’ya gidenler “kanon” ise, Youtube’a 2020’de yüklenen “ İsveç’e Geliş Hikayem: İş Bulmak, Taşınmak, Maddiyat ve Sevgili Nisa ” videosunu nereye konumlandırıyoruz? Bu videolar Hollanda’dan (“ Amsterdam'a taşınma kararını nasıl aldık hem de Haziran 2020'de! ”) Avustralya (“DÜNYANIN ÖBÜR UCUNA TAŞINIYORUM ✈️ | BAVUL DÜZENLEME & BAVULUMDA NELER VAR? 🧳” ve İngiltere’ye (“ Ankara anlaşmasıyla İngiltere'ye göç ettik. neden döndük PART 2 ”) farklı İngilizce konuşarak çalışılabilecek ve yaşanabilecek coğrafyalara uzanıyor. Hikâye formatları benzer, genelde taşınma kararının öncesindeki süreç ve taşınma sırasında yaşanan ilk zorluklar paylaşılıyor. Baştaki soruyu cevaplamak gerekirse, her biri hedef kitlesine ulaşmış görünen videolar yeni birkaç kuşağın, bir başka bunaltıcı iktidardan uzaklaşma çabası olarak konumlandırılabilir. Birkaç kuşak, çünkü 40 yaşında, kariyerinde yükselirken gidenler de var, üniversiteden mezun olduğu anda seçeneklerini tartan da, 19 yaşında kendisini ABD’ye atan da. Kanonun belkemiğini oluşturan 68 kuşağının aksine, çok daha pesimist, nefret ettiği iktidarla karşı karşıya gelmek istemeyen, ülkede bir şeylerin değişebileceğine dair umudunu yitirmiş kuşaklarız biz/kuşaklar bunlar. “Göç Günlükleri” Podcast Taşınma sürecini görüntü değil ses odaklı bir mecrada paylaşan “Göç Günlükleri” podcastiyle, başımın üzerinde dev bir “gitmek mi zor, kalmak mı zor?” bulutuyla dolaştığım haftalardan birinde tanıştım. Atölye BİA ’nın da teknik desteğiyle çıkan podcast, beraber Londra’ya taşınan ve aynı yaşam alanını paylaşan Ada Ayşe İmamoğlu ile Fatoş Usta’nın şeffaf, ince düşünülmüş ve konunun gerektirdiği duygusal derinliğe kendiliğinden vakıf projesi. İkili, İngiltere’ye Temmuz 2019’da taşınmış; kayıtlar geçen zamanla birlikte gelen editoryal süzgecin ne kadar elzem bir şey olduğunu düşündürüyor. “Buraya taşındığımdan beri yeni bir insan oldum. Keşke sevdiklerim de bu yeni insanın kim olduğunu tanıyabilselerdi,” sözleriyle açılan ilk bölüm, Fatoş’un “‘Neden İngiltere’ye gelmek istedik bence öncesinde başka bir soruyu barındırıyor: Neden Türkiye’den gitmek istedik?” sorusuyla devam ediyor. “Çünkü İngiltere’ye gelmeye karar vermeden Türkiye’den gitmek istedim ben kendi adıma. Ve bunu çok uzun süre istedim açıkçası.” Ada, Fatoş’un bıraktığı yerden devam ediyor: “Çok yorulmuştum, hem ülke gündeminden, hem de güldüğüm zaman duyduğum suçluluktan. Birtakım, bir sürü şeyden. Aslında şu anda sizin hissettiğiniz şeyleri hissediyordum ben de.” Türkiye’nin dışındaki geçmiş hayatlarımın da etkisiyle, giderken kedilerini ailelerine bırakışlarını anlattıkları dakikalarda hüngür hüngür ağladım. Özellikle döndüğüm ilk yılda duymaktan yorulduğum “Niye döndün?” sorusuna, biraz da ne dersem diyeyim anlaşılmamanın öfkesi ve bıkkınlığıyla layığıyla veremediğim cevabı, “Göç Günlükleri”nin ilk bölümünün sonunda buldum: “Gitmenin nasıl bir bedeli var derseniz, keşke size kalbimizi açıp gösterebilsek. Özlemek başlı başına bir bedel.” 2010’ların sonunda ne kadar çok insanın gittiği düşünülürse bu dönemde “oradan buraya bakma” temasının çok sayıda başka yazıya, öyküye, programa konu olacağı kesin. "Sky is the limit (i guess)" Üç Kadın, Üç Zaman: Gelecek, Şimdi, Geçmiş Bundan iki ay kadar önce arkadaşım ve iş arkadaşım Zeynep, bu konu üzerine düşündüğümü bildiği için arayıp hiç yoktan gündemine giren Portekiz vatandaşlığını anlattı. Ailesinin Selanik’ten Türkiye’ye göçüne bağlanan bir hakla Portekiz'de vatandaşlığa başvurabileceğini öğrenmiş, Lizbon’dan yeni dönmüştü. Kendi sözleriyle: “Ben daha önce dışarıda yaşadım, İstanbul’da olmayı tercih ediyorum. ‘Buradan gitmek zorundayım, başka şansım yok,’ diyene kadar buradayım. Vatandaşlığını 500.000 euro, 1 milyon euro gibi ücretler karşılığında alabildiğin ülkeler var, ona yetecek bir param şu anda yok. Böyle bir fırsat varken değerlendirmek istedim. Bir nevi atalarıma yapılan yamuğun düzeltilmesi.” Son birkaç yılda Türkiye’den giden insanların “Gençler gelecekten ümitsiz” den çok daha fazlası olduğunu düşündüğüm için, bu sayı üzerine düşünürken ilk aklıma gelenlerden biri, “Göç Günlükleri”nden Ada ve Fatoş’la hemen hemen aynı zamanlarda Londra’ya taşınan eski mesai arkadaşım Melek Cepli oldu. Melek’le tanışıklığımız bir “sliding doors” hikayesi, zira Türkiye’ye geri taşındığım ilk sene, alışmaya çalıştığım (spoiler: alışamadı) beyaz yakalı İstanbul hayatında uzaktan takdir edip yakından tanıma şansını yakalayamadığım biri. Onun aklındakileri, bakış açısını özellikle merak ettim, çünkü taşınma kararını kariyerinde ilerlemiş bir mimar ve bir çocuk annesi olarak verdi; Londra’ya sadece bavuluyla değil, üç kişilik bir üniteyle, ailesiyle gitti. Melek, taşınmanın henüz bir fikir olduğu günleri “kararı almamızdaki etkenler Türkiye'de adalet sisteminin giderek zayıflaması, alım gücünün her geçen gün eridiğini görmek ve eğitim sisteminde yaşanan kaoslardı,” diye hatırlıyor. “2018’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri ve sonuçları ‘ailemiz adına ne yapabiliriz ve ne yapıyoruz’u ciddi anlamda sorgulamama neden oldu. Karar verirken tek çekincemiz sosyal ve ekonomik olarak yeni bir ülkede sıfırdan değil eksiden başlayacak olmamızdı.” Çocuğunun varlığının bu süreçte çekince değil itici bir güç olduğunu söyleyip “onun kalıplar içinde sıkışmasını değil, dünya vatandaşı olmasını istiyorum,” diye devam ediyor. “Artı ve eksileri bir araya getirdiğimizde hareket etmemiz gerektiğini anladık; aslında düşünmek çok zorlamıyor. Çok basit bir matematik işlemiyle ne yaptığını sorgulamaya başlıyorsun. Süreci başlattıktan sonra dört-beş ay içinde işlemler tamamlandı, biz yeni evimizde yeni maceralara yelken açtık.” Melek, uyum sürecinde çocukların yetişkinlerden daha rahat olduğunu düşünüyor: “Yabancı dili varsa hiç sorun olmuyor, yoksa bile iki-üç ay içinde adaptasyon sorunu kalmıyor.” Bugüne kadar ailecek deneyimledikleri en büyük engel Covid-19, kapanmalar sonlandığında kaldıkları yerden devam etmeyi dört gözle bekliyorlar. 2011'de New York'a taşınmadan önce İstanbul'da yaşadığım son evin penceresinden, son görüşmemizde. Gelelim göçme halinin kapanmış bir defter gibi göründüğü kendi hayatıma: 2011’de New York’a giderken bir sene çalışıp İstanbul’a dönmeye çok kararlıydım. Obama yıllarıydı, önce çalışma vizem, sonra sanatçı vizem vardı; Türkiye gitgide otokratikleşirken bile yeşil karta başvurmak aklımdan geçmedi: Hemen değil ama bir gün dönmek istediğimi biliyordum. Yedi yıl sonra New York’ta biriken hayatımı satıp savmış, İstanbul’a dönerken bunun “son taşınma” olmasını diledim. Sadece evden eve değil, işten işe, duygusal durumdan duruma, belirsizlikten belirsizliğe taşınmaktan yorulmuştum. Annemi her yaş gününde, ona göre geç olduğunu bildiğim bir saatte arayıp sonra bütün gün ağlamaktan, ikimiz de hayattayken birbirimizin varlığını değil, yokluğunu hissediyor olmaktan çok yorulmuştum. Her Türkiye seyahatimin bir sevgi ve yemek maratonu gibi geçmesinden ama sonlandığında kimseyle yeteri kadar görüşememenin suçluluğunu duymaktan da ayrıca yorulmuştum. Bu yorgunlukların bilgisiyle hayatındaki her yeni adımları buralara atan herkese, eğer kabul ediyorlarsa sımsıkı sarılıyorum. Tembellik-idealizm spektrumu Haziran 2020’de, ABD’de Siyah Hayatları Önemlidir protestolarının ve polis (ve hatta SWAT) şiddetinin doruklara tırmandığı bir noktada, New York’tan her zamankinden fazla e-posta almaya başladım. Ben Türkiye’ye geri taşındıktan sonra hayatlarına orada devam eden arkadaşlarım Trump yıllarının da verdiği metal yorgunluğuyla Türkiye’ye geri taşınmayı düşünüyor, şöyle bir şeyler soruyorlardı: “Türkiye’de herkes çok mutsuz ama sen fena değil gibisin, ne dersin, geri taşınsam ben de mutlu olur muyum?” Bu sorunun elbette tek bir cevabı yok, varsa bende değil, ayrıca “mutlu” çok büyük bir kelime. Yine de bu tamamı son derece vizyoner, şeffaf sistemlerde çalışmaya alışık insanlara Türkiye'de profesyonel anlamda mutlu olmayı beklememelerini söyledim. Soru sahipleriyle her FaceTime bir önceki yaz, Rus asıllı Amerikalı arkadaşım Anya’nın sofrasında konuştuklarımızı hatırlattı: Moskova, İstanbul, New York -- gittikçe daha baskıcı bir hal alan dünyada bir ülkeden diğerine istesen de “kaçamıyordun.” Gerçek haberleri okuyan herkes gibi Türkiye gündemini takip ederken sık sık ve derin hayal kırıklıklarına uğruyorum, bazı günler haberleri okuduktan sonra iş göremez hale geliyorum. Yine de cumhurbaşkanının İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını öğrendiğim 20 Mart 2021 sabahına kadar dönmekle hata yaptığımı hiç düşünmemiştim. O günden beri neden burada olduğumu dürüstçe sorguluyorum, biraz idealist olduğum ve burada yaşarken bazı şeyleri iyileştirebileceğime inandığım için mi, başka bir yere gidip sıfırdan başlayacak enerjim olmadığı için mi? Yıllarca ertelediğim yüksek lisansımı yapmaya Berlin’e mi gideyim, arkadaşım Kostas’ın “ikimizden biri başkasıyla evlenmediği sürece geçerlidir” diyerek ettiği evlenme teklifini kabul edip Atina’ya mı yerleşeyim? (O sırada paralel evrenin Esra Erol’unda Kostas: “Exarchia’da evim, AB’den emekli maaşım var. Travmalarım da var tabii, ama Esra Hanım herkesin var, öyle değil mi efendim?” ) İngiliz romancı L.P. Hartley’nin daha sonra bir kitaba da ismini veren sözleriyle: “Geçmiş yabancı bir ülkedir, orada her şey farklı yapılır.”* Gelecek geçmişten daha yabancı bir ülke değilse bizi burada ne tutuyor? Büşra *“The past is a foreign country; they do things differently there.” P.S. İnsan herkesi ve her şeyi anladığını düşünebiliyor, fakat gerçek hiç öyle değil. Bu sayıya sesini ödünç veren kadınlara içten teşekkürler.

10 Nis 2021

“Shot on iPhone 4”

Tüm fotoğraflar: Büşra Erkara

27 Mar 2021

Pandemiyi kafasında bitirmiş Budist kombini

Şubat 2016’da bir akşam kendimi Flatiron bölgesi yakınlarında içimden şu sözleri tekrarlarken buldum. “Kırmızı ışık yanıyor. Kırmızı ışık yanıyor. Yeşil ışık yandı. Karşıya geçiyorum. Karşıya geçiyorum. Araba döndü. Galiba ezileceğim. Koşayım.” İlk içgörü meditasyonu dersimden çıkmışım, o haftanın “ödevi” ya da resmi olmayan pratiği: Hayatımıza devam ederken mümkün olan her an, tam olarak ne yaptığımızın farkında olmak. Her şeyi çoklu görevle yapan 21. yüzyıl insanına zulüm, hele ki metropol insanına katmerli zulüm. Komut çok açık: Yürürken müzik, bulaşık yıkarken podcast dinleme; duş yaparken o tuhaf ve büyülü düşünceler vadisine girme, “anda kal.” Meditasyonu hayatınızın merkezine koymadığınız zamanlarda uygulamak biraz zor. Daha doğrusu şöyle: Alışmak sevmekten daha zor geliyor. O günkü ikinci ödev ise “ dana ” kavramının bir parçası olarak sizden bir şey isteyen birine, ihtiyacını ve niyetini hiç sorgulamadan ne istiyorsa vermekti. New York’ta yaşadığım yıllar boyunca ve bazen hâlâ kendimi içinde bulduğum bir açmaz: Sokakta gördüğüm her evsize biraz para versem kendi hayatımı idame ettirebilmeme imkân yok. (O akşam metrodaki tüm yolculardan para isteyen ilk kişiye biraz para verdim.) Kendimi tekrar tekrar içinde bulduğum açmazın Budist cevabı: İnsanlara istedikleri şeyi veremediğiniz zamanlar gözlerinin içine bakarak düzgünce cevap verin, bu da “vermek”tir. (Bugünlerde sınırlı sorumlu Budist anlarımda, örneğin kötü geçen bir günde Kadıköy’de sadece yürümeye ihtiyacım varken Greenpeace ya da UNICEF gönüllüleri beş dakikamı istediğinde gözlerinin içine bakarak bu cevabı veremediğimi bu durumla gurur duymadığımın altını çizerek not düşeyim. Bu anlarda daha çok içimdeki ergen “hiçbir şey istenmeme hakkı”mın nerede olduğunu merak ediyor.) Kendimi içine hapsettiğim internetlerden midir, sistemin anlamlı olan her şeyi satılabilir ve tahammül edilemez hâle getirmesinden midir bilinmez, bugünlerde cringe etmeden isimlerini sesli okuyamadığım bilinçli farkındalık (“mindfulness”) ve meditasyon halkalarına yolumu düşüren kronik vücut ağrıları ve depresyondu. Hastalarda ve hatta saygıdeğer hastanelerde uygulanan MBSR ( Mindfulness-based Stress Reduction yani Farkındalık Temelli Stres Azaltma) tekniği, tarihçi Howard Zinn’in kızıyla evli olduğunu bu yazı üzerinde çalışırken öğrendiğim -magazin önemli- Jon Kabat-Zinn tarafından 70’lerin sonunda geliştirilmiş: Teknik, hayatta karşımıza çıkabilecek durumların gerçekten farkına varırsak, alışılageldik, “otomatik” cevaplarımızı değiştirebileceğimiz ve bunun ruhsal/fiziksel tecrübelerimizi farklı kılabileceğini söylüyor. MBSR’ın klinik etkilerinden ve benim yeni çağ ruhaniliği meraklarımdan bağımsız olarak, meditasyonun beynimizi değiştirebileceği birkaç farklı çalışmayla kanıtlandı. Hayatım boyunca yazamayacağım beş konu varsa üçü sağlık, finans ve teknoloji olsa gerek ama anladığım kadarıyla anlatayım: Düzenli meditasyonla beynimizde yeni yollar açabiliyoruz, bir diğer deyişle cevaplarımızı, alışkanlıklarımızı değiştirebiliyoruz . Bu değişimi çocuklarda farklı yöntemlerle yaratmak mümkün, ancak yetişkinlerin beyni ya da davranışları nadiren değişiyor; konu o taraftan ayrıca önemli. Bulabildiğim en “laik” meditasyon merkezinden MBSR’a hazırlık olarak aldığım İçgörü 101 dersinin ikinci haftasının konusu şefkat (“lovingkindness”) idi. Daha önce tecrübe edenler bilir, diğerleri gibi aklınızdaki düşünce çorbasını yavaşlatarak başlayan şefkat meditasyonunda, önce kendinize, sonra üç kişiye sağlık, huzur ve “acıdan muafiyet” diliyorsunuz. Bu üç kişi sevdiğiniz biri (tamam, kolay) , “nötr” biri (sokakta ya da markette görüp sadece yüzünü hatırladığınız, adını ve hayatını bilmediğiniz biri olabilir) ve, can alıcı nokta burası, “zor” biri -- belki sizi incitmiş, belki kızgın olduğunuz bir bireyden oluşuyor. Bu derste duyduğum en komik talimat: “Lütfen ilk zor kişiniz olarak Hitler’e iyi dileklerde bulunmaya çalışmayın, başlangıçta kendi hayatınızdan birini seçin. Sonra herkes ‘Hitler’i affedemedim, başarısız oldum,’ diye üzülüyor.” Aktif olarak içgörü meditasyonu yaptığım dönem iki sene sürdü. Yine bu dönemden hatırladığım, dersler başlarken aldığım en iyi tavsiyelerden biri: “Hayatınıza ağırlığı olan, sizden zaman talep edecek bir şey ekliyorsunuz. Bunu eklerken neyi bırakacağınıza karar verin, en zayıf halkayı yanlışlıkla bırakıp sonra hayıflanmayın, bu seçimi bilinçli olarak yapın.” Derste geçirdiğimiz iki-üç saate ek olarak günlük pratikler ve haftalık ödevler vardı. Tüm bu zaman ve adanmışlığın derin bir öğrenme sağladığını ise bugünden bakınca fark ediyorum. Benim bilinçli farkındalıkla ilgili geldiğim noktada önerilen birkaç günlük bir inzivaya katılmak, birkaç günü meditasyon yaparak geçirmek ve bu deneyimle nereye gideceğimizi görmekti. Boston’a arabayla bir buçuk saat uzaklıktaki, türlü çeşit kiliseden ve bizim meditasyon merkezinden başka neredeyse hiçbir şeyin olmadığı Barre, Massachusetts'teki sessiz inzivaya, aynı tarafa giden bir sanatçının kamyonetindeki yolculuğum böyle başladı. ABD’ye ana akım meditasyonu getiren Joseph Goldstein, Sharon Salzberg ve Jack Kornfield’ın 1975’te kurduğu Insight Meditation Society, pek çok meditasyon merkezi gibi gönüllülük esasına göre çalışıyor, yani orada kaldığınız günler boyunca bir görev üstlenip onu tamamlıyorsunuz (benimki yatakhanelerin olduğu iki katı ve bazı koridorları her sabah ve akşam elektrik süpürgesiyle süpürmekti.) Sessiz inziva sadece diğer insanlarla değil, kendinizle nasıl konuştuğunuzu da düşündürüyor: İnzivada defter kullanmak, not almak, yazı yapmak *ve* çizim yapmak tavsiye edilmiyor (iç sesim: "kabus") , telefon kullanmak da aynı şekilde. Geri kalan, herhalde sadece aşçılık okulu ya da askeriye ile kıyaslanabilecek program ise şöyle: 04.00 Kalkış, günlük görevler 05.00 Kahvaltı 06.00 Oturma meditasyonu 06.30 Yürüme meditasyonu 07.30 Oturma meditasyonu 08.00 Yürüme meditasyonu * (hadi sizi sıkmayayım, program böyle devam, tüm bu olaylar Pandora Kitabevi’nin Nişantaşı binasının dört-beş katı genişliğinde bir alanda gerçekleşiyor ve herhalde 60 kişiyiz.) 12.00 Öğle yemeği 12.30 Dharma konuşması 13.30 Oturma meditasyonu ** (yarım saat aralıklarla, bir oturup bir yürüyerek meditasyon yapmaya devam ediyoruz.) 18.00 Akşam yemeği (bu noktada açlıktan ve sefillikten Oliver Twist’im. "Lütfen biraz daha çorba alabilir miyim?" IMS vegan ve vejeteryan yemekleriyle meşhur, hatta bir yemek kitapları bile var. Ana öğün öğlen yeniyor, akşam menüsünde lapa, fıstık ezmesi ve elma var.) 19.00 Dharma konuşması 20.00 Yatış (tüm vücudum ağrıyor ama başım yastığa değdiği an ölü gibi uyuyorum.) İnzivaya dair hatırladıklarım: kolay değildi, özellikle ilk iki gün vücudumda hissettirdikleri zorladı. Fun fact: Yoga aslında meditasyon yaparken, vücudu uzun süre hareketsiz kalabilmeye hazırlayan bir pratik. İnzivanın ilk gününde münzevîlere iletilen, en az “ lütfen a ffetmeye Hitler’den başlamayın,” kadar komik ve kimi durumlarda tüm ömrümüze uygulanabilir bulduğum bir diğer not: “ Sessiz inzivaya çekilirken, sizleri cinselliğinizi de sessize almaya davet ediyoruz. İlerleyen birkaç günde, aklınız size hikayeler yazacak: ‘Falancayla her yürüdüğüm koridorda karşılaşıyorum, bak bana kapıyı tuttu, gözleri de çok güzelmiş’ diyeceksiniz. Biz buna ‘dharma crush’ diyoruz, dördüncü gün sessizliği kırdığımızda herkes karşısındaki kişinin kafasında kurduğu olmadığını anlayıp inanılmaz hayal kırıklığına uğruyor. Bunun yerine kendi içinize bakın.” Resmen çoğu ilişkinin en kısa tarihi? Ve bu direktifle beraber Barre benim için hayatım boyunca birkaç günlüğüne cinsiyetsiz olabildiğim tek yer oldu. Nasıl göründüğümü, nasıl durduğumu, mimiklerimin nasıl anlaşılacağını hiç düşünmediğim bu birkaç gün inanılmaz hafif ve özgürleştiriciydi. O günden bugüne meditasyon pratiğim küçüle küçüle sabahları güne başlamadan beş dakika oturmaya indi, o beş dakika bile güne farklı başlamamı sağlayabiliyor. İnziva dönüşü her öğünümde tabaktaki ürünleri yetiştirmiş, taşımış herkesi hayal edip onlara teşekkür ederdim, bazen hâlâ yapıyorum. Meditasyon derslerini inzivadan sonraki yaz, yolum dini bütün Tibet Budistleriyle kısaca kesiştikten sonra bıraktım. Sofuluktan haz etmediğim için dünyadaki herkesin ya annemiz, ya da çocuğumuz olduğunu söylediklerinde mecâzî anlamda mıydı, gerçek anlamda mı öğrenemedim. Girdiğim tek dersin ödevi sokakta yanımdan geçen herkese anneleri ya da çocuklarıymışım gibi sevgiyle bakmaktı. (Bir çeşit damak temizleyici olarak kesinlikle öneriyorum.) İnzivanın kendisi kadar hatırladığım bir diğer şeyse, Barre'da tarlaların ortasındaki kampüste dört gün konuşmadıktan sonra New York’a dönüşüm: Giderken olduğu gibi dönüşte de araba paylaştık, birileri beni Midtown’a kadar bıraktı, Times Square ya da Port Authority’den metroya bindim ve bir an delirmek üzere olduğumu düşündüm: Herkes telefonunun ekranını hızla aşağı kaydırıyor, birileri her zamanki gibi bağırarak bir şeyler anlatıyor. Kolayca tedavi edilebilecek hastalığı sosyal güvenlik olmadığı için ilerlemiş insanlarla yerin altı her zamanki gibi Ortaçağ. Gözlerimi sabitleyebileceğim reklamsız, insansız bir boşluk arıyorum, bulamayınca kapatıyorum. Her şey çok fazla geliyor. Üç sene sonra tecrübe edeceklerimden habersiz, Barre'daki manastır günleri mi daha normal, Midtown’da iş çıkışı saati mi diye düşünüyorum. 2020’de kapımızı çalan pandemi teknik olarak bir sessiz inziva, tek farkla: hepimiz sürekli aşağı kayan ortak bir ekrana bakıyoruz. -Büşra

13 Mar 2021

Dalga

Okyanusta iki dalga, kıyıya doğru sohbet ederek ilerliyordu. Büyük dalga düşünceli ve üzgün görünüyordu, küçük dalga ise hâlinden memnundu. “Benim buradan gördüklerimi görüyor olsan,” dedi büyük dalga, “sen de mutlu olmazdın.” Küçük dalga “neden olduğunu söyleyecek misin?” diye sordu. “Az sonra kıyıya vuracağız ve biz diye bir şey kalmayacak.” “Ha, onu diyorsun,” diye cevapladı küçük dalga. “Vakıf olduğum ufak bir sırra göre endişelenmeye hiç gerek yok. Sırrımı seninle paylaşayım mı?” Büyük dalga hem meraklanmış, hem de şüphelenmişti. “Sırrın karşılığında ne vereceğim, dünya kadar para mı?” diye sordu. “Yoksa 30 yıl lotus pozisyonunda meditasyon yapmamı falan mı bekliyorsun?” “Öyle şeylere gerek yok, bu sırrı yedi kelimede öğrenebilirsin.” “Yedi kelime mi? Söyle hadi.” Küçük dalga yumuşak bir sesle “sen dalga değilsin,” dedi. “Sen suyun ta kendisisin.” P.S. Budist literatürüne ait bu hikayeyi hayatıma kattığı için ikinci kuşak cadı ve birinci kuşak proje menajeri arkadaşım Crystal Fawn ’a teşekkürler. Bültenin en başında Buda'yı gördüğünüz baskı ise Sarah Charlesworth'ün 1987 tarihli, Buddha of Immeasurable Light eseri. P.S. P.S. Bu haftanın çok “hafif” olmayan bülteninin size neler hissettirdiğini yazmak isterseniz gelen kutum açık, bu e-postaya cevap yazdığınızda bana geliyor. Sevgi dalgaları yolluyorum 🌊

13 Mar 2021

İsviçre Alpleri’nden Babaannemin Evine, Feminist Bir Varoluş Sancısı

Küçükken babaannemin Eskişehir’deki evinin kütüphanesinde Bir Ömür Böyle Geçti... diye bir roman vardı. Kapaktaki “neşeli” diye tanımlanabilecek İtalyan köyü tasvirine, son derece hoş 70’ler yazı karakterine rağmen galiba ilk varoluş sancımı bu kapaktaki cümleyi okumayı öğrendikten sonra çektim. Başlığındaki üç noktadan mı, söz konusu ömrün bitmiş ya da bitmek üzere olduğunu hissettiren yüklemden mi bilinmez; hem o ömrün nasıl geçtiğini öğrenmekle hiç ilgilenmedim, hem de erken bir yaşta kendi ömrümün de “geçebileceğini” hissettirdiği için karşılaşmaya devam ettiğimiz ilk gençlik yıllarım boyunca kapakla barışamadım. Bir Ömür Böyle Geçti… , Eveline Amstutz, Baskan Yayınları (1973) Bir Ömür Böyle Geçti… ’nin yazarının adının Eveline Amstutz olduğunu ancak romanla 2021’de, Nadir Kitap’ta karşılaştığımızda öğrendim. Farklı dillerde Caterina ve Die Marchesa isimleriyle basılan kitap, İngilizce baskısının satıldığı internet sitelerinden birinde; “Dört kuşak yiğit kadının ve âşık oldukları erkeklerin sürükleyici destanı” diye tanımlanıyor (Yiğit kadınlar? Tanıdık.) İngilizce ve Türkçe internette maalesef Eveline Amstutz ile ilgili neredeyse başka hiçbir bilgi yok. Her zaman çok da güvenilir olmayan Wikipedia’ya göre Eveline 1930’da otelci bir aileden gelen Walter Amstutz’la evleniyor. O yıllarda Walter İsviçre Alpleri’nde, St. Moritz’de yaşıyor ve çalışıyor; herhalde Eveline’in de St. Moritz’e taşındığını varsayabiliriz. Sonraları Walter’ın adaşı, St. Moritz Turizm Kurulu için grafik tasarım yapan Walter Herdeg’e 1932’de komisyon ettiği St. Moritz logosu ikonikleşiyor ve İsviçre Milli Müzesi'nden öğreniyorum ki , turizm için tasarlanmış ilk tescilli logo olma özelliğini taşıyor, hâlâ da kullanılıyor. Kendi Wikipedia sayfasında “Alpler’de kayakçılığın öncülerinden” ve “Belçika Kralı I. Albert’in dağ arkadaşı” sıfatlarıyla anılan Walter Amstutz, Herdeg’le hem bir yayınevi kuruyor, hem de Graphis adında, yakın zamana kadar basılmaya devam eden ikonik bir grafik tasarım dergisi çıkarmaya başlıyor. O arada ne oluyorsa Walterler 1964’te yollarını ayırıyor. Eveline Hanım’ın (eklektik ilgi alanlarını biraz kendiminkilere benzettiğim) eşi editörlük kariyerine, Alpler'de Yetişen Çiçekler (1949), Grafik Sanatı: Kim Kimdir? (1962), Japon Amblemleri ve Tasarımları (1994) gibi yayınlarla devam ediyor. Little Meadow Flower Book , Eveline Amstutz, F.Bruckmann Yayınları (1938) Tüm bunlar olurken İngilizce internette Eveline Amstutz’a ait bir kitap daha bulunuyor: 1938 tarihli, 56 renkli fotoğraftan oluşan Küçük Çayır Çiçekleri Kitabı. Eveline’i St. Moritz tepelerinde, yaz ışığında gezinirken hayal ediyorum. Huzurlu bir varoluş. Merak ediyorum, Dorset doğumlu Eveline Amstutz, partnerinin üç dilde yayınlanan Graphis ’in kurucu ortağı olduğu 20 yıl boyunca derginin İngilizce metinlerinin düzeltmelerini ya da son okumasını yapmış mıdır? Bence son derece mümkün, zira yaratıcı kadınların tarihi böyle hikayelerle dolu. Bu hikâyenin adı şöyle bir şey: St. Moritz Güneşi ve Yiğit Bir Kadının Olmayan Destanı.

10 Mar 2021

Emin Olduğumuz İki Şey

En sevdiğim hikâyeler gözümün önünde gerçekleşenler, ama New Yorklu yazar Sadie Stein’ın kendi Instagram hesabında paylaştığı şu anektodu o kadar sevdim ki kısaltarak ve çevirerek buraya taşımak istedim: “Ben 17, kuzenlerim sekiz ve 10 yaşlarındayken dedem garaj satışından aldığı bu ikinci el gelinlikle fotoğrafımızı çekerdi, çünkü kendi mantığına göre bizim evlendiğimiz günü görecek kadar yaşayamayacaktı. Alakalı gibi: COVID-19 testiniz pozitif çıkınca belediyeden bir telefon geliyor ve her şeyin, ama düşünebileceğiniz her şeyin üzerinden geçiyorlar. Neyse, beni arayan kişi, Dan’le uzun uzun konuştuk ve sonunda ‘aslında emin olduğumuz tek şey var,’ dedi. -Her canlı bir gün ölümü tadacaktır? -Yani, tabii ki o da var. Ben şey diyecektim, bol bol sıvı tüketmenizi tavsiye ediyoruz.” Her şeyin olabildiğince yolunda olduğu bir hafta sonu diliyorum 🌞

10 Mar 2021