Berrak zihinler için yalın, zengin, bağımsız bir Türkçe dijital medya üyeliği.
Ücretsiz Kaydol →
Sinem Dönmez
Gazeteci ve metin yazarı. 1984’te İstanbul’da doğdu. Yazı yazmaya Cumhuriyet Hafta Sonu ve Pazar eklerinde başladı. Marie Claire Türkiye, Radikal Hayat, Cumhuriyet Sokak, Hürriyet Kitap Sanat gibi mecralarda yazdı. Okumayı, düşünmeyi, kedileri ve büyük sofraların etrafında oturmayı seviyor.
Kadınların gözlerindeki ışığın sönmemesi için buradan itibaren hepimize bir iş düşüyor. Her kadının pırıl pırıl parlaması; kendini göstermekten, dimdik yürümekten korkmaması için elimizde kendimizden ve inanmaktan başka bir güç yok.

Monokültür devrini biliyoruz. O zamanlar siz bir şeyi biliyorsanız herkes biliyordu. Biri ünlüyse ünlüydü. Bir şarkı tutmuşsa duyardınız. Bugün ise size göre çok ünlü olan biri, başka birinin hayatında duymadığı birisi olabilir. Peki bu ortamda her köşeden fışkıran nostalji krizini, sürekli geçmişe özlem duymaktan çıkarıp kolektif hislerimizi yeniden bulmak için kullanabilir miyiz?

MIT Media Lab, son zamanlarda gördüğümüz en spekülatif ama en çarpıcı çalışmalardan birinin ara sonuçlarını yayımladı. Deneme yazarken yapay zeka kullanmanın bilişsel kapasiteye etkisini ölçen bu makale, “Yapay zeka bizi aptallaştırıyor mu?” sorusuyla gündeme geldi. Peki yapay zekayla kendi zekamız arasındaki ilişkide bir orta yol yok mu?

Anoreksiya nervoza, 90’lı yıllarda bıraktığımız, daha doğrusu orada bıraktığımızı sandığımız bir yeme bozukluğu. O dönemde en çok ölüme neden olan psikiyatrik hastalıklarda ikinci sıradaydı. 2025 yılında 30 yaşındaki bir kadının anoreksiya yüzünden ölmesi, beden algısı ve güzellik standartları konusunda kat ettiğimiz mesafeyi gerisin geriye gittiğimizin bir kanıtı.

İnsanı ölmemek için ruhunu şeytana satmaktan kurtaran teknolojiye giderek yaklaşıyoruz. Bugün longevity en gözde sektör. Boşuna değil. İnsanlar hep ölümden kaçmak istemiş. Peki uzun bir ömrü ne yaparak geçireceğiz? Hasret Gültekin’in deyimiyle, "Bir insan ömrünü, neye vermeli?"

Adalet duygusu, tıpkı açlık gibi, susuzluk gibi doyurmaya muhtaç olduğumuz bir ihtiyaç. Adaletsizliği, bir içgüdü gibi seziyoruz. Evrimsel olarak beynimize kazılı bir şey bu. Ve buna isyan etmenin nörobiyolojik bir karşılığı da var. Beynimiz bir haksızlık gördüğünde sosyal acı merkezi insula ve "Bir şey yap!" diyen ACC bölgelerine sinyal geliyor. Tarihi değiştireceğinden emin olduğumuz anlar da bu sinyallerle yazılıyor.

Hayat sürekli elimizden kaçıyor gibi geliyor. O yüzden koşuyoruz. Dünyaya yetişmeye çalışıyoruz. O kadar vaktimiz yok ki hafta sonumuzu bile ucu ucuna planlıyoruz. Bu koşturmacada tembelliğin bize yepyeni bir pakette, dahiyane bir wellness önerisi olarak gelmesini beklemek yerine yapabileceğimiz bir şey var: Dümdüz durmak. Ucunda bir şey var diye değil, zaten öyle olması gerektiği için, bir pazar günü hiçbir şey yapmamak.

Özellikle sosyal medyadaki psikoloji hesaplarından bir ödev olarak önümüze sunulan özsevgi retoriği, amacını aşarak başkalarıyla kurduğumuz çok kıymetli bağları koparmak pahasına, ilişkilere tamir etmek yerine çöpe attığımız yırtık bir tişört muamelesi yapmamıza neden oluyor.

Yıl biterken hislerimizi tarif etmemizi, bazılarında ortaklaşmamızı sağlayan kelimelere, kelimelerin gücüne, kelimeler üzerindeki gücümüze dair düşünmenin tam zamanı. Zira bugün kullandığımız her kelime de gelecekteki anılarımızın, hafızamızın hamurunun mayası olacak.

Dişil enerjimiz yeterli mi? Östrojenimiz? Annelik makamına eriştik mi? Doğurabiliyor muyuz? Fit miyiz? Yaşımızı gösteriyor muyuz? Mihrap yerinde mi? Yaş almış ama yaşlanmamış mıyız? Yeterince kadın mıyız? Az mı kadınız? Artık yumurtlamasak da kadın sayılır mıyız? Menopoza girmişsek... Hâlâ kadın mıyız?
