Etik Meseleler

JUNSHU Etik ve Uyum Bülteni

30 Hikâye

Nisan 27, 2025

·

Hikaye

Tıp etiği

Etik, felsefenin, insanın oluşturduğu bu değerler evrenini inceleyen, onu "iyi", "kötü" ya da "onaylanabilir", "onaylanamaz" ya da "doğru", "yanlış" biçiminde yorumlayan bir alt dalıdır. Basitçe etik, ahlak konusunda, geçmiş, şu an ya da geleceğe ilişkin karar ve eylemlerin dikkatli ve sistematik bir biçimde değerlendirilmesi ve çözümlenmesi etkinliğidir. Ahlak ise insanların karar verme süreci ve eylemlerinin değersel boyutunu ifade eder. Ahlakın dili ‘haklar’, ‘yükümlülükler’ ve ‘erdemler’ gibi isimler ve ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘doğru’ ve ‘yanlış’, ‘adil’ ve ‘adil olmayan’ gibi sıfatlar içerir. Bu tanımlamalar ışığında, etik birincil olarak bilmekle ilgiliyken, ahlak yapmakla ilgilidir. Aralarındaki yakın ilişki, etiğin, insanların belli bir yönde karar vermesi ya da aksiyon alması için rasyonel bir ölçüt sağlamaya çalışmasına dayalıdır. Etik, insan eylemi ve karar verme sürecinin tüm boyutlarıyla uğraştığı için, birçok alt dalı olan çok geniş ve karmaşık bir çalışma alanıdır. Pekiyi, tıp etiği tam olarak nedir ve bu tür sorularla uğraşan hekimlere nasıl yardımcı olur? Üzerinde uzlaşılan dört temel ilke vardır: Yarar sağlama ilkesi Zarar vermeme ilkesi Özerkliğe saygı ilkesi Adalet ilkesi Son zamanlarda tıp etiği, insan haklarındaki gelişmelerden büyük ölçüde etkilenmiştir. Birçok ahlaki geleneğe sahip çoğulcu ve çok kültürlü bir dünyada uluslararası insan hakları sözleşmeleri, tıp etiği için ulusal ve kültürel sınırların ötesinde kabul edilebilir bir temel sağlayabilir. Dahası, hekimler zorunlu göç ya da işkence gibi insan hakları ihlallerinden doğan sağlık sorunları ile uğraşmak durumunda kalabilirler. Paralel şekilde, tıp etiği hukukla da yakın ilişkilidir. Birçok ülkede hekimlerin sağlık hizmeti sunumu ve bilimsel araştırmalarda ortaya çıkan etik sorunlarında nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen yasal düzenlemeler vardır. Etik sıklıkla yasalardan daha yüksek davranış standartları belirler ve ender de olsa hekimlerin, ahlaki olmayan eylemlerde bulunmalarını isteyen yasal düzenlemelere uymamalarını gerektirir. Ayrıca yasalar ülkeden ülkeye önemli biçimde farklılık gösterebilirken, etik tüm ülkeler için geçerli değerlere kaynaklık edebilir . Bitirmeden Hipokrat Yemini 'ni incelemenizi, bu vesileyle aslında pek çok meslek dalının neden bu tür etik kodlara veya beyanlara ihtiyacı olduğunu düşünmenizi dilerim: "Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı statü, hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, hastalarımı memnun edeceğime, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime, mesleğim dolayısıyla öğrendiğim küçük sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı ve sevgi göstereceğime dil, din, milliyet, cinsiyet, takım, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim." Öyleyse, 14 Mart Tıp Bayramı kutlu olsun!

Tıp etiği

Mart 14, 2021

·

Makale

Küresel bir kamu malı olarak aşı

Pandemide birinci yılı geride bıraktık. Geriye dönüp baktığımızda, aşının bir küresel kamu malı olması adına şahit olduğumuz iyi niyetli açıklamalardan eser kalmadı. "Aşının piyasaya sürüldüğü takdirde küresel çapta erişimini garanti altına alabilecek miyiz, zengin ülkelerin virüsten korunabileceği iki vitesli bir dünyanın ortaya çıkmasını engelleyebilecek miyiz" derken Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tam olarak bu günleri işaret etmiş olmalı. Aşı programları kapsamında 100'den fazla ülkede Covid-19 aşılaması devam ediyor ancak aşıların büyük bir kısmı gelişmiş ülkelerin elinde. Şu ana dek dünya genelinde yapılan 410 milyon aşının en az dörtte üçü, küresel GSYiH'nin yüzde 60'ını elinde bulunduran 10 ülkede yapıldı . Oysaki hemen ilk süreçte, aşı dağıtımındaki adaletsizliği önlemek için ise Avrupa Birliği (AB), Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Küresel Aşı ve Aşılama Birliği (GAVI) ortaklığında COVAX programı geliştirilmiş ve bu kapsamda 92 ülkeye aşı yardımında bulunulacağı ifade edilmişti. Bu doğrultuda 2021 sonuna dek iki milyar doz aşının temini hedeflense de şimdiye dek ulaştırılan aşı sayısı 6 milyon doz seviyelerinde kaldı. Kısacası dünya, ahlaki bir tehlikenin eşiğinde... Yine DSÖ öncülüğünde geliştirilen bir mekanizma ile COVID-19 Teknoloji Erişim Havuzu (C-TAP) kurulmuştu. Böylece hızlı ve büyük ölçekte aşı üretimini mümkün kılmak için fikri mülkiyet haklarının ve teknik bilgilerin paylaşılması; dünyanın bir an evvel olağanüstü salgın ortamından kurtarılması hedeflendi. Bugün geldiğimiz noktada dünya kamuoyu olarak aşı firmalarının insafına kalmış bir haldeyiz . Söz gelimi 1,3 milyarlık nüfusunun sadece 40 milyonunu aşılayabilmiş Hindistan'ın halk sağlığı yerinde olmadığı sürece, hiçbirimizin kendi küçük dünyamızda güvende olmayacağı açık seçik görülüyor. Belçikalı bakan Eva de Bleeker'in atıp ertesi gün sildiği tweet ile AB doz başına; AstraZeneca'ya 1,78 euro, CureVac'a 10 euro ve Moderna'ya 14,68 euro ödemeyi taahhüt etmiş. Rakamlar arasındaki büyük farklılık açığa çıktıkça da şirketlerin kaprisleri ve yeni pazarlık süreçleri birbirini izledi. Ancak böylesine dengesiz sözleşme hükümleri dayatmayı başaran ilaç şirketlerini hikayedeki tek kötü şeklinde göstermek doğru olmaz. Zira bir New York Times makalesi , Avrupa Yatırım Bankası, BioNTech firmasına verdiği 100 milyon dolarlık kredi karşılığında aşılardan elde edilecek kardan 25 milyon ek ödeme alacağını şart koştuğunu yazdı. Sanki aşı üretiminden kar elde etmek doğalmış gibi. Bu noktada "Neden doğal olmasın ki?" diye düşünüyorsanız, Dr. Jonas Salk'ı tanımanızı isterim. O halde 68 yıl öncesine, yani 26 Mart 1953’e dönebiliriz: Çocuk felci yıllardır çok sayıda can almaktadır. Örneğin ABD’de yılda görülen çocuk felci vakası 50 binin üzerindedir ve en az 3 bini hayatını kaybetmektedir. Bu süreçte ulusal bir radyo programında, Dr. Jonas Salk çocuk felcine karşı bir aşıyı başarıyla test ettiğini duyurur. Bu duyuru üzerine çıktığı bir televizyon programında kendisine "Bu aşının patenti kimde?" diye sorulduğunda; "Halktadır diyebilirim. Patent falan yok. Güneşi patentleyebilir misiniz?" şeklinde efsanevi bir yanıt verir. Bugün Dr. Salk’ın patentsiz bıraktığı aşı sayesinde, çocuk felci dünyadan neredeyse tamamen silindi. Kamu kaynaklarının tükenmesi ve aşı kıtlığı arasında kalan pek çok sağlık sektörü profesyoneli, "zorunlu lisans" uygulamasını devreye sokulması için devletlere çağrıda bulunuyor . 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bu kavram, 1925 yılında Paris Sözleşmesi'nde yapılan değişiklik ile uluslarası standartlara dahil edildi. Re'sen lisans olarak da bilinen bu uygulama, başta Güney Afrika olmak üzere HIV/AIDS salgınından fazlaca etkilenen ülkelerin baskısı üzerine 2001 yılında Doha Deklarasyonu ile teminat altına alındı. Buna göre, Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Antlaşması'nın (TRIPS) 31. maddesi, ulusal acil durumlarda ticari olmayan kamu kullanımı adına istisnai kullanıma izin verirken, bu istisnayı hak sahibinin iznine başvurmadan gerçekleştirmeyi düzenliyor. Her ne kadar aciliyet kavramı tartışmalı olsa da; bu noktada asıl sorun, patentlerin sağladığı münhasır haklar ile halk sağlığının yüksek faydası arasında bir denge kurabilmekte saklı.

Küresel bir kamu malı olarak aşı

Mart 21, 2021

·

Makale

Şirketlerin sosyal sorumluluğu

Irksal adalet talepleri, küresel salgın ve ardından gelen durgunluk, iklim krizinin doğurduğu aciliyet, İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı ve benzeri hususlar, şirketleri toplumda üstlendikleri rolleri hesaba katmaya zorluyor. Zira Amerikan kapitalizminin, şirketlerin tek başına kâra odaklanması gerektiği şeklindeki uzun süreli ilkesi, bugünlerde karşılaştığımız büyük sorunlar göz önüne alındığında son derece yetersiz görünüyor . Kaldı ki şirketlerin etik meselelere veya çevresel ve sosyal konulara odaklanmaları gerektiği, her zamankinden daha net bir basınç unsuru. Bu çıplak gerçekle boğuşurken, Amerikan kapitalizminin temelinde yer alan kar maksimizasyonu ilkesini savunan bir makaleyi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman'ın New York Times Dergisi'nde 50 yıl önce yayımlanan “ İşletmenin Sosyal Sorumluluğu Karlarını Arttırmaktır ” başlıklı makale. Konfederasyon heykelleri bir bir yıkılırken ya da birçok çağ dışı fikrin(!) adil bir toplumda yeri olmaması gerektiği kabul edilmişken; Friedman'ın eskimiş tezini kaidesinden kaldırmanın zamanı çoktan geldi. Friedman, piyasaların “oybirliği” üzerine işlediğini ileri sürer: Bu aynı zamanda tüm tarafların her mübadeleye gönüllü olarak girmesi demek. Zaten o da ideal bir serbest piyasada, "hiçbir birey diğerini zorlayamaz, tüm işbirlikleri isteğe bağlıdır, bu tür bir işbirliğinin tüm tarafları yararlanır veya katılmaları gerekmez" diye yazmıştır. Peki ya piyasa, eşitsizlik ve baskı üzerine kuruluysa? Mesela oybirliği ilkesi, 400 yıl önce köleliğin temelini attığından beri, modern ekonomilerin temelini oluşturan beyaz üstünlüğünü ve ataerkiyi savunmak olarak okunuyorsa? Bu hakimiyet sistematik olarak kadınlara ve beyaz olmayan insanlara karşı ayrımcılık doğuruyorsa? Friedman, özgür bir piyasanın, yetkin ve hesap verebilir bir hükümetle bir arada var olacağını varsayar: Denetim ve denge sistemini ( checks and balances ) hatırlıyor musunuz? İşte Friedman, hükümetlerin toplumsal ihtiyaçları adil bir şekilde karşılayacağına dair teminat olarak bunu işaret etti. Ancak pandemi ortamında gördük ki; gelişmiş ülkelerde bile, hükümetlerin eylemsizliği karşısında bireyler ve şirketler, çalışanları için maske temin etmek veya iklim krizi için iddialı hedefler belirlemek için mecburi adımlar atıyorlar. Friedman, şirket yöneticilerinin yegane sorumluluğunun “şirketin sahibi olan hissedarların temsilcisi” olarak hareket etmek olduğunu açıklar: Oysa şirketlerin, insanları tüm benliklerini çalışmaya teşvik etmek ile kaosu davet etmek arasında ince bir çizgide yürümeleri gerekiyor. Neticede çalışmak o kadar güzel bir şey olsaydı, üste para verilmezdi. #MeToo örneğinde şahit olduğumuz üzere, Kurumsal amaçlar kisvesi altında, kadınların ve beyaz tenli olmayan insanların seslerinin nasıl marjinalleştirildiği de cabası... Şüphesiz şirketlerin hayatta kalmak için sürekli kar etmeye ihtiyacı var ve bugüne dek kapitalizm birçok kişiye zenginlik sağladı. Fakat ne pahasına? Yaşamın her alanının paraya tahvil edilmesi uğrunda, kapitalizmin son 150 yılda Dünya'ya onarılamaz zararlar verdiği unutulmamalı. Şayet bir "Büyük Sıfırlama" gerçekleşecekse, işe bu tahribat hakkında bir durum raporu çıkarılarak başlanmalı.

Şirketlerin sosyal sorumluluğu

Mart 28, 2021

·

Makale

Yapısal ırkçılık ve #BlackLivesMatter hareketi

(Foto: Kathy Willens, AP üzerinden) Eski polis memuru Derek Chauvin 'in cinayetle suçlandığı George Floyd davası başladı. Savcılık, Chauvin'in Mayıs 2020'de kimlik kontrolü sırasında diziyle George Floyd'un 9 dakika 28 saniye boynuna bastırdığını ve Floyd'un kısa bir süre sonra öldüğünü belirtti. Mahkeme şayet bu yönde karar verecek olursa, sanık 40 yıla dek hapis cezası alabilir. Köşe yazarları, duruşmanın olağanüstü bir kamuoyu baskısı altında gerçekleştiğini dile getiriyor. Bu davada hukuk devleti ilkesi etrafında Amerikan demokrasisinin inanılırlığı sınanacak. "Afro-Amerikalılar ülkedeki ceza hukuku sistemine güvenebilir mi?" ya da "Irkçılık, ABD'de çaresi olmayan yapısal bir hastalık mı?" vb. sorular etrafında, ulusun tüm üyeleri bu davada verilecek karardan önemli sonuçlar çıkaracaktır . Covid-19 salgını ise ABD'de amansız bir Asyalı karşıtı şiddet dalgasını beraberinde getirdi. Geçtiğimiz hafta 65 yaşında bir kadın, saldırgan kendisine " buraya ait değilsin " şeklinde bağırırken, New York 'ta sokak ortasında tekmelendi . Bu olay, Atlanta 'da altı Asyalı kadının ölümüne yol açan silahlı saldırıdan sadece iki hafta sonra gerçekleşti. Asya ve Pasifik kökenli Amerikalılara karşı ayrımcılığı izleyen ve kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan Stop AAPI Hate raporuna göre, Mart 2020 ile Şubat 2021 arasında, ülke çapında en az 3 bin 800 Asyalı karşıtı olay yaşanmış. Raporda, birçok olay yetkililere bildirilmediğinden, bu rakamların muhtemelen eksik olduğunun altı çiziliyor. YouTube'un Asya kökenlilere karşı ırkçı söylemde bulunan Meet the Flockers adlı şarkıyı kaldırmayı reddetmesi ; ulusal boyutta süren tartışmanın bir diğer örneği olurken, bu durum çalışanlar nezdinde de uyuşmazlık yarattı. Hırsızlık hakkındaki parçada, Çin mahallelerinin hedef alınmasını teşvik eden sözler bulunuyor. Öte yandan bu tip saldırıların çoğu ırkçı hakaretler ve geçmişleri nedeniyle hedef alınan insanları içeriyor olsa da, bunların nefret suçu kapsamında yargılanıp yargılanmayacağı belli değil. Örneğin Arkansas , Güney Carolina ve Wyoming eyaletlerinde nefret suçu yasaları bulunmuyor , diğer eyaletlerde ise belirsizlikler mevcut. Paralel şekilde, geçtiğimiz günlerde Georgia eyaletinin, siyah seçmenlere kastî şekilde ayrımcılık yapıldığı yönünde tartışmalı bir yasayı kabul etmesi üzerine; ABD'nin dört bir yanından 70'i aşkın siyah üst düzey yönetici , şirketleri kısıtlayıcı oy hakkı kanunlarına ve kurumsal ırkçılığa karşı durmaya çağırdı. Aralarında American Express eski CEO'su Kenneth Chenault ile Merck CEO'su Kenneth Frazier'in imzacı olduğu mektupta, tüm ABD şirketlerinden kısıtlayıcı oylama yasalarına karşı çıkmaları ve politikacıları etkilemek için nüfuz kullanmaları yönünde çağrıda bulunuluyor . George Floyd'un ölümü ABD'de aylar süren protestolara yol açtığında, etnik azınlıkların kısıtlı imkanları ve polis saldırganlığına karşı, Birleşik Krallık 'ta ayna protestoları düzenlenmişti. Söz konusu protestoların ardından İngiliz hükümeti tarafından hazırlatılan bir rapora göre; Birleşik Krallık ırkçılığı geride bırakmış bir toplum değil , ancak iktisadi ve sosyal imkanlar geliştikçe ırkçılığa dayalı sorunların önemi azalıyor. Kısacası, Irk ve Etnik Eşitsizlikler Komisyonu 'nun raporu , ülkenin yapısal olarak ırkçı olduğu fikrini reddetmekle beraber özellikle internet ortamında açık ve düpedüz ırkçılığın devam ettiğini vurgulamaktadır. Ancak muhalefet üyeleri, "raporun bölücü nitelikte olduğunu ve etnik azınlıklar arasında iyi-kötü ayrımı yaparak köleliği yücelttiğini" öne sürüyor. Aslında rapor, kurbanları kendi gerçekliğini sorgulamaya iten gaslighting pratiğinden öte pek bir şey sunmuyor. Görünen o ki yapısal ırkçılığın var olup olmadığına dair bitmek bilmeyen tartışmalar arasında, aslında onu gerçekten ele almak için pek az istekli bulunuyor.

Yapısal ırkçılık ve #BlackLivesMatter hareketi

Nisan 4, 2021

·

Makale

Toplumsal cinsiyet eşitliği ve 6284 sayılı kanun tartışması

(Görsel kaynağı: BirArtıBir) Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi ’nden çekilmesinin ardından, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine yönelik kanun da kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Sosyal medyada kullanıcılar, #6284KanunIptalEdilmeli etiketi altında yaptıkları paylaşımlarla, kanunun getirdiği koruyucu tedbirlerden, nafaka yükümlülüklerinden ve aile yapısına verdiği zararlardan yakınarak kanunun iptalini ya da revize edilmesini talep ediyor. Detaylar: 2012 yılında yürürlüğe giren 6284 sayılı kanun , yalnızca kadınların değil, ilk maddesinde de ifade edildiği üzere, " şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin " korunmasına yönelik düzenlemeler içeriyor. Buna karşın kamuoyunda özellikle nafaka hususu ve ‘’kadının beyanı esastır’’ görüşü sebebiyle sıkça tartışılıyor. " Kadının beyanı esastır " olarak anılan ilke aslen " c insel şiddete maruz kalanın beyanı esastır " şeklinde olup; 6284 sayılı kanuna değil, Yargıtay’ın geçmişten günümüze dek verdiği kararlara dayanıyor. Yargıtay’ın bu kararlarda güttüğü mantık, kişinin sırf karşısındakine zarar vermek için bir cinsel saldırının öznesi olduğunu duyurmasının akla yatkın olmadığı, bu sebeple beyanının kanıt niteliği taşıdığı şeklinde özetlenebilir. Ancak bu ilkenin 6284 sayılı kanuna yansıması ise, " koruma tedbiri alınması için, mağdurun beyanı dışında bir delilin aranmaması " düzenlemesinden pek de ileri gitmiyor. Özellikle ev içi şiddet vakalarında bir hukuki delil ya da tanık bulmanın zorluğu düşünüldüğünde, ilgili maddenin gerekliliği açıkça görülüyor. Nafaka özelinde ise, 6284 sayılı kanun da bahsedilen nafaka ile Medeni Kanun ’dan doğan nafaka yükümlülüğünü ayırt etmek gerekir. Eşlere boşanma sonrasında hükmedilen yoksulluk nafakası ve ortak çocuk için hükmedilen iştirak nafakası, Medeni Kanun’dan kaynaklanıyor. 6284 sayılı kanunun düzenlediği nafaka ise şiddet uygulayana yöneliktir; bu kişi, aynı zamanda ailenin geçimine katkıda bulunan kişi ise şiddet mağduru için nafaka ya hükmedilebilir. Gerek Medeni Kanun’daki, gerekse de 6284 sayılı kanundaki nafaka hükümlerinin yer yer istismar edildiği durumlar olsa bile; ülkemizde kadınlar, çalışma hayatındaki yerleri göz önünde bulundurulduğunda yaşamlarını güvence altına alabilmek için ya ailelerinin ya da eşlerinin maddi desteğine ihtiyaç duyuyor. Örneğin, DİSK Genel İş Sendikası’nın Türkiye’de Kadın Emeği başlıklı raporunda Türkiye’de işgücü içerisindeki her 10 kadından yalnızca üçünün istihdama katılabildiği, kadınların istihdama katılım oranı yüzde 29,4 iken; erkeklerin istihdama katılım oranının yüzde 65,7 olduğu belirtiliyor. Türkiye İstatistik Kurumu ( TÜİK) verilerine göre, yalnızca 2019 yılında " ailedeki çocuklara veya bakıma muhtaç yetişkinlere bakmak " için işinden ayrılan kadın sayısı 494 bin civarında. Aynı sebeple işinden ayrıldığını belirten erkeklerin sayısı, kadınların sayısının yalnızca yüzde 3’üne tekabül ediyor. Özetle, Türkiye’de kadınlar geçimini sağlamak için erkeklerle eşit istihdama erişemediği gibi; erişse bile ev hizmeti ve aile sorumlulukları yüzünden bu haktan vazgeçmek zorunda kalabiliyor. Kadınların çalışma hayatına ve toplumsal düzene katılımı ya da gelir eşitliği bakımından toplumun bu denli gerisinde bırakılması, onları nafakaya ve 6284 sayılı kanunda yer alan çeşitli koruma tedbirlerine mecbur bırakıyor. Zira toplumsal cinsiyet eşitliği açısından Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü ( OECD ) ülkeleri arasında yüzde 29.7 kadın istihdamı ile son sırada yer alıyor . Dünya Ekonomik Forumu ( WEF ) verilerine göre ise Türkiye, 153 ülke içerisinde 130. sırada bulunuyor. Bu alanda gözle görülür bir ilerleme kaydetmediğimiz sürece, 6284 sayılı kanun veya İstanbul Sözleşmesi ve benzeri düzenlemelerin hayati birer ihtiyaç olduğu açıkça görülüyor. Elif Ay

Toplumsal cinsiyet eşitliği ve 6284 sayılı kanun tartışması

Nisan 18, 2021

·

Makale

Çocukların kamusal alanı kullanma hakkı

(Görsel kaynağı: Homer Sykes, PhotoShelter üzerinden) Yüksek büyüme oranlarına sahip günümüz şehirlerinde nüfus da her geçen gün artıyor ve yoğunlaşıyor. Söz konusu büyüme ve artışlar, plansız kentleşme ile birleştiğinde; bu durum kamusal alanların motorlu taşıtlar tarafından işgal edilmesiyle sonuçlanıyor . Yayalar tarafından kullanılabilen kamusal alanların sayısındaki azalma, şehirleri çocuklar için tehlikeli hale getiriyor, günlük hayattaki özgürlüklerini ise kısıtlıyor. Çocuk gelişiminde temel becerilerden biri sayılan sosyal beceriler , ortak kullanıma açık alanlarda oynanan oyunlar ve sosyal etkileşimler ile şekillenir. Dolayısıyla çocukların sokaktaki özgürlüğü, okuldaki özgürlüğüyle beraber sosyal becerilerini geliştirebilmesi için kilit öneme sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Kuzey Karolina Eyalet Üniversitesi ’nde profesör olan mimar Robin Moore ’a göre çocuklar , kamusal alanlar içinde en büyük paya sahip sokakları , barındırdığı objelerle birer oyun alanı olarak değerlendirirken ; yetişkinler ise çoğunlukla sokağın trafik akışı ve park yeri gibi işlevsel özelliklerine odaklanıyor . Bu yüzden yetişkinler tarafından tasarlanan şehirler, çocukların gelişimsel ihtiyaçlarına cevap vermekte çoğu zaman yetersiz kalıyor. Veriler ise şehirlerin gelişimine paralel şekilde sokaklardaki çocuk varlığının azaldığını gözler önüne seriyor. ABD ’de Başkan George W. Bush döneminde İskan ve Kentsel Gelişim Bakan Yardımcılığı yapan Catherine Austin Fitts tarafından geliştirilen Buz Şekeri Testi ( Popsicle Test ), bir çocuğun evden çıkıp en yakın marketten aldığı buz şekerinin eve geri dönene kadar eriyip erimediğine göre mahallelerin yürünebilirliğini ve motorlu taşıt baskısını değerlendiriyor. Genişleyen şehirlerde Buz Şekeri Testi’ni geçemeyen mahallelerin sayısı arttıkça da çocuklu aileler metropol alanlardan uzaklaşmaya başlıyor. Zira ABD’de Nüfus Sayım Bürosu tarafından 2010 ve 2014 verileri incelenerek yapılan bir çalışmaya göre Amerika’da, nüfusu bir milyondan fazla olan bütün metropol alanlarda çocuk nüfusu oransal açıdan azalıyor . Çocukların sokağı oyun alanı olarak kullanmasını teşvik etmek için Birleşik Krallık ’ta hayata geçirilen Yerleşim Bölgesi ( Home Zone ) adlı uygulama ise bu mekânsal ve sosyal nitelikli soruna çözüm oluşturabilir. Uygulamanın ana fikri meskûn mahallelerdeki yolların yayalar, bisikletliler, çocuklar ve motorlu taşıtlar arasında paylaştırılmasına dayanıyor . Bu doğrultuda yayalar ve taşıtlar keskin hatlarla birbirinden ayrılmıyor; aksine taşıt yolu, yaya bölgeleri sebebiyle sık sık yön değiştiriyor. 20 km/s olan bölgesel hız sınırı, tümsekler ile desteklenerek çocuklar için güvenli sokaklar oluşturuyor. Söz konusu uygulama, sokağın yaygın kabul gören taşıt odaklı kullanımını değiştirmeyi amaçlıyor . Izgara şeklinde bir şehir planına sahip Barselona ’da hayata geçirilen Süper Bloklar ( Super Blocks ) adlı bir diğer proje ise, sokağı yayalara ve bisikletlilere geri kazandırmayı hedefliyor. Proje kapsamında bölge sakinlerinin araçları ve toplu ulaşım aracı haricindeki taşıtların, her biri dokuz blok ile kare formundaki bölgenin ara sokaklarına girmesi kısıtlanmış durumda. Projenin uygulanmaya başladığı 1986 yılında , Barselona’da motorlu taşıtlar kamusal alanların %85’ini işgal ediyorken , uygulama sayesinde bu oran günümüzde %25 seviyesine kadar düşmüştür . Son olarak, New York ve Londra gibi metropol şehirlerde başarıyla uygulanmış, sokakların çocuklar ve motorlu taşıtlar arasında dönüşümlü kullanılması prensibine dayanan Oyun Sokakları ( Play Streets ) projesi; günün belirli saatlerinde sokakları araç geçişine kapatıp çocuklar için güvenli oyun ve sosyalleşme alanları sunuyor. ” Çocukların sokakta oynaması sadece belirli düzenlemeler altında gerçekleşebilir ” fikrini normalleştirdiği gerekçesiyle eleştirilere de maruz kalan projeyi, günümüzde London Play gibi yerel yönetimler tarafından desteklenen organizasyonlar yaygınlaştırmaya çalışıyor. Sarp Kantar

Çocukların kamusal alanı kullanma hakkı

Nisan 25, 2021

·

Makale

Çalışma hayatında ayrımcılık

İnsanların onurlu bir yaşam sürdürebilmeleri ve temel haklarının yerine getirilmesi, bu kişilerin geçimlerini sağlamak için hangi koşullar altında çalıştıklarına önemli derecede bağlıdır. " Alınan ücret kişiyi ve ailesini doyurmaya yetiyor mu? ", " Çalışanlar tehlikelerden, şiddet ve sömürüden korunuyor mu? ", " İşçi haklarını savunan sendikalar mevcut mu? " gibi soruların cevaplanmasında yalnızca hükümetler değil; aynı zamanda şirketler de ciddi sorumluluk taşımaktadır. Her bireyin çalışma hakkına tam bir eşitlik anlayışı içerisinde erişebilmesi ve ayrımcılıktan arındırılmış iş ortamlarında çalışabilmesi, uluslararası sözleşmeler ile de güvence altına alınmıştır. Devletlerin insan haklarına saygısı ve bununla ilgili yükümlülükleri konusunda temel bir metin olan 10 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 'nin 23. maddesi bu durumu çok güzel bir şekilde formüle etmektedir: i) Herkesin çalışma, işini özgürce seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır. ii) Herkesin, herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır. iii) Çalışan herkesin, kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak düzeyde, adil ve elverişli ücretlendirilmeye hakkı vardır; bu, gerekirse, başka toplumsal korunma yollarıyla desteklenmelidir. iv) Herkesin, çıkarını korumak için sendika kurma ya da sendikaya üye olma hakkı vardır. Yine Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme 'nin 6. maddesi, taraf devletlerin herkesin çalışma hakkını tanıyacağını belirtir. Çalışma şartlarını düzenleyen 7. maddede ise; özellikle kadınlar ve erkekler arasındaki eşitliğe dikkat çekilerek, hiçbir ayrım olmaksızın eşit işe eşit ve adil ücretin herkesin hakkı olduğu ve terfi için eşit imkanların sağlanması gerektiği vurgulanır. Ayrıca Engelli Kişilerin Haklarına Dair Uluslararası Sözleşme 'nin 27. maddesi; işe alım, çalışma koşulları, terfi, sağlıklı ve güvenli iş ortamı, sendikal haklar gibi konularda engelli kişilerin diğer bireylerle eşit haklara sahip olduğunu belirtir ve devletleri gerekli tedbirleri almakla yükümlü kılar. Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme 'nin 5. maddesinde; herkesin ırk, renk, ulusal veya etnik kökene dayalı ayrımcılığa maruz kalmadan, " çalışma, işini serbestçe seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma, işsizliğe karşı korunma, eşit işe eşit ücret, adil ve elverişli gelir haklarından yararlanacağını " düzenler. Söz konusu yasal zemine rağmen, Türkiye'de iş yerindeki ayrımcılıklar sürüyor. Kısa başlıklar şeklinde değinmemiz gerekirse; Çalışma hakkı, anayasada herkese tanınmış bir hak olsa da, kanunlarda cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin açıkça belirtilmemesi, LGBTİ ’lerin gerek işe alım sürecinde gerekse iş yaşamında bu haktan adil ve eşit bir şekilde faydalandığını söylemek çok zor. Etnik köken e göre ayrıştırılmış nitelikte olmadığı için etnik gruplar hakkında doğrulanmış çalışma, işgücü ve işsizlik verileri mevcut değildir. Yine de, bu alandaki çeşitli kişi ve kurumların çalışmalarından, düzenli ve sürekli işe sahip olan bazı etnik grupların ( Romanlar , Çerkesler vd.) sayısının az olduğu bilinmektedir. Yaşlı bireyler e yönelik önyargılı tutum ve davranışlar, yaşlılığı “ bunama, güçsüzleşme, hastalıklı olma, yıpranma, fonksiyon görememe, üretmeme ” gibi olumsuz algılarla sınırlı bir yaklaşım eşliğinde kendini gösterir. Söz konusu anlayış, ileri yaşlardaki insanların verimsiz olacağını ve çalışamayacağını varsayar. Buna göre 40 ve üzeri yaşlardan itibaren, kişiler işe alınırken, çalışırken veya işten ayrılırken ayrımcılığa maruz kalabilmektedir. Zaman zaman yoğunlaşan mezhepçi söylemler ve ötekileştirme, Sünni İslam inancının dışında kalan dini gruplar a yönelik ayrımcılığı ve eşitsiz muameleyi doğurmaktadır. Engelliler in istihdamını teşvik etmek için kota uygulamasına gidilmiştir. İş Kanunu 'na göre işverenler, elli ve daha fazla işçinin çalıştığı özel sektör şirketlerinde yüzde 3 , kamu kurumlarında ise yüzde 4 oranında engelli personel çalıştırmakla yükümlüdür. Devlet Memurları Kanunu 'nda ise bu oran yüzde 3 şeklindedir. Bu tip düzenlemelere rağmen, hem özel sektörde hem de kamuda çalışan engelli sayısının söz konusu kontenjanların altında kaldığını belirtmeliyiz. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma günü vesilesiyle değindiğimiz bu soruna yönelik çözüm önerileri noktasında, İnsan Hakları Ortak Platformu ( İHOP ) tarafından hazırlanan 2017 tarihli bilgi notu güncelliğini koruyor. İHOP'un çalışma yaşamının uluslararası insan hakları standartlarına uygun bir şekilde ayrımcılıktan arındırılması ve eşitlikçi bir niteliğe kavuşması için sunduğu öneriler şunlardır: İş başvurularında liyakat a dayalı bir seçim sürecinin benimsenmesi ve cinsel yönelim, din, etnik köken, yaş gibi hususların seçimi etkileyen faktörler olmaktan çıkarılması; İş politikaları belirlenirken farklı grupların özel ihtiyaçlar ının dikkate alınması; İş yaşamında ayrımcılıkla mücadele için etkili hukuki ve idari başvuru ve şikâyet yolları nın oluşturulması; Çalışanların ayrımcılığa maruz kalması durumunda ne yapabileceklerine dair bilgilendirilmesi; Kamu ve özel sektörde ayrımcılığı önleyecek eğitim programları nın uygulanması; Eğitim olanaklarından dışlanan etnik grupların istihdamının arttırılması için beceri eğitimleri ve rehberlik hizmetleri nin yürütülmesi; İşyerlerinde engelli istihdamı nın düzenli olarak denetlenmesi ve bu konuda usulsüzlüğe yönelik caydırıcı yaptırımların getirilmesi; Engellilerin işten ayrılmaları durumunda gelir desteği nin derhal yürürlüğe girmesi; Yaşlılara uygun istihdam olanaklarının yaratılması ve değişen teknolojik gelişmelere yönelik yaygın eğitimler verilmesi; İstihdam alanındaki eşitsizliğin görünür kılınması ve çalışma istatistikleri nin ayrımcılık olgusuna duyarlı şekilde oluşturulması.

Çalışma hayatında ayrımcılık

Mayıs 2, 2021

·

Makale

Pandemi kısıtlamalarının hukuki zemini

(Görsel kaynağı: Doğruluk Payı) 2019 yılının Aralık ayında koronavirüs hastalığının yayılmaya başlaması ve Dünya Sağlık Örgütü ( WHO ) tarafından pandemi ilan edilmesinin ardından, tüm dünyada ve Türkiye’de salgın hastalığa karşı çeşitli önlemler alınmaya başlandı. Bir yılı aşkın bir süredir, sokağa çıkma kısıtlamaları, eğitim kurumlarının kapatılması, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yasaklanması, şehirlerarası seyahat yasağı ve son olarak alkol ile bazı tüketim ürünlerinin satışının yasaklanması şeklinde karşılaştığımız bu tip önlemlere uyulmaması halinde idari para cezası yaptırımı uygulanıyor. Bu yaptırımlara yasal dayanak için ise, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ve Anayasa’nın 15. maddesi gösteriliyor. Ancak ilgili maddede, bu tip hakların kısıtlanabilmesi için savaş veya seferberlik durumu yoksa, resmi şekilde olağanüstü hal ilan edilmiş olması aranıyor. Türkiye’de (pek çok ülkenin aksine) pandemi sürecinde olağanüstü hal ilan edilmedi. Anayasa’nın 13. maddesinde ise açıkça, ‘’temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir’’ ifadesi yer alıyor. Kısıtlamaların bir diğer dayanağı olan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda ise COVID-19 nedeniyle, günümüzdeki gibi tam zamanlı bir sokağa çıkma yasağı getirilebileceğini öngören bir madde bulunmamaktadır. Ayrıca, bu süreçte hukuki düzenlemeler hazırlanmış olsa da; bunlardan bazıları Anayasanın temel hak ve özgürlükler ini düzenleyen ilkelerine aykırılık gösteriyor. Kolluk güçlerinin verdiği idari para cezalarına baktığımızda, cezaların hangi kanun kapsamında yazıldığının belirsiz olmasının yanı sıra idari para cezası verme yetkisi kollukta değil, idarenin kendisindedir. Bu halde kolluk güçlerinin yetkisi, ihlali tutanak ile idari organlara bildirmekten ibarettir. Dolayısıyla bu uygulama cezalarda kanunilik ilkesi ni ihlal etmekle kalmayıp, bir yetki sorunu da ortaya koyuyor. COVID-19 önlemlerine dair tartıştığımız nokta, elbette önlemlerin pandeminin yayılımını önlemesi açısından başarılı olup olmaması değil, meselenin hukuki boyutu dur. Uygulanan kısıtlamalar, en başta eğitim hakkını, çalışma hakkını, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkını, mülkiyet hakkını ve diğer anayasal hakları ihlal eder nitelikte olup; hukuki zeminden yoksundur. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin ( OHCHR ) bu konuda uygulanabilecek tedbirlere ilişkin yayınladığı rehberde , pandemi sebebiyle birtakım haklara kısıtlamalar getirilse dahi, bu kısıtlamaların Kanunilik, Gereklilik, Orantılılık ve Ayrımcı Olmama ilkeleri çerçevesinde olmasını önerilmektedir. Türkiye’de uygulanan yasakların ise, yukarıda ifade edildiği üzere kanunilik ilkesine uymadığı gibi; bir yıldan uzun süredir kafe, restoran gibi işletmelerin kapatılması gibi tedbirlerin orantılılık ile, alkol yasağı ve benzeri kısıtlamaların gereklilik ile ve son olarak zorunlu eğitimin çevrimiçi şekilde sağlanmasının da ayrımcı olmama ilkesi ile çeliştiği açıkça görülmektedir. Elif Ay

Pandemi kısıtlamalarının hukuki zemini

Mayıs 9, 2021

·

Makale

Yasal açıdan mobbing

(Görsel: Pazarlamasyon) Mobbing , çalışma hayatında uzun zamandır süregelen fakat yakın zamana dek adlandırılmamış, üzerinde yeterli sayıda çalışma yapılamamış bir olgudur. 1980'li yıllara gelindiğinde nihayet incelenmeye başlanan mobbing kavramı, “ iş yerinde psikolojik taciz ” şeklinde tanımlanabilir. Mobbing kapsamında öne çıkan davranışlar arasında; angarya işler yükleme, işle ilgili bilgilerin gizlenmesi , sözlü taciz ile istifaya zorlama ve benzeri eylemler sayılabilir. Pandeminin çalışma hayatına etkileri göz önünde bulundurulduğunda, evden çalışma ortamının getirdiği belirsiz mesai saatleri ile özel hayatın gizliliğinin ortadan kalkması durumu, ya da sağlık çalışanlarının maruz kaldığı aşırı iş yükü ve psikolojik şiddet mobbing kapsamına giren davranışlara örnek gösterilebilir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın yayınladığı İşyerlerinde Psikolojik Taciz (Mobbing) Bilgilendirme Rehberi ‘ne göre, yalnızca 2017 yılında, bakanlığın iletişim merkezi olan Alo 170 hattına işyerinde psikolojik tacize yönelik 16.784 çağrı yapılmış ve bunların %83 ’ü özel sektör çalışanlarından gelmiştir. Yine aynı verilere göre, mobbinge yönelik davranışların arasında istifaya zorlama , görev yeri değişikliği ve hakaretler başı çekiyor. Bu davranışlar ilk bakışta yalnızca maruz kalan kişiyi ilgilendiriyor gibi görünse de, domino etkisi yaratarak iş yeri ortamını olumsuz etkilemekte ve nihayetinde hem bireyler hem de şirketler için sosyal ve ekonomik yönden yıkıcı sonuçlar doğurabilmektedir. Psikolojik tacizin önüne geçebilmek için ilk yasal düzenleme 1993 yılında İsveç ’te çıkarılmış olup günümüze kadar birçok devlet çeşitli düzenlemelerle bu alanda adımlar atmıştır. Türkiye’de ise 2011 yılında yayınlanan İşyerlerinde Psikolojik Tacizin (Mobbing) Önlenmesi başlıklı genelge ile mobbingin önlenmesi için tedbir alınmasının gerekliliği vurgulanmış, ancak bir yaptırım öngörülmemiştir. Söz konusu kavram ilk kez 2012 yılında yürürlüğe giren yeni Borçlar Kanunu ’nda düzenlenmiş ve ilgili maddede; “ işverenin, çalışanının psikolojik ve cinsel tacize uğramasını önlemek için gerekli adımları atması gerektiği, aksi halde çalışanın zararını tazminle yükümlü olacağı ” belirtilmiştir. İş Kanunu ’nda ise psikolojik tacize yönelik bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak işverenin eşit davranma borcunu düzenleyen 5.madde, “ çalışana dil, din, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç ve benzer sebeplere dayalı ayrım yapılamayacağını ” belirterek, mobbinge karşı büyük ölçüde koruma sağlamaktadır. Bu düzenlemelerin yanı sıra, Avrupa Konseyi Sosyal Haklar Komitesi tarafından gözetilen ve ülkemizin de imzacı olduğu Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı , onurlu çalışma hakkı ilkesi kapsamında psikolojik şiddete karşı koruma sağlamaktadır. Öte yandan, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de farkındalığı yeni oluşan bir sorun olarak mobbinge karşı birtakım yasal düzenlemeler ile koruma sağlansa bile; uygulamada bu düzenlemelerin yetersiz kaldığı, çalışanların mobbingden korunmak adına sahip olduğu hakları pek bilmedikleri ve dolayısıyla bu hakları yasal yollardan talep etmedikleri görülmektedir. Oysa ki, iş yaşamında ve toplumsal hayatta, işveren ve çalışanların bilgilendirilmesi düzeni sağlamak adına bir zorunluluk teşkil eder. Bu kapsamda Mobbing ile Mücadele Derneği danışmanlık ve destek hizmeti sunarken, iş yerinde psikolojik tacize maruz kaldığını düşünen kişilere Alo 170 hattı üzerinden de danışmanlık hizmeti sağlanabilmektedir. Elif Ay

Yasal açıdan mobbing

Mayıs 16, 2021

·

Makale

LGBTİ+ hakları

(Görsel: Vikipedi) 17 Mayıs’ta Uluslararası Homofobi ve Transfobi Karşıtlığı Günü kutlanırken, sosyal medya kullanıcıları paylaşımlarıyla LGBTİ+ bireylerin toplumun kalanıyla eşit haklara sahip olmadığına dikkat çektiler. Söz konusu kesimler toplum baskısıyla cinsel kimliklerini rahatça ifade edemediklerinden ötürü nüfusa oranı kesin olarak bilinmese de; ülkeler bazında yapılan çeşitli araştırmalar bize Dünya nüfusunun yüzde 2 ila 10 ’unun LGBTİ+ bireylerden oluştuğunu gösteriyor . Yerleşik toplum kültürü ve hukukî düzenlemelerle, ayrımcılık henüz eğitim hayatında baş gösteriyor. Eğitim kurumlarının ve yurtların işleyişini düzenleyen özel kanunlarda, “ genel ahlaka aykırı davranış ”, “ iffetsiz yaşam sürme ” gibi yoruma son derece açık maddeler LGBTİ+ bireyler aleyhine uygulanarak eğitim hayatları sekteye uğratılabiliyor. İstihdam alanında ise, Kaos GL Derneği ’nin 2019 tarihli LGBTİ+’ların İnsan Hakları Raporu ’na göre iş yerinde cinsel kimliğini açıklayabilen LGBTİ+ bireylerin oranı özel sektörde %17,4 iken, kamuda ise bu oranın %4,4 ’e düştüğü görülüyor. Katılımcıların işe alım süreçlerinde bu yönde bir açıklamada bulunma olasılığı ise, istihdam edilmeme korkusuyla daha da düşebiliyor. İstihdama ilişkin ayrımcılıklar, bazı durumlarda özellikle trans bireylerin iş bulamayıp seks işçiliğine sürüklenmesine yol açabiliyor. Dünyada eşcinselliğin yasalarda suç olarak tanımlandığı ülkeler hala mevcut. Yalnızca 28 ülkede eşcinsel evliliklere izin veriliyor. Türkiye’de ise eşcinsellik, açıkça bir suç olarak düzenlenmese de; eşcinsel evlilikler yasal anlamda tanınmıyor. Nihayetinde LGBTİ+ bireyler, evlilik birliği içerisinde evlat edinme ve mirasçılık haklarından mahrum bırakılıyor. Bu itibarla, Türkiye’de LGBTİ+ bireylerin haklarını koruyan yasal düzenlemeler, uluslararası alanda olduğu gibi pek de tatmin edici değil. T.C. Anayasası ’nın 10. maddesinde “ Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. ” ifadesi yer almakla birlikte, cinsel kimlik veya cinsel yönelim bu kapsama dâhil edilmemiştir. Türk Ceza Kanunu da paralel sebeplerle ayrımcılık yapılarak bir kişinin sosyal ve ekonomik haklarından yoksun bırakılmasını nefret suçu şeklinde tanımlamış, fakat bu kapsamda cinsel kimliğe ilişkin ifadelere yer verilmemiştir. Öte yandan, Türkiye’de LGBTİ+ bireylere ilişkin yegâne düzenleme ise Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Sağlık Yeteneği Yönetmeliği olup burada cinsel davranış bozukluğu terimi kullanılmış ve cinsel kimlik farklılıkları askerliğe engel bir durum şeklinde tanımlanmıştır. Öyle ki, Türkiye farklı cinsel kimlikleri, askerlik engeli olarak gören tek NATO ülkesidir. Uluslararası alanda, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ayrımcılık karşıtı ilkelere sahip olsa da; LGBTİ+ bireyleri açıkça koruyan maddelere sahip değiller. Çoğu zaman bu kesimlerin hakkını savunmak nâmına, bahsi geçen düzenlemeler yorumlanarak, dönemin ruhuna ve toplumun bakış açısına göre kararlar alınmaktadır. Spesifik olarak cinsel yönelim ve cinsel kimlik sebebiyle ayrım yapılamayacağını belirten tek düzenleme ise; 21 ülkenin tarafı olduğu, Türkiye’nin ise yakın zamanda çekildiğini duyurduğu İstanbul Sözleşmesi ’dir. Özetle LGBTİ+ haklarına yönelik toplumsal hassasiyetin veya bu hakları koruyacak yasal düzenlemelerin yetersiz olması; söz konusu bireylerin çalışma , evlenme , eğitim veya sağlık hakkını ihlale ve hatta nefret suçlarının veya intihara sürüklenmenin neticesinde yaşam hakkını ihlale dek uzanan sonuçlar doğurabiliyor. Nispeten iyi senaryoda ise LGBTİ+ bireyler, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de, toplumun geri kalanıyla eşit haklara sahip olmak adına mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Elif Ay

LGBTİ+ hakları

Mayıs 23, 2021

·

Makale

Evrensel temel gelir

(Görsel: GiveDirectly) Evrensel temel gelir yüzlerce yıl sonra nihayet mümkün bir model gibi görünüyor. Devletlerin her vatandaşına, düzenli ve koşulsuz bir parasal destek vermesi gerektiğine yönelik fikir, aslında 16. yüzyıldan beri mevcut. Söz konusu konsept, 1974-1979 arasında Kanada 'nın Manitoba eyaletinde denenmiş ve hastaneye gitme oranlarında düşüş ve lise mezuniyet oranlarında artış ile sonuçlanmıştı . 2017 yılında Finlandiya 'da gerçekleştirilen deneyde ise, işsiz nüfus arasından rastgele seçilen iki bin kişiye iki yıl boyunca ayda 560 avro ödenmesinin ardından; söz konusu kişilerin iş bulma istekleri azalmadığı gibi, bu kişilerin iş arayışı boyunca daha az strese girdiği ve kalıcı işler bulana dek bekleyebildikleri ve nihayetinde, etkin kaynak dağılımı anlamında ekonomiye fayda sağladığı ortaya çıktı. Öte yandan temel gelir modeli, sınırlı pilot uygulamalarla denenmiş olsa da, başarısızla sonuçlanan İran örneği dışında bir ülkenin tüm vatandaşlarını kapsayacak ölçekte henüz denenmedi. Öyle ki, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad döneminde yapılan Enerji Reformu Yasası ile 2010 yılından itibaren kademeli şekilde 70 milyonluk ülke nüfusunun tamamına sağlanan ve ayda yaklaşık 90 dolarlık desteklere ilişkin hesaplamaların yanlış olduğu, petrol fiyatlarındaki yüksek fiyat seviyelerinin 2014'teki çöküşüne dek anlaşılamadı . Bir diğer örnekte, ABD 'de Alaska Varlık Fonu tarafından, petrol gelirlerinden elde edilen karların, eyalette yaşayan tüm bireylere yıllık kar payı şeklinde dağıtılmasına yönelik uygulama kapsamında ödenen yılda ortalama iki bin dolar seviyesindeki ödemeler, temel gelir konseptine kıyasla bir hayli düşük kalıyor ve bu gerekçelerle kabul görmüyor. Kapsayıcı olmayan veya bir kişinin ihtiyaçlarını karşılamasına yetecek tutarda tasarlanmamış bir modelin, garanti gelir şeklinde algılanacağı ise aşikâr. Zira Alaska'daki uygulamanın gözlemlenen yegâne sonucu, çocuk doğum oranlarındaki artış şeklinde olmuştur . Yine de pandeminin ilk günlerinden itibaren tüm dünyada hükümetlerin söz konusu modeli devreye alması için çağrılar artıyor; kaldı ki mevcut denemelerde, kimi ortodoks iktisat çevreleri tarafından dillendirilen " çalışmaya karşı isteksizlik doğuracağına " yönelik bir sonuç da ortaya konmuş değil. Özetle, COVID-19 salgını nedeniyle yaşanan ekonomik krizin ortasında; Victor Hugo 'nun " Zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü hiçbir şey yoktur. " şeklindeki veciz ifadesini * hatırlatacak ölçüde sarsılmaz adımlarla ana akım bir fikir olmaya doğru ilerliyor. Köken itibarıyla temel gelir fikri ilk önce Thomas More 'un 1516 tarihli kitabı Ütopya 'da yayınlanmış ; " bir ülkenin herkese bir geçim kaynağı sağlaması gerektiği, böylece hiç kimsenin önce hırsız, sonra da ceset olmak gibi korkunç bir zorunluluk altında kalmayacağı ” şeklinde ifade edilmiştir. Yaklaşık 250 yıl sonra, bu kez Thomas Paine , " zengin veya fakir farketmeden herkese yapılacak ödemelerden " söz ediyordu. Günümüzde ise, İngiliz İşçi Partisi gibi politik aktörlerden, Silikon Vadisi'nden Elon Musk ve Mark Zuckerberg gibi milyarderlere dek uzanan bir dizi farklı savunucu tarafından çeşitli bağlamlarda desteklendi . Hatta geçtiğimiz yılın seçimlerinde Demokrat başkan adayı Andrew Yang , " 18 yaş ve üstü her Amerikalıya ayda 1000 dolar ödeneceği " sözünü vermişti. Boğaziçi Üniversitesi 'nden Prof. Dr. Ayşe Buğra , " temel gelir veya vatandaşlık geliri uygulaması fikrinin; kişilere, insan onuruna yakışmayan işleri reddetme imkanı verdiğine " dikkat çekiyor . Buna göre, kişiler ellerine düzenli gelir geçeceğini bilirse, bu durum kendi hayatları üzerine rasyonel karar almalarına yardım edecektir. Bu meseleye dair kavramları nasıl düşündüğümüz, gelişmeye ve hayatta kalmaya devam etmek için de zorunludur. Zira iklim krizinin yakıcı hale gelmesiyle birlikte, fazla nüfusu dışarıda tutmak için duvarlar inşa etmekten daha fazlasını yapmamız gerekecek. Giderek daha rekabetçi ancak yıkıcı hale gelen serbest piyasa ve artan servet eşitsizliği karşısında, insanların ihtiyaçlarını tanımlamanın ve bunları toplu olarak karşılamanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Çünkü iktisat bilimi , her şeyden önce bir etik meselesidir. Modern anlamda temel gelir düşüncesinin kurucusu olan Philippe Van Parijs öncülüğünde örgütlenen Temel Gelir Dünya Ağı ( BIEN ) tarafından yapılan tanımlamaya göre, evrensel temel gelir modeli aşağıdaki beş özelliğe sahiptir: Periyodik: Bir defaya mahsus hibe şeklinde değil, düzenli aralıklarla ödenir. Nakit ödeme: Uygun bir değişim aracıyla ödenir ve kişilerin parayı neye harcayacaklarına kendi başlarına karar vermeleri gerekir. Bu itibarla aynî yolla veya kuponlar şeklinde ödenemez. Bireysel: Hane bazında değil, bireysel olarak ödenir. Evrensel: Herhangi bir aracılık (gelir testi vb.) olmaksızın herkese ödenir. Koşulsuz: Çalışmak veya çalışmaya istekli olmak şartı ve benzeri koşullar aranmaksızın ödenir. O halde esas soru; " Evrensel temel gelir modeli tercih edilebilir bir alternatif midir ve şayet öyleyse uygulanabilir nitelikte midir? " şeklindedir. Bu soruya evvela felsefi bir cevap verebiliriz. Pandemi ortamında deneyimlediğimiz şekilde; her şeyin bir akış halinde olduğunun göründüğü bu tip zamanlarda, daha önce hayal edilemez olan şeyler bile aniden düşünülebilir hale gelir. Ancak fenomenlerin popülaritesine rağmen, bir fikrin, uğrunda mücadele etmeden gerçekleşmesini bekleyemeyiz. Çünkü kriz dönemleri, güç ilişkilerini (olağan dönemdeki yumuşatıcı unsurlar olmaksızın) tüm çıplaklığıyla açığa vurur. Bu anlamda, söz konusu model, yaşadığımız (ve görünen o ki yaşayacağımız) durgunlukta bir cankurtaran olabilir. Zira kriz dönemlerinde, insanların topluma ve sosyal politikaya bakışları değişir; hemen herkesin eşit haklara sahip olması fikri çok daha kolay kabul görür. Krizler, sosyal politika anlamında esaslı değişimlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir . Fakat son tahlilde, her bir vatandaşın yaşam masraflarını önemli ölçüde karşılayacak bir düzeyde sürekli ödemeler yapılmasının, bütçede yaratacağı ek maliyetlerin nasıl karşılanacağı ise hâlâ bir muamma . Kaldı ki iktisadi kısıtlar veriliyken, politika yapıcıların neye öncelik vereceği ve dolayısıyla neyi geri plana atacağı hep bir tartışma konusu olmuştur. Yine evrensel temel gelir modelinin hayata geçmesi halinde; refah tuzağı (uçurumu) oluşması gibi sakıncalarının yanı sıra, emeklilik ile vergi başlığında mevcut uygulamalarının nasıl reformlara tabi tutulması gerektiği cevaplanmayı bekleyen diğer sorular arasında yerini koruyor. * Rien n'est plus puissant qu'une idée dont le temps est venu.

Evrensel temel gelir

Mayıs 30, 2021

·

Makale

Nedir bu compliance?

(Çizim: Bilge Alpay ) Anglosakson kökenli bir kavram, kurum ve ilke olan compliance ( uyum ) sözcüğü, İngilizcede " uymak, razı olmak, itaat etmek " anlamlarına gelen " to comply" fiilinden türetilmiştir. Türkçede ise " uyma, uyum, itaat, uygunluk " gibi anlamları karşılamaktadır. " Kabul edilmiş belirli standartlara göre hareket etmek " şeklinde tanımlayabileceğimiz bu kavramın, yalnızca hukuk alanında değil; medikal, telekomünikasyon, ticaret, bilişim, çevre gibi pek çok başlıkta uygulaması ve terminolojik karşılığı bulunmaktadır . Hemen akla geleceği üzere, hukuk alanından bir örnek vermek gerekirse; compliance ifadesinin karşılığı mevzuat uyum yani hukuka uygunluktur. Diğer bir ifadeyle kanun koyucunun belirlediği hükümlere uyularak bu hükümlerin her koşulda uygulanmasıdır. Dolayısıyla kanunlara, tüzüklere, yönetmeliklere, tebliğlere ve düzenleyici nitelikteki diğer mevzuata, yani pozitif hukukta veya evrensel hukukta yer alan düzenlemeler ile ahlak ve etik kurallarına uymaktır. Bu yükümlülükler kapsamına girenlerin listesi elbette gerçek kişilerle sınırlı değildir. Kamu ya da özel tüzel kişilikler de bu kapsama girer. Yine, yasama ve yürütme organları, hatta yargı organları da buna dahildir. Bu bağlamda, ilgili kurum ve kuruluşların tamamı uygulama alanı içinde bulundukları yasal düzenlemelerin tamamına uymak; tüm eylem ve işlemlerini ilgili mevzuat hükümlerine, yanı sıra hukukun evrensel kurallarına, ahlak ve etik ilkelerine uygun biçimde yapmak zorundadırlar . Ek olarak, compliance denildiğinde kastedilen bir diğer olgu şüphesiz kurumsal uyum ifadesidir. Adıyla müsemma bu ifade, bir kuruluşun iç politikalara ve prosedürlere veya otoritelerce kabul edilen kurallar ve dış düzenlemelere uyumunu sağlamak için izlediği eylem ve programları işaret eder. Zira kurumsallık, bir şirketin tüm paydaşları arasındaki ilişkilere dayanır. Basitçe kurumsal bir yönetim anlayışı ile yönergeler tanımlanır ve kimlerin karar alma ve kuruluşu yönetme yetkisine sahip olduğu belirlenir. Kurumsal uyum noktasında, sağlıklı bir kurumsal yönetim yapısı esastır. Compliance kavramı, gerek ifade gerek hukuki bir araç olarak ilk kez Amerika Birleşik Devletleri'nde ( ABD ) telaffuz edilmiştir. Hukuki ve/veya ticari hayat bağlamında, kavramın etrafında henüz tam anlamıyla bir fikir birliği mevcut olmamakla birlikte; compliance denildiğinde, yöneticileri ve çalışanlarıyla birlikte bir tüzel kişi olarak şirketlerin her türlü işlemlerinde hukuk kurallarına ya da ahlak ve etik ilkelerine göre hareket etmesi şeklinde bir ortak kabul mevcuttur. Bu itibarla, artan sayıda yasal düzenlemeler ve şeffaflık ihtiyacı nedeniyle, şirketler ve hatta devlet kurumları Etik ve Uyum Politikası ya da Uyum Programı gibi konsolide kontrol setlerinin kullanımını giderek daha fazla benimsemektedir . Ancak uyum olgusu yalnızca sektöre göre değil, çoğu zaman uygulandığı yere göre bile değişir. Bu durum genellikle farklı ülkelerde, endüstrilerde ve politika bağlamlarında değişen hedeflere ve gereksinimlere verilen tepkilerin bir neticesidir. Öte yandan Uluslararası Standartlar Teşkilatı'nın ( ISO ) geçtiğimiz aylarda yayımladığı ISO 37301:2021 başlıklı standart, hem uyum ve risk yöneticilerinin nasıl çalışması gerektiğinin altını önemle çizmekte hem de uyum yönetim sistemlerini standartlaştırma noktasında çok önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Compliance, yerel hukukumuzca henüz içselleştirilmemiş bir kavram olmakla birlikte, giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Bu kavram genel anlamda yürürlükte olan tüm kurallara uygun hareket etmek anlamına gelse de, özel olarak Türkiye'nin de taraf olduğu Yolsuzluğa Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve OECD Rüşvetle Mücadele Sözleşmesi gibi uluslararası anlaşmalara uygun hareket edilmesi gerektiğini de ifade etmektedir. Bu nedenle Türkiye, uluslararası itibarını korumak adına, gerçek ve tüzel kişilerin yaptığı ihlallerin denetlenmesini ve bunlara yaptırım uygulanmasını temin etmek zorundadır. Compliance kavramının en temel amacı insan hakları nın korunmasıdır. Bu bağlamda çocuk işçiliği, zorla çalıştırma, ayrımcılık, cinsel taciz, mobbing gibi hukuk ve ahlak dışı eylemlerin önüne geçilmesi adına compliance kurumunun caydırıcı şekilde kullanılmasıdır. Paralel şekilde ticaret hukuku bağlamında compliance ile kastedilen husus, şirketler ile bunların yöneticilerinin veya çalışanlarının yasal düzenlemeler hakkında bilgilendirilmiş ve yetişmiş olmalarının, söz konusu kurallara uygun davranmalarının sağlanmasıdır. Compliance kavramının uygulama bulduğu bir diğer ana dal iş hukuku dur. Bu bağlamda geliştirilen teoriler; işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş kazalarının önlenmesi amacıyla tedbirlerin alınması, işçilerin maddi ve manevi menfaatlerinin ve diğer haklarının korunması gibi türlü hukuki ve yasal kurallara uyulması anlamına gelmektedir. Dahası bu konularda işverenlere ödev ve sorumluluklar yüklemektedir. Compliance kavramının vücut bulduğu bir diğer temel disiplin ise ceza hukuku dur. Compliance olgusunun bu bağlamda temel amacı başta rüşvet, karapara aklama, terörizmin finansmanı, vergi kaçakçılığı, kartel ve diğer rekabet ihlalleri, ticari sırların ifşa edilmesi, içerden bilgi ticareti gibi suçlar ile çevreye karşı işlenen suçların önlenmesidir. Compliance kavramının benzeştiği bir diğer ilke, Anglosakson düşüncesindeki due process of law olarak isimlendirilen kurumdur. Türkçede " gerekli hukuki süreç " ya da " uygun hukuki usul " şeklinde çevirebileceğimiz bu ilkenin kaynağı 1215 tarihli Magna Carta bildirisidir. Öyle ki siyasal iktidarların, güçlerini kötüye kullanmasının önüne geçmeyi ve dolayısıyla yurttaşların hak ve özgürlüklerini korumayı amaçlayan bu ilke, bir anayasal güvence niteliği taşır. Benzer şekilde ABD Anayasası 'nın Ek Beşinci Maddesi , siyasal iktidarın gerekli hukuki usullere uygun olmayan bir şekilde, hiç kimseyi hayatından, özgürlüğünden ve mallarından yoksun bırakamayacağını ifade eder. Bu ilke yalnızca siyasal iktidarlar bakımından değil, aynı zamanda adaleti yöneten ve dağıtan yargı organları açısından da bağlayıcı niteliktedir. Özetle bu ilke, compliance kavramının siyasi ve idari alana yönelik bir yansımasıdır.

Nedir bu compliance?

Haziran 6, 2021

·

Makale

Çocuk işçiliği

(Çizim: Olçar Yiğen ) Çocuk işçiliğine karşı engel olmak amacıyla her yıl 12 Haziran, Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü olarak ilan edilmiştir. Şüphesiz çocuk işçiliği farklı kültürlerde yaş ve etkileri açısından farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Türkiye’de 18 yaşını geçmemiş herkes çocuk şeklinde tanımlansa da; 15 – 18 yaş arası çalışanlar genç işçi , 14 – 15 yaş arası çalışanlar ise çocuk işçi olarak sınıflandırılıyor. Gerek uluslararası plandaki gerekse Türkiye’deki yasalar, çocuk işçiliğinin ve emek sömürüsünün önüne geçmek adına birçok düzenleme içeriyor. Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme , taraf devletlere çocukların çalışma koşullarını iyileştirmeye ilişkin yükümlülükler atfediyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün ( ILO ) Asgari Yaş Sözleşmesi de çocuk işçiliğini ortadan kaldırmayı hedefleyerek; en az 15 yaşını doldurmuş olan çocukların, fiziksel ve zihinsel gelişimlerini engellemeyecek işlerde çalıştırılabileceğini öngörüyor. Türkiye özelinde bakıldığında ise; Anayasa’da, “ Kimse, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamaz ” ibaresi yer alırken, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ise çocukların ağır şartlar altında çalışmalarına karşı düzenlemeler içermektedir. Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliğe göre, ancak 14 yaşını doldurmuş çocukların, gelişmelerine veya sağlık ve güvenliklerine zararlı etki ihtimali olmayan işlerde ve eğitim yaşantılarını sekteye uğratmayacak şekilde çalışmalarına izin veriliyor. Ancak söz konusu yasal düzenlemelerin uygulanması, pek çok alanda olduğu gibi çocuk işçiliği örneğinde de yetersiz kalmaktadır. ILO’nun 2017 tarihli Çocuk İşçiliğine Dair Küresel Tahminler başlıklı raporuna göre, dünyada toplam 152 milyon çocuk, diğer bir ifadesiyle her 10 çocuktan biri işçi olarak çalışıyor. Bu çocuklardan, sağlık ve gelişimi etkileyen tehlikeli işlerde çalışanların sayısı da 73 milyonun üzerinde . Çocuk işçiliğinin sektörlere göre dağılımda, tarım açık ara başı çekerken, onu hizmet ve sanayi branşları takip ediyor. TÜİK tarafından hazırlanan Çocuk İşgücü Anketi 2019 yılı sonuçlarına göre, Türkiye’de en az 720 bin çocuk işçi olduğu saptanırken, çalışma yaşının beşe kadar indiği örnekler görülüyor. Büyük çoğunluğu, aile ekonomisine yardımcı olmak için çalışan çocukların yüzde 34 ’ü çalışırken okula devam edemiyor. Yüzde 13 'ünün ise çocuk gelişimine uygun olmayan bir ortamda çalıştığı, yüzde 11 'inin de kimyasal madde, toz, duman ve diğer zararlı gazlara maruz kaldığı görülüyor. Çocukların yaptığı işlerin tamamı, ortadan kaldırılmak istenilen çocuk işçiliği kategorisine girmeyebilir. Hatta çocukların kişisel gelişimlerine zarar vermeyen ya da eğitimlerini aksatmayan işler, onlara çeşitli beceri ve deneyimler kazandırıp, yetişkinlik dönemi için bir hazırlık da olabilir. Fakat yukarıda bahsedilen istatistiklerde görüldüğü üzere; çocuk işçiliği büyük ölçüde, fiziksel ve zihinsel gelişimi devam etmekte olan ve eğitim hayatına devam etmesi gereken bireylere karşı bir emek sömürüsünden öteye gidememiştir. Çocukların hangi sebeple olursa olsun işçi sıfatıyla çalıştırılmaları, onların en doğal hakkı olan oyun hakkının veya eğitim hakkının ellerinden alınmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, çocukların çalışmasına yol açan bütün toplum dinamikleri, sosyal devlet anlayışı ekseninde yapılandırılmalı ve çocuk emeğinin sömürülmesinin derhal önüne geçilmelidir. Elif Ay

Çocuk işçiliği

Haziran 20, 2021

·

Makale

Karanlık turizm ve sanat etiği

(Görsel: Yves Alarie, Unsplash üzerinden) 20. yüzyıl ile birlikte sanat eserleri alışagelmiş çizgilerin dışarısına çıktı. Örneğin Dadaistler estetik olmayan ancak mantıkdışı olan hemen her şeyi sanat eseri olarak tanımladılar . Günümüzde tarihe damga vurmuş toplumsal içerikli olayların yaşandığı mekanlar bir açık hava müzesi niteliğindedir. Pekiyi, insan kitlelerini derinden etkileyen bu olayların yaşandığı yerlerin sanat eserleri sergilenen açık hava müzesine dönüştürülmesi etik midir? Sanatın etik ile ilişkisi, etiğin sanat üzerindeki olumlu ya da olumsuz yargısı ile ilgilidir. Sanat özneldir; bireyin duygu, düşünce ve sezgileri ile birebir ilintilidir. Bu öznel varlığı nedeniyle de etik yargılamaya son derece açık olmakta, bununla beraber toplumun sanat anlayışı ise bu yargılamayı mümkün kılmaktadır . Günümüzde dünya genellikle postmodern şeklinde tanımlanıyor ve kendimizi sıklıkla bu kavrayış içerisinde buluyoruz. Söz konusu perspektifin, müzelerin inşa edildiği en derin temellerden bazılarını, önemli köşe taşlarını sorguladığı açıktır . Bugünün müzeciliğinde geçmişin izleriyle yeniden şekillendirilmiş ve tarihte iz bırakmış zaman, mekan veya eşyalar sergilenmektedir. Bu durum ise, heterotopya ( hétérotopie ) ile açıklanabilmektedir. Bu kavram farklılığın mekanını tariflerken; bunlar bir erkin düzen koyucu, sterilize eden ve türdeşleştiren yaklaşımlarına karşı duran mekanlar olarak belirirler . Foucault ’ya göre “ heterotopya bir tek gerçek mekanın içinde, birçok zaman ve mekanın birden barınması ” anlamını taşımaktadır. Bu itibarla, kavramın müzecilikte kapladığı yeri net bir şekilde görebilmekteyiz; çünkü müzeler yaşayan ve yaşatan bir yapı işlevi görmektedir. Açık hava müzesi ise, bina ve eser koleksiyonlarını açık havada sergileyen tipte bir müzedir. Halkın, geçmişin sunumuyla doğrudan temasa geçtiği bir yerdir. Sergilenenler çoğunlukla bölgede yaşamış olan insanların eşyaları ile bölgenin tarihine uygun şekilde fark edilmesini sağlayan ve bütünlüğü destekleyen yapıtlardır . Çernobil adı, tüm zamanların en kötü nükleer felaketlerinden birisi ile eş anlamlı hale geldi. 26 Nisan 1986 'da gerçekleşen Çernobil santralindeki nükleer kaza, deneyimsiz personel ve zayıf bir güvenlik yedekleme sistemi yüzünden; bir deney sırasında meydana geldi . Nükleer kaza neticesinde, bir reaktörün çatısı patlama nedeniyle göçtü ve çok kısa süre içinde Ukrayna , Rusya , Belarus ve Doğu Avrupa 'ya yayılan bir radyoaktif buluta dönüştü. Erken sonuçlar, radyoaktif iyonların çevredeki yayılmasına bağlı olarak, Hiroşima ve Nagazaki ’ye atılan nükleer bombalardan 400 kat daha fazla ekolojik zarardı. Birkaç gün içinde, yüz binlerce insan Çernobil çevresindeki kirli bölgelerden tahliye edildi . Tahliye edilenlerin çoğu, daha sonra hayalet kasaba şeklinde nitelendirilecek Pripyat 'ta, Çernobil santraline en yakın yerlerin sakinleriydi. Söz konusu bölge zamanla, felaketin ardından oluşan sembolik boşluğun bir temsiline dönüşmüştür. Çernobil'deki ilk turistler, radyasyon seviyesinin önemli ölçüde azalmasının ardından doksanlı yıllarda ortaya çıktı. Ukrayna sınırları içerisinde yer alan bölge, turizme açık bir şekilde gezilebilmektedir. Günümüzde tek bir resmi şirketin çatısı altında gezilebilen bölgede, özellikle bazı kesimlerin hala yüksek radyasyon oranına sahip olması nedeniyle ziyaretçilerini yüksek güvenlik tedbirleri altında kabul etmektedir. Chernobyl Exclusive Tours şirketi, bölgeyi turistlere gezdirmektedir. 21. yüzyılın ortalarından beri, ölümün ve karanlık deneyimlerin turizminde hızlı bir büyüme yaşandı. Karanlık turizm ( dark tourism ) olarak ifade edilen bu olgunun temelinde, insanların felaketlerin yaşandığı bölgeleri ziyaret etme isteği yatmaktadır. Bu insanlar yaşanmışlığın peşinde koşmakta ve çoğu zaman geçmişlerini aydınlatmaya çalışmaktadırlar. Pompeii , Gelibolu , Auschwitz ve diğer benzerleri gibi; Çernobil de karanlık turizmin bir örneğidir. Pripyat şehri, sergilenen gerçek fotoğraflara rağmen, ürkütücü bir gizem ve sürekli bir tehlike atmosferine boyun eğdirilmiş bir sahne işlevi görmektedir. Gezi esnasında tanık olunan şeyler sadece imgelerden ibaret değil, bilakis yaşamın kendisidir. Resmi olarak bir müze olarak tanımlanmasa da; açık hava müzesi işlevi gören Çernobil bölgesi ve yaşanmışlıkların bıraktığı kalıntılar, adeta doğal oluşumlu bir sanat yığınıdır . Yukarıda bahsettiğimizin aksine, burada sanatı belirleyen bizzat turistlerdir. Bölgeyi bu hale getiren bir felaketin insanlarda uyandırdığı merak ve üzüntüdür . Etik bu olgunun içinde midir? Aslında etik her yerdedir, oluşumunun başlangıç aşamasından tamamlanışına dek varlığını göstermektedir. Birçoğumuz farklı şehirleri turist olarak gezmiş ve o şehirlerin felaketlerine dahi tanıklık etmişizdir. Gelgelelim, bu tanıklık bilinçsiz değil, bilinçli şekilde gerçekleşmektedir. İçinde bulunulan anın tüm duygusal yükünü, bireyin omuzlarına alarak; deyim yerindeyse etiğin perde uçlarından tutarak adım adım ilerlemektedir. Ecem Hazal Öksüzömer Barlak

Karanlık turizm ve sanat etiği

Haziran 27, 2021

·

Makale

Türkiye’de basın özgürlüğü

(Görsel: Hacı Bişkin, Gazete Duvar üzerinden) Haziran ayında Dünya genelinde kutlanan Onur Haftası etkinliklerinde, haklarını savunmak için yürüyüş yapan LGBTİ+ bireyler ile insan hakları savunucuları meydanları doldururken; hem kendileri hem de basın mensupları orantısız güce ve kısıtlamalara maruz kaldı. Pulitzer adaylığı bulunan ve 2014'te Time dergisi ve The Guardian gazetesi tarafından Yılın En İyi Fotoğrafçısı seçilen Bülent Kılıç da bu orantısız güce maruz kalırken, polis şiddeti gördüğü anlardaki görüntüler kamuoyuna yansıdı . Bir basın mensubu olarak Bülent Kılıç, sırf çalışma hürriyetini kullanıp habercilik görevini yerine getirdiği için mağdur edilenlerin ne ilki ne de sonuncusu... Türkiye’de basın özgürlüğüne yönelik ihlaller, yıllardır çeşitli şekillerde devam ediyor. Türkiye Gazeteciler Sendikası ’nın 2020–2021 Basın Özgürlüğü raporuna göre ülkemizdeki 43 gazeteci , gazetecilik faaliyetlerinden dolayı cezaevinde bulunuyor. Son bir yılda ise toplam 274 gazeteci ise çeşitli suçlamalarla yargılandı. Gazeteciler en çok " terör örgütü propagandası yapma " suçu ile yargılanırken karşılaştıkları zorluklar yalnızca yargılamalar ve usulsüz tutuklamalarla da kalmıyor. Kamuoyunda kendilerine karşı oluşturulan algı doğrultusunda, fiziksel ve sözlü şiddete de maruz kalabiliyorlar. Yine aynı rapora göre yalnız son bir yılda 44 gazeteci fiziksel saldırıya uğrarken, 23 gazeteci de sözlü olarak tehdit edildi. Elbette ki bu rakamlar, yalnızca kayıt altına alınanlardan ibaret. Gazetecilerin şahsına yapılan saldırıların yanında, yayınlarına yapılan müdahaleler de ön plana çıkıyor. " Kamu güvenliği ", " milli güvenlik ", " devlet sırlarının ifşası ", " kamu düzeni " ve benzeri sebeplerle yayın yasağı getirilmesi işten bile değil. Aslına bakılırsa Anayasamız, " Basın hürdür, sansür edilemez " demekle basın ve haberleşme hürriyetini koruyup bu durumların önüne geçebilir gibi görünüyor. Ancak ilgili kanunun 26. maddesinde , basın özgürlüğüne kısıtlama getirilebilecek haller çok daha kapsamlı ve çeşitli olarak anlatılıyor. Basın özgürlüğü, 5187 sayılı Basın Kanunu ile korunmaya çalışılsa da tüm bu düzenlemelerdeki açık kapılar ihlallere yol açıyor ve adeta kamu düzeni ve devlet güvenliği ile basın özgürlüğü arasında bir çıkar çatışması varmış gibi görünüyor. Kanunlardaki kısıtlayıcı maddeler yargı çevrelerince geniş yorumlandığında ise, bu çatışmasının kaybeden tarafı genellikle basın özgürlüğü oluyor. Son dönemde Anayasa Mahkemesi ’nin vermiş olduğu bir karar ise bu gidişata bir umut ışığı olabilir. 2015 yılında Yükseköğretim Kurulu ( YÖK ) protestolarına ilişkin haber yapmaya çalışan muhabir Beyza Kural ’ı gözaltına alan polislere ilişkin yargılamayı sonlandıran Anayasa Mahkemesi, verdiği karar ile söz konusu olayda " basın özgürlüğünün, çalışma özgürlüğünün ve ifade özgürlüğünün ayrı ayrı ihlal edildiğini " belirtmiştir . Bu kararın gelecekteki yargılamalara emsal oluşturacağına şüphe yok. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün ( RSF ) Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi 2021 yılı sonuçlarına göre 180 ülke arasında 153. sırada olan Türkiye’de; basın özgürlüğü kanunlarla korunmaktan çok kısıtlanmaya müsait bir kavram olarak varlığını sürdürse de, anlaşılan o ki yargı mercilerinin görüşleri değişmeye başlıyor. Ancak bu süreçte gerek gazetecilerin çalışma hakkının , gerek yurttaşların haber alma özgürlüğünün ihlalinin önlenmesi adına çok daha etkin önlemler alınması gerekiyor. Kanunlarda yer alan kamu güvenliği, milli güvenlik gibi genel ve geniş kapsamlı ifadelerin detaylandırılarak kısıtlanması ile basın özgürlüğünün güvence altına alınması da mümkün. Bunun yanı sıra toplumdaki birçok kesime olduğu üzere basın mensuplarına karşı da kullanılan nefret söyleminin ortadan kalkması, gazetecilerin devletin bütünlüğüne karşı bir tehlike oluşturduğu şeklindeki algının kırılması gerekiyor. Elif Ay

Türkiye’de basın özgürlüğü

Temmuz 4, 2021

·

Makale

Z kuşağı ve etik duyarlılık

(Çizim: Bilge Alpay ) Denetim ve yönetim danışmanlığı firması Deloitte tarafından küresel ölçekte gerçekleştirilen 2021 Y ve Z Kuşakları Araştırması 10. kez yayımlandı. 45 ülkede Y ve Z kuşağından toplam 22 bin 928 katılımcıdan görüş alınırken, bu yılki raporda ilk defa saha çalışması yürütülen tüm ülkelerdeki Z kuşağı da araştırıldı. Saha çalışması 2021'in Ocak ve Şubat aylarında tamamlanmıştır. Çalışmada incelenen Y kuşağı, 1983 - 1994 arası doğumluları kapsamakta, Z kuşağındaki katılımcılar ise 1995 - 2003 arasında doğanlardan oluşmaktadır. Türkiye 'den ise araştırmaya toplamda 500 kişi katılırken, içlerinde Y kuşağı üyesi 300 ve Z kuşağı üyesi 200 katılımcı yer alıyor. Görünen o ki; COVID-19 salgını etkisi ile dünyanın bir çok açıdan karşı karşıya kaldığı belirsizlik ortamı, Y ve Z kuşağının sorumluluk konusundaki bilincini arttırmışa benziyor. Söz konusu bireyler kendilerini siyasal belirsizlikler , sınıfsal ve ırksal ayrımcılık ve iklim değişikliği nedeniyle sorumlu hissediyorlar. Bu kuşakların üyeleri uzun zamandır toplumsal değişim için bir şeyler yapılabileceğini savunuyor ve dünyanın önemli bir dönüm noktasında olduğunu düşünüyor. Daha eşitlikçi ve sürdürülebilir bir dünyayla sonuçlanacak bir değişimi yönlendirmek için sorumluluğun kendilerinde olduğunu belirterek ve üzerlerine düşen görevi yapmak istiyorlar. Rapora göre çevre, en önemli sorun olmaya devam ediyor. Aslında iklim krizi ve çevreyi korumak uzun zamandır Y kuşağının temel endişesiydi. Bu yıl pandemi koşullarının etkisiyle gelir eşitsizliği ve işsizlik de Y kuşağı için kişisel kaygılar listesinin başını çekiyor. Z kuşağı için de bu kaygılar, tıpkı Y kuşağında olduğu üzere öncelikli olarak öne çıkıyor. Türkiye’den ankete katılanlardan; Y kuşağının yüzde 37 'si ve Z kuşağının yüzde 33 ’ü " salgından sonra daha fazla insanın çevre ve iklim konularında harekete geçmeye istekli olacağına " inanıyor. Bununla birlikte katılımcıların tümü değerlendirildiğinde küresel katılımcıların dörtte birinden fazlası , " işletmelerin çevre üzerindeki hem olumlu hem de olumsuz etkisinin satın alma kararlarını etkilediğini " belirtiyor. Katılımcıların en az üçte ikisi (Y kuşağı yüzde 69 ve Z kuşağı yüzde 66 ) " servet ve gelirin eşitsiz bir şekilde dağıtıldığını " düşünüyor. Pek çoğu bunun değişmesi adına devlet müdahalesine ihtiyaç duyulacağına inanıyor. Yine katılımcıların yaklaşık üçte biri gelir eşitsizliğini azaltmayı hedefleyen siyasetçileri desteklediğini belirtiyor. Katılımcıların yaklaşık yüzde 60 'ı üst düzey yöneticiler ve işçiler arasındaki ücret eşitsizliğini kısıtlayacak bir yasanın önemli derecede katkısı olacağını; bu uğurda makul bir geçim ücreti talep edebileceğini ve evrensel normlarda belirlenen temel gelir düzeyinin buna yardımcı olabileceğini belirtiyor. Y ve Z kuşakları ayrımcılığın yaygın olduğuna ve muhtemelen sistemik ırkçılıktan kaynaklandığına inanıyor. Her beş katılımcıdan biri " geçmişleriyle ilgili bir deneyimleri yüzünden her zaman veya sıklıkla, kişisel ayrımcılığa uğradığını " hissediyor. Paralel şekilde, Z kuşağındaki her 10 kişiden altısı ve Y kuşağından en az beş kişi sistemik ırkçılığın toplum genelinde yaygın olduğunu ifade ediyor. Bunu azaltmak için en çok bireyler sorumluluk alırken; eğitimin, yasal sistemin, devletin ve işletmelerin değişiklik yaratma potansiyellerinin gerisinde kaldıklarına inanıyorlar. Son olarak, Y kuşağı için ailelerinin refahı başlıca stres nedenlerinden biri olurken, Z kuşağının en önemli endişesi kariyerlerinin geleceği hakkındaki belirsizlikler oldu. Katılımcıların yaklaşık üçte biri (Y kuşağının yüzde 31 'i, Z kuşağının yüzde 35 'i) " pandeminin yarattığı stres nedeniyle işten izin aldıklarını " söyledi. Buna rağmen, katılımcıların yaklaşık yüzde 40 'ı izin alma sebeplerini işverenlerine açıklarken kendilerini rahat hissedemiyor. Paralel şekilde Y ve Z kuşaklarının yaklaşık yüzde 40 'ı " pandemi süresince zihinsel sağlıklarını destekleme konusunda işverenlerin yetersiz kaldığını " düşünüyor.

Z kuşağı ve etik duyarlılık

Temmuz 11, 2021

·

Makale

Hayvan hakları

(Görsel: Law Column ) Hayvan hakları kavramı, hayvanların insan amaçlarına uygun düştüğü biçimde kullanılabilecek birer eşya olmadığı, kendi arzuları ve ihtiyaçları olan bireyler olarak muamele görmeleri gerektiğini ifade eder. Ancak hukuksal ve normatif anlamda, insan hakkı gibi bir hayvan hakkı olgusundan bahsetmek mümkün değildir. Zira hayvan hakları denildiğinde, insan gibi hak edinebilmesi ve miras edinimi gibi konular anlaşılmamalıdır. Daha ziyade, sürdürülebilir ekosistem için dengenin korunması, hayvanların sağlıklı şekilde yaşamını sürdürebilmesi akıllara gelmelidir. Hayvan hakları ihlalleri ise tüm dünyada çeşitli şekillerde karşımıza çıkabilmektedir. Bu ihlaller başlıca, hayvanların yaşam mekanlarının daraltılması, çevre kirliliği, ticari amaçla çoğaltma, denek olarak kullanma, uyum sağlayamayan hayvanların terki ve deri, tüy, boynuz gibi uzuvlarından gelir elde etme amacıyla öldürme olarak sıralanabilir. Hayvan Hakları İzleme Komitesi tarafından derlenen 2020 Hayvan Hakları İhlal Raporu ’na göre, Türkiye’de 2020 yılında yalnız tespit edilen, en az 1,2 milyar yaşam hakkı gaspı , 22,7 milyon işkence , 3 milyon cinsel şiddet , 1,2 milyar özgürlüğün kısıtlanması vakası yaşanmıştır. Bahsi geçen ihlallere en yakın tarihli örnek olarak, çiftçilerin Tuz Gölü’nü besleyen kanallara bent çekip su akışını kesmesi üzerine, bu bölge üreme alanı olan binlerce flamingo yavrusunun yaşamını yitirmesi gösterilebilir. Son dönemde küresel boyutta yaşanan toplumsal, ekonomik ve siyasi değişimlerin neticesinde, " daha özgür ve adil bir dünya yaratma fikrinin yayıldığı " yadsınamaz bir gerçektir. Bu ise çevre ve doğa hakkındaki meselelerin ön plana çıkmasına ve bu konularda düzenlemeler yapılmasına imkan tanıyor. Nihayetinde bahsi geçen ihlallere karşı durmak adına çeşitli yasal çalışmalar yapılabiliyor. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de yürürlüğe giren Hayvanları Koruma Kanunu ile Türk Ceza Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun da bu yöndeki bir çalışma. Söz konusu kanun her ne kadar uzun süredir kamuoyu tarafından beklense ve hayvanseverleri heyecanlandırsa da; hayvan haklarını gerçek anlamda koruyacak yeterli düzenlemeler içermiyor. Hayvan deneyleri veya kürk satışını engelleyecek hiçbir yaptırım düzenlenmediği gibi, evcil hayvan satışı hakkında da yetersiz kurallar öngören yasa, caydırıcılıktan uzak bir düzenlemeden öteye geçemiyor. Dünyada ve Türkiye’de, her gün binlerce hayvan işkenceye, şiddete, hayvan deneylerine maruz kalırken; bu konuda yapılan düzenlemelerin yetersiz olduğu bir gerçektir. Bu gerçeğin altında yatan sebep, insanın yeryüzü ve hayvanlarla olan ilişkisinin, diğer birçok alanda olduğu gibi, ekonomik bir ilişkiden ibaret kalmasında saklı. İnsan türünün bu faydacı ve bencil bakış açısını bırakıp; kendini doğal dengenin bir parçası olarak görmesi dünyamızın geldiği noktada hayati bir zorunluluktur. Zira insanlığın doğaya ve hayvanlara verdiği zararın tüm ekolojik zinciri , doğal olarak kendisini de etkileyeceğini anlaması gerekiyor. Dolayısıyla tıpkı insanlar gibi sevince, acıya, korkuya, hayatta kalma arzusuna sahip bu canlıları, amacı salt kendi ihtiyaçlarımıza hizmet etmekten ibaret varlıklar olarak görmeyi bırakmak gerekiyor. Çünkü ancak bu şekilde hem hayvanlara uygulanan zulmün önüne geçmek, hem de insanlık için yaşanabilir bir yeryüzünü sürdürmek mümkün olacaktır. Elif Ay

Hayvan hakları

Temmuz 18, 2021

·

Makale

Afrikalı milyonerler

(Çizim: Bilge Alpay ) Deniz aşırı ( offshore ) finans merkezleri ya da vergi cennetleri üzerinde uzlaşılmış bir tanım henüz bulunmasa da, Uluslararası Para Fonu ( IMF ) tarafından şöyle tanımlanıyor: “ İç ekonomisinin ekonomik ve finansal büyüklüğünü oldukça aşan parasal hareketliliğe ve finansal antrepo niteliğinde bir bankacılık sistemine sahip; yurt dışında yerleşik kişilere finansal hizmet sağlayan ülkeler veya yasal bölgeler. ” Bu işlemin arkasında ise bu yerlerde yürürlükte olan çok düşük vergi oranları ile karşılığında ödenen yüksek komisyonlar yatmaktadır. Daha geniş anlamıyla, kişilerin ikamet ülkesinden daha elverişli koşullara sahip başka bir ülkenin yasal düzenlemelerini kullanarak yürüttüğü ticari ve finansal faaliyetleri işaret eder. Deniz aşırı finans merkezleri, tam da bu yüzden müşterilerine sağladıkları çok düşük vergi oranları sebebiyle vergi cenneti olarak adlandırılırlar . Offshore ekonomisi , yurtdışında tutulan ve Amerika Birleşik Devletleri ( ABD ) veya Avrupa Birliği ( AB ) bankacılık ve finans düzenlemelerine tabii olmayan dolar ve euro cinsinden mevduatlardaki artışın bir sonucudur . Zira bölgede yerleşik olmayan kişi veya şirketlere, uluslararası hizmetler sunan finansal rejimlerde; çok düşük vergi oranları, müşteri gizliliği ve varlıkların tam koruması ( asset protection ) vaat edilir. Dünya ekonomisindeki bu dönüşüm, küresel çapta sermaye hareketliliğini de önemli ölçüde artırdı. Dolayısıyla, bu olgu 1960’lardan itibaren euro-dolar piyasasının yükselişinin ve liberalleşen küresel ekonominin bir yansımasıdır. Söz konusu hareketliliğin neticesinde, denetimden uzak ve hatta kuralsız para akışı küresel düzeyde arttı. Offshore ekonomisinin sunduğu imkanlar tamamıyla yasalara uygun olsa bile, yasa dışı faaliyetler için kullanılabilirler ve sıklıkla kullanılmaktadırlar. İngiliz tarihçi Stephen Ellis ’in denizaşırı finans merkezlerinin suç ile ilişkisini vurguladığı üzere ; “ para piyasalarındaki denetimsizlik ve finansal de-regülasyon, mali suçların kapsamını ve karlılığını da büyük ölçüde arttırmıştır. ” Öte yandan yasadışı para akışını büyük oranda kolaylaştıran denizaşırı finans merkezleri, gelişmekte olan diğer ülkelerin ekonomisine büyük zararlar vermektedir. Örneğin Afrika kıtasını ele alacak olursak, Afrika ülkeleri dünyanın geri kalanına kıyasla gelişmekte olan birçok devletin aksine etkili offshore merkezleri kuramadığı halde; bu ülkelerin milyonerleri offshore ekonomisinin önde gelen müşterilerindendir. Bu müşteriler, kârlarını düşük vergi uygulayan offshore bölgelerinde bildirmek üzere, transfer fiyatlandırması ( transfer pricing ) stratejilerini de kullanarak; dolayısıyla hem yasal hem de yasadışı yollara başvurarak, ikamet ettikleri ülkelerin gayrisafi yurtiçi hâsılasına ( GSYİH ) oranla önemli miktarda sermayeyi ülke dışına çıkarıyorlar . Öyle ki, Afrikalı süper zenginlerin yüzde 75 'inin servetini offshore hesaplarında tuttuğu ve bu doğrultuda her yıl yaklaşık 14 milyar dolarlık vergi kaybının yaşandığı belirtiliyor. Uluslararası sivil toplum kuruluşu Oxfam tarafından hazırlanan rapora göre, gelir dağılımı uçurumunun giderek derinleştiği Afrika'da; sadece üç Güney Afrikalı milyarderin serveti, kıta nüfusunun yüzde 50 ’sine denk gelen yaklaşık 650 milyon Afrikalının toplam servetinden (yaklaşık 23 milyar dolar) bile fazla. Zira bugünlerde yolsuzluk sonucu açığa çıkan ölümlü protestolar ile sarsılan ülkenin Forbes dergisinin sıralamasına giren işadamları, Aliko Dangote, Nicky Oppenheimer ve Johann Rupert'in servetinin yaklaşık 29 milyar dolar olduğu hesaplanıyor. Dünya Bankası 'na göre ise, 2030 itibarıyla dünyadaki yoksulların yüzde 87 'si Afrika kıtasında olacağı öngörülüyor. Vergi Adaleti Ağı ( TJN ) tarafından gerçekleştirilen başka bir araştırmada ise, dünya genelinde offshore ekonomisinin sebep olduğu vergi kaybının toplam sağlık harcamalarına oranı yaklaşık yüzde 9 seviyesinde iken; bu oran Afrika kıtası için yüzde 52 şeklinde hesaplandı . Aslında bazı kıta ülkelerinin mali suçların önüne geçebilmek adına finansal sistemlerini uluslararası standartlara uygun hale getirdiler. Ancak Angola , Kongo Cumhuriyeti veya Ekvator Ginesi gibi kleptokratik diye nitelenen rejimlere sahip ülkeler ise asla uygulamaya konulmayan sahte uyum politikalarıyla bir yandan uluslararası finans sistemine erişimlerini sürdürürken; diğer yandan bu ülkede yerleşik suçlular da vergi kaçırma ve karapara aklama olanaklarından tam anlamıyla yararlanmaya devam etmektedir . Oxfam direktörü Winnie Byanyima bu meseleyi, " Afrika yükselmeye hazır; ama yalnızca birkaç süper zengini için değil, birçoğu için çalışan ve daha insani bir ekonomiyi destekleme cesaretine sahip oldukları zaman. " sözleriyle özetliyor. Sarp Kantar

Afrikalı milyonerler

Temmuz 25, 2021

·

Makale

Sosyal medyada beden algısı

(Çizim: Olçar Yiğen ) Son yıllarda teknolojinin gelişmesiyle birlikte geleneksel medyanın yerini almaya başlayan sosyal medya, geniş kitlelerce yaygın olarak kullanılan ortamlardan birine dönüştü. Bu durum her geçen gün gelişirken, sosyal medya bağımlılığı ve kişiler üzerindeki psikolojik etkileri de tartışılıyor. Global Web Index ’in araştırmasına göre günümüzde bir insan, ortalama günde iki saatini sosyal medya hesaplarında geçiriyor. Bu sürenin özellikle çocuk ve ergen yaştaki bireylerde pandeminin etkisiyle artış gösterdiği tespit ediliyor. Yaşantımızdan çaldığı zamanın yanı sıra sosyal medya, filter-bubble yöntemini kullanarak görüş ve tercihlerimizin de etkilenmesine yol açıyor. Filter-bubble internet algoritmaların kişiselleştirilerek, bireylerin ilgi duyduğu alanların ve destekledikleri görüşlerin öncelikli olarak ve daha sık gösterilmesini sağlıyor. İlk başta kulağa kullanışlı gelebilen bu durum, aynı zamanda kişinin yalnız kendi görüşünü destekleyen insanların paylaşımları ile beslenerek radikalleşmesine , farklı fikir ve yönelimlere ise uzak kalmasına neden oluyor. Sosyal medyanın bireylere bir diğer etkisi ise beden algısı üzerinden gerçekleşiyor. Ana akım medya aracılığıyla uzun yıllardır bireylere empoze edilen gerçek dışı güzellik algıları , sosyal medyayla çok daha ulaşılabilir bir form alıyor. Bireylerin kendilerini sosyal medya aracılığıyla fotoğraflarına kolayca ulaşabildikleri modellerle ve ünlülerle karşılaştırmaları yukarı yönlü sosyal karşılaştırma olarak tanımlanıyor ve kişisel anlamda vücut memnuniyetsizliğinin artmasına yol açıyor. Basit bir memnuniyetsizlikten başlayarak yeme bozukluklarından tehlikeli diyetlere, anoreksiya ve bulimia gibi psikolojik rahatsızlıklara veya dolaylı yoldan ölüme uzanan sonuçlara yol açabiliyor. Üstelik kişilerde bu travmalara sebep olan görüntülerin büyük bir kısmı orijinal bile değil. Özenle seçilmiş makyaj ve ışıklandırmaların yanı sıra; airbrushing olarak da bilinen ve fotoğraflar üzerinde yapılan rötuşlarla elde ediliyor. Norveç ’te bu yıl kabul edilen bir yasal düzenleme , sosyal medyanın bireylere baskıladığı beden algısının önüne geçmeyi hedefliyor . Söz konusu yasa, sosyal medya fenomenlerinin fotoğraflarını paylaşırken nasıl değişiklikler yaptıklarını belirtmelerini zorunlu kılıyor. Snapchat , Instagram gibi uygulamalardaki filtreler ve vücut şeklini farklı gösteren düzenlemeler de yasa kapsamında bildirilmesi zorunlu hale getiriliyor. Bu sayede fotoğraflarında değişiklik yaptıklarını belirtmekten çekinecek olan kişilerin, sosyal medyada doğal hallerini paylaşması ve tek tipleştirici mükemmel beden algısının da kırılması hedefleniyor. Henüz tasarı aşamasındaki görüşmelerde, Norveç’te yeme bozukluklarının 14 – 15 yaşlarındaki kız çocuklarında dahi yaygınlaşmaya başladığı ve anoreksiyanın genç kızlar arasındaki en yaygın üçüncü ölüm sebebi olduğu belirtiliyor. Görünen o ki sosyal karşılaştırma belli bir seviyede kaldığında, insan ilişkileri bakımından faydalı bir refleks olsa da; bu karşılaştırmaya kesintisiz şekilde maruz kalmak, özellikle genç yaştaki bireylerin psikolojilerini ciddi şekilde etkileyebiliyor. Hayatımıza masumâne bir haber alma ortamı olarak giren sosyal medya ise, bu karşılaştırmayı tetikleyen en büyük uyaran konumunda... Farklılıkları reddeden, tek tip ve kusursuz bir güzellik algısı her fırsatta önümüze sunuluyor. Toplumun her kesimi bu uyarandan etkilenmekle beraber; özellikle pandemi ile birlikte hemen tüm sosyal yaşantısı sosyal medyadan ibaret olan genç yaştaki bireylerin bu baskıya karşı durabilmesi oldukça zor. Beden olumlama gibi fikirlerin ise, tam da bu genç kesimde yaygınlaşmaya başlaması ve fiziksel farklılıklarını sergilemekten çekinmemeleri ise her şeye rağmen umut vaat ediyor. Elif Ay

Sosyal medyada beden algısı

Ağustos 8, 2021

·

Makale

Olimpiyatlar ve cinsiyet eşitliği

(Görsel: The Quint) Olimpiyatların kökeni Antik Yunan'da yapılan şenliklere dayanır. Tarihte yapılan ilk olimpiyatlar, Tanrı Zeus adına yapılan şenliklerdi. Önceleri sadece bir gün süren koşullardan oluşan oyunlara sonraları değişik mesafelerde yarışlar ve branşlar eklenerek şenliklerin süresi de beş güne çıkarıldı. İlk başlarda ölülerin ruhlarının sekiz yılda bir dirileceği inancıyla aynı sürede düzenlenen oyunlar, daha sonra dört yılda bir yapılmaya başlandı. Modern dönem olimpiyatları ise, Baron Pierre de Coubertin ’in girişimi ile 1896 yılında Atina'da düzenlendi ve ardından her dört yılda bir yapılmaya başlandı . Bu oyunlarda 14 ülkeden toplamda 241 sporcu yarıştı. Ancak bu sporcuların hepsi erkekti. Kadınlara tam 14 yıl boyunca yarışma hakkı tanınmadı. Tâ ki 1900’de kadınlara olimpiyatlarda yer alma şansı verilene dek…. Katılan 997 sporcudan sadece 22’si kadındı. Kadınlar antik olimpiyatlarda, sporun istenmeyenleri olmuşlardı. Bu durum modern olimpiyatların başlangıcında da devam etti. Kaldı ki Baron Coubertin’in, yaymaya çalıştığı olimpizm bakış açısı içerisinde kadınlara pek yer yoktu. Ancak 1970’li yıllardan sonra feminist mücadelenin de etkisiyle kadınlar olimpiyatlarda söz sahibi olmaya başlamıştır. Modern olimpiyatların başlangıcında Charlotte Cooper adlı bir kadın tenisçi 11 Temmuz 1900’de Paris’te tarih yazdı ve ilk kadın olimpiyat tenis şampiyonu oldu. Bu başarı birçok kadın için yol gösterici ve heves uyandırıcı olmuştur. Ertesi süreçte kadın sporcuların sayısı ve mücadele ettikleri branş sayıları da gün geçtikçe arttı . Uluslararası Olimpiyat Komitesi ( IOC ) ise, sporda cinsiyet eşitliğine kendini adamıştır. tüzüğünde, IOC'nin rolü “ kadınların ve erkeklerin eşitliği ilkesini uygulamak amacıyla, her düzeyde ve tüm yapılarda kadınların sporda ilerlemesini teşvik etmek ve desteklemek ” sözleriyle belirtilir . Pandemi sebebiyle bir yıl gecikmeli olarak yapılan 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları, 206 ülkeden 11 bin sporcuyla başladı. Tokyo’da yarışan tüm sporcuların yüzde 49 ’unun kadın sporcular olması sporda kadın-erkek temsiliyetinin eşitlenmesi yolunda olumlu bir örnek. Tam 120 yıl sonrasında, Tokyo’da söz konusu temsiliyetin neredeyse eşitlenmesi tarihi önemde bir gelişme. Bu başarı umalım ki gelecek yıllarda korunarak sürsün . Bu yıl sporcularımız 18 branşta toplamda 108 sporcuyla ülkemizi temsil etti. Bu sporcuların ellisini kadın sporcularımız oluşturmakta. Kadın sporcuların temsil oranı yaklaşık olarak olimpiyatların genel seviyesiyle eşit. Birçok firma ve kuruluş ise başlattığı projelerle kadın sporcularımıza bu yolda destek olmaya devam ediyor. Azimli ve başarılı sporcularımız ise bu yolda emin adımlarla ilerliyorlar. Kadın ve erkek temsiliyeti 2000’lerin başından beridir yüzde 10 arttı. Türkiye’de bu anlamda en dikkat çekici örneklerden biri 2012 Londra Yaz Olimpiyatları ’nda 66 kadın ve 48 erkek sporcuyla mücadele edilmesi olmuştu . Öte yandan spordaki bu temsiliyet artışı, umarım yüzde 15 seviyelerindeki istihdam edilen kadın oranlarına da yansır… Sonuç olarak olimpiyat yolunda dünden bugüne kadınlar dikenli bir dizi yol aştılar. Hem de çoğu zaman erkeklerin koyduğu çerçeveleri, blokları, engelleri... Severek, güçle, zarafet ve hırsla bu yolda yürüdüler. Böylesine başarılı kadınlara bu yolda eşlik etmek, başarılarını dile getirmek ise bizim boynumuzun borcu... Umalım ki gelecek yıllarda genç sporcuların önünde kadın rol modeller artarak çoğalsın. Böylece 2024 olimpiyatlarında kadın-erkek temsiliyeti eşitlenir ve “ Cam tavanları nasıl kırarız? ” temalı soruları değil “ hangi başarıları yakaladığımızı ” konuşuruz . Ece Dikmenli

Olimpiyatlar ve cinsiyet eşitliği

Ağustos 20, 2021

·

Makale

Okula dönüş süreci ve eğitim hakkı

(Görsel: UNICEF) Türkiye’de Eylül ayı içerisinde, pandemi önlemlerinin hafifletilmesi ve normalleşme süreciyle birlikte, okullar da yüzyüze eğitime başlıyor. Neredeyse iki yıldır uzaktan eğitim gören öğrenciler, eğitim hayatlarına devam etme umuduyla okullarına dönüyor. Ancak 2019’dan bu yana çevrimiçi derslerle eğitimini sürdürmeye çalışan öğrencilerin bu duruma adaptasyonu ve okullarda pandemi önlemlerinin durumu bir yandan kafalarda soru işaretleri oluştururken, diğer yandan eğitimde fırsat eşitliği ilkesini de sorgulatıyor. Eğitimin bir insan hakkı olduğu düşünüldüğünde, fırsat eşitliğinin ön koşulu, öğrenme sürecinin başlangıcından evvel tüm öğrenenlere eşit şart ve imkanların sağlanmış olması ve bu haktan herkesin adil bir şekilde yararlanabilmesidir. Koronavirüs salgını yüzünden tüm dünyada okulların kapanması üzerine, eğitim başlığında öğrencilere sunulan fırsatlar veya devletlerin sahip olduğu olanaklar göz önünde bulundurulduğunda; az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanamadığı açıkça görülmektedir. Çeşitli etmenler doğrultusunda, pandemi öncesinde dahi bu eşitliğin sağlanamadığı düşünüldüğü takdirde; COVID-19 ile hayatımıza hızlı bir şekilde giren uzaktan eğitim uygulamaları ile eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanabileceğini düşünmek pek gerçekçi değildir. Eğitimin yalnız internet üzerinden sağlanabildiği düşünülürse, teknoloji imkânlarının halen bir lüks olmaktan çıkamadığı Türkiye’de, öğrencilerin bir dijital uçuruma kurban gittiği söylenebilir. Dijital uçurum kavramını, en yalın haliyle “ telekomünikasyon erişiminin eksikliği ” şeklinde nitelendirebiliriz. Söz konusu eksiklik, kayda değer bir kısmı kırsal bölgelerde yaşayan toplumumuzda, pandemi sürecinde daha da belirginleşmiştir. Yükseköğretim Kurulu’nun ( YÖK ) Pandemi Sürecinde Online Eğitimin Verimliliğine İlişkin Öğrenci Anketi başlıklı raporuna göre, ankete katılan üniversite öğrencilerinin yalnızca yüzde 57 ’si sorunsuz bir internet erişimine sahip iken; öğrencilerin yüzde 52 ’si de öğrenimlerinin bu süreçten olumsuz etkilendiğini belirtiyor. Öte yandan uzaktan eğitim sürecinin bitmesi ve okulların yüzyüze eğitime dönmesi ile öğrencileri başka engeller de bekliyor. Öğrencilerin kaybettiği süreç hakkında telafi eğitimlerinin nasıl yapılacağı, sınıfların yoğunluğu ve özellikle soğuk kış aylarında havalandırmanın nasıl gerçekleşeceği, ortak alanların hijyeni ve okullara geliş – gidiş açısından ulaşım organizasyonu bu engellerden hemen akla gelenler... UNICEF ’in bu konuda yayımladığı COVID-19 Sürecinde Sınıf İçinde Alınacak Önlemler isimli çalışmada, okula dönüş sürecinde (özellikle ilköğretim seviyesinde) alınabilecek önlemler şu şekilde sıralanıyor: Öğrencilerin pandemiyle ilgili doğru şekilde bilgilendirilmesi. Giriş çıkış saatleri ve sınıf nüfuslarının düzenlenerek sosyal mesafenin korunması. Öğrencilere hijyen kurallarının benimsetilmesi ve maske imkanı sağlanması. Öğrencilerden birinin semptom göstermesi halinde duruma müdahale edilebilecek bir bekleme odası ayırılması. Son olarak tüm bu prosedürlerle ilgili öğrenci, öğretmen ve velilerle sürekli koordinasyon halinde kalınması. Nihayetinde, 2019’dan bu yana gerek ilk ve orta öğretim gerek üniversite öğrencilerinin eğitim haklarının ihlal edildiği ve türlü eşitsizliklere maruz kaldıkları bir gerçektir. Bunun yanında örgün eğitime geri dönülürken eğitim hakkı ile kamu sağlığı ve kamu güvenliği arasındaki dengenin de sağlanması gerekiyor. Okula dönüş sürecinin koronavirüsün yayılımına etkisi kendini net olarak göstermese bile, ilkokuldan üniversiteye dek tüm eğitim organizasyonunda salgın tedbirlerinin sıkı sıkıya uygulanması gerekiyor. Ancak bu şekilde hem öğrenciler eğitim haklarına kesintisiz şekilde kavuşabilecek hem de kamu sağlığı korunmaya devam edebilecektir. Elif Ay

Okula dönüş süreci ve eğitim hakkı

Eylül 13, 2021

·

Makale

Zorunlu aşı tartışmalarının hukuki boyutu

(Görsel: BBC) 2019'dan beri süren koronavirüs salgını, aşı çalışmalarının hızla sona ermesiyle bir nebze durakladı. Yine de aşılar hakkındaki kafa karışıklığı tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de devam ediyor. Aşı çalışmalarının gerek laboratuvar aşamalarında gerek dağıtım ve uygulanmasında gözlemlenen etik sorunlar hakkında bültenin daha önceki sayılarında yayımladığımız Aşı Tartışmaları başlıklı yazımıza göz atabilirsiniz. Bu sayıda ise zorunlu aşı fikrinin ve uygulanmasının hukuki boyutunu ele alacağız. Herhangi bir tıbbi müdahalenin olduğu gibi, zorunlu aşı uygulamasının da insan hakları açısından ihlale yol açtığı su götürmez bir gerçektir. Fakat, anayasa ile güvence altına alınan insan haklarının yine bazı özel durumlarda sınırlandırılması mümkündür. T.C. Anayasası ’nın 16. maddesi uyarınca, kişi hak ve hürriyetleri savaş , seferberlik ve olağanüstü hallerde ölçülü olarak sınırlandırılabilmektedir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ( İHAM ) ise, zorunlu aşı uygulamalarına ilişkin verdiği kararlarda; somut durumun özelliğine dayalı olarak zorunlu aşıyı bir insan hakları ihlali olarak görmeyebiliyor. Örneğin bu minvaldeki Boffa Kararı 'nda özetle " zorunlu aşı uygulamasının özel hayata müdahale sayılabileceği, ancak kamu sağlığını ciddi şekilde tehlikeye atabilecek bir durumda, amaca göre orantılı bir uygulama olduğu " belirtiliyor. İHAM’a Türkiye’den yapılan bir başvuru sonucunda verilen kararda ise benzer şekilde, zorunlu aşı uygulamasında, kamu sağlığı menfaatinin özel hayata saygı hakkından üstün tutulduğu görülüyor. Pandemi nedeniyle 2019’dan bugüne dek alınan tedbirlerin bir kısmının insan haklarına ve Anayasa’ya aykırılık teşkil ettiği bilinmektedir. Bu kapsamda daha önce kişilerin çalışma , seyahat veya haberleşme hürriyetine ilişkin ihlaller yaşandığı gibi, zorunlu aşı tartışmalarıyla ise hem özel hayata saygı hakkı hem de vücut bütünlüğünün korunması hakkı ihlal ediliyor. Bu ihlallerin gayet haklı sayılabilecek, mücbir sebep kapsamına girdiği ise muhâkkak. Ancak meseleye hukuki boyuttan bakıldığında, bu ihlallerin hiçbirisi kanunilik ilkesine uyum sağlamıyor. Yukarıda da belirttiğimiz şekilde, Anayasa belli durumlarda hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasında izin vermekte ancak salgın hastalık bu durumlardan birisi olarak sayılmıyor. Öte yandan, pandemi durumunda bu kısıtlamaların getirilebilmesi için olağanüstü hâl ilan edilmesi, bu tip hak ihlallerini kanuni açıdan meşrulaştırabilirdi. Ancak Türkiye'de pandemi sebebiyle olağanüstü hal ilan edilmediğinden, bugüne dek alınan önlemlerin ve zorunlu aşı uygulamasının kanunen meşrulaştırılabilmesi ancak bu yönde bir kanun çıkarılmasına bağlıdır. Söz konusu kanunla yahut olağanüstü hâl ilanıyla, pandemi tedbirlerine uymayan kişilere geriye dönük yaptırım uygulanması mümkün olmasa da; zorunlu aşı uygulamasının getirilmesi mümkündür. Yine de şu an dünyadaki genel eğilimin, toplumu zorunlu aşılamaya maruz bırakmak yerine; aşı pasaportu, aşı kartı gibi uygulamalarla aşı olmayanları izole etme yönünde olduğu görülüyor. Söz konusu durum, başka bir takım hak ve özgürlüklerin ihlali anlamına gelirse de; küresel salgının kamu sağlığı açısından yarattığı tehlikenin boyutu düşünüldüğünde, İHAM kararlarının yerinde olduğunu öne sürebiliriz. Elif Ay

Zorunlu aşı tartışmalarının hukuki boyutu

Eylül 20, 2021

·

Makale

Evden çalışma hayatı

(Görsel: Christina , Unsplash üzerinden) Son yıllarda teknolojinin ilerlemesi ve COVID-19 gibi küresel çapta etki eden bir salgın nedeniyle hem sosyal hayatlarımız hem de çalışma koşullarımız geri döndürülmesi zor bir şekilde değişime uğradı. Salgın sürecinde, daha önceleri diğer ülkelerdeki uygulamalarını bazen hayranlıkla dinlediğimiz evden çalışma ( home office ) kavramı birçok iş alanında uygulanarak hayatlarımıza girdi. Ancak söz konusu uygulamanın birçok iyi özelliğinin yanı sıra, olumsuz özelliklerinden de bahsetmek mümkün. Bu olumsuzlukların en önemli göstergelerinden biri çalışanların yedi gün yirmi dört saat (7/24) çevrimiçi ulaşılabilir olmak zorunda olmaları. Gerek özel yaşantılarımızda gerek çalışma hayatında sürekli ulaşılabilir olma durumu çalışanların boş zaman kavramının yok olmasına ve sosyal hayatlarının sekteye uğramasına neden olmaktadır . Evden Çalışma kavramı yetmişli yıllarda p ost-fordizm ile esnek üretim anlayışının bir sonucu olarak hayatımıza girdi. Bu kavramı tanım olarak ifade etmemiz gerekirse; tele-çalışma ( bilgisayar ve telefonla işini evden yönetme ) tanımını da kapsayacak biçimde, " kişinin ev yaşamını veya dilediği herhangi bir konumdan gerekli araçların yardımıyla çalışabilme özgürlüğünü " ifade etmektedir. Öte yandan günümüz şartlarında bu özgürlük, esnek çalışma anlayışı ile birlikte normal çalışma süresinin yaklaşık iki katına çıkmasına ve 7/24 ulaşılabilir yeni tipte bir çalışan sınıfını ortaya çıkarmıştır. Bu süreç kişilerin boş zaman algısına zarar vermiş ve işverenlerin çalışanlar üzerindeki etkisini ise pekiştirmiştir. Neticede çalışanlar iş ve özel yaşamlarını bir bütün olarak görmeye ve özel yaşamlarından büyük bir kısmı çalışma yaşamlarına dâhil etmektedirler. Yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda, katılımcılar iş ve boş zaman arasındaki keskin sınırların yok olduğunu; boş zamanlarında bile işle alakalı araştırmalar yaptıklarını belirtmişlerdir. Yine bu süreçte çalışma yaşamında yasal bir hak olarak tanımlanan öğle yemeği ve dinlenme aralarının da ortadan kalktığını belirtmişlerdir. Bu durum neticesinde çalışanlar sürekli çalışma hali içerisinde olmaları sebebiyle sosyal ve çalışma hayatlarında iletişim becerilerinde azalmalar gözlemlenmiştir. Dolayısıyla birçok çalışan bu süreçte depresyon belirtileri gösterebilmektedir. Öte yandan böylesi haksız çalışma koşulları ile sürekli çevrimiçi olma ve iş yapar halde olma durumu çalışanların verimliliğini de etkilemektedir . Sonuç olarak, çalışma yaşamında yaşanılan bu dönüşüm doğrultusunda yasal zemini oluşturma arayışı henüz devam etmektedir. Bu nedenle, uygulanan prosedürler şirket bazında değişiklik göstermektedir. Yine işverenler, bu süreçte dijitalleşme vurgusu yaparak, 7/24 yaşayan çevrimiçi bireyler oluşturmaya devam etmektedirler. Ancak söz konusu süreç hem çalışanların verimliliğine, hem de sosyal becerilerine olumsuz yansımaktadır. Oysa ki, çalışma zamanı ve özel zaman arasındaki çizgiyi bulanık hale getirmemek için hassas bir denge gerekmektedir. İşverenlerin, çalışanların mutluluğunu ve verimliliğini arttırmak için güçlü bir ekip iletişimi kurmaları ve buna uygun adımlar atmaları söz konusu dengenin kurulması için elzemdir. Üçlü sac ayağının son halkası olan devlet ise, yasa koyuculuğun yanı sıra; aktif sosyal politikalar eliyle desteğe devam etmelidir. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) hazırladığı ve üye ülkelere tavsiye ettiği uygulama kılavuzunun işleyişi tüm paydaşlara bu konuda yol gösterici olabilir. Ece Dikmenli

Evden çalışma hayatı

Eylül 27, 2021

·

Makale

Paris iklim anlaşması

(Görsel: Time Magazine) 2016'da imzalanan ancak 5 yıl boyunca meclis onayından geçemeyen Paris İklim Anlaşması’nı 7 Ekim 2021’de nihayet TBMM’de onaylaması, anlaşmayı yeniden gündeme getirdiği gibi çeşitli tartışmalara da yol açtı. Anlaşmayı imzalamak ile onaylamak arasındaki fark gereği, bir anlaşmanın imzalandığı ülkelerde yürürlüğe girmesi için; o ülkelerin parlamentoları tarafından da onaylanması gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye, anlaşma onayının Resmî Gazete’de yayımlandığı tarih itibariyle artık Paris İklim Anlaşması’nın tarafı konumunda. Paris İklim Anlaşması , iklim krizinin önüne geçmek amacıyla 197 ülkenin ortak hareket etmeleri gerektiğini kabul ettikleri uluslararası bir anlaşma. İklim krizinin önüne geçebilmek için küresel ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 2 derece ile sınırlandırmayı, mümkünse 1,5 derecenin altında tutmayı amaçlayan; uzun yıllardır aşina olduğumuz Kyoto Protokolü ’nün devamı niteliğinde sayılabilecek bir uluslararası düzenleme. Temelde iklimi korumak için emisyonların azaltılması ve fosil yakıtların kullanımının durdurulmasını hedefliyor. Ancak taraf ülkeler, ne zaman ve ne kadar sera gazı azaltımı gerçekleştireceklerine kendileri karar veriyor. Söz konusu anlaşma, ülkelerin kendi koşullarına göre hazırladıkları beyanlarını ( Ulusal Katkı Beyanı ) baz alıyor ve ülkeleri her beş yılda bir bu beyanlarını iyileştirmeye davet ediyor. Paris İklim Anlaşması özünde yalnız iklim kriziyle mücadeleyi hedefleyen bir protokol olsa da, bugüne dek toplumun farklı kesimlerinden tepkiler çekebildi. Bunlar ise genel olarak iki grupta toplanıyor: Anlaşmanın taraftarı olmasına karşın hükümet politikalarına güvenini kaybeden çevreciler ile anlaşmanın içeriğini uluslararası güçlerin bir yaptırımı olarak algılayan şüpheciler . Çevreciler ve iklim aktivistleri, uzun süredir Paris İklim Anlaşması’nın TBMM'de onaylanması yönünde kampanyalar yapsa da, anlaşmanın alelacele onaylanması kafalarında soru işaretleri oluşturmuş durumda. Zira 26. BM İklim Konferansı (COP26) , 31 Ekim’de Glasgow ’da başlayacak ve Türkiye bu yıl konferansa anlaşmayı onaylamış bir ülke olarak katılacak. Bu noktada soru işaretlerinin sebebi de, anlaşma kapsamında gelişmekte olan ülkelere emisyonların azaltılması ve fosil yakıtların sınırlandırılması karşılığında yaklaşık üç milyar dolarlık bir finansman sağlanacak olması. Dolayısıyla özellikle son yıllarda Türkiye’de pek de başarılı iklim politikaları yürütülmediği gerçeği göz önüne alındığında; söz konusu sürecin iklim adına değil, fonlardan yararlanmak adına işletildiği düşünülüyor. Anlaşmaya tepki gösteren bir diğer grup ise, getireceği yükümlülükler neticesinde toplum yapısının zarar göreceği, yapay/vegan et tüketimi zorunluluğu getirileceği gibi savlar sunuyor. Her ne kadar hayvancılık sera gazı salımını ciddi ölçüde artıran bir faaliyet olsa da; anlaşma kapsamında taraf ülkelerde hayvancılığın durdurulması ya da yapay et tüketimi zorunluluğu getirilmesi gibi bir madde söz konusu değil. Özetle, Paris İklim Anlaşması küresel iklim krizinin elbirliğiyle önüne geçebilmemiz adına gerçekleştirilen bir uluslararası düzenlemedir. Zira dünyanın uzun yıllardır mücadele ettiği bu sorunun üstesinden gelebilmesi ancak tüm ülkeler başta olmak üzere insanlığın işbirliği yapması ile mümkün. Fakat söz konusu anlaşmaya farklı kesimlerden gelen tepkiler, yönetimlerin bir karar alırken halkı aslında ne denli bilgisiz bıraktığını gösteriyor. Toplumun bu tepkilerinde haklı olup olmadığı ise anlaşılan o ki, ancak COP26 ve devamında hayata geçirilecek uygulamalar ile netleşecek. Elif Ay

Paris iklim anlaşması

Ekim 11, 2021

·

Makale

İş yerinde etik

(Görsel: Sora Shimazaki, Pexels üzerinden) Etik ve Uyum İnisiyatifi ( ECI ) tarafından her yıl küresel ölçekte gerçekleştirilen Global İş Etiği Anketi ( GBES ) 2021 yılı sonuçları İş Yerinde Etiğin ve Uyumun Durumu: Global Trendlere Bakış başlığıyla yayımlandı. Söz konusu ankette, katılımcılar iş yerlerinde etik kültürün gücü ile gözlemledikleri suistimal örnekleri hakkında değerlendirmeler yaparak; iş yerlerinin etik durumu hakkında değerlendirmelerde bulunmaktadır. Anket sonucunda elde edilen veriler, etik ve uyum pratikleri bağlamında iş dünyasındaki mevcut durum hakkında uluslararası bir kıyaslamaya imkan sağlamaktadır. Çalışmada Brezilya , Çin , Fransa , Almanya , Hindistan , Meksika , Rusya , İspanya ve Birleşik Krallık ’tan bin kişilik katılımcı grupları ile Amerika Birleşik Devletleri’nden ( ABD ) beş bin katılımcının görüşlerine yer verilmiştir. Toplamda on dört bin çalışan ile gerçekleştirilen ankete katılım şartları, 18 yaşından büyük ve tek bir işveren için en az iki kişinin çalıştığı bir kuruluşta haftada minimum 20 saat çalışıyor olmak şeklinde belirlenmiştir. Anket sonucunda etik davranışları etkileyen çok sayıda faktör olduğu görülmüş ve bu durumun ağırlıklı şekilde çalışanların işyerinde aldıkları günlük kararlara dayalı olduğunu göstermiştir. Bu kararların etkenleri ise sırasıyla; iş yerinde etik standartlardan ödün verme baskısı; suistimal gözlemleri; bir suiistimalin bildirilmesi ile suiistimallerin bildirilmesine müteakip yaşanabilen misillemeler olduğu görülmektedir. Çalışanların suistimalleri gözlemleme olasılığı, bir organizasyonda etik kültürün gücüne dair temel bir göstergedir. Yüksek suistimal oranlarına sahip kuruluşların, etkisiz etik ve uyum programları olması veya hesap verilebilirlikten uzak üst düzey liderleri olması muhtemeldir. Suistimal vakalarının 2017 – 2020 arasında en çok düzeyde arttığı, bunun yanı sıra ABD’den incelenen vakaların yüzde 49 ’unda en az bir dolandırıcılık, israf vb. olay gözlemlendiği belirtilmiştir. Ayrıca söz konusu dönemde, birinci kademe çalışanlar arasında, orta düzey veya üst düzey yöneticilere kıyasla daha fazla suistimal gözlemlendiğini; ve fakat 2020 ’de bu ilişkinin tersine dönerek orta düzey ve üst düzey yöneticilerde, birinci kademe çalışanlara göre daha fazla suistimal gözlemlendiği tespit edilmiştir. Araştırmaya göre ABD’de her beş çalışandan biri ( %21 ) güçlü bir etik kültüre sahip bir işyerinde çalışmakta iken; küresel bazda bu oran yedide bir ( %14 ) şeklindedir. Çalışan davranışı üzerindeki en önemli etkinin etik kültür olduğu ve bu tablonun son on yıldır pek değişmediği görülmüştür. Paralel şekilde, Dünya çapında çalışanların yüzde 29 ’unun işyeri standartlarından ödün verme baskısı hissettiğini ve 2017 ’den beri bu oranın arttığı görülmüştür. Etik kültürü geliştirmenin biricik yolu, bir kuruluşta gerçekleşen suistimallerin doğasını anlamaktır. Bu itibarla, çalışanların suistimalleri bildirme konusunda kendilerini rahat hissetmeleri zorunludur çünkü söz konusu raporlamalar olmadan etkin etik ve uyum programlarının geliştirmesi pek mümkün değildir. Küresel trende baktığımızda ise, ilgili istatistikler 2015‘den beri artmaktadır. Araştırmanın bulgularına göre, suistimal bildirimi en yüksekten en düşüğe sırasıyla Hindistan ( %97 ), ABD ( %86 ), Meksika ( %85 ), Fransa ( %82 ) ve Birleşik Krallık ( %82 ) şeklinde oldu. Rusya ise ( %64 ) ile en düşük raporlama seviyesine sahiptir. Pandemi koşullarına da odaklanan çalışmada, COVID-19 ‘un etkisini anlamak üzere; çalışanların stres ve baskı seviyelerini ölçmek adına yöneltilmiş sorular bulunmaktadır. Buna göre katılımcıların yüzde 44 ’ü pandemi başlamadan öncesine göre daha fazla iş baskısı yaşadıklarını belirtmektedir. Söz konusu baskının üç temel kaynağı olup; bunlar performans hedeflerine ulaşma (%49); her an ulaşılabilir olma (%49) ve katkı koyma/değer yaratma (%46) başlıkları altında ifade edilmektedir. Bu raporda incelenen bulgular, Dünya genelinde çalışan davranışlarının COVID-19 salgınından büyük ölçüde etkilendiğini göstermektedir. ECI tarafından her yıl güncellenen anket sonuçları, işyerinde etik ve uyum kültürünü geliştirmek üzere adımlar atan kuruluşlarda, çalışan suistimallerinin azaldığını göstermektedir. Buna paralel, misilleme önleyici politikalar ve etkin bir izleme prosedürü ile suistimalleri bildiren çalışanları korumak son derece önemlidir ve bir organizasyonda suistimallerin azaltılmasında kilit etkenlerden biridir. Bu durum çalışanları suistimallerden sorumlu tutmayı , organizasyonda neler yaşandığına ilişkin bilgileri paylaşmak üzere zaman ayırmayı , şirket liderlerinin verdiği sözleri tutacağına dair güven sağlamayı ve nihayetinde kendilerinin iyi bir çalışan örneği olmalarını mümkün kılar. Burcu Yoldaş

İş yerinde etik

Ekim 18, 2021

·

Makale

Unutulma hakkı

(Görsel: RedClover) Unutulma hakkı, kısaca kişi ve kurumların internette kendi adlarıyla arama yapıldığında derlenen sonuçlar arasında kendileriyle ilgili bilgi, fotoğraf, belge gibi verilere yer verilmemesini isteme hakkıdır. 2012 yılında Avrupa Komisyonu 'nun adalet ve vatandaşlıktan sorumlu üyesi Viviane Reding 'in açıklamalarıyla ilk kez gündeme gelen unutulma hakkı, 2014 yılında Avrupa Birliği Adalet Divanı (AAD) tarafından verilen bir karar ile korunmaya alınmıştır. AAD, 13 Mayıs 2014 tarihli kararında , Google kullanıcılarına, şirketin bazı durumlarda kendileri ile ilgili bilgilere yönlendiren linkleri silme hakkı tanıması gerektiğine karar vermiştir. Mahkeme, unutulma hakkı kapsamında, " silmemek için belirli bir neden bulunmadıkça, Google gibi bir arama motorunun bir süre sonra kullanıcılar ile ilgili arama sonuçlarının silinmesine izin vermesi gerektiğine " hükmetmiştir. Söz konusu kanuni hak kapsamında; kişi ve kurumlar, internette haklarında yer alan toplanma veya işlenme amaçları dışında kalan, yetersiz veya ilgisiz bilgi içeren, kişisel verilerin arama motorlarında yapılan sorgulamalarda çıkan sonuçların kendileriyle olan bağlantısının kesilmesini talep edebilir. Bu yasanın Türk hukuk sistemindeki karşılığı, T.C. Anayasası’nın 20. maddesi ile düzenlenen, " kişinin özel hayatının korunması hakkı " kapsamında uygulanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu , 17 Haziran 2015 tarihli kararında unutulma hakkı terimini ilk defa kullanarak, AAD'nin kararına doğrudan atıfta bulunmuş ve unutulma hakkını " üstün bir kamu yararı olmadığı sürece, dijital hafızada yer alan geçmişte yaşanılan olumsuz olayların bir süre sonra unutulmasını, başkalarının bilmesini istemediği kişisel verilerin silinmesini ve yayılmasının önlemesini isteme hakkı " şeklinde tanımlamıştır. Öte yandan, unutulma hakkı üzerinde iki temel eleştirinin getirildiği görülmektedir. Öncelikli olarak unutulma hakkının temel hak ve hürriyetlerden biri olan ifade özgürlüğü ile çatışma içerisinde olabileceği belirtilmektedir. Kararı ilk kez uygulamaya geçiren Google'ın baş hukuk danışmanı David Drummond konuya ilişkin yazdığı makalesinde , bir yandan kararı ifade özgürlüğü bağlamında eleştirmiş, diğer yandan çifte standart uyarısında bulunarak " Bu, tıpkı bir kitabın herhangi kütüphanede bulunabileceğini fakat aynı kitabın künyesine hiçbir kütüphanenin kataloğunda yer verilmemesini talep etmek gibi. " benzetmesini kullanmıştır. Getirilen bir diğer eleştiri de unutulma hakkının ekonomik etkileri ile ilgilidir. Bu bağlamda, hakkın hayata geçirilmesi noktasında gerekli teknik altyapının hazırlanması için gerekecek dijital mühendislik masrafları ve internet şirketlerinin ekonomik çıkarlarının gözetilmesi doğrultusunda, şirketler ile kullanıcılar açısından hukuki ve mali açıdan belirsizliklere yol açabileceği ifade edilmektedir. Günümüzde unutulma hakkı, genelde magazin konuları ile karşımıza çıkmaktadır. Yine geçmişte dönemsel olarak herhangi bir ülkenin dikta yönetimi alında yapılan siyasi politikalarına uymak zorunda bırakılarak yandaş açıklamalar yapmak zorunda kalan birçok kişi, mevcut rejimin değişmesi sonrasında geçmişte yapmış olduğu açıklamalar özelinde unutulma hakkına başvurmaktadır. Dolayısıyla, unutulma hakkının, internetin her yanı sardığı bu dönemde; bazı toplumsal kesimler için son derece önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Elif Ay

Unutulma hakkı

Ekim 25, 2021

·

Makale

Hukuki açıdan NFTler

(Görsel: OpenSea) Non-fungible token ya da kısaca NFT , dijital bir varlığın benzersiz olduğunu ve bu nedenle bir diğerinin yerine geçemeyeceğini onaylayan, Blockchain adı verilen bir dijital defterde kontrat şeklinde depolanan bir veridir. NFT'ler fotoğraflar, videolar, ses ve diğer dijital dosya türleri gibi pek çok öğeyi temsil etmek üzere kullanılabilir. Öte yandan, orijinal dosyanın herhangi bir kopyasına erişim imkanı NFT'nin sahibiyle sınırlı değildir. Bu tip dijital öğelerin kopyaları isteyen herkesin edinebilmesi üzere mevcuttur. Zira NFT'ler, sahibine telif hakkından ayrı bir sahiplik kanıtı sunmak için blok zincirler aracılığıyla izlenebilir. Bir NFT, bir kripto para gibi işlev görür ve fakat Bitcoin gibi kriptopara birimlerinin aksine, karşılıklı olarak birbirinin yerine geçemez, dolayısıyla değiştirilebilir ( fiat para ) değildir. Ayrıca, bir NFT'nin sahipliği, belirtecin temsil ettiği her türlü dijital varlığa doğal olarak telif hakkı vermez. Bir kişi sadece çalışmalarını temsil eden bir NFT'yi satabilir, ancak NFT'nin sahipliği değiştiğinde alıcı kimse telif hakkı ayrıcalıklarını da satın almayacaktır. Bu nedenle ilk sahibin aynı çalışmanın birden fazla NFT'sini oluşturması mümkündür. Bu itibarla, NFT özetle telif hakkından ayrışan bir sahiplik kontratıdır . Özellikle pandemi sürecinde bireylerin internet ortamında geçirdikleri sürenin artmasıyla, son yıllarda NFT kullanımına olan ilgi de artmıştır. Öyle ki, NFT'lerin toplam piyasa değeri 2020'de yaklaşık üç katına çıkmış ve 250 milyon doları aşarak ; spordan müziğe, gayrimenkulden görsel içeriğe çeşitli alanlarda yaygınlaşmaya başlamıştır. Son dönemde dikkatimizi çeken örnekler ise, Disaster Girl olarak bilinen görselin NFT formunda beş yüz bin dolara satılması ve Türkiye’den komedyen Cem Yılmaz’ın NFT ile sattığı ikonlar üzerinden gösterilerine davetiye sağlayacağını duyurması şeklinde sayılabilir. NFT içeriklerin hukuki durumu ise, kullanımı çok yeni bir ürün çeşidi olarak oldukça muallak. Zira Türk hukukunda henüz kripto para birimlerine ilişkin bir düzenleme de bulunmamaktadır. Yine de kısas mantığıyla düşünmemiz icap ederse; nakit para Türk hukukunda özellikle İcra ve İflas Kanunu ile ilgili doktrinlerde " taşınabilir bir mal " şeklinde kategorize edilmektedir. Kripto paraların ve NFT formundaki içeriklerin çevrimiçi bir değer olduğu düşünüldüğünde, bunların da menkul yani taşınabilir bir değer olarak sınıflandırılması ve kıyasen bu şekilde hukuki bir değerlendirmeye tabi tutulması mümkündür. Öte yandan NFT İçeriklerinin telif yönünden doğrulanması epey zorlu bir süreç olacaktır. Zira geçtiğimiz Eylül ayında sahte bir Banksy eserinin NFT olarak satıldığı bilinmektedir. Bununla birlikte, NFT içeriklere ilişkin akıllarda soru işareti oluşturan şimdilik tek konu da hukuki durumları değildir. NFT'ler için kullanılan bir tür olarak, emek ispatı ( proof of work ) doğrultusunda blokzincirler ile ilişkili hesaplama ağırlıklı süreçler, küresel iklim değişikliğine negatif etkisi olan yüksek enerji girdileri gerektirir. Söz konusu blokzinciri sürdürmek için gereken enerji ise yüksek derecede karbon emisyonuna sebep olmaktadır. NFT satışlarının, dijital içeriklerin mülkiyeti açısından önemli bir çağın başlangıcını temsil ettiği ifade edilebilir. Ancak veri gizliliği ve güvenliği ile mülkiyetin hukuki durumu ya da ekolojik hususlar nezdinde daha çok yol kat edilmesi gereken bir yapısı olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Elif Ay

Hukuki açıdan NFTler

Kasım 1, 2021

·

Makale

Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği

(Görsel: Pexels) Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği ( CEİD ) tarafından geçtiğimiz dönemde Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini İzleme Raporu yayımlandı. Türkiye’de ilk defa hazırlanan söz konusu yıllık rapor, CEİD tarafından yayınlanan tematik izleme raporlarına ve izleme göstergelerine dayanarak hazırlanmış olup; 2019 - 2020 döneminde yaşanan önemli gelişmeler doğrultusunda ulusal ve uluslararası kamuoyunun dikkatini çekme amacındadır. Mevcut rapor, toplumsal cinsiyet eşitliği özelinde uluslararası norm ve yaklaşımlara uygun şekilde, CEİD tarafından daha önce yayınlanmış olan 16 tematik alan izlemesinin önemli, ortak ve zaman içinde izlenmeye değer konuları kapsayan bir ilk niteliğinde periyodik ulusal izleme raporudur. Bu nedenle raporda, söz konusu misyonu hayata geçirmeyi görev edinmiş kurumların ve politikaların, Türkiye’nin imza attığı ve uygulamayı taahhüt ettiği evrensel normlara ya da strateji ve hedeflere ne derece uyabildiği saptanmaktadır. Metodoloji açısından raporda sırasıyla; 1)Eğitim, 2)Sağlık, 3)İstihdam, 4)Kadınlara Yönelik Şiddet, 5)Çocuk Yaşta, Erken ve Zorla Evlilikler, 6)İnsan/Kadın Ticareti, 7)Kentsel Haklar ve Hizmetler, 8)Medya, 9)Din Hizmetlerine Erişim, 10)Spor, 11)Siyasal Kararlara Katılım, 12)Yoksulluk, Sosyal Koruma ve Sosyal Yardımlar, 13)Adalete Erişim, 14)Mülteci Kadınlar, 15)Bilim, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik, 16)Erkekler, Erkeklikler ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği başlıklarında spesifik izleme göstergelerine yer verilmiş ve yıllar içindeki değişimler ortaya konulmuştur. Öncelikle raporda; istihdam alanında COVID-19 ve ekonomik krizin etkileri de açıkça görülüyor. Hem kadınlarda hem de erkeklerde, istihdam edilenlerin oranı epey azalmış durumda. 2016 yılında kadınlarda istihdam edilme oranı yüzde 30,6 iken, 2020’de yüzde 26,3 ’e düşmüştür. Erkeklerde ise istihdam edilme oranı 2016’da yüzde 69,4 iken 2020’de yüzde 59,8 şeklinde gerçekleşmiştir. Yine kadınlarda tarım dışı işsizlik oranı 2016’da yüzde 18,1 iken 2020’de bu oran yüzde 20,7 seviyesine yükselmiştir. Erkeklerde ise söz konusu oran 2016'da yüzde 10,9 iken, 2020'de yüzde 13,9 şeklinde gerçekleşmiştir. Yine kadınlara yönelik şiddet çok önemli bir sorun başlığı iken; şiddetle mücadele mekanizmalardan biri olan sığınma evlerinin sayısının sadece 145 adet olduğu görülüyor. Kadınlara yönelik şiddetin bir biçimi olan çocuk yaşta, erken veya zorla evlilikler de sorun olmaya devam ediyor: Sözgelimi 20-24 yaş aralığında olup 18 yaşından önce evlen(diril)enlerin oranı yüzde 14,7 şeklinde. Rapora göre, Anayasanın 10. maddesinde uygulanması öngörülmüş pozitif ayrımcılık politikaları; sınırlı bir alanda ve sadece sosyal yardımlar eliyle uygulanıyor. Örneğin, cinsiyete dayalı ayrımcılıkların ve eşitsizliklerin devam ettiği stratejik alanlara yönelik olarak ulusal eylem planlarında dönüştürücü politikaların öngörülmediği tespit ediliyor. Paralel şekilde, 2018'den bu yana hükümetin resmi belgelerinde, ulusal eylem planlarında veya uygulamaya dönük belgelerinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin temel bir norm olarak yer almadığına dikkat çekiliyor. Söz konusu ifadeler, “ kadın haklarının korunması ”, “ kadın erkek eşitliği ” ve “ toplumsal cinsiyet eşitliği ” yerine “ ailenin korunması ve güçlendirilmesi ”, “ milli ve manevi değerlerin korunması ” şeklinde formüle ediliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın resmi yazışmalarından hareketle merhamet , şefkat , adalet ve benzeri kavramların, eşitlik yerine sıklıkla kullanılmaya başlandığının tespit edilmesi bu duruma yönelik bir diğer örneği teşkil ediyor. Öte yandan Türkiye, 20 Mart 2021 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı ile İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını çekti. Kadınlara yönelik şiddet hakkında en kapsamlı yasal düzenleme olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının olası etkileri, önümüzdeki dönemde daha açık şekilde görülecek ve bundan sonraki yıllık izleme raporlarında ele alınacaktır.

Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği

Kasım 15, 2021

·

Makale

Sürdürülebilir kalkınmanın karnesi

SDG Index , ülkelerin Birleşmiş Milletler ( BM ) Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na ulaşma konusundaki güncel durumunu değerlendiren dünya çapındaki ilk endekstir. ABD'de Columbia Üniversitesi'nden Prof. Jeffrey Sachs 'ın öncülüğünde ve SDG Index'ten Prof. Christian Kroll , Guillame Lafortune , Grayson Fuller ve Finn Woelm tarafından hazırlanan 2021 Sürdürülebilir Kalkınma Raporu yayımlandı. Cambridge Üniversitesi’nin yayımladığı söz konusu rapor , 2021 yılında Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ’na ( Sustainable Development Goals – SDG ) yönelik ilerlemeleri ve eksik kalınan noktaları ele alıyor. Küresel SDG Endeksi 2015’ten bu yana, ilk kez 2020 yılında pandemiyle birlikte artan yoksulluk oranları ve işsizlik nedeniyle bir düşüş yaşadı. 2021’de ise pandemi koşulları altında yerel ve küresel boyutlardaki eşitsizliklerde artış görüldü. Kriz, kayıt dışı ekonomideki yaklaşık 1,6 milyar çalışanın geçim kaynaklarını ciddi derecede olumsuz etkilemektedir. Öte yandan pandemi, aşıya erişim imkanlarına paralel şekilde; az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde, etkisini daha sert bir şekilde göstermektedir. Dünya çapında hükümetler, koronavirüs salgınına yanıt olarak 1600’den fazla sayıda kısa vadeli sosyal koruma önlemi uygulamaya koysa da; 2021 itibarıyla hala 4 milyar insan sosyal koruma kapsamında değil. Yine pandeminin bir sonucu olarak, en az 119 milyon kişi aşırı yoksulluğa itilirken; 70 ila 161 milyon kişinin ise açlık çektiği düşünülüyor. Bu olumsuz tablo ise Yoksulluğa Son , Açlığa Son ile İnsana Yakışır İş ve Ekonomik Büyüme başlıklı amaçlar açısından ciddi gerilemeye sebep olmuş durumda. 2020 yılında pandemi önlemleri kapsamında uygulanan karantina ile hemen her ülkede üretimin ve diğer ekonomik faaliyetlerin kısa süreli durması neticesinde sera gazı salımı önemli ölçüde azalmıştı. 2021’de ise söz konusu emisyonlarda tekrar bir yükseliş yaşandı. Bu süreç ve devamında yaşanan çevresel tahribat ise İklim Eylemi , Sudaki Yaşam ve Karasal Yaşam amaçlarında ilerlemeyi zorlayan bir tabloya neden oldu. Dijital teknolojiler karantinalar sırasında sosyal hizmetlerin, ödemelerin, okulların ve sağlık hizmetlerinin sürdürülmesinde ve birçok meslek için evden çalışmanın etkili olmasını sağlamada kritik bir rol oynadı. Raporda ayrıca dijital uygulamaların; sosyal kapsayıcılık , ekonomik fırsat doğurma ve halk sağlığı gibi başlıklardaki önemine dikkat çekiliyor. Pandemi ile hayatımıza kesin olarak giren dijital teknolojilerin sağladığı imkânların ise; Eşitsizliklerin Azaltılması , Sağlıklı Bireyler ile Sanayi, Yenilikçilik ve Altyapı amaçlarında ilerlemeye destek olduğu ifade ediliyor. Son olarak, değerlendirmeye alınan 165 ülke arasından 70. sırada olduğumuz endekste, ülkemizin durumuna değinebiliriz . Türkiye, toplam 17 SDG içerisinde Yoksulluğa Son ve Nitelikli Eğitim amaçlarında ilerleme kaydetmiştir. Ek olarak Açlığa Son , Sağlık ve Kaliteli Yaşam , Temiz Su ve Sanitasyon , Erişilebilir ve Temiz Enerji , Sanayi, Yenilikçilik ve Altyapı , Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar ile Amaçlar için Ortaklıklar başlıklı amaçlarda kısmi ilerleme göstermiştir. Ancak, Eşitsizliklerin Azaltılması amacında ise net bir gerileme yaşanmıştır. Söz konusu amaçların detaylarına ise şuradan erişebilirsiniz.

Sürdürülebilir kalkınmanın karnesi

Ocak 10, 2022

·

Makale